Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba...
Ali Poyrazoğlu için...
Deniz dendi mi, kimi oraya kimi buraya akan sular durmaz, tersine, hep bir olur, bir kıyıya yönelirdi, ister kumluk, ister çakıllık bir kıyıya... Durmaz olurdu delikanlı. Denizi öylesine severdi. Gider çakıllara uzanır, denizin yüzünde gerinir, sularda kulaç atar, kumlarda yatardı sere serpe. Yaşamak demek, yazsa denize gitmek, kışsa deniz aylarını beklemekti ona göre.
On dokuz yaşına bastığı yılın yazında gene denize gitti. Kayalık bir adanın çakıllık bir kıyısına... Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcağını yansıttığı bir gündü. Yüzdü, çakılların üzerine uzandı, güneşlendi, kalkıp giyinince de, hemen evinin yoluna düzülmedi, kıyı boyunca biraz gezip dolaşacağı tuttu. Çakıllığın sona erdiği yerde, tepeden yuvarlanmış, denizde parçalanıp ufalanmış koca bir kaya yığınına geldi dayandı. İçi bir tuhaf oldu. Yol yoktu. İlle de öteye geçmek istiyordu oysa. Nasıl geçsin? Akıllı bir adam geçmeğe kalkmazdı ya öteye, hani, geçmesi gerekiyorsa, geldiği yerden döner, çevre yolunun alt ucunda çakıllıktan çıkıp adanın, kayalığın hemen üstünde sivrilen, tepesine tırmanır, tepeden denize doğru inen bu kaya damarının öte yanında kıyıya ulaşacak bir yol arardı. Bulursa ne âlâ, bulamazsa geldiği gibi döner, inerdi tepenin ardında kalan iskeleye. Gel gelelim, bu delikanlı akıllıca bir kişi değil besbelli. Üşendiğinden de değil ya, böyle akıllılıkları usluca davranışları gereksiz saydığından... Buranın tek yolu, kese yolu, denizden geçer diyerek pabucunu çıkardı, eline aldı/paçaların, kıvırıp sıvadı, yürüdü denize. Gerçi kayaların arasında su epey derindi, o aralıklara düşse sırılsıklam olurdu üstü başı; ama dikkatle kayadan kayaya sekti, sıçradı, tabanlarını doğrayacak kavkılara basmamağa çalışa çalışa, gene de ayaklarının altı sızlaya kanaya, en uçtaki kayaya ulaşıp tırmandı üstüne. Soluk aldı. Bayağı yormuştu onu bu cambazlık. Havlusuyla donunu ensesinden aşağı göğsüne doğru sarkıtmıştı biribirine bağlayıp, ama pabucunu elinde tutmak dertti; kayalığın öte yanını görüyordu çünkü şimdi.
Buraya gelesiye, kayalar atlangıç gibi sıralanmıştı sanki, şimdi anlıyordu; çektiği güçlük bir şeycik değilmiş... Önce, «dönsem artık,» diye şöyle bir geçirdi aklından, sonra utandı böyle düşündüğü için, kemerini çıkarıp ayakkabılarım, donuyla havlusunu bağladı, sırtına attı, kemerin ucunu ağzına alıp dişleri arasına sıkıştırdı. Dikkatle indi kayanın üzerinden; suyun az altında, kayanın tabanında ufak bir düzlük vardı, oraya bastı.
Ne var ki, ötesi, kıyıya dek uzanan suydu. Kayalığın bu yanı dümdüz duvardı. Ayak basacak, el tutunacak bir tek çıkıntıcık görünmüyordu. Kıyı yirmi beş, otuz metre uzaktaydı. Ufacık bir kumluktu bu, kumu incecik görünen, pırıltılar içinde... Ama buraya kimse gelmezdi adadan, gelemezdi, her yanı kaya duvarlarıyla -dümdüz, cilâlı gibi kaya duvarlarıyla çevrili olduğu için... Yanaşılsa yanaşılsa buraya ancak denizden yanaşılabilirdi. Deniz de derindi yürünecek gibi değildi. Soyunsa, kıyıya çıksa, biraz daha güneşlenirdi ama gene bu yoldan dönmesi gerekecekti Hem kayanın üzerinde bırakacağı giysilerini bir esinti denize at mağa yeter mi yeterdi. Keyfi kaçmıştı delikanlının dönmekten başka çıkar yol yoktu.
Yok muydu?... Tam başını çeviriyordu ki, dibinde durduğu kayanın hemen arkasında, dümdüz duvarın kayaya bakan yüzünün denizle birleştiği yerde, ufakça bir kovuk çarpıvermişti gözüne; mağara ağzına benzeyen bir kovuk. Mağara ağzıydı bu, muhakkak; kara kara gülüyordu da sanki bu mağara ağzı; delikanlının da yüzü güldü; girer bakarım, diye düşündü, kayanın içinden tepeye çıkacak bir yol var gibiyse, ilerlerim, değilse dönerim, ne olur sanki?...
Delikten içeri girmesi biraz güç oldu. Çömeldiği için kıçı, su derince olduğu için paçaları ıslandı. Ama delikten içeri girince doğrulabildi. Uzun boylu olduğu halde, kaya tavam, başının dört karış üstünde uzanıyordu. Taban soğuktu, iyice kuru olduğunu görünce de ayakkabılarını kemerden çıkardı, giydi. Havlu ile donu, gene kemerle bağlı, sırtında götürüyordu. Arkasına dönüp baktı. Dehlizin ağzı epey geride kalmıştı şimdi. Ama gene de yeterince aydınlık geliyordu dehlizin içine. Buna aklı pek ermedi. Bir daha baktı ardına. Işık başka yerden gelmiyordu. Tuhaf! Şimdi, biraz uzaklaşınca, ışığın ağızdan gelip doğrudan doğruya vurduğu yerde, duvarın üzerinde, harfe benzeyen birtakım çizgiler seçebiliyordu. Dikkat etti, birkaç adım yaklaşarak baktı; evet, bir yazı, «GİRMEYİNİZ» diye bir yazı yazılmıştı duvara. Yazılalı epey olmalı ki yazılar silikleşmişti. «Belediye mi yazmış ola?» diye düşündü, güldü delikanlı, omuzunu silkti, yürümesini sürdürdü.
Eve gitmeği, vapura binmeği, iskeleye inmeği, çakıllığa çıkmağı, hep unutmuştu; bir tek düşüncesi vardı şimdi; bu dehliz kapanana dek yürümek... Ya bir mağaraya açılırdı, ya adanın başka bir yerine çıkardı; ya da çıkmaz sokaklar gibi, kapanırdı; o zaman da geri dönerdi delikanlı. Ada boyunca uzansa bile bu yol, iki saatten çok sürmemeliydi sonunun, ucunun bulunması.
Neden sonra, ileride hafif bir aydınlık görür gibi oldu. Adımlarını hızlandırdı. Gerçekten, ileriden belli belirsiz aydınlık geliyordu. Ardına baktı, oralardan aydınlık artık gelmiyordu hiç. Dümdüz, ileriye doğru yürümüştü o ana dek, köşe dönmemiş, yolun kıvrıldığının hiç farkına varmamıştı. Dönmüş de yolun ağzına doğru yürüyor olamazdı bu durumda. En iyisi ışığa doğru gitmekti.
Işıklı nokta yaklaştı, yaklaştı. Delikanlı bir de baktı ki bu nokta ışık falan vermiyor. Bir çelik levha var burada, kayaya çakılı, çok daha uzaktan gelen bir ışığı yansıtıyor. Çelik aynanın yanında, hafif aydınlıkta bir yazı daha seçti gözleri duvarın üzerinde: «GİRMEYEYDİNİZ» diyen bir yazı. İçerledi. İlk yazıyı, haydi, Belediye yazdırmış olsundu. Bunu ise, girip çıkmış, tatsız şakalara meraklı biri yazmış olacaktı. Peki ama o çelik levha? O ayna? Aynayı oraya kim çakmıştı ki? Hem Belediye buraya girilmesini tehlikeli buluyorsa yolun ağzına bir parmaklık yerleştirir, çıkardı işin içinden.
Delikanlının kafası rahat etmiyordu. Girecek, gidecek, yürüyecek, ışığın geldiği yeri, yani çıkışı, bacayı, kapıyı, neyse, bulacaktı.
Loşlukta yürüdü, yürüdü.
Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi.
Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı.
Karnı acıkmıştı. Ne zaman uyku uyuyup kalksa acıkırdı zaten. Hem öyle böyle değil. Kurtlar gibi. Gam sıkılmağa başladı. Uzamıştı bu iş. Hem uykuya varmak için çömelip yere oturduğu zaman geliş yolu, gittiği doğrultu biribirine karışmıştı. Dönmek istese bile ne yana gitmesi gerekeceğini kestiremiyordu. Solgun da olsa ışığın göründüğü yana doğru yürümekten başka yolu kalmamıştı bu işin.
Canı sıkılıyordu. Acıkmıştı. Bir şeyler olmalı, bu yolun sonunu bulmalıydı. Yoksa...
Yoksa, diyor, sonunu getiremiyordu. Ürkek, korkak değildi. Ama...
Epey yürüdükten sonra ışıklı noktaya vardı. Bu da bir çelik aynadır demeğe kalmadan, şaşırdı; buradaki ayna değil, yiyecek makinesiydi. Hani deliğinden para atılıp düğmesine basılınca, kolu oynatılınca, içindeki yiyeceklerin bir tepsi içinde müşteriye sunulduğu makinelerden... Güldü bu işe, cebinden bir yirmibeşlik çıkarıp deliğe attı, kolu oynattı. Seçmeli makine değildi bu. Hem yirmibeşlikle işlemesi de tuhaftı. Ama daha tuhafı, tepsinin içinde, cızır cızır, taze taze bir tabak balık tavası durmasıydı şimdi. Makinenin yanındaki kutuda plastik torbalar içinde ekmekler, tuz, biber, limon vardı, çatal bıçak vardı.
«Anlaşıldı,» dedi delikanlı, «bir turist çelme numarası bu... Hele hele...» Tabağındaki yazıları okudu. Kılçıklar makinenin altındaki oyuğa atılacaktı. Tabakla çatal bıçak, makinenin üstündeki kutuya bırakılacaktı. Sonra makinenin sol alt ucundaki kol çekilecekti. Yaptı bu söylenenleri. Oyuk kılçıkları emdi, kutu bulaşığı yuttu. Ekmekler üzerine bir şey söylenmiyordu. Cebine attı artan parçayı, yolda acıkırım, yerim diyerek.
Ama ortada turist yoktu, kimsecikler yoktu, yapayalnızdı. Bu makineden başka birinin de yararlanıp yararlanmadığını merak etti.
Saati hep on ikiyi gösteriyor, işliyor ama kurgusu boşalmıyordu.,
Ansızın bir şey ansıdı. Sanki pek geride, pek uzakta kalmış bir şey. Belki de gerçekten pek uzaktı bu ansıdığı an. Biliyor muydu ne zamandan beri bu dehlizde yürümekte olduğunu? Vaktini, saatini, gününü şaşırmış değil miydi?
Ansıdığı şuydu: Kıyının ucuna yürüyüp karşısında kayaların duvar gibi yükseldiğini görünce, içi bir tuhaf olmuştu. Niye öyle bir şey duymuştu, anlamağa başlıyordu şimdi. Denizin, çevren çizgisinin saltık yataylığına baka baka dünyada bir başka boyut olduğunu unutmuştu sanki. Duvar, karşısına çıkınca, bu unuttuğu boyut yeniden bir gerçeklik oluvermişti, hem yüzüne çarpacak denli yakın, aşılmaz, gönül bulandırıcı... Şimdi şimdi anlıyordu bu duyguyu. Çünkü ne zamandır boyutsuz, kimsesiz bir dünyada ilerlemekte olduğu düşüncesi yavaş yavaş kafasında, gönlünde, biçimleniyor, bilinçleniyordu.
Güldü bir yol. «Korkuyorum,» dedi ardından, «korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. Korkuyorum. Ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre...» Yürümekten başka bir şey yapabileceğini düşünemiyordu artık. Yürüyecekti. Bu yol da sağa sola çatallanmadığına, kendisine bir yol seçme olanağı bile vermediğine göre, gidecekti, sonunu bulasıya, ya da, olur a, başına, yola çıktığı noktaya, denize açılan ağza, dönesiye...
Gidiyordu. Ötelerde bir ışık vardı. Orası muhakkaktı. Makineler, çelik aynalar, bir ışığı yansıtıp duruyordu, bir yerlerden gelen ışığı. Acıktıkça karşısına bir makine çıkıyordu. Cebindeki ufaklıklar bitmişti bir ara. Ama büyük para da atsa, küçük para da atsa, karnını doyuracak yiyecekler -ne az ne çok, ama doyuracak kadar-çıkıyordu bu makinelerden. Kiminden tuzlu, kiminden tatlı, kiminden su, kiminden ayran, kiminden balık, kiminden sebze
Cigara makineleri de vardı. Bir ara, ufaklığı bittiği sıra «Bir para makinesi eksik galiba» diye geçirdi içinden Çok geçmeden para makinesi de çıktı karşısına. Cebindeki iki on liralığı attı içine, iki cep dolusu beş kuruşluk çıktı makineden. Ama onlar da bitti yolda gide gide.
Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...
Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...
Uykusu gelip yolun kıyısına uzandıkça yönünü şaşırmamak için hep başını gidiş doğrultusuna çevirmeğe dikkat ediyordu.
Sakalı uzuyordu uykusu geldiği zamanlar. Sonra, kalktığında eliyle yüzünü yokluyor, yeni traş olmuş gibi duyuyordu derisini.
Gecesiz gündüzsüz, ışığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı," eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akşam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuştu zaten. Bildiği tek şey, yürümek olmuştu. Buraya niçin girmişti, nasıl girmişti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ışığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya...
Işığa varmak için... Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için...
Işığa varmak için... Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için...
Arada bir duraklıyordu yürürken. Gerçek ışık neydi ki? diye soruyordu kendi kendine. Soruyordu ya, karşılık veremiyordu bu sorusuna. Neydi? Nereden gelirdi? Ne olacaktı? Bu soruları bile unuttuğu bir noktaya varıp dayanmıştı herhalde, sormadı artık kendi kendine herhangi bir şey...
Yürüdü.
Parası çoktan bitmişti ama makineler parasız veriyordu artık yiyecekleri. Yolun düzgünlüğünden canı sıkıldıkça dayanıveriyordu eliyle duvarların birine, bunu da neden sonra öğrenmişti; dayanınca duvarlar dalgalanıyor, büksülleşiyor, köşeleniyordu. Sonra sonra düzeliyordu gene.
Yürüyordu. Işık daha yakına gelmiş değildi. Hâlâ makineden makineye yansıyordu. Ne var ki, gözleri alışmıştı bu dehlizin karanlığına. Işık bolmuş, her yer aydınlıkmış gibi geliyordu ona artık. Ama ışığın nerede olduğunu biliyordu daha. Bildiği için de yürüyordu. Yürüyebiliyordu. Ulaşacaktı ışığa.
Makinelerin seyrelmeğe başladığı, kafasına dank etti bir ara. Kaç zamandır acıkıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, düşüp kalkıyor, ondan sonra ancak, bir yiyecek makinesine varabiliyordu. Boğazı kurumadan, gözleri zonklamadan su makinesine ulaşamıyordu.
Adımlarını hızlandırmağa karar verdi. Neredeyse koşuyordu artık. Ama makineler hep daha uzaktaydı, hep daha büyük aralıklarla çıkıyordu karşısına.
«Öleceğim,» dedi bir ara, «bu yol insanları öldürmek için böyle yapılmış olacak...»
Ölmüyordu. Ölmemek için koşuyordu da, hızını durmadan artırıyordu.
Tıkanıyor, duraklıyordu ara ara. Ama «koşmalı,» diyordu ardından, «koşmalı, yetişebilmeliyim bir makineye, ölmeden, bitkin düşmeden...»
Artık ışığa varmağı bile düşünmez olmuştu. Işık sonradan düşünülecek şeydi. Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekti.
Ama makineler seyreldikçe ışık da artıyor gibiydi sanki. Bunu, derisinin ağartısından anlıyordu. Elleri, kollan ağarıyordu gitgide; makineleri artık yansıttıkları ışıktan değil, karaltılarından seçebiliyor gibiydi.
Duvarlar sertleşmişti. Yol artık dümdüz uzanıyor durmadan yokuş yukarı çıkıyordu. Dümdüz uzandığım ayaklarıyla değil, gözleriyle görüyordu şimdi. Işık çok artmış demekti bu. Makineler seyreldikçe seyreliyordu Koştukça koşuyordu o da Ama ışığı, gerçek ışığı seçer gibi oldukça, makineleri unutmağa başladı. Birini atladı bile bir ara ötekine doğru koştu. Işık görünüyordu artık. Yolun sonu gözükmüştü. Kalıbını basabilirdi buna.
Ama şimdi, ışık arttıkça, uyuyup uyanıp ışığın hep yeğinleşerek orada, yolun ucunda durduğunu gördükçe kafasının içinde tuhaf bir bulantı duyar olmuştu. Gönlünde değil, beyninin içinde bir bulantı.
Bir daha uyudu kalktı. Işık daha da artmış gibiydi. Işıkla birlikte başka bir şey geliyordu artık. Neden sonra anladı. Hava, yel gibi bir şeydi bu gelen. Koştu, koştu, daha koştu. Yelle birlikte bir koku da geliyordu şimdi. Ansıyamadı önce, sonra ansızın «çiçek kokusu» diye bağırdı. Sesi çınladı dehlizde. Unuttuğu sesi. Diş diş sesi. Aklından çıkmış ne kadar şey varsa geri geliyordu şimdi. İnsanlar, başkaları, kalabalıklar... Arıları ansıyordu. Arıların çiçeklere çokuşmasını... Sinekleri; sineklerin tatlıya üşüşmesini... Kuşların konup kalkmasını ansıyordu. Yemiyordu, içmiyordu, makineler var mıydı, yok muydu, farkında değildi. Bir delik büyüyordu uzakta, ağır ağır. Delik gözlerini acıtıyordu; kırpıştırıyordu gözlerim; derisi ağardıkça buruşuyordu. Delik beynine beynine saplanıyordu büyüdükçe. «Delik değil,» diye düşündü sonunda, «ışık, bu beynime saplanan...»
Delik büyüdükçe gözleri kararmağa başladı. «Yeniden mi karanlığa giriyorum,» diye korktu, «delik diye gördüğüm de ışığı yansıtan başka bir nesne mi yoksa?» Değildi ama. Hava da, yel de, kokular da, birtakım uğultular da artıyordu. Delik gerçekti, ışık gerçekti. Ama gözleri niye kararıyordu ki?
Durdu. Alnına götürdü elini. Oraya saplanmış acıyı silmek istedi. Bir şey sıvaştı parmaklarına. Kandı bu sıvaşan, herhalde. Sıcaktı, yıvışıktı, akıyordu; alnının o çok acıyan yerinden akıyordu. Duvara çarpmış olacaktı. Bir adım attı, duvara dayandı ayağı. Gözü kararmıştı muhakkak, çarpmıştı duvara. Ama başını çevirince karşı duvarı seçemedi. El yordamıyla buldu onu. Gene deliğe doğru yürümeğe başladı. Koşmuyordu şimdi. Delik, bulutların ardından, dumanların ardından ölgün ölgün ışıyor gibiydi. Dumanı, bulutları yeniden ansıyordu demek. Ama delik gitgide yitiyordu karşısında.
Sonra göremedi artık deliği. Kör olduğunu anladı. Durdu. Geri dönse, karanlığa dalsa, gözleri yeniden açılır mıydı? Ne yürek kalmıştı onda bu işi yapacak, ne de bacaklarında güç... Açtı, susuzdu. Duvarı yoklaya yoklaya giden eli ansızın boşlukta sallandı. Ne sağında duvar vardı, ne solunda. Yel yüzüne çarpıyordu. Ortalık buram buram çiçek kokuyor, böcek vızıltıları kulaklarını uğuldatıyordu. Delikten çıkmış olmalıydı. Işığa çıkmıştı.
Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. Oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta
«Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba,» dedi Güzel yürek buracak kadar güzel, gencecik yüzü yukarıda, ayakları bitişik, elleri kayanın iki kıyısına sıkı sıkı yapışmış, kaldı, öylece.
1968
Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:
Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye... (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu'nun masalına). Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde. Bu konuda Levi-Strauss'un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.
Bilge Karasu/Göçmüş Kediler Bahçesi
* Yazı Özgür Pencere.com'dan alınmıştır...