PAYNE : Gel öyleyse, Bilge Anaksagoras, sana kendi öğretilerimi işleyeyim: Tanrı yoktur, şöyle ki, ya Tanrı Dünya' yı yaratmıştır ya da yaratmamıştır. Eğer yaratmadıysa, o zaman Dünya'nın yaratılış nedeni kendindendir, Tanrı yoktur; çünkü her varlığın nedenini kendinde barındırmakla Tanrı Tanrı'dır. Tanrı Dünya'yı da yaratmış olamaz; çünkü ya yaratış Tanrı gibi sonsuzdur ya da bir başlangıcı vardır. Eğer durum bu ikincisiyse, o zaman Tanrının Dünya'yı belirli bir anda yaratmış olması gerekir, yani sonsuz bir hareketsizlik durumundan sonra bir an için etkinliğe geçip, zaman kavramını işleten bir değişimi kendinde bir kereliğine başlatmış olması gerekir ki, bu da Tanrının kendi kimliğiyle bir karşıtlık taşır. Demek Dünya'yı Tanrı yaratmış olamaz. Ama, biz artık, Dünya'nın da, kendi benimizin de varolduğunu, bunların da yukarda söylediğimiz: üzere, kendi nedenlerini kendilerinde ya da Tanrı olmayan başka bir şeyde taşıdığını açıkça biliyoruz, öyleyse Tanrı; yoktur. Quad erat demonstrandum.
CHAUMETTE : Ah gerçekten, bu sözleriniz beni yeniden aydınlattı; teşekkür ederim, teşekkür ederim!
MERCIER : Durun ama, Payne! Ya yaratış sonsuzsa?
PAYNE : O zaman Dünya bir yaratılış değildir artık, Tanrıyla bir ve aynı şeydir ya da O'nun bir sıfatıdır; Spinoza'nın dediği gibi, o zaman Tanrı herkeste vardır, azizim; sizde, Bilge Anaksagoras'da, bende. Pek de kötü bir şey değil bu ama itiraf etmeniz gerekir ki, Ulu Tanrının her birimizle birlikte diş ağrısına tutulması, belsoğukluğu olması, canlı canlı gömülmesi ya da en azından bunun gibi hiç ilişik almayan durumlara girmesi, gökyüzü saltanatını çekici olmaktan çıkarırdı.
MERCIER : Ama mutlaka bir neden olması gerekmiyor mu?
PAYNE : Bunu yadsıyan yok. Ama size bu nedeni, Tanrı olarak, yani en yetkin varlık olarak tasarladığımızı söyleyen de yok. Dünyayı yetkin olarak mı alıyorsunuz siz?
MERCIER : Hayır.
PAYNE : öyleyse, yetkin olmayan bir sonuçtan, yetkin bir nedene varılmasını nasıl isteyebilirsiniz? Voltaire, Tanrıyla olduğu kadar, krallarla da bozuşmaya yanaşmadığı için böyle bir düşünceden yanaydı. Anlayış gücünden başka bir şeyi olmayan, bunun da doğal sonuçlarını kullanmasını bilmeyen ya da kullanmaya yanaşmayan bir kimse beceriksizin biridir.
MERCIER : Buna karşılık ben de şunu soruyorum: Yetkin bir nedenin, yetkin bir sonucu olur mu? Yani yetkin bir şey, yetkin bir şey yaratabilir mi? Yaratılmış olan, sizin de söylemiş olduğunuz üzere, kendi nedenini, yetkinin bir sıfatı olmasından dolayı kendinde barındıramaz. Böyle değil midir bu?
CHAUMETTE : Susun! Susun!
PAYNE : Sakin ol, filozof! Hakkınız var; Tanrı yaratırsa, o zaman yetkin olmayanı yaratabilir ancak, bunun için de hiçbir şeye elini sürmeyecektir. İnsan niye Tanrıyı yalnız yaratıcı olarak düşünmektedir hep? Kendi kendimize, "Biz varız!" diyebilmek için çırpınmak zorunda kaldığımızdan dolayı, Tanrıya da bu zavallı gereği yüklemek zorunda mıyız? Ruhumuz, kendinde tam bir uyumda bulunan, sonsuz bir yüce kimlik almışsa, bu kimliğin, hemen parmağını uzatıp da birbirimizin kulağına gizlice fısıldadığımız türden bir aşkla, masanın üzerine ekmek içinden insan biçimleri yoğurmasını mı beklemeliyiz? Bütün bunları sırf Tanrının çocukları olabilmek için mi yapmamız gerekiyor? Ben kendi hesabına daha basit bir babayı yeğ tutarım, hiç olmadı kendisine daha sonra, beni domuz ahırlarında ya da forsada ömrümü geçirtmenin, şanına yaraşmadığını söyleyebilirim. Yetkin olmayan'ı ortadan kaldırmakla Tanrının varlığını kanıtlayabilirsiniz ancak; Spinoza bunu denedi işte. İnsan kötüyü yadsıyabilir; duygu ise buna karşı gelir. Şuna iyice dikkat et, Anaksagoras: Niye acı çekiyorum ben? İşte tanrıtanımazlığın kay asıdır bu soru. Acının en ince bir titreşimi, isterse bir atomun içinde ortaya çıksın, evrenin bir ucundan öbür ucuna bir yarık açabilir.
MERCIER: Ya ahlak?
PAYNE : Sizler ilk önce ahlaktan yola çıkarak Tanrıyı kanıtlamaya çalışıyorsunuz, sonra da Tanrıdan yola çıkarak ahlâkı! Ahlak sözüyle demek istediğiniz şey ne? Ben, kendinde ve kendisi için olabilecek bir iyilik ya da kötülük var mıdır, yok mudur, bilmem; bundan dolayı, kendi tavrımı değiştirme gereğini de duymam. Kendi doğama göre davranırım; ona uyan şey, benim için iyi olandır, onu yaparım; ona karşı düşen şey de benim için kötü olandır, onu yapmam, yolumun üzerine çıktığı zaman ona karşı kendim korurum. Sizler, hep söylendiği üzere, erdemli kalabilir, o sözü çok edilen ahlak düşüklüğü denen şeye karşı kendinizi koruyabilirseniz; yalnız, sizin gibi düşünmeyenleri, hor görmeksizin, çünkü çok zavallı bir duygudur bu.
CHAUMETTE : Doğru, çok doğru!
HERAULT : Ey Bilge Anaksagoras, insan şöyle de diyebilir; Eğer Tanrı her şeyse, o zaman kendi karşıtıdır da, yani Tanrı, hem yetkin olan, hem olmayandır; hem iyidir, hem kötü; hem mutlu olan'dır, hem acı-çeken; böylece sonuç sıfıra eşit olur; iki yan birbirini götürür, hiçbir sonuca varamayız. Sevinmen gerek, çünkü işin içinden sıyırdın kendini, için rahat etsin, Madam Momoro'yu doğanın harikası olarak kutsayabilirsin, hiç olmadı, o da buna karşılık senini bacak aralarında kabarcıktan güller açtırır.
Satır Arası Cümleler ve Kesitler...
* Bir takım kalın derili yaratıklarız, elimizi uzatıyoruz birbirimize, ama boşuna, derilerimiz sürtünüyor, hepsi o kadar. Tuhafız çok.
* İnsanın mezarda durgunluğa kavuştuğu , mezarda durgunluğun aynı şey olduğu söylenir. Bu böyleyse, ben de şurda senin kucağındayken toprağın altında yatıyor sayılırım. Yumuşacık bir mezarsın sen; dudakların ölüm çanları, sesin mezar sesleri, göğsün mezar tümseği, kalbinse tabutum...
* Özgürlüğün heykeli dökülmedi daha, potada kaynıyor, bu ara hepimiz parmaklarımızı değdirip yakabiliriz...
* Kendi öfken seni öldürmesin. Seni yalnız kendi gücün yere serebilir, düşmanın çok iyi bilir bunu...
* Sen kendi aslını, dolayısıyla kendini öldüren bir gölgeye benziyorsun, kendi kendinin katilisin sanki...
* Zevk almanın azına izin veriyorlar da, çoğundan insanı niye yoksun etmek istiyorlar...
* İnsan, mutluluğu bulduğu yere doğru koşar; bu, bir insan vücudu, bir İsa tasviri, bir takım çiçekler, ya da çocuk oyuncakları olabilir, ama hepsi o aynı duygudur; bundan en az haz duyan insan, Tanrı’ya gönül borcunu en çok ödeyen insandır...
* Devrim Satürn gibidir, kendi çocuklarını yer...
* Güçsüzlük ve ılımlılık halkın gözünde aynı şeylerdir. Kendi olaylarında geriye kalanını yaşatmaz halk...
* Halk çocuk gibidir, içinde ne olduğunu anlamak için her şeyi kırmak ister.
* Halk keyfedenden nefret eder, tıpkı bir hadımın bir erkekten nefret etmesi gibi.
* Kendini savunmanın bittiği yerde, adam öldürme başlar;
* Vicdan, önünde maymun oynayan bir aynadır; herkes elinden geldiği kadarınca kendi kalıbına gidip kendi havasına bakar.
* Herkes kendi yaradılışına göre davranır, yani kendi hoşuna gideni yapar.
* Gece, ıssız bir düşün hayalleri içinde yeryüzüne sinmiş horluyor. İnsanda yanıp sönen, sisli ve bulanık, günışığından ürken düşünceler, istekler şimdi bir biçime, bir kıyafete bürünüp düşün ıssız sığınağına sokuluyor; kapıları açıyor, pencerelerden bakıyor, yarı canlanıp uykuda geriniyor, dudakları kıpırdatıyor. Uyanıklığımız, daha aydınlık bir düşten başka bir şey değil sanki. Uyurgezerleriz. Gördüğümüz işler de bir düşteki gibi değil mi zaten? Sadece daha belirli, daha göz önünde, daha kesin. Bundan dolayı kim ayıplayabilir bizi? Tembel gövdemizin arzulayıp da bir yılda yapamadığını, ruh bir saatte yapıp düşüncelere hayat veriyor. Günah düşüncede başlar; eylem durumuna gelmesi, vücudun ona öykünmesi bir rastlantıdır ancak.
* Ölmek üzere olanlar çocuklaşır.
* Hep aynı kıyafeti giymek, hep aynı çizgileri çekmek bana ilk başında sıkıcı geliyordu! Acınacak bir durum. Tek teli hep aynı sesi veren zavallı bir saz olmak, dayanılacak şey değil!
* Yaradılışımızda bir hata olmalı, adını bilmediğimiz bir şeyler eksik bizde.
* İnsanlık sonu gelmeyen açlık karşısında kendini yemeyi daha ne kadar sürdürecek? Ya da, gemisi batmış da, bir tahtaya sarılmış olan bizler, giderilmez susuzluğumuz karşısında birbirimizin damarlarından kan emmeyi daha ne kadar sürdüreceğiz? Ya da, biz sözde matematikçiler, bilinmeyen, sonsuza uzanan bir X'in ardısıra giderek, hesaplarımızı parçalanmış vücutlar üzerinde yapmayı daha ne kadar sürdüreceğiz?
* Heyecanlı, soylu, erdemli, nükteli bir biçimde yaşamak ya da can sıkıntısından bütünlükle kurtulmak için bir yıkımın gelmesinden daha başka ne isteyebilir insan?
* Ama sağlam kalan bir vücutla kulis arkalarına girmeyi, veda sırasında bile jestler yapıp, izleyicilerin alkış seslerini duymayı insan yeğ tutar sanırım. Bu çok ustaca bir şey, tam bize göre. Hep sahnedeyiz zaten, ciddi ciddi boğazlanırken bile. Aslında ömrümüzden bir parça daha kısaltmaları hiç fena değil. Vücudumuz bedenimize oturmuyor, önünde sonunda bir nükte olarak kalıyor hayat. Elli altmış bölümlük bir destan söyleyecek ne yürek, ne de soluk var kimsede! Hayat suyunu büyük kaplardan değil, küçük kadehlerden içmenin tam zamanı şimdi; hiç olmadı bir yudumda insanın ağzı dolar, öbür türlü koca kabın içinden bir damla bile alamaz insan. En son olasılık bağırmak, o da yorar insanı; hayat, onu sürdürmek için yapılan çabaya değmez.
* Bir şeyden keyif almak için kendinizi dara zora sokmuşsunuz; çünkü, böyle bir ceket keyif işi, ama bir paçavra da aynı işi görür...
* Bir şey var havada, her yer fuhuş kokuyor sanki. Hani neredeyse millet kıçından donunu sıyırıp sokakta köpekler gibi çiftleşecek...
* Toprağın yüzü ne de olsa bir kabuktur; insan bir çukura düşebilir...
* Yürekli bir şekilde ölmesini de bilirim, hiç değilse yaşamaktan daha kolaydır...
* Duvarlar ses verdikten sonra, gövdem paramparça olduktan, düşüncelerim taşlaşmış dudaklardan döküldükten sonra, ben titremişim ne çıkar?..
* Bizler birer kuklayız, ipleri bilinmeyen güçlerce çekilen kuklalar; bizler kendimiz hiçbir şey değiliz, hiç!..
* Ruhların dövüştüğü kılıçlar, tıpkı masallardaki gibi eller görülmüyor..
* Sözleriniz hep ceset kokuyor...
* Yalnız düzenbazlar sığınma hakkına başvurur.
* Herkes, eşit koşullar altında yaratılmış olduğuna göre, doğanın tanıdığı farklar dışında, herkes eşittir. Bundan dolayı herkesin bir üstünlüğü olsa bile, ne birey olarak, ne de birey kimliğiyle içinde bulunduğu ufak ya da güçlü bir sınıf olarak bir ayrıcalık taşıyamaz.
* İnme en iyi ölüm biçimiyse, önceden inmeli mi olmak gerekir?
* Toprağın üzerinde nasırlaşıncaya kadar koşmaktansa, altında yatmak çok daha iyidir; toprağı kendime minder yapmaktansa, yastık yapmayı yeğ tutarım...
* Hiçlik, yakında barınağım olacak; hayat bir yük benim için, isterlerse bu yükü üzerimden alsınlar, zaten onu silkip atmanın özlemi içindeyim.
* Başkaldırma ne kadar iyi olursa, amaca da o kadar yaklaşılmış olunur...
* İnsanın kendi kokusuna katlanması belki de iyi gelir...
* Acının çok ince bir zaman ölçüsü vardır, anları bile böler ...
* Belki de ölüm insanın hayatını kendi sinir uçlarından söke söke alıyordur; belki de insan çürüdüğünün bilincinde oluyordur!..
* - Dinginlik Tanrıdadır...
- Hiçbir yerdedir. Hiçlikten daha dingin bir yer düşün; en ulu dinginlik Tanrı ise, hiçlik Tanrı değil midir o zaman?.. Ben tanrıtanımaz bir kişiyim ama. Şu kör olası kural ne der? Var olan hiçbir şey yok olmaz! Bense bir varlığım, işte yürekler acısı durum bu! Yaratılış öyle yaygın bir biçimde oluşmuş ki, hiçbir şey boşta kalmamış. Her şey iç içe geçmiş. Hiçlik ölmüş; yaratılış onun yaraları olmuş, bizler damlayan kan, evren de her şeyin içinde çürüdüğü mezar. Bu sözler deli saçması gibi geliyor, ama gerçek payı çok.
- Evren sonsuzluğa mahkumdur, hiçlik ise ölümdür, ama ölüm olanaksızdır...
- Hepimiz diri diri gömülmüşüz, krallar gibi dört kişilik tabutlara konmuşuz; gökyüzünün alnına, evlerimize, giyindiğimiz mintanlara. Elli yıldır tabutun kapağını tırmalıyoruz. Yok olmaya inanabilseydi insan, çaresi bulunurdu; ölümden umut yok, seninki basit bir çürüme işlemi, hayatsa karmakarışık, hesaplı kitaplı bir çürüme, bütün fark burada!..
* Ölüm, doğumun maymunca taklidinden başka bir şey değil...
* Hayat bütün dünyayla yatıp kalkan bir orospudan başka bir şey değil...
* Tarih mezarları açmaya görsün, cesetlerimizin kokusu bile despotizmi boğmaya yetecektir...
* Bir kere maskeleri çıkarmaya görelim, aynalı bir odanın içindeymişiz gibi, her yanda hep o aynı çökmüş, kocamış, sersem kafalı herifi görürüz; böyle bu, ne bir fazla, ne bir eksik...
* Bizler, çalgıları kendi vücutlarından başka bir şey olmayan, zavallı müzikçileriz...
* Dünya kaosun ta kendisi; hiçlik ise, dünyalar doğuran Tanrıdır...
Leonce İle Lena...
* Bir kuyunun suyunu içerek boşaltmak demektir evlilik...
* Gölgemin gölgesine sığınmak zorunda kalacağım anlaşılan...
* İçimizdeki insanı da giydirmeye kalkışıyoruz artık, öylesine utanıyoruz ki...
* Yeryüzü bir masaya benziyor buradan bakınca, aşağıdaki göl, bu masanın üstüne dökülmüş şarap gibi, bizler de oyun kağıtlarıyız, Tanrıyla şeytanın canı sıkılmış, bizimle bir el oyun oynuyorlar...
* - Bütün yollar uzundur. Göğsümüzdeki ölüm saati hafif hafif vuruyor, ama her damla kan vakti ölçerek geçiyor, yaşamımız sinsi bir hastalık gibi yayılıyor gövdemize. Yorgun ayaklara bütün yollar uzundur...
- Işıklarda yogun gözleri acıtır, yorgun dudaklar için her soluk güçtür, hele yorgun kulaklar tek sözcük dinleyemez...
* Üşümüyorum artık, hava da o kadar aydınlık değil, gök yeryüzüne iniyor, sarıyor beni bütün renkleriyle...
* Yorulan beden dinlenmek için bir yastık bulur, ama yorulan canı nerede dinlendirmeli?..
* Kimisi mutsuz doğar, ölünceye dek mutsuzdur, bütün çabalar boşuna, var olması yeter mutsuz olmasına...
* Ölümün bile yalnızlığı acı...
* Toprağın altında yatamıyorum diye üzülmeyin, üstünde yatmak da ondan aşağı kalmaz...
* İnsanların en değersizi bile önemlidir...
* Parlak düğmelerinizi gizleyin biraz, aynaları da ters çevirin, hem yüzüme bakmayın öyle, gözlerinizde görmeyeyim kendimi, belki o zaman kim olduğumu açıklayabilirim sizlere...
* Yanımız yöremiz oyuncaklarla, kuklalarla dolu! Bunlarla nasıl başa çıkacağız? İstersen hepsine bıyık takalım, kılıç kuşatalım, ha? Ya da frak giydirelim, bilinmeyen, görünmeyen politikaya, diplomasiye atalım onları, ister misin? Biz de oturup mikroskopla seyrederiz! Yoksa bir laterna mı istersin? İstersen bir tiyatro kuralım!
* Bütün saatleri kıracağız, bütün takvimleri yok edeceğiz, saatleri, ayları çiçeklere, yemişlere bakarak bileceğiz! Güneşi yansıtan büyük aynalar yerleştireceğiz yurdumuza, ülkemize kışı sokmayacağız...
Woyzack...
* İnsan özgürdür, bireysellik özgürlüğe insanda ulaşır...
* Vicdanı temiz, iyi bir insan böyle hızlı gitmez...
* Kelepir olmalı senin ölümün, ama bedava da değil...
* Marangoz taşları toplarken kimse bilemez kim başını koyacak onların üstüne...
* İnsan soğudu mu bir kez hiç üşümez artık...
Lenz...
* En yalın ve en saf doğa ilkelliğe çok yakındı; insan duygularında ve yaşayışında ne kadar incelirse, bu ilkellik duygusu da o kadar körlenirdi; kendisi bunu öyle o kadar yüksek bir aşama saymıyordu, tek başına yeterli değildi bu, ama ona kalırsa, insanın her biçimdeki bu kendine özgü yaşamdan böylesine duygulanması, taşları, madenleri, suyu, çiçekleri ruhunda duyması, doğadaki her varlığın düş gibi böylesine içini doldurması, hani çiçeklerin ayın doğup batmasına göre soluk alıp vermesi gibi, bütün bunlar hep sonsuz bir haz duygusu olmalıydı...
* Her şeyde dile gelmez bir uyum, bir ses, bir mutluluk vardı, gelişmiş canlılarda bu dışa daha çok vurur, ses verir, daha çok şeyi kapsardı, ama buna karşılık daha çok etkilenirdi; oysa daha az gelişmiş canlılarda her şey daha kısıtlı, daha sınırlıydı, buna karşılık da duyulan huzur daha büyüktü...
* Gerçeği verdikleri söylenen yazarların gerçekten haberleri bile yoktur; ama yine de insanın bunlara, gerçeği çarpıtmaya kalkışan yazarlardan daha çok katlanabilir. Diyor ki : Sevgili Tanrı dünyayı olması gerektiği gibi yaratmışız zaten, biz daha iyi bir şey karalayamayız; bizim tek çabamız onun yaptığına birazcık olsun benzetmeye çalışmak olmalı. Ben her şeyde –yaşamı, varoluşun olasılığını ararım, varsa iyi; o zaman artık onun güzel mi, çirkin mi, olduğunu sormak yersizdir. Yaratılmış olan her şeyin bir canı olduğu duygusu bu ikisinin üstünde yer alır, bütün sanat konuların tek ölçütü olur. Hem üstelik pek de sık karşılaşmayız bununla: Shakespeare’d buluruz, halk türküsünde gelir kulağa, arada Geothe’de de görüldüğü olur; geri kalanları at ateşe gitsin. Böyleleri bir köpek kulübesi resmi bile çizmezler. Bu idealizm denen şey insan varlığının en yüz kızartıcı biçimde küçümsenmesidir. En küçük yaratığın yaşamına girmeyi bir denemelidir insan ve bu yaşamı kıpırtılarıyla, bütün belli belirsiz mimikleriyle dokundurma yoluyla canlandırmalıdır; böyle bir şeyi özel öğretmenle, askerler de dendim ben. Yeryüzünün en yavan insanlarıdır bunlar ama duygu damarı hemen hemen her insan da aynıdır, yalnız bu damarın delip dışına çıkacağı kılıf kimisinde ince, kimisinde kalındır. Bunun için insanın gözü ve kulağı olması yeter. Dün ovadan yukarı çıkarken bir taşın üstünde oturan iki kız gördüm: Biri saçlarını çözüyor, öbürü de ona yardım ediyordu; altın gibi saçlar aşağıya doğru dökülüyordu, yüzü ağır başlı ve solgun, yine de öylesine gençti ki, giysileri kara, öbürü ise nasıl bir özenle uğraşıyordu. Eski Alman okulunun en güzel, en içten tabloları bile bu duyguyu pek yaratamaz. Böyle bir grubu taşa çevirip bunu herkese haykırabilmek için insanın bazen Medusa olası geliyor. Kızlar ayağa kalktılar güzel grup bozulmuştu ama kayaların arasından aşağıya doğru inişleri de yine başka bir tabloydu.
En güzel tablolar, en coşkun sesler birleşiyor, eriyor. Yalnız bir tek şey kalıcı : Bir şekilden bir şekle giren, hep göz önünde, ama hiç bozulmayan sonsuz bir güzellik. Ama doğaldır ki, her zaman bunu yakalamak, müzelere koymak, notaya almak, sonra yaşlısını gencini bunları görmeye çağırmak ve çocuklarla yaşlıların bunlar üstüne abuk subuk konuşmasını, tat almasını sağlamak olmuyor. İç benliklerine girebilmek için insanları sevmek gerek; insana hiçbir şey çok değersiz, hiçbir şey çok çirkin gelmemeli, ancak o zaman anlayabiliriz onu; en önemsiz bir yüz, yalın bir güzellik duygusundan daha derin bir etki yapar, içinde yaşam olmayan, kasları gerilmeyen, nabzı atmayan bir dış görüntüyü kopya etmekten de varlıkları yaşatabiliriz...
Georg Büchner