Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Tavasin 'Enel Hak'...

Arınmışlığı sordu bana, şöyle dedim : 'Kes kanatlarını yokoluş makasıyla... Madem beni izlemiyorsun...'


* Alevin ışığı, gerçekliğin bilgisidir; sıcaklığı gerçekliğin gerçekliğidir; onunla birleşme (tek oluş) ise, gerçekliğin doğrusudur.

* Ona ne alevin ışığı yetiyordu ne de sıcaklığı; kendisini alevin içine fırlatıverdi. Bu sırada, onun söylentilerle kanmadığını bilen arkadaşları, son iç görüsünü anlatması için gelmesini bekliyorlardı. Ama o anda pervane, yanmış, kül olmuş, dağılmıştı; ne bir biçimi kalmıştı, ne bedeni, ne de ayırdedici bir belirtisi. Şimdiki duyarlığıyla dönebilir miydi arkadaşlarının yanına? Şimdiki ruhsal durumuyla dönebilir miydi? O, iç görü aşamasına varınca, sözlerden uzaklaşmayı başarmıştı. İç görüsündeki varlığa ulaşınca da, iç görüyle bir ilişkisi kalmamıştı.

* Her durakta iki ayrı bilgi vardır; bu bilginin bir bölümü algılanabilir, diğer bölümü algılanamaz...

* Eğer iyi yönlendirilen, dolaylı bilgiyle hoşnut kılınsaydı, aynı yolu arayan bir kimse, dolaylı bir belirtiyle yetinmez olur muydu?

* Benlik, bir öznedir; ama belirlenmiş nesne de, gerçekte bir öznedir; öyleyse nasıl belirlenir?..

* Doğru, görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar, biçimleri hoş görmez...

* Önce kıskançlığını gizler, sonra açığa vurur. Saygılı bir korkuydu bizi ayıran, şaşırmaydı bizi ondan yoksun bırakan...

* Daireye bakan, ona içinden değil de dışından bakar...

* Bundan daha güzel olanı, öncesiz nokta hakkında konuşmaktır; kaynaktır o; ne büyür, ne küçülür, ne yok olur...

* Hiçbir sığınak yok!..

Ama insanoğlu dolaylı tanıklığa başvurur; bir sığınağa kaçar, kıvılcımlarından korkar, niyeti bozulur ve yoldan çıkar.

* Arınmışlığı sordu bana, şöyle dedim : 'Kes kanatlarını yokoluş makasıyla... Madem beni izlemiyorsun... '

Sonsuz Anlayış Denizi Şöyle Gösterilebilir:

Yürek(gönül) gözüyle gördüm efendimi
Sordum : 'Kimsin sen?' Dedi 'Sen'
Ama senin için 'nerede'nin' yeri yoktur
Senin bağlı olduğun bir yer yoktur.
Akıl seni, zaman içinde belirli bir varoluşun
içine yerleştiremiyor,
İşte bu yüzden bilemiyor senin nerede olduğunu
Sen tek varlıksın tüm 'burada'ları' kuşatan;
Neredeyse yanıt olacak hiçbir yerde
bulunmayan noktaya kadar...

* Bilirdi ki, konuşmanın uygun biçimi, içeriği yaklaşma olan konuşmadır. Sözlere kavranış veren bu anlam ise, Tanrının doğrusudur, yaratıklarının düzenlemesi değil. Bu yaklaşma, yalnızca güçlü isteğin döngüsünde olanaklıdır...

* Tanrı, kendisinden başkasıyla ya da öz dostlarından başkasıyla konuşmaz...

* Senden uzak olmak diye bir şey yok benim için, çünkü biliyorum uzaklığın ve yakınlığın bir olduğunu...

* Terkedildiysem, benim gözümde, beni terkedişin benim yoldaşım olmuştur; işte bu yüzden terketmek ve gerçek aşk, daha da birdir.

* Bir şey ancak karşıtının yardımıyla kavranabilir...

* Düşüncelerimi ve söylediğim sözleri reddetseydim, onur katından aşağı düşerdim...

* Yukarı çıkma girişiminde başarısız oldu; çünkü yanan çalısı direniyordu. Kendini, konakladığı yerin ateşiyle yüksekteki konumun ışığının arasında buldu.

Çimenlikte, gizli bir göl vardı. O, bu bolluğun içinde susuzluktan kıvranıyordu. Acıyla haykırdı, çünkü ateş kendisini yakıyordu; korkusu gerçek bir korku değildi, yalnızca öykünmeydi; körlüğü sadece bir gösterişti işte geldi!

Ey kardeşlerim! Anladıysan, bu geçidi tüm darlığıyla kavramışsındır, tüm gerçek dışılığıyla hayalinde canlandırmışsındır ve üzüntüyle, kaygıyla geri dönmüşsündür...

Ama anlatımı bulanıklaştı ve düşüncesini yitirdi; bu yüzden, şöyle dedi: 'Ben ondan daha iyiyim.' Kendini gizledi, tozu önemsedi ve kendi üzerine lanet getirdi. Sonsuz zaman sonrasına kadar...

* Kendine dönük bilinçler, Ondan çıkar ve ona dönerler, onda işlerler, ama mantık açısından gerekli değildirler.

* Tüm insanlar 'parçaları iyi birleştirilmemiş bir yapı gibi'dir...

* Her belirleme, bir sınırlandırmadır ve sınırlandırıcı sıfatlar sınırlandırılmış amaçlara uygulanır...

* Ruhtan ayrılmış olmayan, ruhtan tümüyle yoksun değildir...

Hallac-ı Mansur /Tavasin 'Enel Hak...'

Share/Save/Bookmark

Gizem Bahçesi...



Tanrı onun ruhunu arındırsın, Ebu Ömer el-Hüseyin İbn Mansur el-Hallac, şöyle dedi:

Belirli ad, belirsiz ada ilişkin anlayışın içindedir ve belirsiz ad, belirli ada ilişkin anlayışın içindedir. Belir­sizlik, ermişin işaretidir, bilgisizlik de onun yöntemi.

Gizemin dışa vuruşu, anlayışlardan uzaktır, ama onlara döner. Ermiş, nasıl tanır O'nu; madem ki «nasıl» yok? Nerede tanıdı O'nu, madem ki böyle bir «yer» yok? Nasıl ulaştı O'na; birlik kavramı yoksa? Nasıl ay­rıldı O'ndan; ayrılık yoksa? Katıksız belirlilik, sınırlı ya da kısa ömürlü bir amaç olamaz; onun, sürdürülmeye gereksinimi yoktur, yokedilmeye de.

Gizem, öte kavramının ötesindedir; uzamsal sınırın ötesinde, niyetin ötesinde, bilinçliliğin ötesinde, alışıl­mış yöntemlerin ötesinde ve algının ötesindedir. Çünkü bunların tümü, varlıktan önce ortaya çıkmazlar ve bir yer içinde var olurlar. O, varoluştan hiç uzaklaşmamış-tır; nicelikten, nedenlerden ve sonuçlardan önce vardı, ve var. Öyleyse bu nicelikler O'nu nasıl içerebilir, ya da sınırlar O'nu nasıl kuşatabilir?

Kimisi der ki: «Ben Tanrı'yı, O'ndan yoksunluğumla bilirim.» O'ndan yoksun olanlar, O'nun sürekli varlığını nasıl bilebilir?

Kimisi der ki: «Ben O'nu, kendi varlığımla bilirim.» Dış dünyada iki tane mutlak, bir arada var olamaz.

Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, kendisine ilişkin bilgi yokluğumla bilirim.» Bilgi yokluğu, yalnızca bir perdedir ve Tanrı bilgisi, bu perdenin Ötesindedir. Yoksa bir gerçekliği olmazdı.

Kimisi der ki: «Ben O'nu, adının yardımıyla bilirim.» Ad, Adlandırılmış'tan ayrılamaz; çünkü O, yaratılmış değildir.

Kimisi şöyle der: «O'nu, Kendisi aracılığıyla bilirim.» Bu, tanınacak iki varlık kabul etmek demektir.

Kimisi der ki «O'nu, yaptıkları aracılığıyla bilirim.» Bu, insanın yapılanlarla yetinmesi onları yapan Tek'i aramaması anlamına gelir.

Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, kendisini bilme konusundaki olanaksızlığımla bilirim.» Bu kişi, ayrılma gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl O'nu bilebilir?

Kimisi der ki: «O beni bildiğinden, ben O'nu bilirim.» Bu, biçimsel bilgiden (ilm) yararlanmak ve Tanrısal Öz'den farklı bir bilgiye ulaşmak demektir. Öz'den ayrı olan, Öz'ü kavrayabilir mi?

Kimisi der ki: «Ben O'nu, kendisinin kendi hakkında verdiği bilgiyle tanıyorum.» Bu, bilinmesine izin verilenle yetinmek, doğrudan bilgi yoluna başvurmamak demektir.

Kimisi şöyle der: «Ben O'nu, karşıt sıfatlarıyla bili­yorum.» Oysa bilinen, ne sınırlandırılmaya uygundur, ne de bölümlenmeye.

Kimisi: «Amaçlanan (Tanrı) bilir yalnızca, kendisini» diyerek, ermişlerin, kendi farklılıklarına bağımlı olduklarını; çünkü Amaçlanan'ın, Kendisini Kendinde tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.

Ey mucize! İnsan, kendi bedeninin bir kılının nasıl karadan aka dönüştüğünü bilemezken, her şeyin Yaratıcı'sını nasıl olur da bilebilir? Özetlemeyi ya da irdelemeyi bilmeyen; İlk'i ve Son'u, değişmeleri, nedenleri, gerçeklikleri, hayalleri bilmeyen insan, süreklilikte var olan O'nun hakkında bilgi edinme olanağına sahip değildir.

Hamdolsun O'na ki onları Ad'la, sınırlamayla, belirtiyle örttü. Onları bir sözcük altında, bir koşul, yetkinlik altında, ve öncesiz sonrasız var olandan gelen bir güzellik altında gizledi. Yürek bir et parçasıdır; bundan dolayı Tanrı bilgisi, orada yer almaz, çünkü Tanrısal bir şeydir.

Anlayış, iki mantıksal ölçüye sahiptir: Uzunluk ve genişlik. Dinsel yaşamın iki kuralı vardır: Sözlü kurallar ve yazılı kurallar. Yaratılmışların tümü, göklerde ve yerdedir.

Ama Tanrısal giz, ne uzunluğa, ne genişliğe sahiptir; ne göklerde, ne de yerde bulunur; dışsal biçimlerin içinde değildir, ayrıca sözlü ve yazılı kurallarla ulaşılan içsel hedeflerde de değildir.(15)

«Ben O'nu, kendi gerçekliğiyle biliyorum» diyen bir kişi, kendi varlığını, Amaçlanan'ın varlığından üstün kılar; çünkü bir şeyi, asıl gerçekliğiyle tanıyan kişi, ondan daha güçlü olur.

Ey insan! Yaratılmışların içinde, zerre'den daha küçüğü yok ve sen onu algılayamıyorsun. Zerreyi bile tanıyamayan insan, bu zerreden daha algılanamaz olan O'nu tanıyabilir mi?

Dışarıda bırakılan şey, ölümlüler tarafına gider; içeride bırakılan da, öz bilgisinin tarafında kalır. Gizem, kendi özünü gizlemiştir. Düşüncelerden, saptırıcı amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.

Gizeme erişmek isteyen, onlardan korkar ve onlardan korkan, kendini onlardan kurtarır ve uzaklaşır. Gizemin Doğu'su Batı, Batı'sı Doğu'dur. Yeri ise, en yüksek dünyanın yukarısında değildir; en aşağı dünyanın daha aşağısında da değildir.

Gizem, Var olan şeylerden uzaklaşır; hep Tanrısal süreklilikle birliktedir. Patikaları dardır ve hiçbir yol ona ulaşmaz. Anlamları belirgindir ama ona götüren bir kılavuz yoktur. Duyular onu hissetmez ve insanların tanımlamaları ona erişemez.

Ona sahip olan, yalnız kalır; onunla karışan kuralların dışına çıkar; ondan soyunan, kör olur ve kendini ona bağlayan, yıkıma uğrar. Onun parlaması, kesintisiz akan su gibidir, kaynayan bir pınardır; esintisi boldur; oku delicidir ve yere fırlatıldığında gücü kesilir. Ondan korkan, dünya işlerinden el çeker ve dikkatsiz bir seyirci olur. Onun çadır ipleri, ermişler ve tırmanma araçlarıdır.

Gizemin, kendinden başka benzeri yoktur. Tanrı'nın, kendinden başka benzeri yoktur; ve O, gizeme benzer. O, gizemi ve kendini andırır; gizemin, kendini andırması gibi. Tanrı, yalnız kendine benzer ve gizem, yalnız kendine benzer.

Gizemin binaları, kendisinin destekleridir; destekleri de kendisinin binaları. Ona sahip olanlar, ona sahip olanlardır ve onun yapıları kendisinindir, kendisindedir ve kendisinin ürünüdür.

O, Tanrı değildir; Tanrı da o değil. Ama ondan başka Tanrı yok; ve Tanrı'dan başka o (gizem) yok. Tanrı'dan başka Tanrı yok.

Gizemci, «gören kişi»'dir ve gizem, «kalıcı olan»'da kalır. Gizemci, kendi tanıma eylemiyle durur; çünkü kendisi, kendi hakkındaki bilgisidir ve bu bilgisi de kendisidir; gizem, onun ötesindedir ve Amaçlanan, onun daha da ötesindedir.

Öykü anlatmak, öykücülerin işidir; gizem ise seçkinlerin ilgi alanı; gösterişli davranışlar, kişilerin işidir; konuşma ise, yalancıların ilgi alanı; derin düşünme, umutsuz insanların yaptığı şeydir; ilgisizlik ise, yaban insanlara özgüdür.

Tanrı Tanrı'dır. Evren de evren. Hiç önemi yok!

Hallac-ı Mansur/Tavasin 'Enel Hak...'



(15) Yanu dinlerin sözlü ve yazılı kuralları (Kitapları). Tanrı bilgisine ulaşmayı sağlamaz.


Share/Save/Bookmark

Georg Büchner/Bütün Oyunları...

Özgürlüğün heykeli dökülmedi daha, potada kaynıyor, bu ara hepimiz parmaklarımızı değdirip yakabiliriz...

Danton'un Ölümü...

CHAUMETTE (PAYNEH kolundan çeker.) : Dinleyin, Payne, nerden aklıma esti bilmem, ama, öyle işte... Bugün başım ağrıyor, düşüncelerinizle bana yardımcı olur musunuz? Üzerimde bir tuhaflık var.
PAYNE : Gel öyleyse, Bilge Anaksagoras, sana kendi öğretilerimi işleyeyim: Tanrı yoktur, şöyle ki, ya Tanrı Dünya' yı yaratmıştır ya da yaratmamıştır. Eğer yaratmadıysa, o zaman Dünya'nın yaratılış nedeni kendindendir, Tanrı yoktur; çünkü her varlığın nedenini kendinde barındırmakla Tanrı Tanrı'dır. Tanrı Dünya'yı da yaratmış olamaz; çünkü ya yaratış Tanrı gibi sonsuzdur ya da bir başlangıcı vardır. Eğer durum bu ikincisiyse, o zaman Tanrının Dünya'yı belirli bir anda yaratmış olması gerekir, yani sonsuz bir hareketsizlik durumundan sonra bir an için etkinliğe geçip, zaman kavramını işleten bir değişimi kendinde bir kereliğine başlatmış olması gerekir ki, bu da Tanrının kendi kimliğiyle bir karşıtlık taşır. Demek Dünya'yı Tanrı yaratmış olamaz. Ama, biz artık, Dünya'nın da, kendi benimizin de varolduğunu, bunların da yukarda söylediğimiz: üzere, kendi nedenlerini kendilerinde ya da Tanrı olmayan başka bir şeyde taşıdığını açıkça biliyoruz, öyleyse Tanrı; yoktur. Quad erat demonstrandum.
CHAUMETTE : Ah gerçekten, bu sözleriniz beni yeniden aydınlattı; teşekkür ederim, teşekkür ederim!
MERCIER : Durun ama, Payne! Ya yaratış sonsuzsa?
PAYNE : O zaman Dünya bir yaratılış değildir artık, Tanrıyla bir ve aynı şeydir ya da O'nun bir sıfatıdır; Spinoza'nın dediği gibi, o zaman Tanrı herkeste vardır, azizim; sizde, Bilge Anaksagoras'da, bende. Pek de kötü bir şey değil bu ama itiraf etmeniz gerekir ki, Ulu Tanrının her birimizle birlikte diş ağrısına tutulması, belsoğukluğu olması, canlı canlı gömülmesi ya da en azından bunun gibi hiç ilişik almayan durumlara girmesi, gökyüzü saltanatını çekici olmaktan çıkarırdı.
MERCIER : Ama mutlaka bir neden olması gerekmiyor mu?
PAYNE : Bunu yadsıyan yok. Ama size bu nedeni, Tanrı ola­rak, yani en yetkin varlık olarak tasarladığımızı söyleyen de yok. Dünyayı yetkin olarak mı alıyorsunuz siz?
MERCIER : Hayır.
PAYNE : öyleyse, yetkin olmayan bir sonuçtan, yetkin bir nedene varılmasını nasıl isteyebilirsiniz? Voltaire, Tanrıyla olduğu kadar, krallarla da bozuşmaya yanaşmadığı için böyle bir düşünceden yanaydı. Anlayış gücünden başka bir şeyi olmayan, bunun da doğal sonuçlarını kullanmasını bilmeyen ya da kullanmaya yanaşmayan bir kimse beceriksizin biridir.
MERCIER : Buna karşılık ben de şunu soruyorum: Yetkin bir nedenin, yetkin bir sonucu olur mu? Yani yetkin bir şey, yetkin bir şey yaratabilir mi? Yaratılmış olan, sizin de söylemiş olduğunuz üzere, kendi nedenini, yetkinin bir sıfatı olmasından dolayı kendinde barındıramaz. Böyle değil midir bu?
CHAUMETTE : Susun! Susun!
PAYNE : Sakin ol, filozof! Hakkınız var; Tanrı yaratırsa, o zaman yetkin olmayanı yaratabilir ancak, bunun için de hiçbir şeye elini sürmeyecektir. İnsan niye Tanrıyı yalnız yaratıcı olarak düşünmektedir hep? Kendi kendimize, "Biz varız!" diyebilmek için çırpınmak zorunda kaldığımızdan dolayı, Tanrıya da bu zavallı gereği yüklemek zorunda mıyız? Ruhumuz, kendinde tam bir uyumda bulunan, sonsuz bir yüce kimlik almışsa, bu kimliğin, hemen parmağını uzatıp da birbirimizin kulağına gizlice fısıldadığımız türden bir aşkla, masanın üzerine ekmek içinden insan biçimleri yoğurmasını mı beklemeliyiz? Bütün bunları sırf Tanrının çocukları olabilmek için mi yapmamız gerekiyor? Ben kendi hesabına daha basit bir babayı yeğ tutarım, hiç olmadı kendisine daha sonra, beni domuz ahırlarında ya da forsada ömrümü geçirtmenin, şanına yaraşmadığını söyleyebilirim. Yetkin olmayan'ı ortadan kaldırmakla Tanrının varlığını kanıtlayabilirsiniz ancak; Spinoza bunu denedi işte. İnsan kötüyü yadsıyabilir; duygu ise buna karşı ge­lir. Şuna iyice dikkat et, Anaksagoras: Niye acı çekiyorum ben? İşte tanrıtanımazlığın kay asıdır bu soru. Acının en ince bir titreşimi, isterse bir atomun içinde ortaya çıksın, evrenin bir ucundan öbür ucuna bir yarık açabilir.
MERCIER: Ya ahlak?
PAYNE : Sizler ilk önce ahlaktan yola çıkarak Tanrıyı kanıtlamaya çalışıyorsunuz, sonra da Tanrıdan yola çıkarak ahlâkı! Ahlak sözüyle demek istediğiniz şey ne? Ben, kendinde ve kendisi için olabilecek bir iyilik ya da kötülük var mıdır, yok mudur, bilmem; bundan dolayı, kendi tavrımı değiştirme gereğini de duymam. Kendi doğama göre davranırım; ona uyan şey, benim için iyi olandır, onu yaparım; ona karşı düşen şey de benim için kötü olandır, onu yapmam, yolumun üzerine çıktığı zaman ona karşı kendim korurum. Sizler, hep söylendiği üzere, erdemli kalabilir, o sözü çok edilen ahlak düşüklüğü denen şeye karşı kendinizi koruyabilirseniz; yalnız, sizin gibi düşünmeyenleri, hor görmeksizin, çünkü çok zavallı bir duygudur bu.
CHAUMETTE : Doğru, çok doğru!
HERAULT : Ey Bilge Anaksagoras, insan şöyle de diyebilir; Eğer Tanrı her şeyse, o zaman kendi karşıtıdır da, yani Tanrı, hem yetkin olan, hem olmayandır; hem iyidir, hem kötü; hem mutlu olan'dır, hem acı-çeken; böylece sonuç sıfıra eşit olur; iki yan birbirini götürür, hiçbir sonuca varamayız. Sevinmen gerek, çünkü işin içinden sıyırdın kendini, için rahat etsin, Madam Momoro'yu doğanın harikası olarak kutsayabilirsin, hiç olmadı, o da buna karşılık senini bacak aralarında kabarcıktan güller açtırır.

Satır Arası Cümleler ve Kesitler...

* Bir takım kalın derili yaratıklarız, elimizi uzatıyoruz birbirimize, ama boşuna, derilerimiz sürtünüyor, hepsi o kadar. Tuhafız çok.

* İnsanın mezarda durgunluğa kavuştuğu , mezarda durgunluğun aynı şey olduğu söylenir. Bu böyleyse, ben de şurda senin kucağındayken toprağın altında yatıyor sayılırım. Yumuşacık bir mezarsın sen; dudakların ölüm çanları, sesin mezar sesleri, göğsün mezar tümseği, kalbinse tabutum...

* Özgürlüğün heykeli dökülmedi daha, potada kaynıyor, bu ara hepimiz parmaklarımızı değdirip yakabiliriz...

* Kendi öfken seni öldürmesin. Seni yalnız kendi gücün yere serebilir, düşmanın çok iyi bilir bunu...

* Sen kendi aslını, dolayısıyla kendini öldüren bir gölgeye benziyorsun, kendi kendinin katilisin sanki...

* Zevk almanın azına izin veriyorlar da, çoğundan insanı niye yoksun etmek istiyorlar...

* İnsan, mutluluğu bulduğu yere doğru koşar; bu, bir insan vücudu, bir İsa tasviri, bir takım çiçekler, ya da çocuk oyuncakları olabilir, ama hepsi o aynı duygudur; bundan en az haz duyan insan, Tanrı’ya gönül borcunu en çok ödeyen insandır...

* Devrim Satürn gibidir, kendi çocuklarını yer...

* Güçsüzlük ve ılımlılık halkın gözünde aynı şeylerdir. Kendi olaylarında geriye kalanını yaşatmaz halk...

* Halk çocuk gibidir, içinde ne olduğunu anlamak için her şeyi kırmak ister.

* Halk keyfedenden nefret eder, tıpkı bir hadımın bir erkekten nefret etmesi gibi.

* Kendini savunmanın bittiği yerde, adam öldürme başlar;

* Vicdan, önünde maymun oynayan bir aynadır; herkes elinden geldiği kadarınca kendi kalıbına gidip kendi havasına bakar.

* Herkes kendi yaradılışına göre davranır, yani kendi hoşuna gideni yapar.

* Gece, ıssız bir düşün hayalleri içinde yeryüzüne sinmiş horluyor. İnsanda yanıp sönen, sisli ve bulanık, günışığından ürken düşünceler, istekler şimdi bir biçime, bir kıyafete bürünüp düşün ıssız sığınağına sokuluyor; kapıları açıyor, pencerelerden bakıyor, yarı canlanıp uykuda geriniyor, dudakları kıpırdatıyor. Uyanıklığımız, daha aydınlık bir düşten başka bir şey değil sanki. Uyurgezerleriz. Gördüğümüz işler de bir düşteki gibi değil mi zaten? Sadece daha belirli, daha göz önünde, daha kesin. Bundan dolayı kim ayıplayabilir bizi? Tembel gövdemizin arzulayıp da bir yılda yapamadığını, ruh bir saatte yapıp düşüncelere hayat veriyor. Günah düşüncede başlar; eylem durumuna gelmesi, vücudun ona öykünmesi bir rastlantıdır ancak.

* Ölmek üzere olanlar çocuklaşır.

* Hep aynı kıyafeti giymek, hep aynı çizgileri çekmek bana ilk başında sıkıcı geliyordu! Acınacak bir durum. Tek teli hep aynı sesi veren zavallı bir saz olmak, dayanılacak şey değil!

* Yaradılışımızda bir hata olmalı, adını bilmediğimiz bir şeyler eksik bizde.

* İnsanlık sonu gelmeyen açlık karşısında kendini yemeyi daha ne kadar sürdürecek? Ya da, gemisi batmış da, bir tahtaya sarılmış olan bizler, giderilmez susuzluğumuz karşısında birbirimizin damarlarından kan emmeyi daha ne kadar sürdüreceğiz? Ya da, biz sözde matematikçiler, bilinmeyen, sonsuza uzanan bir X'in ardısıra giderek, hesaplarımızı parçalanmış vücutlar üzerinde yapmayı daha ne kadar sürdüreceğiz?

* Heyecanlı, soylu, erdemli, nükteli bir biçimde yaşamak ya da can sıkıntısından bütünlükle kurtulmak için bir yıkımın gelmesinden daha başka ne isteyebilir insan?

* Ama sağlam kalan bir vücutla kulis arkalarına girmeyi, veda sırasında bile jestler yapıp, izleyicilerin alkış seslerini duymayı insan yeğ tutar sanırım. Bu çok ustaca bir şey, tam bize göre. Hep sahnedeyiz zaten, ciddi ciddi boğazlanırken bile. Aslında ömrümüzden bir parça daha kısaltmaları hiç fena değil. Vücudumuz bedenimize oturmuyor, önünde sonunda bir nükte olarak kalıyor hayat. Elli altmış bölümlük bir destan söyleyecek ne yürek, ne de soluk var kimsede! Hayat suyunu büyük kaplardan değil, küçük kadehlerden içmenin tam zamanı şimdi; hiç olmadı bir yudumda insanın ağzı dolar, öbür türlü koca kabın içinden bir damla bile alamaz insan. En son olasılık bağırmak, o da yorar insanı; hayat, onu sürdürmek için yapılan çabaya değmez.

* Bir şeyden keyif almak için kendinizi dara zora sokmuşsunuz; çünkü, böyle bir ceket keyif işi, ama bir paçavra da aynı işi görür...

* Bir şey var havada, her yer fuhuş kokuyor sanki. Hani neredeyse millet kıçından donunu sıyırıp sokakta köpekler gibi çiftleşecek...

* Toprağın yüzü ne de olsa bir kabuktur; insan bir çukura düşebilir...

* Yürekli bir şekilde ölmesini de bilirim, hiç değilse yaşamaktan daha kolaydır...

* Duvarlar ses verdikten sonra, gövdem paramparça olduktan, düşüncelerim taşlaşmış dudaklardan döküldükten sonra, ben titremişim ne çıkar?..

* Bizler birer kuklayız, ipleri bilinmeyen güçlerce çekilen kuklalar; bizler kendimiz hiçbir şey değiliz, hiç!..

* Ruhların dövüştüğü kılıçlar, tıpkı masallardaki gibi eller görülmüyor..

* Sözleriniz hep ceset kokuyor...

* Yalnız düzenbazlar sığınma hakkına başvurur.

* Herkes, eşit koşullar altında yaratılmış olduğuna göre, doğanın tanıdığı farklar dışında, herkes eşittir. Bundan dolayı herkesin bir üstünlüğü olsa bile, ne birey olarak, ne de birey kimliğiyle içinde bulunduğu ufak ya da güçlü bir sınıf olarak bir ayrıcalık taşıyamaz.

* İnme en iyi ölüm biçimiyse, önceden inmeli mi olmak gerekir?

* Toprağın üzerinde nasırlaşıncaya kadar koşmaktansa, altında yatmak çok daha iyidir; toprağı kendime minder yapmaktansa, yastık yapmayı yeğ tutarım...

* Hiçlik, yakında barınağım olacak; hayat bir yük benim için, isterlerse bu yükü üzerimden alsınlar, zaten onu silkip atmanın özlemi içindeyim.

* Başkaldırma ne kadar iyi olursa, amaca da o kadar yaklaşılmış olunur...

* İnsanın kendi kokusuna katlanması belki de iyi gelir...

* Acının çok ince bir zaman ölçüsü vardır, anları bile böler ...

* Belki de ölüm insanın hayatını kendi sinir uçlarından söke söke alıyordur; belki de insan çürüdüğünün bilincinde oluyordur!..

* - Dinginlik Tanrıdadır...

- Hiçbir yerdedir. Hiçlikten daha dingin bir yer düşün; en ulu dinginlik Tanrı ise, hiçlik Tanrı değil midir o zaman?.. Ben tanrıtanımaz bir kişiyim ama. Şu kör olası kural ne der? Var olan hiçbir şey yok olmaz! Bense bir varlığım, işte yürekler acısı durum bu! Yaratılış öyle yaygın bir biçimde oluşmuş ki, hiçbir şey boşta kalmamış. Her şey iç içe geçmiş. Hiçlik ölmüş; yaratılış onun yaraları olmuş, bizler damlayan kan, evren de her şeyin içinde çürüdüğü mezar. Bu sözler deli saçması gibi geliyor, ama gerçek payı çok.

- Evren sonsuzluğa mahkumdur, hiçlik ise ölümdür, ama ölüm olanaksızdır...

- Hepimiz diri diri gömülmüşüz, krallar gibi dört kişilik tabutlara konmuşuz; gökyüzünün alnına, evlerimize, giyindiğimiz mintanlara. Elli yıldır tabutun kapağını tırmalıyoruz. Yok olmaya inanabilseydi insan, çaresi bulunurdu; ölümden umut yok, seninki basit bir çürüme işlemi, hayatsa karmakarışık, hesaplı kitaplı bir çürüme, bütün fark burada!..

* Ölüm, doğumun maymunca taklidinden başka bir şey değil...

* Hayat bütün dünyayla yatıp kalkan bir orospudan başka bir şey değil...

* Tarih mezarları açmaya görsün, cesetlerimizin kokusu bile despotizmi boğmaya yetecektir...

* Bir kere maskeleri çıkarmaya görelim, aynalı bir odanın içindeymişiz gibi, her yanda hep o aynı çökmüş, kocamış, sersem kafalı herifi görürüz; böyle bu, ne bir fazla, ne bir eksik...

* Bizler, çalgıları kendi vücutlarından başka bir şey olmayan, zavallı müzikçileriz...

* Dünya kaosun ta kendisi; hiçlik ise, dünyalar doğuran Tanrıdır...

Leonce İle Lena...

* Bir kuyunun suyunu içerek boşaltmak demektir evlilik...

* Gölgemin gölgesine sığınmak zorunda kalacağım anlaşılan...

* İçimizdeki insanı da giydirmeye kalkışıyoruz artık, öylesine utanıyoruz ki...

* Yeryüzü bir masaya benziyor buradan bakınca, aşağıdaki göl, bu masanın üstüne dökülmüş şarap gibi, bizler de oyun kağıtlarıyız, Tanrıyla şeytanın canı sıkılmış, bizimle bir el oyun oynuyorlar...

* - Bütün yollar uzundur. Göğsümüzdeki ölüm saati hafif hafif vuruyor, ama her damla kan vakti ölçerek geçiyor, yaşamımız sinsi bir hastalık gibi yayılıyor gövdemize. Yorgun ayaklara bütün yollar uzundur...

- Işıklarda yogun gözleri acıtır, yorgun dudaklar için her soluk güçtür, hele yorgun kulaklar tek sözcük dinleyemez...

* Üşümüyorum artık, hava da o kadar aydınlık değil, gök yeryüzüne iniyor, sarıyor beni bütün renkleriyle...

* Yorulan beden dinlenmek için bir yastık bulur, ama yorulan canı nerede dinlendirmeli?..

* Kimisi mutsuz doğar, ölünceye dek mutsuzdur, bütün çabalar boşuna, var olması yeter mutsuz olmasına...

* Ölümün bile yalnızlığı acı...

* Toprağın altında yatamıyorum diye üzülmeyin, üstünde yatmak da ondan aşağı kalmaz...

* İnsanların en değersizi bile önemlidir...

* Parlak düğmelerinizi gizleyin biraz, aynaları da ters çevirin, hem yüzüme bakmayın öyle, gözlerinizde görmeyeyim kendimi, belki o zaman kim olduğumu açıklayabilirim sizlere...

* Yanımız yöremiz oyuncaklarla, kuklalarla dolu! Bunlarla nasıl başa çıkacağız? İstersen hepsine bıyık takalım, kılıç kuşatalım, ha? Ya da frak giydirelim, bilinmeyen, görünmeyen politikaya, diplomasiye atalım onları, ister misin? Biz de oturup mikroskopla seyrederiz! Yoksa bir laterna mı istersin? İstersen bir tiyatro kuralım!

* Bütün saatleri kıracağız, bütün takvimleri yok edeceğiz, saatleri, ayları çiçeklere, yemişlere bakarak bileceğiz! Güneşi yansıtan büyük aynalar yerleştireceğiz yurdumuza, ülkemize kışı sokmayacağız...

Woyzack...

* İnsan özgürdür, bireysellik özgürlüğe insanda ulaşır...

* Vicdanı temiz, iyi bir insan böyle hızlı gitmez...

* Kelepir olmalı senin ölümün, ama bedava da değil...

* Marangoz taşları toplarken kimse bilemez kim başını koyacak onların üstüne...

* İnsan soğudu mu bir kez hiç üşümez artık...

Lenz...

* En yalın ve en saf doğa ilkelliğe çok yakındı; insan duygularında ve yaşayışında ne kadar incelirse, bu ilkellik duygusu da o kadar körlenirdi; kendisi bunu öyle o kadar yüksek bir aşama saymıyordu, tek başına yeterli değildi bu, ama ona kalırsa, insanın her biçimdeki bu kendine özgü yaşamdan böylesine duygulanması, taşları, madenleri, suyu, çiçekleri ruhunda duyması, doğadaki her varlığın düş gibi böylesine içini doldurması, hani çiçeklerin ayın doğup batmasına göre soluk alıp vermesi gibi, bütün bunlar hep sonsuz bir haz duygusu olmalıydı...

* Her şeyde dile gelmez bir uyum, bir ses, bir mutluluk vardı, gelişmiş canlılarda bu dışa daha çok vurur, ses verir, daha çok şeyi kapsardı, ama buna karşılık daha çok etkilenirdi; oysa daha az gelişmiş canlılarda her şey daha kısıtlı, daha sınırlıydı, buna karşılık da duyulan huzur daha büyüktü...

* Gerçeği verdikleri söylenen yazarların gerçekten haberleri bile yoktur; ama yine de insanın bunlara, gerçeği çarpıtmaya kalkışan yazarlardan daha çok katlanabilir. Diyor ki : Sevgili Tanrı dünyayı olması gerektiği gibi yaratmışız zaten, biz daha iyi bir şey karalayamayız; bizim tek çabamız onun yaptığına birazcık olsun benzetmeye çalışmak olmalı. Ben her şeyde –yaşamı, varoluşun olasılığını ararım, varsa iyi; o zaman artık onun güzel mi, çirkin mi, olduğunu sormak yersizdir. Yaratılmış olan her şeyin bir canı olduğu duygusu bu ikisinin üstünde yer alır, bütün sanat konuların tek ölçütü olur. Hem üstelik pek de sık karşılaşmayız bununla: Shakespeare’d buluruz, halk türküsünde gelir kulağa, arada Geothe’de de görüldüğü olur; geri kalanları at ateşe gitsin. Böyleleri bir köpek kulübesi resmi bile çizmezler. Bu idealizm denen şey insan varlığının en yüz kızartıcı biçimde küçümsenmesidir. En küçük yaratığın yaşamına girmeyi bir denemelidir insan ve bu yaşamı kıpırtılarıyla, bütün belli belirsiz mimikleriyle dokundurma yoluyla canlandırmalıdır; böyle bir şeyi özel öğretmenle, askerler de dendim ben. Yeryüzünün en yavan insanlarıdır bunlar ama duygu damarı hemen hemen her insan da aynıdır, yalnız bu damarın delip dışına çıkacağı kılıf kimisinde ince, kimisinde kalındır. Bunun için insanın gözü ve kulağı olması yeter. Dün ovadan yukarı çıkarken bir taşın üstünde oturan iki kız gördüm: Biri saçlarını çözüyor, öbürü de ona yardım ediyordu; altın gibi saçlar aşağıya doğru dökülüyordu, yüzü ağır başlı ve solgun, yine de öylesine gençti ki, giysileri kara, öbürü ise nasıl bir özenle uğraşıyordu. Eski Alman okulunun en güzel, en içten tabloları bile bu duyguyu pek yaratamaz. Böyle bir grubu taşa çevirip bunu herkese haykırabilmek için insanın bazen Medusa olası geliyor. Kızlar ayağa kalktılar güzel grup bozulmuştu ama kayaların arasından aşağıya doğru inişleri de yine başka bir tabloydu.

En güzel tablolar, en coşkun sesler birleşiyor, eriyor. Yalnız bir tek şey kalıcı : Bir şekilden bir şekle giren, hep göz önünde, ama hiç bozulmayan sonsuz bir güzellik. Ama doğaldır ki, her zaman bunu yakalamak, müzelere koymak, notaya almak, sonra yaşlısını gencini bunları görmeye çağırmak ve çocuklarla yaşlıların bunlar üstüne abuk subuk konuşmasını, tat almasını sağlamak olmuyor. İç benliklerine girebilmek için insanları sevmek gerek; insana hiçbir şey çok değersiz, hiçbir şey çok çirkin gelmemeli, ancak o zaman anlayabiliriz onu; en önemsiz bir yüz, yalın bir güzellik duygusundan daha derin bir etki yapar, içinde yaşam olmayan, kasları gerilmeyen, nabzı atmayan bir dış görüntüyü kopya etmekten de varlıkları yaşatabiliriz...

Georg Büchner

Share/Save/Bookmark

Danton'un Ölümü...

Devrim satürn gibidir, kendi çocuklarını yer...


(CAMILLE DESMOULINS ile PHILIPPEA U içeri girer)

HERAULT : O ne hüzünlü bakışlar öyle, Philippeau? Kırmızı başlığın mı delindi? Ermiş Jacob'un suratı mı asıktı? Baş­lar uçarken dört bir yana yağmur mu saçıldı? Yoksa yerin kötüydü de hiçbir şey seyredemedin mi?
CAMILLE : Sokrates gibi konuşuyorsun. Yüce filozof bir gün Alkibiades'i üzgün ve kederli görünce, ne demiş biliyor musun? "Savaş alanında zırhını mı yitirdin? Koşuda ya da kılıç yarıştırmada yenik mi düştün? Biri çıktı da, senden daha güzel şarkı mı söyledi ya da daha iyi gitar mı çaldı?" Tam klasik cumhuriyetçi adamlarmış!
PHILIPPEAU : Bugün yirmi kurbanın daha başı kesildi. Ya­nılmışız aslında. Hebertistler'i darağacına götüren iki şey oldu. Birincisi, yöntemli hareket etmemeleri; ikincisi, Desemvir'lerin bir hafta içinde olsa bile, kendilerinden daha çok korku salabilecek insanların ortaya çıkması sonucu da­vayı yitireceklerine inanmış olmaları.
HERAULT : Bunlar bizi Nuh Tufanı'ndan önceki duruma döndürmek istiyorlar. Hani dört ayaklı olsak, Saint-Just' ün bayağı hoşuna gidecek; çünkü o zaman, Arraslı Avukat, Cenevreli Saatçi'nin mekanik ayarına uyup, bizlere birtakım okul sıraları, sonra da bir tanrı bulmaya çalışa­caktır.
PHILIPPEAU : Bu gidişle Marat'nın hesabının yanına bir kaç sıfır daha eklemekten vazgeçmeyecekler. Bizler, yeni doğmuş çocuklar gibi, böyle pislik ve kan içinde daha ne kadar bekleyeceğiz? Daha ne kadar zaman beşik yerine ta­but kullanılacak, başlarla oynanacak? Bir atılım yapmalı­yız. Af Komitesi sözünü geçirmeli, kovulmuş milletvekille­ri yeniden yerlerine alınmalı!
HERAULT : Devrim yeni bir örgütlenme evresine gelmiş bu­lunuyor. Artık devrim durmalı, cumhuriyet başlamalı. Anayasamızda hak görevin, kişilik erdemin, haklı savunma cezanın yerini almalı. Herkese saygı gösterilmeli, herkes kendi kişiliğinin sözünü geçirebilmeli. İster akıllı, ister akılsız; ister bilgili, ister bilgisiz; ister iyi, ister kötü olsun, devlet buna karışmamalı. Bizler kafadan kaçığız he­pimiz, ama, hiç kimsenin kendi kaçıklığını başkasına zorla­maya hakkı yok. Herkes kendi keyfine baksın, ama hiç kimse bir başkasını keyfinden etmesin.
CAMILLE : Devlet biçimi, halkın bedenine sımsıkı oturan, saydam bir giysi gibi olmalı, öyle ki, damarların şişmesi, kasların gerilmesi, sinirlerin atması, kendini belli edebil­sin. Vücut ister güzel olsun, ister çirkin; nasılsa öyle olması onun doğası gereğidir, onu istediğimiz kılığa sokmaya hakkımız yok. Hepimizin sevgilisi günahkâr Fransa'nın çıplak omuzlarına bir rahibe örtüsü atmaya kalkanların parmaklarını kırmak bize düşen bir görevdir. Biz, çıplak tanrılar, Bakant'lar Olümpos oyunları istiyoruz; dudak­lardan "Ah, insanın iliklerini çözen, yaban aşk!" sözü dö­külsün istiyoruz, öte yandan, Romalıların köşelerinde oturup, şalgam pişirmelerine engel olmak da istemiyoruz, ama onlar da bize gladyatör oyunları göstermeye kalkmasınlar. Kutsal Marat'yla Chalier'nin yerine yüce Epikuros ile oynak kalçalı Venüs geçmeli, Cumhuriyet'in bekçileri onlar olmalı artık. Sen Danton, Konvansiyon'da atağını yapacaksın.
DANTON : Yapacağım, yapacaksın, yapacak. "Sağ kalır­sak!" öyle der eskiler. Tam bir saat sonra, altmış dakika geçmiş olacak, değil mi, evladım?
CAMILLE : Şimdi ne ilgisi var bunun? Kendinden belli bir şey bu.
DANTON : Hah işte, her şey kendinden belli. Ama, bütün bu güzelim şeyleri kim yoluna koyacak?
PHILIPPEAU : Bizler ve namuslu insanlar.
DANTON : Şu aradaki "ve" sözcüğü çok uzun bir sözcük işte, arayı açıyor biraz; ara uzun, sonra yeniden birleşene kadar namus sıfırı tüketiyor. Hatta birleşik hallerde bile! Na­muslu insanlara borç para verilir, kız verilir, sağdıçlık edi­lir, ama hepsi bu kadar!
CAMILLE : Bunu biliyordun da niye bu kavgaya giriştin?
DANTON : Karşımdakilerden nefret ediyordum. Bu Cato gibi kasılan adamlara bir tekme indirmeden içim rahat etmeyecekti. Tabiatım böyle. {Yerinden doğrulur.)
JULIE : Gidiyor musun?
DANTON (JULIE'ye) : Gitmem gerekiyor, çünkü politika ko­nusunda kavga arıyorlar benimle. {Dışarı çıkarken.) Size de şurda, ayaküstü bir kehanette bulunayım: Özgürlüğün heykeli dökülmedi daha, potada kaynıyor, bu ara hepimiz parmaklarımızı değdirip yakabiliriz {Çıkar).
CAMİLLE : Siz aldırmayın ona! Sanıyor musunuz, vakti ge­lince parmağını değdirmeden edecektir.
HERAULT : Evet ama, sırf vakit geçirmek için, satranç oynuyormuşçasına.


JACOBEN’LER KULÜBÜ


BÎR LYONLU : Lyonlu kardeşler dertlerini yüreklerinizde di­le getirmek için gönderdiler bizi. Ronsin’i giyotine götüren arabanın, özgürlüğün ölümü arabası olup olmadı­ğını kesinlikle bilmiyorsak da, Chalier’nin katillerinin san­ki içine girecek mezarları yokmuş gibi bu topraklarda hâlâ sapasağlam gezindiklerini biliyoruz. Unutmayın ki, Lyon, Fransa toprakları üzerinde bir lekedir ve bu leke hayınların kemikleriyle örtülmelidir! Unutmayın ki, bu kral orospusu kent, günahlarını ancak Rhone’un sularında arıtabilir! Unutmayın ki, bu devrim fırtınası, Pitt’in gemilerini Akdeniz’de aristokratların cesetleri üzerine atacaktır! Acı­ma göstermeniz, devrimi öldürüyor. Bir aristokrat soluk alıp veriyorsa, özgürlük can çekişiyor demektir. Korkak biri Cumhuriyet için ölür, ama bir Jakoben, Cumhuriyet için öldürür. Şunu bilin ki, 10 Ağustos’daki, Eylül’deki, 31 Mayıs’daki insanların ataklığını sizde göremeyecek olur­sak, o zaman bize de yurtsever Gaillard gibi, Cato’nun hançeri kalır.
BÎR JAKOBEN : Bizler Sokrates’in tasından sizlerle birlikte içeceğiz!
LEGENDRE (kürsüye fırlar ) : Gözlerimizi Lyon’a çevirme­nin ne gereği var? İpekli giysiler giyip, faytonlarda tur atan, tiyatro localarına kurulup Akademi Sözlüğü’yle konuşanlar hâlâ sapasağlam ortada geziniyor. Çok da nüktedan, diyorlar ki: “Marat ile Charlier’yi önce iki kat azizlik katına yükseltip sonra büstlerini giyotinden geçirmeli.”
BİRKAÇ SES : Kendi ağızlarıyla idam fermanını yazmış bu herifler.
LEGENDRE : Dilerim hepsi o kutsal ölülerin kanında boğu­lur! Ben şimdi burda bulunan Kamu Esenlik Komitesi üyeleri­ne soruyorum, kulaklarınız ne zamandan beri duymaz ol­du?
COLLOT d’HERBOIS (Sözünü keserek.) : Ben de sana soru­yorum, Legendre, kimin sesi bu gibi düşüncelerin dile gel­mesine önayak olacak gücü kendinde taşıyor? Bakın, din­leyin! Sonuç, nedeni; yankı, sesi; tepki, etkiyi aşmaya baş­ladı. Ama, Kamu Esenlik Komitesi hep mantıktan yana ol­muştur, Legendre, için rahat etsin! Kutsal ölülerin büstle­rine kimse el süremeyecektir. Onlara dokunan hayınları o büstler Medusa gibi taşa çevirecektir.
ROBESPIERRE : Söz istiyorum.
JAKOBEN’LER: Dinleyin, Doğru Adam’ı dinleyin!
ROBESPIERRE: Bizler söz almak için her yönden gelecek hoşnutsuzluk seslerini bekliyorduk zaten. Gözümüzü kırpmadık; düşmanın silahlanıp, ayaklanmakta olduğunu izliyorduk. Ne var ki, tehlike işaretini vermedik, halkı ken­di uyanıklığına bıraktık; halk uyumadı, silaha sarıldı. Düşmanın yattığı pusudan çıkmasını, bize yaklaşmasını bekledik; düşman gün ışığına çıktı, apaçık ortada; gözünü­ze çarptığı an, o ölmüştür artık, hiçbir darbeden kaçamaz. Daha önce de söylemiştim: Cumhuriyet düşmanları iki kampa, iki cepheye bölündüler, İlkin, ayrı renkte bayrak­lar altında ve ayrı yollardan aynı hedefe doğru gitmektey­diler. Bu cephelerden biri yok artık. Bu cephe, yapmacık bir çılgınlık içinde, en denenmiş yurtseverleri boş bir çuval gibi bir yana atarak, Cumhuriyet’i onların güçlü kolları arasından çekip almayı tasarlıyordu. Kralların işine yarayacak bir kargaşalık yaratmak için tanrılığa ve mülkiyete karşı savaş açmış, önceden hazırlanmış aşırı hareketleri uygulamak üzere yüce bir devrim sahnesi oynamaya kalk­mışlardı. Hebert’in zaferi, Cumhuriyet’i karanlığa götürecek olsaydı, despotizmin istekleri de yerine gelmiş olacaktı.Yasanın kılıcı hayınları buldu. Ama düşmanın umurunda değil bu. Aynı amaca ulaşmak için bir başka hamurdan yoğrulmuş suçlular sıra bekliyorsa, karşı cephe henüz yok edilmemişse, hiçbir şey yapmamış sayılırız. Bu cephe, bir öncekinin tam karşıtı bir cephe. Bizi güçsüz olmaya yöneltmek istiyor, parolası da "Acıyın!" Halkın silahını ve bu silaha yol gösteren gücü onun elinden almak, böylelikle de halkı çıplak ve güçsüz bir halde kralların önüne atmak istiyorlar. Cumhuriyet'in silahı dehşet, gücü ise erdemdir; erdemdir, çünkü onsuz dehşet, ölüme mahkûmdur; dehşet, çünkü onsuz erdem güçsüzdür. Dehşet, erdemin hareket halidir;kesin,katı,sarsılmaz bir adaletten başka bir şey de­ğildir. Dehşet, despot bir hükümetin silahıdır diyorlar, hü­kümetimizi despotizmle eş tutuyorlar. Kuşkusuz bu böyle! Ama, bir özgürlük kahramanının elindeki kılıç, bir zorba­nın uşağının taşıdığı kılıçtan ne kadar farklıysa. Despot, bir hayvan sürüsüne benzeyen uyrukları dehşet yoluyla varsın yönetsin, onun bir despot olarak buna hakkı vardır; siz de özgürlük düşmanlarını dehşet yoluyla ezin, Cumhu­riyet'in kurucuları olarak buna en azından hakkınız var. Devrim hükümeti, zorbalığa karşı özgürlüğün despotizmi­dir. "Kralcılara acıyın!" diye bağırıyor bazı kimseler. Alçaklara acımak mı? Asla! Suçsuzlara, güçsüzlere, talih­sizlere acımalı, insanlığa acımalı! Söz dinleyen yurttaşlar, toplum tarafından ancak korunmaya layıktırlar. Bir Cum­huriyette sadece cumhuriyetçiler yurttaştır, kralcılarla yabancılar düşmanlardır. İnsanlığı ayaklar altına alanları cezalandırmak insanlıktır, bağışlamaksa barbarlıktır. Ben, yanlış bir duyarlığın bütün görünüş biçimlerini, İngiltere' ye ve Avusturya'ya kapıları açma özlemi olarak görürüm. Halkın elinden silahı almakla kalmayıp gücünü ondan aldı­ğı kutsal kaynakları ahlak düşüklüğü ile zehirlemek istiyenler var. Bu, özgürlüğe karşı yapılan en kurnazca, en tehlikeli, en alçakça saldırıdır. (Ancak en şeştanca bir Makyavelizm, yo hayır, söylemek bile istemiyorum, böyle bir tasarı bir insanın beyninde yer almış olamaz. Böyle şey istenmeden ortaya çıkmış olabilir; ama akıldan geçen şeyler sonucu değiştirmez, sonuç aynıdır, tehlike aynı teh­likedir!) Ahlak düşüklüğü aristokrasinin kan lekeleridir. Bir cumhuriyette sadece ahlaksal değil, siyasal suçlar da vardır. Ahlakı düşük kimse, özgürlüğün de düşmanıdır, özgürlük için ne kadar büyük hizmetlerde bulunuyor gibi görünüyorsa, özgürlük için o kadar tehlikelidir. En tehlike­li yurttaş, gösteriş için bir düzine kırmızı başlığı rahatça harcayandır. Bir zamanlar tavan aralarında yaşayıp da, şimdi faytonlarda gezerek, sabık markiz ve baroneslerle zevke dalanları bir düşünecek olursanız, beni çok daha iyi anlarsınız. Sabık saraylıların ahlak düşüklüğü ve tantana havası içinde milletvekillerinin geçit resmi yaptıklarını; devrimin bu marki ve prenslerinin zengin kadınlarla evlen­diklerini; şölenler düzenleyip birlikte oyun oynadıklarını; uşaklar tutup pahalı giysiler giydiklerini görecek olursak, bu halk yağma mı ediliyor, yoksa kralların altın tutan elle­ri mi öpülüyor diye sormaya hakkımız vardır. Bunların ince duygulu, edebiyat, sanat meraklısı, ya da bu gibi ha­valar taslayan kimseler olduklarını işitirsek, şaşmayalım. Biraz önce biri Tacitus gibi konuştu, hem de küstahça; kendisine Sallust'un diliyle yanıt verebilir, Katilina'yı gülünç bir duruma sokabilirim. Ama, sanıyorum, portre­ler tamam, başka çizgiler eklemenin gereği yok. Halkın yağma edilmesinden başka bir şey düşünmeyen ve bu yağ­mayı kazasız belasız sonuna kadar götürmeyi umut eden, Cumhuriyeti bir çıkar aracı, devrimi bir zenaat olarak alan kimselerle hiçbir biçimde ateşkes anlaşması yapamayız. Bunlar, çığ gibi çoğalan örnekler karşısında dehşete düş­müşler, adaleti saman altından yürütmeye çalışıyorlar. Gören de sanacak ki, herkes kendi kendine şunu diyor: “Öyle korkunç erdemli kişiler değiliz biz. Siz yasa koruyucu bilge kişiler, bizim güçsüzlüklerimize acıyın! Günahla dolu olduğumuzu size söylemeye cesaret edemiyoruz, bu yüzden size şöyle diyoruz: Zalim olmayın!" Ey erdemli halk, gönlünü ferah tut; ey yurtseverler, gönlünüzü ferah tutun! Deyin ki Lyonlu kardeşlerinize, emanet ettiğiniz bu ellerde yasanın kılıcı paslanmayacaktır! Sizlere büyük bir Cumhuriyet örneği vereceğiz.


Bir Oda


LACROIX : Dinle, Danton, Jakoben'ler Kulübü'nden geliyo­rum.
DANTON : Hepsi bu kadar mı?
LACROIX : Lyonlular bir bildirimde bulundular. Kendi düşüncelerine göre, artık togalarına bürünmekten başka yapacak şeyleri kalmamış. Sanki her birinin yüzünde "Paetus acımıyor!"demek isteyen bir ifade vardı. Legendre, "Chalier ile Marat'nın büstlerini kırmak istiyor­lar," diye bağırdı. Anlaşılan elini kana bulaştırmak istiyor yine. Dehşetin uzağında kaldı kalalı, çocuklar sokakta eteğinden çekiştirir oldular.
DANTON : Ya Robespierre?
LACROIX : Kürsüde parmağını sallayıp dedi ki: "Erdem, dehşet yoluyla hüküm sürmelidir." Bu sözlerinden sonra boynumu soğuk terler bastı.
DANTON : Giyotinlerin kurulmasına hazırlık yapan sözler bunlar.
LACROIX : Collot da, "Maskeler yırtılmalı," diye sanki bü­yülenmiş gibi bağırdı.
DANTON : O zaman maskelerle birlikte yüzler de gider. (PARİS içeri girer.)
LACROIX : Ne haberler, Fabricius?
PARİS : Jakoben'lerden ayrıldıktan sonra, Robespierre'e git­tim, kendisinden bir açıklama yapmasını istedim. Kendi çocuklarını feda eden Brutus gibi haller takındı. Görev üstüne genel sözler etti; özgürlük yolunda hiçbir gözetim tanımadığını, bu uğurda her şeyi, kendini, kardeşini, dost­larını feda edebileceğini söyledi.
DANTON : Açık konuşmuş; yalnız, hep merdivenin üstünde o durmamalı, tam tersine, biraz da aşağıda bekleyip merdi­veni dostlarına tutmalı. Legendre'e teşekkür borçluyuz, onları konuşturmuş oldu.
LACROIX : Hebertist'lerin hepsi ölmedi daha, halk maddi yoksulluk içinde; onun bir araç yerine konmasına yol aça­cak korkunç bir durum bu. Kamu Esenlik Komitesi'ne da­rağacı olmaması için, kan çanağının çok yükseklere kaldı­rılmaması gerekiyor. Yani, Komite safra atmak istiyor, ağır çeken bir başa gereksinimi var.
DANTON : Çok iyi bilirim, devrim Satürn gibidir, kendi ço­cuklarını yer. (Biraz düşündükten sonra.) Gene de buna ce­saret edemeyeceklerdir.
LACROIX : Danton, sen ölmüş bir azizsin; devrimse kutsal emanet diye bir şey tanımıyor; bütün kralların kemikleri sokağa, bütün heykeller de kiliselerden dışarı fırlatılıp atıldı. Sanıyor musun, senin adın var diye seni ayakta bıraka­caklar?
DANTON : Adım, halk!
LACROIX : Adın! Ilımlı birisin sen, ben de öyle; Camille, Philippeau, Herault da. Güçsüzlük ile ılımlılık halkın gö­zünde aynı şeylerdir. Kendi olayında geriye kalanı yaşat­maz halk. Eğer Eylül kahramanı onların karşısında ılımlı biri olarak kalırsa, kırmızı başlıklılar grubunun terzisi, bü­tün Roma tarihini elindeki iğnenin ucunda hissedecektir.
DANTON : Çok doğru, bundan başka, halk çocuk gibidir, içinde ne olduğunu anlamak için her şeyi kırmak ister.
LACROIX : Ayrıca, Danton, Robespierre'in sözleriyle, bizler düşük ahlaklıyız, yani keyfediyoruz; halksa erdemli, yani keyfetmiyor; çünkü iş, keyif alma organlarını körletmiştir; onlar sarhoş olamazlar, çünkü paraları yoktur; geneleve gi­demezler, çünkü peynir ve tuzlu balık kokarlar, bundan da ordaki kızların midesi bulanır.
DANTON : Halk keyfedenden nefret eder, tıpkı bir hadımın bir erkekten nefret etmesi gibi.
LACROIX : Düzenbaz diyorlar bize. (DANTON'un kulağına eğilerek) Söz aramızda, bunda yarı yarıya da gerçek payı yok değil. Robespierre ile halk baştan aşağı erdem kesile­cek, St. Just bunun öyküsünü yazacak Barere kılıfını ha­zırlayacak, sonra da bu kanlı örtüyü Konvansiyon'un üze­rine örtecekler; her şeyi şimdiden görüyorum.
DANTON : Düş görüyorsun sen. Bensiz hiçbir şeye cesaret edememişlerdir, bana karşı da hiçbir şeye cesaret edemeye­ceklerdir; devrim sona ermedi daha, bana gereksinimleri olacaktır, silah deposunda saklı tutacaklardır beni.
LACROIX : Harekete geçmemiz gerekiyor.
DANTON : Olacağı o.
LACROIX : Olacağı o ama, iş işten geçtikten sonra.
MARION (DANTON'a) : Buz kesildi dudakların; öpücükler gitti, yerine sözler geldi.
DANTON (MARION'a) : Boş yere zaman yitirimi! Çektiğin yüke değmez! (LACROIX,ya) Yarın sabah Robespierre'e gideceğim, öyleyse, yarına kadar! İyi geceler dostlarım, iyi geceler! Sizlere teşekkür ederim!


BİR ODA (ROBESPİERRE, DANTON, PARİS)


ROBESPİERRE : Sana söylüyorum işte, kılıcı çektim mi, kim çıkarsa karşıma, düşmanımdır artık. Amacı ne olursa olsun, sorun değişmez; kendimi savunmaktan kim beni alı­koyuyorsa, üzerime saldıran biri kadar beni öldürmek isti­yor demektir.
DANTON : Kendini savunmanın bittiği yerde, adam öldürme başlar; bizi daha uzun zaman adam öldürmek zorunda bı­rakacak bir neden kalmadığını sanıyorum.
ROBESPIERRE : Toplumsal devrim sona ermedi daha; dev­rimi yarıda bırakan kimse, kendi eliyle mezarını kazmış olur. Kibar sosyete tam ölmedi; bu her yana çil yavrusu gi­bi dağılmış sınıfın yerine halk kendi güçlerini getirmelidir. Ahlak düşkünlüğü cezalandırılmalı; erdem, dehşet yoluyla hüküm sürmelidir.
DANTON : Şu ceza sözünü anlamıyorum. Bir de senin şu erdem lafın yok mu, Robespierre? Bir yerden para almadın borca girmedin, hiçbir kadınla yatıp kalkmadın, hep ağırbaşlı davrandın, sarhoş olmadın. İnsanı kızdıracak kadar namuslu bir davranış biçimin var. Ben olsaydım, sırf başkalarını kendimden daha aşağılık bulmak gibi acınacak bir zevk uğruna, böyle bir ahlak anlayışı içinde, yerle gök arasında otuz yıl dolaşsaydım, utancımdan ne yapacağımı bilemezdim. İçinden gelen gizli bir ses arasıra sana, "Yalan söylüyorsun, yalan söylüyorsun," diye fısıldamıyor mu hiç?
ROBESPIERRE : Benim vicdanım temiz.
DANTON : Vicdan, önünde maymun oynayan bir aynadır; herkes elinden geldiği kadarınca kendi kalıbına gidip kendi havasına bakar. Bu, birbirimizin gırtlağına sarılmaya değer mi hiç? Herkes kendi gidişini bozmaya kalkan kim­seye karşı savunsun kendini. Sen hep tertemiz, düzgün bir giysi giyiyorsun diye; giyotini, başkalarının kirli çamaşırla­rını yıkayacak bir çamaşır leğeni; kesik başlarını da giysi­lerinin kirini çıkartacak leke sabunu durumuna getirmeye hakkın var mı senin? Üzerine tükürecek ya da üstünü başını yırtacak olurlarsa, o zaman savun kendini; ama kimse sana ilişmiyorsa, bundan sana ne? Onlar öyle dolaş­maktan sıkılmıyorlarsa, onları mezara hapsetmeye hakkın var mı? Bu koca evrenin kolcusu sen misin? Yok eğer, bu durumu ulu Tanrın kadar da böyle olduğu gibi görmeye yanamıyorsan, mendilinle kapa gözlerini.
ROBESPIERRE : Erdemi hiçe sayıyorsun.
DANTON : Ahlak düşkünlüğünü de. Dünyada Epikuros'çular vardır sadece; zarif ve kaba Epikuros'cular. İsa en zarif olanıydı. İnsanlar arasında yapabileceğim tek ayrım bu. Herkes kendi yaradılışına göre davranır, yani kendi hoşu­na gideni yapar. Böyle bastığın yeri sarsmak insafsızlık ol­muyor mu, Doğru Adam?
ROBESPIERRE : Danton, ahlak düşkünlüğü bazı anlarda en büyük hıyanet halini alır.
DANTON ; Ahlak düşüklüğünü yaftalayıp aforoz edemezsin, Tanrı aşkına, böyle bir şey nankörlük olur; bir karşıtlık ya­rattığı için ona çok şey borçlusun. Kaldı ki, senin sözlerinle söylemek gerekirse, atılan yumruklar Cumhuriyet'e bir ya­rar sağlamalı, suçsuzlar da suçlularla birlikte bu yumruk­ların altında ezilip kalmamalı.
ROBESPIERRE : Herhangi bir suçsuzun ezildiğini kim söyle­di sana?
DANTON : Duyuyor musun, Fabricius? Suçsuz hiç kimse ölmemiş şimdiye kadar? (Dışarıya çıkarken, PARİS'e) Kendimizi göstermemiz gerekiyor, hem de hiç vakit yitir­meden!
ROBESPIERRE (yalnız başına.) : Haydi git bakalım! Terbi­ye görmüş beygirlerini istediği yere süren bir arabacı gibi, devrimi koşturan atları da dostoğru genelevin kapısına çekmek istiyor; ama onların seni devrim alanına sürükleye­cek kadar güçleri var daha. Bastığım yeri sarsmakmış! Be­nim sözlerimle söylemek gerekirseymiş! Dur, dur, öyle mi acaba? Diyecekler ki, onun dev gövdesinin gölgesi altında kalmışım da, o yüzden "Gölge etme" demişim ona. Ya haklıysalar? Yoksa o kadar da gerekli mi bu? Evet, evet! Cumhuriyet! Defolmalı o! Düşüncelerimin birbirini sakına­rak izlemesi gülünç şey! Evet, o defolmalı. İleriye doğru itişen bir kalabalığın içinde, yerinde kalan, onlara karşı ko­yuyor gibi direnç göstermiş sayılır, ezilip gider. Devrim gemisinin, bu adamların sığ hesaplarına ve bataklıklarına oturmasına izin veremeyiz; onu durdurmaya kalkışanın eli­ni kırmamız gerekir, tırnaklarını ona geçirmiş bile olsa! Aristokrasinin ölüsünden giysilerini soyup mirasına kon­mak isteyen bir topluluk defolmalı! Erdem olmamalıymış! Bastığım yer erdemmiş! Kendi söylediğim sözlermiş! Nasıl da aklımdan hiç çıkmıyor bu sözler. Düşünmeden edemiyo­rum, niye? Kanlı parmağıyla orayı gösteriyor hep, o aynı noktayı.Çevresine ne kadar bez dolarsam dolayayım, yine kan fışkırıyor hep. (Bir anlık susuştan sonra) içimden ge­çirdiğim şeyler aldatıyor mu beni? Bilmiyorum. Gece, ıssız bir düşün hayalleri içinde yeryüzü­ne sinmiş horluyor. İnsanda yanıp sönen, sisli ve bulanık, günışığından ürken düşünceler, istekler şimdi bir biçime, bir kıyafete bürünüp düşün ıssız sığınağına sokuluyor; ka­pıları açıyor, pencerelerden bakıyor, yarı canlanıp uykuda geriniyor, dudakları kıpırdatıyor. Uyanıklığımız, daha ay­dınlık bir düşten başka bir şey değil sanki. Uyurgezerleriz. Gördüğümüz işler de bir düşteki gibi değil mi zaten? Sadece daha belirli, daha göz önünde, daha kesin. Bundan dola­yı kim ayıplayabilir bizi? Tembel gövdemizin arzulayıp da bir yılda yapamadığını, ruh bir saatte yapıp düşüncelere hayat veriyor. Günah düşüncede başlar; eylem durumuna gelmesi, vücudun ona öykünmesi bir rastlantıdır ancak.(ST. JUST girer)
ROBESPIERRE : Hey, kim o karanlıkta duran? Hey, ışık ge­tirin, ışık!
ST. JUST : Sesimden tanımıyor musun?
ROBESPIERRE : Ah, sen misin, St. Just?
ST. JUST : Yalnız mıydın?
ROBESPIERRE : Danton vardı biraz önce, gitti.
ST. JUST : Yolda, Palais-Royal'de rastladım ona. Devrimci çehresini takınmış, imalı öyküler anlatıyordu; yosma kızlar başucunda, baldırıçıplaklarla senli benli konuşuyor; ahali yolda durmuş, dediklerini kulaktan kulağa fısıldıyor­lardı. Atılım yapma şansını yitireceğiz bu gidişle. Hâlâ ka­rarsız bekleyecek misin? Yoksa sensiz işe girişeceğiz, kara­rımızı verdik.
ROBESPIERRE ; Ne yapmayı düşünüyorsunuz?
ST. JUST : Yasama, Güvenlik ve Esenlik Komitelerini ola­ğanüstü toplantıya çağıracağız.
ROBESPIERRE : Fazla tören.
ST. JUST : Büyük ölüyü, şanına yaraşır bir biçimde gömme­miz gerekir. Katil rolünü değil, papaz rolünü oynamalıyız. Parçalanmadan, tüm gövdesiyle yok olup gitmeli.
ROBESPIERRE ; Daha açık konuş!
ST. JUST : Onu bütün zırhlarıyla birlikte çukura indirmeli, atlarıyla kölelerini de mezarının üzerinde kurban etmeliyiz; örneğin, Lacroix'yı!
ROBESPIERRE : Esaslı bir düzenbaz; eski bir avukat yazmanı, şimdi Fransa'nın generallerinden. Devam!
ST. JUST ; Herault-Sechelles.
ROBESPIERRE : Nefis bir baş!
ST. JUST : Anayasanın hazırlanmasiiçin süslü bir basamaktı o, ama artık bu gibi süslere gereksinimimiz kalmadı, bir kalemde silinmeli. Sonra... Philippeau... Camille.
ROBESPIERRE : O da mı?
ST. JUST (ROBESPIERRE'e bir kâğıt uzatarak) : Şaşkınlı­ğını anlıyorum. Al, bunu oku!
ROBESPIERRE : Ha, şu "Yaşlı Fransişken" öyküsü! Hepsi bu mu? Çocuk canım, sizinle şaka etmiş.
ST. JUST : Şurayı oku, şurayı! (Kâğıtta bir yerin üzerini işa­ret eder)
ROBESPIERRE (Okur) : "Bu Kanlı Mesih, Robespierre, çar­mıhın kurulduğu dağda, Collot ve Couthon adlı iki hay­dudun ortasında durmuş, kendini kurban edeceği yerde, öteki insanları kurban ediyor. Giyotin başındaki rahibeler, aşağıda Maria ve Magdelana gibi bekliyorlar. Onun yüreğinde Aziz Yahya gibi yeri olan St. Just, Konvansiyon'a efendisinin apokaliptik vahiylerini bildirmekle meş­gul; kendi başını kutsal mahfazadaymış gibi taşıyor."
ST. JUST : Ben de ona kendi başını St. Denis gibi eline aldır­masını bilirim
ROBESPIERRE (Okumayı sürdürür) : "Bu Mesih'in büründüğü akpak kıyafetin Fransa'nın kefeni, kürsüde inip kalkan ince uzun parmaklarının da giyotin bıçağı oldu­ğuna inanmalı mı acaba? Ya sen Barere, sen de demişsin ki, "Devrim Alanı'nda sikke kesiyoruz!" Haydi neyse, es­kileri karıştırmak istemiyorum. Sen zaten elinden yarım düzine koca geçirmiş, hepsini de gömmüş dul karının biri­sin. Kim buna ne diyebilir? Bu onun kendi yeteneği; biri daha ölmeden altı ay öncesinden onun ölümle hayat ara­sında kalan yüzünü seyretmeye başlar. Cesetlerin yanma oturup da o kokuyu içine çekmek isteyen bir kişi daha var mıdır acaba?" Demek Camille, sen de, ha! Defolsun hepsi gitsin! Çarçabuk! Ne var ki, giden gelmez bir daha. Suçla­mayı hazırladın mı?
ST. JUST : O kolay. Jakoben'ler Kulübü'nde bir imada bulun­muştun zaten.
ROBESPIERRE : Amacım onları korkutmaktı.
ST. JUST : İşin sonunu getirmek de bana kalıyor. Sofra ba­şında ölecekler, sana söz veriyorum.
ROBESPIERRE : Öyleyse çabuk, yarın! Ölüm dövüşü kısa zamanda bitmeli! Birkaç gündür sinirlerim bozuk zaten! Haydi çabuk! (ST. JUST çıkar)
ROBESPIERRE (yalnız başına) : Evet, kendini kurban ede­ceği yerde, öteki insanları kurban eden Kanlı Mesih. Mesih kendi kanıyla onları kurtuluşa götürdü, bense onları kendi kanlarıyla kurtuluşa götürüyorum, bunun günahını da kendi üzerime alıyorum. O acının hazzını duyuyordu, ben­se celladın azabını duyuyorum. Kim kendini yadsımış ol­du, o mu, ben mi? Kaçıkça düşünceler bunlar. Niye o hep bir kişiyi kendi önümüzde görüyoruz? Aslında insanoğlu hepimizle birlikte çarmıha geriliyor; hepimiz Golgotha Tepesi'nde kan ter içinde boğuşuyoruz, ama kimse kendi yarasıyla başkalarını kurtuluşa götüremiyor. Camille'im benim! Hepsi uzaklaşıyor benden, her yer çorak, her şey boş, yapayalnızım.



BİR ODA (DANTON, LACROIX, PHILIPPEAU, PARİS, CAMILLE, DESMOULINS)


CAMILLE : Çabuk, Danton, yitirecek hiç vaktimiz yok!
DANTON (giyinir) : Ama zaman bizi yitiriyor. Her gün böyle ilkin gömleği giyip sonra pantolonu çekmek; akşamları ya­tağa girip sabahları kalkmak, önce bir ayağını, sonra öte­kini atmak; bir başka biçimi yok sanki. İnsanın başında koca bir dert; milyonlarca kişi böyle yapagelmiş, daha mil­yonlarcası da böyle yapagidecek; üstelik bizler bu iki za­man dilimini birlikte yaşıyoruz, yani aynı şey iki kat başı­mızda büyük dert.
CAMILLE : Tam çocuk gibi konuşuyorsun.
DANTON : Ölmek üzere olanlar çocuklaşır.
LACROIX : Kararsızlık etmen yüzünden mahvolmaya doğru gidiyorsun, biz dostlarını da ardınsıra sürüklüyorsun. O korkaklara dört bir yanında toplanmaları için haber sal! Desemvir'lerin zorbalığını haykır, hançerlerden söz et, Brutus'dan dem vur, o zaman kürsünün başındakileri korkutacak, Hebert'in suç ortağı olmakla suçlananları bile kendi çevrene toplayabileceksin! Öfke saçmalısın. Hiç olmadı, bizleri silahsız bırakma, utanmaz Hebert gibi bayağı bir biçimde ölmeyelim!
DANTON: Zayıf bir belleğin var, bana ölmüş bir aziz dediğini unutuyorsun. Ama, o an sandığından çok haklıymışsın. Şüphelere uğradım, bana büyük saygı gösterdiler ama tıpkı bir ölüye gösterilen saygıydı bu. Kutsal bir emanet gibiyim, onlar da sokağa atılıyor zaten; yerden göğe hakkın varmış.
LACROIX : İşi neden bu noktaya getirdin, peki?
DANTON : Bu noktaya mı? Evet, doğrusu, hep aynı kıyafeti giymek, hep aynı çizgileri çekmek bana ilk başında sıkıcı geliyordu! Acınacak bir durum. Tek teli hep aynı sesi veren zavallı bir saz olmak, dayanılacak şey değil! Buna alışmaya çalıştım, sonunda başardım. Zaten devrim bana huzur getirecek, ama düşündüğümden başka türlüsünü. Ayrıca, kim bize destek olacak? Giyotin başını bekleyen rahibelerin yerini orospular alır belki, bildiğim o kadar; bak, sayalım tek tek: Jakoben'ler, erdemin günlük hayatın temeli olduğunu ortaya sürdüler; Kordelye'ler beni Hebert' in katili olarak adlandırıyorlar; Komün kefaretini ödüyor; Konvansiyon; o bir araç olabilirdi işte! Ama, bir 31 Mayıs olsaydı, o zaman da kendiliklerinden yumuşamazlardı. Robespierre, devrimin öğretisini temsil ediyor, bir kalemde geçilemez. Bu da olmaz. Bizler devrimi yaratmadık, devrim bizleri yarattı. Haydi her şey çözümlendi diyelim, başkalarını giyotine göndermektense, ben kendim giderim daha iyi. Yeter artık; biz insanlar birbirimizle ne diye didi­şip duralım? Hep birlikte huzur içinde yaşamamız gere­kir. Yaradılışımızda bir hata olmalı, adını bilmediğimiz bir şeyler eksik bizde. Bunu da birbirimizin bağırsaklarından bulup çıkaramayacağımıza göre, ne diye vücutlarımızı deş­mek zorunda kalalım? Geç canım, zavallı simyacılardan başka bir şey değiliz!
CAMİLLE : Daha acındırmalı bir edayla söylemek gerekirse, şöyle denilebilir: İnsanlık sonu gelmeyen açlık karşısında kendini yemeyi daha ne kadar sürdürecek? Ya da, gemisi batmış da, bir tahtaya sarılmış olan bizler, giderilmez susuzluğumuz karşısında birbirimizin damarlarından kan emmeyi daha ne kadar sürdüreceğiz? Ya da, biz sözde matematikçiler, bilinmeyen, sonsuza uzanan bir X'in ardısıra giderek, hesaplarımızı parçalanmış vücutlar üzerinde yapmayı daha ne kadar sürdüreceğiz?
DANTON : Güçlü bir yankısın sen.
CAMİLLE : Bir tabanca sesi, bir gök gürültüsü durumuna geliyor hemen, değil mi? Demek, beni yanından ne kadar ayırmazsan, senin için o kadar iyi olacak.
PHILIPPEAU : Sonra da Fransa kendi cellatlarıyla baş başa kalacak!
DANTON : Ne çıkar bundan? Halk durumundan hoşnut. He­yecanlı, soylu, erdemli, nükteli bir biçimde yaşamak ya da can sıkıntısından bütünlükle kurtulmak için bir yıkımın gelmesinden daha başka ne isteyebilir insan? Ha giyotinde başın uçmuş, ha yüksek ateşten ya da yaşlılıktan ölmüşsün, ne fark eder? Ama sağlam kalan bir vücutla ku­lis arkalarına girmeyi, veda sırasında bile jestler yapıp, iz­leyicilerin alkış seslerini duymayı insan yeğ tutar sanı­rım. Bu çok ustaca bir şey, tam bize göre. Hep sahnede­yiz zaten, ciddi ciddi boğazlanırken bile. Aslında ömrü­müzden bir parça daha kısaltmaları hiç fena değil. Vücudu­muz bedenimize oturmuyor, önünde sonunda bir nükte olarak kalıyor hayat. Elli altmış bölümlük bir destan söy­leyecek ne yürek, ne de soluk var kimsede! Hayat suyunu büyük kaplardan değil, küçük kadehlerden içmenin tam zamanı şimdi; hiç olmadı bir yudumda insanın ağzı dolar, öbür türlü koca kabın içinden bir damla bile alamaz insan. En son olasılık bağırmak, o da yorar insanı; hayat, onu sürdürmek için yapılan çabaya değmez.
PARIS : Öyleyse, Danton, kaç!
DANTON : İnsan vatanını yedeğe alabilir mi dersin? Dönüp dolaşalım, asıl sorun şu: Cesaret edemeyeceklerdir. (CAMILLE'e) Gel, evladım, bak sana da söylüyorum, cesaret edemeyeceklerdir. Adieu, adieu! (DANTON ile CAMILLE çıkar)
PHILIPPEAU : Bırakıp gidiyor işte.
LACROIX : Söylediklerinin tek sözcüğüne bile inanmıyor. Bütün işi tembellik! Bir konuşma yapmaktansa, giyotine gitmeyi yeğliyor.
PARIS : Ne yapmalı?
LACROIX : Eve gidip bir çözüm yolu düşünmeli, Lukretia gibi.



ULUSAL KONVANSİYON MECLİSİ (Bir grup MİLLETVEKİLİ)


LEGENDRE : Milletvekillerinin boğazlanmasına ne zaman bir son verilecek? Danton da giderse, kim kendinden emin olabilir artık?
BlR MİLLETVEKİLİ : Ne yapmalı, peki?
BİR BAŞKASI : Kendisinin Meclis'te dinlenmesi gerekir. En etkili yol bu. Onun sesine kimse karşı koyamaz.
BİR BAŞKASI : Olamaz, alınan bir karar bunu engelliyor.
LEGENDRE : Karar geri alınmalı, ya da bir istisna tanınma­lı. Ben böyle bir önerge vereceğim, desteğinize güveniyo­rum.
BAŞKAN : Oturum başlamıştır.
LEGENDRE (kürsüye çıkar) : Meclis'in dört üyesi geçen gece tutuklanmışlar. Bunlardan birinin Danton olduğunu bili­yorum, ötekilerin adlarını öğrenemedim. Kim olurlarsa ol­sunlar, bu kimselerin, burda kürsüde söz almalarını istiyo­rum. Yurttaşlar, şunu açıklayayım sizlere: Danton'u ken­dim gibi temiz bilirim, bana ise bir suçlamada bulunabilineceğini sanmıyorum. Kamu Esenlik Komitesi'nin ya da Güvenlik Komitesi'nin hiçbir üyesine saldırıda bulunmak istemem; ama birtakım özlü nedenler, kişisel kinlerin ve kişisel tutkuların, en büyük hizmetlerde bulunmuş kimse­lerin elinden özgürlüklerinin alınmasına yol açabileceği dü­şüncesine yöneltiyorlar beni. 1792'de Fransa'yı kendi çabasıyla kurtarmış olan bir kimse burada söz almaya hak kazanmıştır sanırım; en büyük hıyanetle suçlanıyorsa bile, kendi açıklamasını yapma hakkına sahip olmalıdır.
BİRKAÇ SES : Legendre'in önerisini destekliyoruz.
BÎR MİLLETVEKİLİ : Biz burda halk adına bulunuyoruz; seçmenlerimizin istemi olmaksızın, kimse bizi bu yerden çekip çıkaramaz.
BÎR BAŞKASI : Sözleriniz hep ceset kokuyor; bu sözleri Jironden'lerin ağzından kaptınız siz. Kendinize bir ayrıcalık mı tanınsın istiyorsunuz? Yasanın kılıcı ayrıcalık tanımaz.
BÎR BAŞKASI : Biz komitelerimizin, yasa yapıcılara, yasal sığınma hakkı tanımaksızın onları giyotine göndermelerine izin veremeyiz.
BÎR BAŞKASI : Suç işleyicilerin sığınma hakkı yoktur; yal­nız, başlarında taçla gezen suçlular, kendilerine taht üzerinde bir sığınak ararlar.
BÎR BAŞKASI : Yalnız düzenbazlar sığınma hakkına başvu­rur.
BÎR BAŞKASI : Yalnız katiller böyle bir hakkı tanımaz.
ROBESPIERRE : Uzun zamandır oturumlarda görülmeyen bu kargaşalık şunu gösteriyor ki, sözkonusu olan şeyler, büyük bir önem taşımaktadır. Bugün, bazı kişilerin vata­nın yanında bir zafer kazanıp kazanamayacakları belli ola­cak. Dün Chabot, Delanuai veFabre için kaçındığınız şey­leri bugün birkaç kişi için kullanmak istediğiniz zaman, kendi ilkelerinizin dışına çıkmış olmayacak mısınız? Birkaç kişi için niye böyle bir ayrım gözetiliyor? Bazı kimselerin kendi adlarına ve dostları adına yaptıkları övgülerden bize ne? Yalnız, geçirdiğimiz uzun deneyler bu gibi şeylerden ne gibi ders alınması gerektiğini bizlere öğretti. Biz bir kimse­nin şu ya da bu yurtseverlik görevini yerine getirip getirmeyeceğini sormuyoruz; geçmişteki siyasal çizgisini de sormuyoruz. Legendre, tutukluların adlarını bilmezlikten geldi, bütün Meclis onları tanır. Legendre'in dostu Lacroix da aralarında. Legendre bunu niye bilmezlikten geliyor acaba? Çünkü kendisi çok iyi biliyor ki, Lacroix'yı utan­mazlık savunabilir ancak. Sadece Danton'un adını vermek­le yetindi; çünkü bu adın bir ayrıcalığı olduğunu sanıyor. Hayır, hiçbir ayrıcalık tanımıyoruz biz, putlar istemiyo­ruz! (Alkışlar) Danton'un, Lafayette'ten, Dumouriez'den, Brissot'dan,' Chabot'dan, Fabre'dan, Hebert'den farkı ne? Bu kimseler için söylenmiş hangi söz, Danton için söy­lenemez? Bu kimselerin hepsine aynı gözle baktımz mı hiç? Niye içlerinden birinin öteki yurttaşlardan başka bir önce­liği olsun? Belki de birkaçı aldatılmış, birkaçı da aldatılma­ya yanaşmamış bazı kişiler, onun kazandığı başarıların so­nucu talih kuşuna ve iktidara kavuşmak amacıyla onun ar­kasında saf tuttukları için. Danton kendisine güven besle­miş yurtseverleri ne derece aldatmışsa, özgürlükseverlerin göstereceği şiddetin etkisini de o derece duyabilmelidir. Si­zin tanıdığınız gücü sizin kötüye kullandığınız korkusunu içinizde yaratmak istiyorlar. Komitelerin astığı astık, kes­tiği kestikmiş. Sanki halkın sizlere verdiği, sizlerin de ko­mitelere devrettiğiniz güven, sizin yurtseverliğiniz için ye­terli bir güvence değilmiş gibi. Herkesin dehşetten titredi­ği öne sürülüyor. Ama, söylüyorum sizlere, şu anda kim titriyorsa, o kimse suçludur; çünkü, genel bir uyanıklık durumu karşısında suçsuz bir kimse titremez. Beni de korkutmak istediler, Danton'a yaklaşmakta olan tehlikenin bana da yaklaşabileceğini ima ettiler. Bana, Danton'un dostlarının çevremi sarmış olduğunu yazdılar; sanıyorlar ki, eski bir ilişkinin anısı, ikiyüzlü erdemlere kör inanç, benim özgürlük için gösterdiğim kıskançlığı ve ça­baları sınırlayabilir. Açıkça söylüyorum işte, hiçbir şey ön­leyemez beni. Hepimizin bir parçacık cesaretli ve açıkgönüllü olması gerekiyor. Yalnız suçlu kişilerle adi ruhlular, kendi benzerlerinin yanı başlarında devrildiğini görmekten korkarlar; çünkü kendilerini gizleyen suç ortakları devrilip gidince gerçeğin ışığında apaçık ortaya çıkacaklardır. Burda, öyle bir ruh taşıyanlar varsa, kahramanca bir ruh taşı­yanlar da vardır. Alçakların sayısı öyle çok değil, sadece birkaç baş gidecek, ama vatan kurtulacak. Legendre'in önerisinin reddedilmesini istiyorum.
(MİLLETVEKİLLERİ red önerisini kabul ettiklerini gös­termek için hep birden ayağa kalkarlar.)
ST. JUST : Görülüyor ki, bu toplantı sonunda "kan" sözcü­ğünü kaldıramayan bazı duygusal kimseler var. Bu kimse­lerin yapacağı birkaç genel gözlem, bizim doğadan ve za­mandan daha acımasız olmadığımızı kendilerine göstere­cektir. Doğa yasaları sessizce ve karşı koyulmazca işle­mektedir. Bu yasalarla çatışmaya girdiği anda insan yok olur. Havanın bileşiminde herhangi bir değişiklik, yerin içinden ateşin fışkırması, bir su kitlesinin dengesinde bo­zulma, bir'salgın hastalık, volkanik bir patlama, bir su baskını binlerce kişinin mezarı oluyor. Sebebi ne? Cansız doğada tümüyle pek az ayrımsanabilen, önemsiz bir değişiklik; orta yerde cesetler göze çarpmasa, bir tek iz bı­rakmadan geçip gidecek bir değişiklik. Sorarım şimdi: Cansız olmayan doğada yer alan devrimler, cansız doğadakinden daha mı çok kayıtlara bağlı kalmalıdır? Bir düşünce de bir fizik yasası gibi kendi karşısında direnen şeyleri yer­le bir etmemeli mi? Manevi doğanın tüm yapısını, yani in­sanlığı değişime uğratacak bir olay, kana bulaşmasına kar­şın, sonuca doğru yol almamalı mı? Dünya-aklı, cansız do­ğa aleminde volkanlara, su baskınlarına nasıl yön veriyor­sa, cansız olmayan doğa aleminde de ellerimize, kollarımı­za öyle yön veriyor. İnsanlar ha bir salgın hastalıktan öl­müşler, ha bir devrimden, ne fark eder? İnsanlık ağır adım­larla ilerler, ancak yüzyıllar geçtikten sonra bu adımlar gö­ze görünür; bu adımların ardında birkaç kuşak insanın me­zarı yatar. En basit buluşlara, ilkelere varılması, yarı yol­da ölüp kalan milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. öyleyse, tarihin çok daha hızla yol aldığı bir zamanda, çok daha fazla sayıda insanın soluğunun kesilmesi doğal değil midir? Sözü uzatmadan, kısaca bağlayalım. Herkes, eşit koşullar altında yaratılmış olduğuna göre, doğanın tanıdı­ğı farklar dışında, herkes eşittir. Bundan dolayı herkesin bir üstünlüğü olsa bile, ne birey olarak, ne de birey kimli­ğiyle içinde bulunduğu ufak ya da güçlü bir sınıf olarak bir ayrıcalık taşıyamaz. Bu sözün kapsadığı öğelerden her bi­rinin bir gerçeklik kazanması, onca insan hayatına mal ol­muştur. 14 Temmuz57, 10 Ağustos, 31 Mayıs, bunun dö­nüm noktalarıdır. Bu sözün insan dünyamızda uygulana­bilmesi dört yılı gerektirdi, olağan koşullar içinde belki de yüzyılları gerektirecekti, birkaç kuşak insan da bunun dö­nüm noktaları olacaktı. Devrimin akışı, her yeni dönemeç­te, her geçtiği kumda cesetler bırakırsa, bunda şaşılacak ne var? Sözlerimizi birkaç sonuçla bağlayacağız, birkaç yüz ceset bunu yapmamıza engel mi olmalı? Musa, yeni devleti kurmadan önce, halkı Kızıl Deniz'in ve çölün için­den yürüttü, ta ki köhnemiş, yozlaşmış kuşak yolda dökülünceye kadar. Yasa yapıcılar! Ne Kızıl Denizimiz var bi­zim, ne de çölümüz; bir savaşımız ve giyotinimiz var. Dev­rim, Pelias'ın kızları gibidir: İnsanlığı gençleştirmek için onu parçalar. Dünya Tufan'dan sonra nasıl ortaya çıktıy­sa, insanlık da kan kazanından öyle, sanki ilk defa yaratılıyormuş gibi çıkacak.
Avrupa'da ve bütün yeryüzünde Brutus'un hançerini koy­nunda saklayan bütün gizli zorbalık düşmanlarından bu yüce anda bize katılmalarını istiyoruz.


DEVRİM MAHKEMESİ


HERMANN (DANTON'a) : Yurttaş, adınız?
DANTON : Adımı devrimin kendisi koydu. Oturduğum yer yakında hiçliğe karışacak, adım tarihin Pantheon'una ge­çecek
HERMANN : Danton, Konvansiyon Meclisi, sizi Mirabeau, Dumouriez ve Orleans'la, Jironden'lerle, yabancılarla ve XVII. Louis'in grubuyla birlikte hıyanet oluşturmakla suçluyor.
DANTON : Her keresinde halkın davası için yükselen sesim, bu karalamayı hiç zorlamadan geri çevirecektir. Beni suç­layan sefil yürekli kişiler, burda ortaya çıksınlar, onları utançlarından yerin dibine geçireyim. O Komiteler buraya gelsin, ben ancak onların önünde yanıt veririm. Onları hem savcı, hem de tanık olarak göstermem gerekiyor. Çıksınlar ortaya. Ayrıca ne siz, ne de vereceğiniz yargı umurumda. Size çoktan söyledim: Hiçlik, yakında barınağım olacak; hayat bir yük benim için, isterlerse bu yükü üzerimden al­sınlar, zaten onu silkip atmanın özlemi içindeyim.
HERMANN : Danton, gözüpeklik suçlulara,dinginlik ise suç­suzlara özgüdür.
DANTON : Kişinin gözüpekliğine, hiç kuşkusuz kusur bulu­nabilir, ama benim özgürlük için savaşırken ulus adına çok kereler gösterdiğim gözüpeklik, bütün erdemlerin en değerlisidir. Benim burda acınacak durumda bulunan suçlamacılara karşı, Cumhuriyetin yararı için takındığım gözü­peklik, bu çeşit bir gözüpekliktir işte. Böyle aşağılık biçim­de kara çalındığım bir anda, kendimi nasıl tutabilirim? Be­nim gibi bir devrimciden soğukkanlı bir savunma beklene­mez! Benim hamurumdan insanlar devrimler için bulunmaz değerde insanlardır, onların alınlarında özgürlü­ğün dehası yazılıdır. Mirabeau'yla, Dumouriez'yle, Orleans'la birlikte hıyanet oluşturmakla,alçak despotların önünde diz çökmüş olmakla suçluyorlar beni, sarsılmaz adaletin önünde yanıt vermem isteniyor! Sen, alçak St. Just, gelecek kuşaklar karşısında bu çamur atmanın hesabını kendin vereceksin!
HERMANN : Sakin biçimde yanıtlamanız için size çağrıda bulunuyorum; Marat'yı anımsayın, yargıçların karşısına nasıl derin bir saygıyla çıkmıştı.
DANTON : Bütün elleriyle hayatımın yakasına yapıştılar, be­nim de kendi hayatımı onlara karşı savunmam gerekir; ha­yatımdaki bütün başarıların ağırlığı altında ezilip gidecek­tir onlar. Bundan bir onur payı çıkarmıyorum kendime. Alın yazılarımız elimize, kolumuza yön verir, ama ancak güçlü yaratılıştaki insanlar kendi alın yazısının eli kolu ola­bilir. Ben, Mars Alanı'nda krallığa karşı savaş açtım, 10 Ağustos'da onları yere serdim, 21 Ocak'da da öldürdüm; kralların suratına eldiven yerine, bir kral başı fırlattım.
DANTON (suçlama yazısını eline alır.) : Şu utanç verici yazıya bir göz atınca, bütün vücudumun sarsıldığını duyu­yorum. Belli bir anlamlı günde, söz gelişi 10 Ağustos'da Danton'u ortaya sürme zorunluluğunu duymuş olan o kişi­ler kimlerdir acaba? Acaba kimlerdir Danton'un güç aldığı o ayrıcalıklı kişiler? Beni suçlayanlar çıksın ortaya! Bunla­rı aklım başımda olarak söylüyorum. O basmakalıp sahte­kârların maskelerini yırtacağım, sonra da onları asıl yerleri olan hiçliğin içine bir daha başlarını ordan çıkartmamak üzere fırlatıp atacağım.
HERMANN (çıngırağı çalar.) : Çıngırağı duymuyor musu­nuz?
DANTON : Kendi onurunu ve hayatını savunan bir insanın sesi, senin o çıngırağının sesini tabii ki bastıracaktır. Ben eylül'de aristokratların vücutlarıyla devrimin yavru ço­cuklarını besledim. Benim sesim, aristokratların ve zen­ginlerin altınlarından halka silah dövdü. Benim sesim des­potizmin uydularını süngülerin dalgalan içine gömen ka­sırga oldu.
HERMANN : Danton, sesiniz kısıldı, çok heyecanlandınız. Savunmanızı gelecek kere de bitirebilirsiniz. Biraz dinlen­meniz gerekiyor. Oturuma ara verilmiştir.
DANTON : Danton'u tanıyorsunuz artık; birkaç saati daha kaldı, ondan sonra kendi şanının kollarında uykusuna dal­mış olacak.



DEVRİM MAHKEMESİ


DANTON : Cumhuriyet tehlikede, bu adam talimat bekliyor! Biz halka sesleniyoruz, sesim Desemvir'lerin ölüleri başında söylev çekecek kadar güçlü daha.Baştan söylüyo­rum, bir kurul toplansın istiyoruz; yapacak önemli açıkla­malarımız var. Kendimi aklın surlarına çekip hakikatin toplarıyla düşmanlarımı yerle bir edeceğim. (FOUQUIER, AMAR ve VOULAND içeri girer)
FOUQUIER : Susun! Cumhuriyet adına! Yasalara uyalım! Konvansiyon aşağıdaki kararı almıştır: "Hapishanelerde ayaklanma belirtilerine rastlandığı, Danton'un ve Camille' in karılarının halk arasında para dağıttığı, General Dillon' un hapishaneden kaçarak ayaklananların başına geçmeye ve sanıkları kurtarmaya kalkıştığı, bunun yanı sıra, söz konusu sanıkların kargaşalık çıkarma yollarına giderek, mahkemeye hakaret etmeye çalıştıkları saptanmış bulun­duğundan, bundan böyle mahkemeye, soruşturmaları ke­sintiye uğramaksızın sürdürebilme ve yasalara yükümlü oldukları saygıyı göstermekten kaçman sanıkları duruşma­dan çıkarma yetkisi verilmiştir."
DANTON : Burda bulunanlara soruyorum şimdi, bizler burda mahkemeyi, halkı ya da Millet Meclisi'ni aşağılayacak söz­ler mi söyledik?
BİRÇOK SES : Hayır! Hayır!
CAMILLE : Alçaklar, Lucile'imi öldürmek istiyorlar!
DANTON : Hakikat er geç ortaya çıkacaktır. Fransa'nın üze­rine büyük bir uğursuzluk çöktüğünü görüyorum. Bu uğursuzluk, yani diktatörlük, yüzünü örten maskeyi yırttı artık; başı dimdik, cesetlerimizin üzerinden yürüyüp geçi­yor. (AMAR ile VOULAND'ı göstererek) Görüyormusunuz, korkak katiller burda işte, görüyorsunuz işte, Esenlik Komitesi'nin uğrularını. Robespierre'i, St. Just'ü ve onların cellatlarını vatana hıyanetle suçluyorum. Cumhu­riyeti kana boğmak istiyorlar. Giyotin arabalarının bırak­tığı izler, yabancıların vatanın kalbine doğru saldıracakları yoldur ancak, özgürlüğün izleri daha ne kadar zaman insanlara mezar olacak? Siz ekmek istiyorsunuz, onlar size insan başı atıyorlar! Siz su istiyorsunuz, onlar size giyo­tinden akan kanlan yalatıyorlar.
BİRÇOK SES : Yaşasın Danton, kahrolsun Desemvir'ler! (Mahpuslar ite kaka dışarı çıkarılırlar)


Georg Büchner

Okuma : Danton


Not : Bu yazı bütünden çıkarımlardır...

Share/Save/Bookmark

Puslu Kıtalar Atlası...

Boşluğun üzerine kuzeyi yayar ve hiçliğin üzerine dünyayı asar...


Yolun sonu göründü sevgili Bünyamin. Benimle birlikte büyük bir bilgi kaynağı da yok olacak diye çok üzülüyorum. Kastettiğim şey, teşkilatın yıllardır biriktirdiği bilgiler. Uzak ülkelerdeki casuslar merkezden haber alamayacakları için artık dağılıp gidecekler. Hazine odasındaki paraları yağma eden şu zavallılara bak. Eğer kitaplıktaki ciltler dolusu bilgiyi kullanabilecek durumda olsalar, talan ettikleri paranın on katını, belki de yüz katını elde edebileceklerini bilmiyorlar. Teşkilattaki altın ve gümüşten yapılma her şeyi yağmaladıktan sonra burayı ateşe vereceklerini de biliyorum. Koskoca bir beyin böylece yok olacak. Ben ise bir günahkâr olarak ölmüş olacağım. Eğer varsa, öte dünyada bir tek şey hissedeceğime eminim: utanç. belki de yıllardır, kıyametten değil, bu duygudan kaçıyordum. Sana gelince Bünyamin, senin uzun İhsan Efendi'nin oğlu olduğunu ta baştan beri bildiğimden eminsindir muhakkak. Aradığım kişinin sen olduğunu, daha benim hayatımı kurtardığın gün anlamıştım. 'para' sendeydi, koynunda sakladığın o garip kitabın arasında. şaşırma! Bundan da haberim var. Sen geceleri uyurken odana girdiğimde farkettim. Evet, odana da girdim. uyanmana imkân yoktu. Çünkü içtiğin kahvelerde sana derin bir uyku verecek eczalar vardı. Uyurken seni uzun uzun seyrettim. Yüzünün asıl halini düşledim. babana benziyordun.

Sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkan yok. Bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten. Seni ta baştan öldürebilir ve 'parayı' alabilirdim. Ama bunu yapmak istemedim. Çünkü nasıl olsa elimdeydin ve benim için neredeyse o para kadar değerliydin. Sanki kasıtlı olarak karşıma çıkarılmıştın. Böylece güçsüzlüğün ve silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı buldum. Aynı zamanda gücün ve her türlü iktidar tutkusunun da ne kadar büyük bir erdemsizlik olduğunu da bu sayede gördüm. Hayatta kalabilmek için bizler kadar çaba göstermiyordun. Yok edilmeye çoktan razıydın. Senin amacın varlığını sürdürmek için değil de sanki bambaşka bir şeydi. Sen bir şahittin. Evet, artık bundan eminim. Kesinlikle bir kahraman değildin. O küstahça sözlerini de sanki biri kulağına fısıldıyor ve benimle adeta alay ediyordu.
Sanki benim, onların ve herkesin başına gelen bütün şeyler senin görmen, öğrenmen içindi. Güçsüz biri olan sen, her çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. Çünkü olaylara müdahale etmeden hepimizi gören, seyreden sendin. Seni ezdiğimizde ağlıyordun. güçsüzlük belirtisi olarak yorumlanabilen bu şey aslında senin yaşamındı. Oysa biz taşlar kadar güçlü, bir o kadar da cansızdık.

Gücün kendisinin ölüm olduğunu da senden böylece öğrendim. Çünkü seni seyrettim. Ah! keşke dünyayı da senin gibi seyredip, senin ona baktığın gibi bakabilseydim! Oysa ben ona bir güç malzemesi olarak bakıp onda kendi karanlığımı gördüm. Hayatım boyunca görebildiğim en iyi, en güzel şey sendin Bünyamin. Sana çok şeyler söylemek isterdim. Ama dakikalarım sayılı. bu yüzden benim için son bir şey yapmanı rica ediyorum. O 'parayı' ben öldükten sonra ağzıma koy ve çenemi bağla. Çünkü onun, hiç kimsenin eline geçmesini istemiyorum. Hoşçakal! Hoşçakal Bünyamin!"

Satır Arası Kesitler ve Cümleler...

* Ey Kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl;böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı!.. Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?..

* Düşlerin, uyku esnasında ruhun bedenden ayrılıp çeşitli yerlere gitmesinin bir eseri olduğu malumdu; uyku esnasında ruh bedenden ayrılıp diyar diyar gezdiğine göre, ruhun zaten gidebildiği bu yerlere bir de bedenin kalkıp binbir zahmetle abes olurdu...

* Her bilgiden şüphe eden Rendekar, şüphe ettiğinden şüphe edemiyor ve bundan da kendinin varolduğu sonucunu çıkarıyordu.

* Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı.

* Düş görüyorum dedi. Düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?..

* Gördükleri ister gerçek ister düş olsun, bundan gerçeği ya da düşü gören bir öznenin varlığı çıkıyordu. Şu durumda bütün bunları gören bir kişi olarak o, vardı. Peki ama ben kimim?.. Ayna bana İhsan Efendi olduğumu söylüyor,. Ben Kimim? Bütün bunları gören özne aslında kim?..

* “Buradan gitmek istediğini biliyorum oğlum” dedi. “ Kendime hakim olabilseydim belki de seni, çoktan içine girdiğin bu maceraya bırakmazdım. Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü o’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hayatı seninde yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir halinden korkma...

* Aradıkları şey hem her yerde, hem de hiçbir yerdeydi. Kim bilir, belki de içinde ilerledikleri karanlık sis, bu çekimin kendisiydi.

* Vardapet’le birlikte dehlizler açarak yeraltında ilerliyorlardı. Yerin kim bilir kaç kat dibinde olmalarına rağmen dehlizlerin duvarları sanki toprak değil de karanlık bir sisti. Kazmaları duvara vurdukça toprak zifiri karanlık bir dumana dönüşüyor ve bu sis, dizlerinden aşağıya yayılıyordu.

* Dilencilerin arasına girip, kaderini beklemeye başladı...

* Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykusunu kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı...

* Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insan oğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.

* Gözünü bağla, dilini tut...

* Birini konuşturmak için işkenceye başvurmanın akılsızlara özgü olduğunu söyleyip, yakalanan adamı yeniçerilere bıraktığı için Zülfiyar’a ateş püskürüyordu.

* Dilencilerin tembel, atıl ve hevessiz kişiler olduklarını savunanların, aslında ne kadar yanıldıklarını anlamaları için gelip de loncaya bir göz atmaları yeterdi. Çünkü onlarda gündüz vakti gözlenen bezginlik ve uyuşukluğun tersine, bu esnaf, geceleri sadece birkaç saat uykuyla yetinerek karıncalar gibi çalışıyordu.

* Ben bu dünyaya bilmek için geldim. Benim için kutsal bir şey varsa o da bilgidir, gerek bu dünyanın, gerekse öte dünyanın bilgisi. Bu yüzden öğrendiklerimi akıl terazinde tartıp doğru olup, olmadıklarına bakarım...

* “Her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyayı yaşamak zevkli bir şey” diyordu, “Sen! Oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun. Ama ben sana dokunamıyorum. Çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?..”

* “Haydi! Korkma. Gördüğün her şey benim düşüncemden ibaret. Bunu sakın unuma. Zihnimle bütün olaylara yön verebilirim. Eğer ister ve düşünürsem, şu gemiyi içindekilerle birlikte yok edebilirim...

* Bilgi tehlike ile ölçülür...

* Bilgi doğru olmak zorundadır ve bilgin, hata yapmaktan ölümden korkar gibi korkar.

* “Öyleyse onların doğru düşünmeleri için yeterince şart yok demektir. Çünkü onlar doğru düşüncelerse de nasıl olsa saygı göreceklerini, tehlikeye düşmeyeceklerini bildiklerinden hatadan da korkmazlar. Ama, mesela tüccarlar öyle mi? Bu mesleğin adamları doğru düşünmedikleri zaman iflas ederler. Benim gibi casuslar da hata yapar yapmaz yakalanıp asılırlar. İşte bu yüzden, hata yaptığı anda servetini, hatta canını kaybedebilecek olmayan insanların fikrine güvenilmez. Çünkü malı, canı, sevdikleri tehlikede olmayan biri doğru düşünemez. Bilgi tehlike ile ölçülür dediğimde kastettiklerim bunlardı. Benim neden bilgin olduğuma gelince: Yaptığım işten büyük para aldığım için ülkemde aşağılanırım. Kralıma verdiğim bilgi yanlış çıkarsa hemen asılırım. Bu yüzden, yaşadığım tehlike en büyük tehlike olduğu için, bir casus olarak bilginlerin en büyüğü de benim. Peşimde koştuğum bilgi de kaçınılmaz olarak doğru bilgi olacaktır. Çünkü doğru ya da yanlış er ya da geç anlaşıldığında, ben ya zengin ya da ölü olacağım...

* Ebrehe hissettiklerinin kadınlara özgü bir takım duygular olduğunu sezdi. Hayatını kurtardığı için bu gence şükran duyması gerekirken , aynı nedenden ötürü ondan nefret ediyordu. Küstahlık edip kendisini aşağıladığı için ondan nefret edeceği yerde, onu seviyordu. Bir an önce işi bitirmek isteyen Zülfiyar, efendisini anlayamamıştı. Fakat kendisini dünyayla oyuncak kadar güçlü hissetmeye alışmış olan Ebrehe’nin amacı belki de, son derece rahatsız edici olan bu duygularının nedenlerini ortadan kaldırmaktı. Nasıl olsa henüz vakti vardı. Bunun için o güne dek dünyayla nasıl oynadıysa, bu küstah delikanlıyla da öyle oynamayı tasarlıyordu. Ona, sahip olduğu gücü hem göstermeli, hem de bunu bir yandan örtbas ederek göstermeye çalıştığı şeyin gölgesini büyütmeliydi. Delikanlı onun muhteşem gücünü görüp hayran olunca, Ebrehe’nin onu sevmesine neden olan küstahlığı ortadan kalkacak, Büyük Efendi’nin yüreğinde filizlenen duyguda böylece silinip gidecekti...

* Yaratılmamış olan dedi. Biz yaratılmamış olanı arıyoruz...

* Üzerindeki elbise nasıl ki yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna yaratılmamış olan diyoruz.

* Eline bir taş alıp fırlatırsan ne kadar hızlı gider sence?..

* İktidarın acizlik, güçsüzlüğün ise dirim çağrışımlarıyla yüklü olduğunu farkedecek...

* Güç, ancak ölüleri korur...

* Görüyor musun dedi. Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. Görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. Onu katleden bu insanlar evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına Kubelik’in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar...

* Hayatını öne sürüp, sırrı bulmak için yola çıktı...

* Topaç, karşı harekete erişilebilecek bir araçtır ve karşı hareketi gerçekleştirmek için de boşluk gerekir.

* Hareket olmadan zaman da olmaz...

* Aynalar cisimleri nasıl çoğaltıyorsa, aynaya parlaklık veren ve yedi asal cisimden biri olan harısini sayesinde, bir el kimya işlemiyle boşluğun da hacminin arttırabileceğini anlatıyordu.

* Ölüler nasıl ki, ışığı göremezlerse yaşayanlar da karanlığı ölüler kadar iyi göremezlerdi...

* Üzerindeki cübbe nasıl ki yünden meydana geliyorsa, müzik de aynı şekilde sessizlikten meydana gelir... İşte içinde yaşadığın dünya da, bu şekilde hiçlikten yaratıldı. Ama hiçliğin öteki adı olan boşluğun bir parçası artmıştı. Bu parça ikiye bölündü ve birisi, boş levha olarak sana verildi. Senin gördüğün karanlık işte bu levhadır. Boş olduğu için onda elbette ki ışık yok, böylece sen levhada karanlığı görüyorsun. Ama dünyanın yaratıldığı boşluğun bir parçası olan bu karanlıktan sen, düşler yaratıyorsun...

* Zihnimde bir düş olan sevgili oğlum, işte böylece zavallı babanın yaşayamadıklarını yaşadın ve dokunamadıklarına dokundun. bir babanın kendi oğlundan bekleyeceği şekilde kahraman değildin. Son derece silik ve mütevaziydin. Bununla birlikte, arada bir senin kulağına, karakterinle bağdaşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense, boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim. Sonunda, senin için düşlediğim macerayı yaşadın ve böylece senin için yazdığım atlası okumuş oldun. Artık benden öğreneceğin nihai şeyi öğrenmiş oldun.

Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim. Rendekar düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? (1698′de) Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı (yoksa o gece Thames nehri kıyısındaki kimbilir hangi evden çıkan İngiliz beyefendi mi)? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisini düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.

Senin için gerçek bir baba olmayı, saçlarını okşamayı, seni öpmeyi çok isterdim. Ama düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?.. Sana bu yüzden hem çok yakın, hem de çok uzağım... Veda etmek benim için son derece zor. O yüzden he ne kadar uzakta olsam da seni, o eski yakışıklı yüzünle, Aglaya’yla birlikte hep düşlemek istiyorum.

Hoşça kal oğlum. Hoşça kal sevgili, biricik düşüm...

İhsan Oktay Anar...

Okuma : Bir Mahzun ve Şaşkın Adamın Düşatlası Üzerine Öttürmeler...


Share/Save/Bookmark