baygındım/ölüydüm/yüzüyordummorbirsuda/
gözümkapalıydı/konuşmuyordum/
oyunbitmezkidiyordum/vezireçıkıyordum/
vezirleribenimdiyeşillerin/almıştım/
alıyordumartık/karşıkıyıyagelmiştik/
oyunbitmezkibitmezkibitmezki
Satır Arası Kesitler ve Cümleler...
Avından El Alan...
* Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka anlama gelmediği...
* Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan başka bir şey bilmeyen; sevgiyi olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişioğlu... * Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin kişioğlunda neredeyse zeyreklik sayıldığını bilirdi. Bilenler susar... * Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o durumda olanlara akıl vermeğe kalkışır, o durumdaki kişilerin işledikleri alıklıklara bakınıp yerinir. Bir unutulan vardır : O durumdaki kişinin işi dışarıdan, karşıdan değil, içinden gördüğü...
* Hem bilmez miyiz?.. Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini düşünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeye görsün ilenç üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yüzünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işlemiş bile bulunduğunu iliklerine dek duyar bunlar, kimi zaman işler de bu cinayeti. İlenç yağdırmak sırası başkalarındadır şimdi... * Kişioğlu, genellikle bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmekten hoşlanır. Bileğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettiğine inanır, güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiğini. Daha ince meraklı olan kişioğulları da vardır: Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyormuş görünmekten hoşlanmadıkları için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler, avlarının -avları saydıklarının, ardında koştuklarının- durmasını, kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman duydukları haz daha da büyüktür. Avın bu kerte alığı olur mu demeyin. Çok olur...
* Balık 'uyu gene' diyordu ona. 'Hazır değilim dediğin için giremedik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın... 'Seninle her yere giderim' diyordu balıkçı. 'Ama hazır değilsem bir şeye, seninle bile gitsem neye yarar?..' * Ava çıktım, avımla iç içe geçmiş durumda döndüm. Saçmaladığını biliyor. Avım değil ki, diyor; ne ben bunun ardına düştüm, ne bu benim karşımda sıkıştı kaldı; bir rastlantıydı buluşmamız.. İç içe geçmiş bile değiliz; o ne isterse, nasıl isterse, öyle oluyoruz, o duruma geçiyoruz... Hem döndüm sayılır mı?.. Nereye, kime, ne zaman dönmüşüm ki?.. Bir garip yolda, bir tuhaf yolculuktayım. Ama onunla -orfinozla, balıkla, kendini bana yakalatıp ardından beni yutanla- birlikte yaşamak zorunda kaldığım doğru. Niye öyle diyorum sanki? Hoşuma gitmiyor mu? Birlikteyim demekle yetinmeli. Tek kesinlik bu. Ardı yok...
* Balığın ağırlığı üstümden kalkmadı, oysa uçar gibiyiz... Öldüler, parçalandılar; yürekleri, dalakları, bağırsakları yenilendi belki, belki yeniden doğulur... Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp yok olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık alan, gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeligi oradan, çiçek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir...
* Kişioğlu, silik anısı belleğinin bir köşesinde sıkışıp kalmış uçmağa yeniden ulaşmak için can atar. Ama kaç kişi – bir parçacık da olsa, eksik güdük de olsa- bunu başarabilir?.. Eskiden, çok eskiden olur, olabilirdi belki o iş. Her şey bitip tükendikten sonra her şeyin yeniden başlayabileceğine, biten bir yılın ardından yeni bir yıl geldiği gibi o uçmağa dönüşebileceğine inanmak güç artık. Bir daha, bir daha ölüp, bir daha, bir daha, bir daha dirilebileceğine inanmıyor insan. Akıp gitmenin çizgisi üzerinde, örneğin bir kolunuzu yutmuş bir balığı el içinde taşımakla bilgeliğinizi gösterdiğinizin kaç kişi farkındadır? Başta, kolu yutulmuş kişi, bunu bilgeliğine değil, sevdasının çaresizliğine verir; karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmadığı seçmek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı çıkarmağa bakar...
* Gürültüye kulak verdim gereksiz yere, gürültünün gizlediğini işitmeğe çalışmalıydım...
* Deniz her acıyı boğan ölüm gücünü, her gücün üstünde görür gibidir çünkü; enginliği ölçüsünde, güçlülüğü -gördüğü yerde- tanır...
* Deniz, analar gibi, sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere...
Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam...
* Bir ucundan bir ucuna ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde. Merdivenin tepesinden, sokağın oradan da, izliyordu kendini. Yel esiyordu. Yağmur yağdıracak bir yel. Yerlerden kalkan toz çevrileri paçalarına, yenlerine, kulaklarına, saçlarına doluyordu. Malların sergilendiği, betonla çevrilmiş toprak setlere çıkıp iniyor, ağır ağır yürüyordu pazarsız pazar yerinin bir ucundan...
* Bir ucundan bir ucuna; yürüdüğünün bilincinde olduğu ölçüde de, kendi kendini ta ötelerden, pazar yerinin dışından, yukarıda kalan sokağın oradan, makinesinin gözüyle izlediğini görüyordu. O ıssız genişliğin, o sessiz uzamın bir ucundan bir ucuna geçen yalnız adamın filmini çekiyordu, pazar yerinin gerisindeki adam, yani kendi; pazar yerinin bir ucundan bir ucuna...
* Bir ucundan bir ucuna geçerken de, o sessiz ıssızlığın içinde, gençliğinde, bir arkadaşının onca severek söylediği bir türkü, ansızın, yolunu bulmuştu bilincine çıkmanın... Yel vurdukça denizlerine, denizleri dalgalı... Oysa öncesi vardı o türkünün, kavakların, Aksaray'ın kavaklarının gölgeli olduğunu söyleyen. Pazar yerinin dört yanını çevreliyordu buradaki kavaklar. Ulu, salınan, ırganan. Ortalarındaki uçsuz bucaksız pazar yerinin ıssızlığındaysa, yağmur yelinden başka dalgalanan bir şey yoktu; kendisi o geniş uzamın bir ucundan bir ucuna...
* Pazar yerinin ıssızlığını verev bir çizgiyle bölerek bir uçtan bir uca yürür, yürüyen kendini pazar yerinin dışından, sokağın oradan, kat kat merceklerin keskin inceliğiyle gene kendi izlerken, bu ölüm sessizliğinin içinde yürüyen adamın toz çevreleri arasında denizi usuna bile getirmediğini görüvermiş, bilivermişti. Ama sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin bir ucundan bir ucuna...
* Bir ucundan bir ucuna yürüyen adam olarak mı biliyordu? Yolunun ucundaki ölümü düşünmüştü pazar yerinde yürüyen adam, ya da onun öyle düşündüğünü, Film çeken adam bilmişti. Niye pazar yerinin yaşadığı üç günün değil de, bu ölü gününün filmini çekiyorum makinemle? Diye düşünüyordu galiba sokağın oradaki, merdivenin başındaki. Ama gene de yalnız o değildi bunları usundan geçiren, pazar yerinde yürüyen kendi de öyle geçirivermişti bunları içinden. Başını kaldırmış, film çeken kendine bakıyormuş gibi, ama sonunda ona bakacağını sanarak, kavaklara bir göz atmıştı. O kuş bu kavaklara da gelir öterdi herhalde geceleri. Sonra film çeken kendine bakmadan, gözlerini önünde giden ayaklarına dikmiş, yürümüştü gene. Yürüyor, kendi filmini çekiyordu yukarıdan. Pazar yerinin öbür ucuna vardığında...
* Aynalarda çoğalır gibi çoğalıyorum; yorgunluğa, öfkeye, üst üste yığılan tersliklere vermeli bunu, diye söyleniyor, avutmağa çalışıyordu kendini...
* Pazar yeri gene gözünün önüne geldi. Pazar yerinin öbür ucuna varmış, alçak setten sokağa atlıyordu şimdi. Yukarılarda, uzaklarda duran öbür adam, yani gene kendi, makinesini toplayıp gidiyordu. Issız pazar yerinden geçen adamın filmi çekilmiş bitmişti. Makaralar kutuya girecekti...
* Uğraşınca, hele isteyince, istemesini bilince, pekala oluyormuş dedi adam içinden...
Korkusuz Kirpiye Övgü...
* Yola düştüğümde dayanamadım. Bir daha ne zaman bulurdum bu fırsatı? Nitekim, sonradan anladım, gezinin böylesinin tadı çıkıyor. Bir yanda, bıraktıklarının acısı var içinde; öte yanda, yanlarına dönmek gerekliğini için burula burula duyduğun kirpiler var. Hepsinin ötesinde ise, yol, enginlik, dünya... Vaktini harcamıyorsun, her anını doldurmağa bakıyorsun, bir yandan da, dolaşık yollardan da olsa, evine dönüyorsun...
* İnsanlar vardı yolda, bir görünüp bir yiten arabalar vardı, gözlerimi kamaştırıp aklımı başımdan alan ışıklar, gürültüler vardı. Epey dolaştım bu caddede; sonunda, buranın bana göre olmadığını anladığım için, gene ağaçların, çalıların, çitlerin dibinden gittimdi annemlere. Ama aynı yoldan, hele aynı caddeden dönmek istemedim. Hem o büyük caddeden ürktüğüm için, hem de başka yerler görmek istediğim için. Ancak tehlike gerçekden nerededir, kirpi bilemiyor. Olduğunu sandığın yerde başına bir şey gelmiyor da, anamın yuvası diye gittiğin yerin dolayları, kirpileri öldürmek için sıra bekleyen yaratıklarla kaynıyor. Başka sokaklardan gidecek, düşmanlarımın hepsini teker teker görüp tanıyacaktım. Saldırır, öldürürlerse, dönemezdim aranıza. Siz de artık başınızın çaresine bakarsınız.Tehlikenin üstüne üstüne gidecek de değilim, tabii. Sakınacaktım. Yalnız, ölümle karşılaştığım yerde kendimi savunacak, gerekirse, çarpışacaktım. Biz kirpiler için bu dünya da yaşamak pek güç.
* Daha sonra, çok dolaştım ama insanlardan kaçtım doğrusu. Onların hepsi kirpileri öldürmüyor, burası anlaşıldı. Kirpi sevmeyeni de var aralarında. Diyeceğim, kirpi düşmanı değiller hepsi. Ama hangisi öyle, hangisi değil nasıl kestirilir?..
* Dikenliyim, yaradılışım öyle. Yanıma yaklaşıldı mı tortop olurum. Bu yanıma yaklaşanlar, ister kedi, ister köpek, ister insan olsun... Bir kez, insanlara akıl erdiremiyorum. Cırnakları gözükmüyor, yok belki de. Sonra öbürlerinden çok daha ağır kanlılar. Ama bu yüzden de ne yapacaklarını hiç mi hiç kestiremiyor, apışıp kalıyorum karşılarında. Onların başka yerlerinde bir gücü, bir savutu, ya da bir dikenleri var ama ben yerini çıkaramadım... Yanıma yaklaşınca tortop olur, dikenlerimi kabartırım diyebiliyorum ancak; tek bildiğim, kesinlikle bildiğim bu. Biz kirpiler böyleyiz Böyle doğar, böyle ölürüz. Ömrümüz uzun olursa, öğrene öğrene, dikenlerimizi kabartmakta gecikmemeği öğreniyoruz galiba. Dikenlerini kabartmadan beklemek gerektiğini, gelenin dost mu düşman mı olduğunu anlamadan dikenlerini kabartmanın eski kafalık sayılması gerektiğini söyleyen bir komşumuz vardı burda, unutmamışsınızdır. Ben de inanmaya başlamıştım dediklerine. İşin tuhafı inanıyorum da hala. Geçen kışın başından o canavarın dişleri arasından sarkan kanlı ölüsü, düşüncesinin yanlışlığını göstermez bana kalırsa. Dikenlerini çıkarmakta gereğinden çok gecikmiş olabilir, vaktini iyi ayarlamamış olabilir, hem canavar, zaten biliyorsunuz, tanıdığımız yaratıkların hiçbirine benzemiyordu, dışarıdan gelmiş olacak, çünkü bir daha görmedik, ne onu, ne benzerini. O canavar diyordum, bildiğimiz her türlü düşmandan daha kurnaz ya da daha yırtıcıydı belki. Hazır durmalıyız biz kirpiler, ama bu komşumuzun sözlerine de kulak vermeli, bütün dünyayı düşmanımız bellemekten vazgeçmeliyiz artık. Dostlarımız var mı bilmiyoruz. Niye? Merak bile etmedik de ondan. Kim yaklaştıysa yanımıza... Söyledim zaten.... Bu önemli soruya karşılık verecek durumda değilim şu anda. Ama bildiğim bir şey var. Korkumuzu azaltmalıyız. Azaltmak için de dolaşıp gezmeli, gerçek tehlikelerle karşılaşıp bu tehlikelerden kurtulmanın yolunu bulmalıyız. Yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz?..
* Düşmanlara meydan okuyarak çıktığım yolda, arkadaş da bulunabileceğini öğrendim. Bütün iş vaktin ayarlanması...
Yengece Övgü...
* Yinelenip durdukları, yinelenmedikleri için sav söz niteliklerini çoktan yitirmiş sav sözler. Bu kadar pahalı iş midir yeni sözler bulmak?..
* Her yineleme, sözü güçsüzleştirir mi? Tersine de çevirebiliriz bu soruyu : Her yineleme, sözü güçlendirir mi?..
Yeni'nin her zaman doğru olduğu, doğru da olduğu, bir zamanların seçkin uslarınca, neredeyse, tartışılması gereksiz bir gerçeklik diye görülürdü. Yeniyi yeni yapan nedir?..
* Yengecin karşısında, düşmanı (seçtiği düşman mı, düşman diye seçtiği mi?) var. Onu yıkması gerekmektedir. Karşısındaki insan da artık üstün bir yaratık değildir (olmasa gerek); yengecin seçtiği düşman olmağı kabul etmiştir...
(Derler ki, senin burcundakiler, birileri kendini korusun isterler; korusun, kayırsın, pohpohlasın... -Ya, pohpoha varasıya... - Ondan sonra da, saldırmak için uğraşırmış yengeçler; o kendilerini koruyan, kayıran, pohpohlayan kimseye; saldırmak için fırsat yaratır, bahane uydururlarmış gerekirse...)
* Bir yengeç-gururu lekesini ancak ikisinden birinin ölümüyle sona erecek bir çarpışma temizleyebilir. Düşmanın çapı önemli değil. Birinden birinin ölmesi gerek...
(Derler ki, yengeçlerin bir yöntemi de, usandırmaktır, bezdirmektir; durmadan, nazının çekilmesini beklemektedir. Nereye varırlar böyle?..)
* Yengeç değnekle itilir, denize düşürülür; Cüneyt’in evresinde toplananlar, yengeci bu çılgınca girişiminden vazgeçirmek için elbirliğiyle uğraşmaktadırlar. Motorcu delikanlı, yani dalıp onu sudan çıkaan oğlan, tepesine indireceği sopa ile yengecin işini bitirmekten yanadır. (Ben yarattım, ben öldürürüm. Yabanından yazarına dek herkesin, en temel haklarından biri diye gördüğü bir şeydir bu. ‘Yanlış’ denebilir mi kolay kolay? Ama motorcu delikanlıya engel olunur.
Yengeç, itildiği atıldığı yerden bir daha, bir daha çıkar; (Belki biraz sersemlemiştir. Yoksa çok mu insanca bir düşünce bu?) Herkesin içinde Cüneyt’i bir daha, bir daha seçer, bulur, ona saldırmak istediğini iyice belli eder, hazırlanır. (Güvensizliğini örtmeğe kalkışmak mı bu?)
(Usanmıştır ya... Derler ki yengeçler, düşünceleriyle değil, davranışlarıyla bezdirir, soğutur insanları kendinden, uzaklaştırırlar. Kendilerine duydukları güvensizliği efelikle örtmeğe kalkarlar. Oysa niye güven duymasınlar? Hiç değilse görünüşte –ama görünüşte yalnız görünüşte... Eninde sonunda, kabuklarının kalınlığı bir şeye yarasa gerek- hiçbir neden düşünülemez buna.)
* Yengeç şimdi suyun içindedir. Kırık bir güneşin altında, kayanın dibindeki bir oyukta. Küçücük bir dalga, ara ara, oyuğa dolar, çekilir. Yengeç, hep suyun altında kalır. Ama gözlerle yengecin arasında suyun kalınlaşıp köpürmesi, sonra incelip saydamlaşması bir oyun gibi gelir insanlara. (Kim sorar yengeci o anda?.) Bu dalgacık, yengecin dışında kalan dünyaya ulaklık etmekdir oysa. Ölüm dirimin ulaklığını. Ölümün kokusunu yayar çevreye, dirilere dirilerin payını haber verir, yüzlerce deniz çıyanın kovuklarından taş altlarından çıkarır.
Çıyanlar yengecin çevresini alıyor, ikişer üçer saldırıyorlar şimdi. Yengeç, güçlükle, gururunun son yekinişiyle, ölçüsünü çoktan şaşırmış devinişlerle, bunları kovmağa, uzakta tutmağa çalışıyor, onları çeken ölümsek et kokusunu durmadan, daha çok, daha çok saldığını bilmiyor.
* Oysa yaşamak, dizgeyi ya da dizgeleri her zaman açık tutmak demek... Bilmem, kişi yaşamla birlikte, açık dizgeyi de reddedemez mi? Pişmanlığın, açıklığın, özgürlüğün ötesine geçemez mi, özgürlüğü ortadan kaldıran bu sonul, dönülmez davranışla?..)
* Yengeç gerekçe göstermedi. Belki de insan olmadığı için. Cüneyt’in deyimiyle, ‘incinmiş gururu’, ya da nesnel bir bakışla ‘saldırganlığı’ gerekçe sayılamaz... İnsanları bile anlamakta güçlük çekeriz.) debelendikçe parçalanıyor şimdi, çıyanların kocaman, dağılgın bir yürek gibi atan corumunun ardında. Hiç değilse biz, öyle görüyoruz, baktığımız yerden.
Sonunda yengecin dilediği olur. Çıyanlara kıymık kıymık, lif lif yem olmasına Cüneyt’in gönlü yatamaz.
Yerinden fırlar, suyun içindeki yengeci kaptığı gibi parçalar, koparır, ezer, çıplak topuklarının altında.
Koparır, parçalar ezer, suya atar Cüneyt yengeci. Çıyanlar gene doyacaktır ama, savaşları ya da eğlenceleri bitmiştir. Olsa olsa kendi aralarında pay dalaşı ederler artık.
5...
* Oyuna katılmayacaksanız, görseniz ne çıkar, görmeseniz ne çıkar?..
Yağmurlu Kentin Güneşçisi...
* Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı, ne de seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti...
* Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan, kahveden, konserden çıkıp, şakır şakır yağan yağmurla karşılaşır, şemşiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de pazar günü, hava güzel olursa, denize, maça, kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böylece bir şey beklemezlerdi ki...
* Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi...
* Güneşin çıkması, yağmurun durması, bulutların açılması demekti; daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti... Taşların, duvarların, kiremitlerin, kuruyup parıltılarını yitirmesi, dumanların, yeşilliğin üzerine inecek yerde göğe ağması demekti...
6...
* Ne yapıp yapıp tutsak olmağa, oyunun sonuna kalmamağa bakın...
Usta Beni Öldürsen e!..
* İpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara...
Usta, bir yerde, yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir?..
Öyle enikonu ölçülüp tartılmadan, taştan taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinilmemesi gerektiğini öğrenmemişti...
* Cambaz dediğin, insanların topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz ipini düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi gönlünden.
* Cambazlık, insanın ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti.
Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız düpedüz, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık kaldırıp taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bizi çökertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?
* Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez.
Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker taşıyıp çatıp kurduğu bir yapının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek olsa, nasıl kızarsa...
* Yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..
9...
* Taşların insan olduğunu unutmuşlardı. Bizden beklenen de bu, insan olduğumuzu unutmak...
Bilge Karasu