Açlıktan ölen bir insanın her koşulu kabul edip gereksinimlerini giderdikten sonra olumsuzluklardan ve sorunlardan söz etmeye başlaması gibi. Son yıllarda toplama kamplarından kaçan bazı göçmenlerin yaşamak için her şeyi kabul ettiklerini ve en aşağılık işleri hiç yakınmadan yaptıklarını görmüştüm; ama insanların memnun yaşaması için işkence ve ölümden kurtulmuş olmaları yetmiyordu : Kendilerini bir parça güvende duymaya başlar başlamaz, tıpkı bir şeyden korkup kaçmış hayvanlarda olduğu gibi tümüyle yok olmuş görünen kibir, gurur, övünme huyları; üstelik eşi benzeri görülmemiş bir terbiyesizlik ve küstahlıkla yeniden kendini göstermeye başlıyordu, sanki o kadar alçaldıklarına pişman oluyorlardı. Bu gibi durumlarda nankörlüğün ve değer bilmezliğin eşlik etmesi de kaçınılmaz oluyordu tabii...
Satır Arası Cümleler ve Pasajlar...
* Her şeye rağmen tek bir tünel vardı, karanlık ve yalnız : benimki...
* İnsanların neyi, neden anımsayıp anımsamaması gerektiğini şeytanın bile bildiğinden kuşkuluyum ya, bana kalırsa ‘toplumsal bellek’ falan diye bir zırvalık da yok zaten, insan türünün geliştirdiği diğer bir savunma mekanizmasından başka bir şey değildir bu ‘toplumsal bellek’ kavramı. Geçmiş daha güzeldi tümcesiyle, geçmişte şimdiye oranla daha az kötü şey olduğu anlamına gelmiyor, yalnızca insanlar geçmişin kötülüklerini unutuyorlar, hepsi bu...
* Dünyanın korkunç bir yer olduğunu göstermek için fazla kanıta gerek yok, yalnızca şunu dinleyin yeter : Bir toplama kampında açlıktan yakınan eski bir piyanisti fare yemeğe zorlamışlar, hem de canlı canlı...
* Bazı insanlar dar görüşlü, kirli ve iki yüzlü olduklarının ayırdına varana dek kendilerini özel sanabilirler... Kibir hakkında diyeceğim bir şey yok. Kimsenin insanoğlunun gelişiminin bu önemli tetikleyicisinden yoksun olduğunu sanmıyorum. Einstein ve onun gibilerin alçakgönüllülüğüne sahip bayların tümü beni yalnızca güldürüyor; hani derler ya, ünlü olunca alçakgönüllü olmak da kolaydır, ben, alçakgönüllü görünmek kolaydır demek istiyorum. Böyle bir şey olmadığı sanılsa da, kibar yüzünü bize göstermekte gecikmez alçakgönüllülüğün kibri. Biliyor musunuz ortalık böylelerinden geçilmez aslında. İster gerçek ister İsa gibi simgesel bir kişilik olsun herkes kibirlidir, en azından yüksekten bakarak konuşur...
* Kibir en beklenmedik yerlerde, örneğin iyiliğin,özverinin, cömertliğin yanı sıra karşımıza çıkabilir...
* İnsan zamanla ölümün katlanabilir hatta rahatlatıcı olduğunu öğrenir...
* Yaşamda davranışların nedenlerini soruşturma saplantısına ne gerek var ki?..
* Meraklı insanlar açıklamaların peşine düşerler...
* Gerçek sandığınızdan daha basit : Artık ünlü olmadığıma göre bu sayfaları pek çok kişi okuyacaktır, diye düşünüyorum; her ne kadar genel anlamda insanlıktan, özel olarak bu sayfaların okurlarından fazla bir beklentim olmasa da, beni anlayan biri çıkarsa diye duyduğum o zayıf umut kanımı kaynatıyor... Bir tek kişi bile olsa...
Şimdi eğer o kadar çok kişi okuyacaksa umudun niye bu denli zayıf?.. diye sorabilirsiniz. İşte bu tür sorular tam da ‘dam üstünde saksağan vur beline kazmayı’ türünden gereksiz sorulardır, ne yazık ki insanlar durmadan gereksiz, en yüzeysel araştırmanın bile ne kadar anlamsız olduklarını göstereceği soruları sormadan edemezler. Bu konu hakkında binlerce insanın önünde, yorgunluktan tükenene kadar avaz avaz bağırarak konuşabilirim, yine de hiç kimse beni anlamaz. Ne demek istediğimi anlatabildim mi?..
* Beni anlama olasılığı olan tek kişi vardı aslında. Ne yazık ki onu öldürdüm...
* Daha önce sergilenmiş olan bir sürü tabloya benzeyen ve eleştirmenlerin tahammül edilemez üsluplarıyla, sağlam, iyi inşa edilmiş olduğunu söyledikleri türden bir tablo. Bu şarlatanlar benim çalışmalarımda her zaman -entelektüel derinliği olan bir şey- bulmayı başarıyorlar; bense yalnızca yukarıda, solda açık duran bir pencerecikten küçük ve bulanık bir manzara görüyorum: Issız bir kumsal ve denize bakan bir kadın. Kadın denizden bir şey, belki bir soluk ve uzak bir çağrı bekliyor, bana kalırsa bu manzarada kesif ve sıkıntılı bir yalnızlık var...
* Kimse bu sahneye dikkat etmiyor, sanki süsleme amaçlı ikincil bir çalışmaymış gibi bakışlarını üzerinden geçiriveriyorlar. Yalnızca tek bir kişi dışında kimse aslolanın bu sahne olduğunun ayırdına varmıyor…
* Deneyimlerimle biliyorum ki benim için açık ve doğal olan pek çok şey benzerlerim için öyle değil. Bundan o kadar çok ağzım yandı ki, artık herhangi bir davranışımı açıklamaya ya da doğrulamaya kalktığımda bocalıyor, genellikle içime kapanarak ağzımı bile açmıyorum...
* İnsanlar birbirlerini tekrarlar, aynı üslubu kullanırlar, diğerlerinden üstün olduklarını inanırlar...
* Bir şeyden nefret etmek için nedenlerinizin çokluğu onu tanımanızla doğru orantılıdır...
* Toplumda yatay katmanlar vardır, benzer zevklere sahip insanların oluşturduğu katmanlardan söz ediyorum ve bu katmanlarda rastlantısal karşılaşmalar hiç de az değildir, hele bir de katmanlaşmanın nedeni az bulunan bir özellikse...
* Eğer insan sakin bir ortamdaysa ve bol zamanı varsa karşısındakini sarsmadan bir tür bir bağ kurması zor olmazdı tabii ki...
* Profilden bana hiçbir şey hatırlatmıyordu. Yüzünün sevimli olmasına karşı sert bir şey gizliyordu. Uzun kestane rengi saçları vardı. Yirmi altı yaşından daha büyük göstermemesine karşın onda yaşını aşan bir şey vardı; çok şey yaşamış insanlara özgü o tipik hava... Beyaz saçlar, kırışıklıklar ya da benzer bedensel şeyler değil, tam tersine belirsiz ve kesinlikle ruhsal bir şeydi bu havanın nedeni; belki bakışı; bir insanın bakışının fiziksel bir şey olduğunu iddia edebilir miyiz?..
* Kafamın içi karanlık bir labirent gibi... Zaman zaman bazı koridorları aydınlatan şimşekler çakıyor... Bazı şeyleri neden yaptığımı hiç bilemiyorum...
* Açıklamayı beceremediğimi sanmayın diye haykırdım... Tam tersine her zaman mantıklı açıklamayı bulurum ama, siz karşısında durumunun matematiksel değerlerini izleyen ve şaşmaz bir kararlıkla rotasında seyreden bir kaptan olduğunu mu sanıyorsunuz?.. Ama kaptan o rotada gitmesinin nedenini bilmez ki?..
* Milyonlarca yıldır hiçliğe doğru koşan minyatür bir gezegende, acılar içine doğuyoruz, büyüyoruz, dövüşüyoruz, hastalanıyoruz, acı çekiyoruz, acı çektiriyoruz, bağırıyoruz, ölüyoruz, öldürüyoruz, ölüyorlar ve aynı anlamsız komediyi baştan oynamak için başkaları doğuyor...
Gerçekten böyle miydi?.. Bu anlam yoksunluğu üzerine düşünmeye başladım. Tüm yaşamımız kayıtsız gök cisimlerinden oluşmuş bir çölde attığımız ortak çığlıklardan mı oluşuyordu?..
* İnsanlar kapım kapalı olduğu zaman beni rahatsız etmemeleri gerektiğini bilir...
* Belirsizlik her zaman beni tedirgin eder...
* Ayrıntılara gereksinmem vardı, beni genellemeler değil, ayrıntılar heyecanlandırır...
* Çölün ortasında kalakalmış ama hızla yer değiştirmek isteyen biri gibi anlatabildim mi?.. Hızın bir önemi yoktur çünkü, nereye giderseniz gidin, manzara değişmeyecektir...
* Arkadaşlarım olduğu zamanlarda pek çok kez kulağımı tersten göstermekle suçlanmışımdır... Kendi kendime, gerçeğin neden basit olması gerektiğini soruyorum. Benim kişisel deneyimlerim pek çok kez gerçeğin sanılanın tam tersine hiç de basit olmadığını kanıtladı, eğer bir şey açık seçik görülebiliyorsa ve basit bir nedeni varmış gibi gözüküyorsa inanın bana altında çok daha karmaşık nedenler yatıyordur...
* Deniz, sahil ve yürüdüğüm yollar bana geçmiş zamanları anımsatıyor. Yalnızca imgelerle değil, seslerle, çığlıklarla ve geçmiş zamanların uzun sessizlikleriyle... Çok ilginç ama yaşamak gelecekte anılar inşa etmekten başka bir şey değil; ben burada denizi seyrederken, bana karamsarlık ve umutsuzluk getirecek olan anıların inceden inceye tasarlandığını biliyorum...
Deniz her yerde, sürekli ve öfkeli. Benim çağrılarımsa boşuna, inatla denize bakarak ıssız bir sahilde beklemem boşuna. Merak ediyorum, o resmi benim bu anımı tahmin ederek mi yaptın yoksa pek çok insanın anısını mı çizdin, tıpkı sen ve ben gibi?..
Şimdi seni görüyorum. Denizle aramdasın. Bakışlarını görüyorum, sakin ve avuntusuzsun, bana yardım isteyerek bakıyorsun...
* İntihar etmek yok olmanın en kolay yöntemiydi... Bir an bu saçma dünyanın gökdelenleriyle, tanklarıyla, hapishaneleriyle, bir kurgudan başka bir şey olmadığını; kötü bir kabusun gökdelenleri, tankları ve hapishanelerinden daha fazla bir gerçekliği olmadığını düşündüm.
Bu mantık yürütmenin çerçevesinden bakınca yaşamın kendisi uzun bir kabusa indirgeniyordu. Bu kabustan kurtulmanın tek çaresi ölümdü, ölüm bir tür uyanıştı... Ama neye uyanmak?.. İşte bu kesin ve sonsuz bir hiçe uyanmanın çözümsüzlüğüydü beni intihar etmekten alıkoyan... Her şeye rağmen insanın var olana bir tutunmuşluğu vardı. İnsan kusurlarını, çirkinliğinden kaynaklanan acılarını, kendi arzusuyla kendini yok etmeye yeğliyordu. Ayrıca, bizi intiharın eşiğine getiren umutsuzluğun sınırına geldiğimizde, bizi bu sınıra getiren tüm kötülüklerin bir muhasebesini yapıyoruz ve bu kötülükler ne denli katlanılmaz olurlarsa olsunlar iyi bir şey, çok küçücük ama iyi bir şey kötülüklere orantısız bir değere sahip bir biçimde ortaya çıkıyor ve korkunç bir uçurumdan düşmek üzere olan birinin önüne gelen her dala tutunması gibi bu küçücük iyiliğe sarılıyoruz...
* Özgün olmak bir yerde diğerlerin sıradanlığını vurgulamaktır...
* Kuralların mantıkla uyumlu olması gerekir...
* İnsan doğasında Brahms’ın soneleriyle bir lağım arasında gizli ve kasvetli geçitler olması ne kadar üzücü...
* Ne olursa olsun bir tünel vardı, karanlık ve yalnız, benimki...
Ernesto Sabato...