Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Mülksüzler...

Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız... Devrim olabilirsiniz ancak... Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir...


"Bilmiyorum," dedi; dili yarı felç olmuş gibiydi. "Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru, insanlar da güzel değil. Hepsinin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Kentler çok küçük ve sönüktür, sıkıcıdır. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lılann her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiç bir seye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek basma, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu— duvar, duvar!"

Satır Arası Cümleler ve Pasajlar...


* Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu. Bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.

* Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içerde, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı...

* Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır. O ise kendini kurtarmış, diğerlerini yitirmişti...

* Kimoe’nin düşünceleri hiçbir zaman bir doğru üzerinde ilerlemiyordu, şunun çevresinden dolaşıp bundan kaçınmak zorunda kalıyordu ve en sonunda son bir darbeyle duvara tosluyordu. Düşüncelerin arasında duvar vardı ve sürekli onların arkasında gizlendiği halde varlıklarından tümüyle habersiz görünüyordu.

* Senin değil dedi tek gözlü kadın, kesinlik içeren bir yumuşaklıkla. Hiçbir şey senin değil. Kullanmak için var, paylaşmak için var. Eğer paylaşmazsan kullanamazsın...

* Bazıları yaşamın cilvelerini kolay kabul edemez...

* Her zaman geriye kalan yolun yarısı kadar yol gitmek zorunda ve her zaman gidecek yolun yarısı var...

* Konuşma paylaşmadır, birlikte yapılan bir sanat...

* Sayılar her zaman sakin ve sağlamdı, hata yaptığı zaman onlara sığınabilirdi, çünkü onlarda hiç hata yoktu... Bir süre önce kareyi kafasında tasarlamıştı, müziğin zamanında yaptığı tasarımlara benzeyen, uzayda bir tasarım. İlk 9 tam sayıdan oluşan ve merkezinde 5 sayısı olan bir kare. Sıralar nasıl toparlanırsa toplansın sonuç aynı çıkıyordu, bütün eşitsizlikler dengeleniyordu, bakması hoştu.

* Sözlerle söylenen hiçbir şey tam doğru çıkmıyordu. Söze dökülen şeyler düzgün durup birbirine uyacağına eğilip, bükülüyor, uçup gidiyordu... Ama sözlerin altında, merkezde, karenin merkezi gibi, her şey doğru çıkıyordu. Her şey değişebilir, ama hiçbir şey yitirilmezdi... Eğer sayıları görebilirseniz bunu anlayabilirdiniz, dengeyi, şekilleri, dünyanın yapı taşlarını görürdünüz. Ve onlar sağlamdı...

* ‘O zaman gerçek nerede?’ diye karşı çıktı Bedap ve esnedi... ‘İnsanın üstünde oturduğu tepede’ dedi Trin...

* Hasta bir organizmada sağlıklı hücreler bile yaşayamaz...

* Düzen emirler demek değil...

* Nasıl olduğunu görmek için başka biri olmaya çalışmak isteyebilirsin, ama olamazsın...

* Sahip olmak yanlıştır, paylaşmak doğrudur...

* Birçok kadının bir erkekle tek ilişkisi sahip olma ilişkisidir. Ya sahip olma, ya da sahip olunma...
- Bu konuda erkeklerden farklı olduklarını mı düşünüyorsun?...
- Düşünmüyorum, biliyorum....Erkeğin istediği özgürlüktür. Kadının istediği mülkiyettir. Seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakabilir. Bütün kadınlar mülkiyetçidir...

* En iyiyi aramak senin görevin Shevek; sahte eşitçiliğin seni kandırmasına hiçbir zaman izin verme. Sabul’la çalışacaksın, iyidir, seni çok çalıştıracak. Ama izlemek istediğin çizgiyi bulmakta özgür olmalısın. Burada bir dönem daha kal, sonra git. Abbenay’da da kendine dikkat et. Özgür kal. Güç her zaman merkezde toplanır. Merkeze gidiyorsun...

* Acı çekmek bir yanlış anlamadır...

* Acı var dedi Shevek ellerini açarak. ‘Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama varolmadığını veya herhangi bir zamanda yok olacağını varsayamam. Acı çekme yaşamımızın bir koşulu. Başına geldiği zaman fark ediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, tıpkı toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru bir şey. Ama hiçbir toplum var olmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz ama acıyı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı –gereksiz acıyı- dindirebilir. Gerisi kalır. Kök gerçek olan. Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğuşumuzun koşulu. Yaşamdan korkuyorum. Bazen ben çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şeyin, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle bir yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum. Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise –yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçekliğin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen...

Yaşamımızın gerçekliği sevgide, dayanışmada dedi uzun boylu, parlak gözlü bir kız. İnsan yaşamının gerçek durumu sevgidir...

Bedap başını salladı. Hayır Shev haklı dedi. Sevgi acının içinden geçme yollarından yalnızca biri, bazen yanılıp ıskalayabilir. Acı hiçbir zaman ıskalamaz... Ama bu yüzden ona dayanma açısından pek seçeneğimiz yok. İstesek de, istemesek de katlanmak zorundayız...

* Acı çekmek, tehlikeye karşı bedensel bir uyarı dışında, işlevsel değildir. Psikolojik ve toplumsal olarak yalnızca yok edicidir...

* Gerçek kardeşlik, paylaşılan acı da paylaşılıyor...

* Düşüncenin doğasında iletilmek vardır: Yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür...

* Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür...

* Gelecek kesin olarak geçmişe dönüyorsa, geçmişte geleceğe dönüşür...

* Yadsımak başaramamaktır...

* Zamanın bütünlüğünde hiç kesinti yok...

* Neden savaş meraklısı mülkiyetçilerle böyle çıkarcı iş ilişkilerine girmeye devam ediyoruz?.. Daha sakin olanların verdiği yanıt hep aynıydı. Maden cevherini kendileri çıkarmak Urras’lılara daha pahalıya mal olurdu, bu yüzden bizi işgal etmiyorlar. Ama eğer ticari anlaşmayı bozarsak, güç kullanırlar.

* Ayrıcalık sorumluluktur...

* Özgürlük, gizlilikten çok açıklıkta yatıyordu, özgürlük içinde her zaman riske girmeye değerdi...

* Yalnızlık, gözden düşmeyle eş anlamlıydı...

* Doğası gereği gerçekten yalnızlığı seven biri toplumdan uzaklaşıp, kendi başının çaresine bakmak zorundaydı...

* Malzemesiz tatlı yapacak kadar, usta aşçı yoktu...

* Sorumluluk, ayrıcalığı haklılaştırıyordu...

* Birini istiyorsan, diğerine de razı olmalısın. Ürün en iyi pislikte yetişir, deriz biz Kuzeybatışında...

* Toplumun varlığı gibi, Shevek’in mesleği de temel, açıkça kabul edilmeyen bir kar anlaşmasının sürmesine bağlıydı. Karşılıklı bir yardım ve dayanışma ilişkisi değil, sömürüye dayalı bir ilişki, organik değil, mekanik bir ilişki. Temel işlevsizliklerden gerçek bir işlev doğabilir miydi?..

* Suç dürtüsüne teslim olmak, ağrı kesiciler kullanarak ona yaltaklanmak ahlak dışıydı...

* Acı, utanca baskın çıkıyordu...

* Kendini feda etme dürtüsü : Ne yazık ki, bu dürtü en fazla verimliliği sağlamıyor...

* Kardeş bile rahatlatamaz insanı kötü saatte, karanlıkta, duvarın dibinde...

* En alttaysan, aşağıdan yukarıya örgütlenmelisin...

* Bir şey eksikti –kendisinden geldiğini düşünüyordu bu eksikliğin, bu yerden değil. O kadar cömertçe sunulan şeyleri alacak kadar güçlü değildi. Bu güzel vahada kendini bir çöl bitkisi gibi kuru ve kavruk hissediyordu. Annares’teki yaşam onu mühürlemiş, ruhunu hapsetmişti; yaşam pınarları çevresinde dolup taşıyor, ama o bir türlü içemiyordu...

* Bir insan ne kadar zeki olursa olsun, nasıl göreceğini bilmediği bir şeyi göremez...

* Nerede mülkiyet varsa, orada hırsızlık olduğunu söyleyen Odo değil miydi?.. Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız yasalar koyun. ‘Toplumsal organizma’

* Eminim ki, toplumunuzda gıpta edilecek bir çok şey var, ama toplumunuz size ayrım gözetmeyi öğretmemiş- bu ise uygarlığın öğrettiği en iyi şey. Bu lanetli yabancıların size kardeşlik, karşılıklılık ve benzeri kavramlarınız aracılığıyla ulaşmalarını istemiyorum. Sizi sürekli ‘ortak insanlık’ ve ‘tüm dünyaların ortaklığı’ gibi laflarla boğacaklar, bunları yutmanızı görmek beni çok üzer. Varolmanın yasası mücadeledir. Rekabet, zayıf olanın elenmesi, sağ kalmak için amansız bir savaş...

* Araç amaçtır...

* Nesnelere sahip olma isteğinin doğal, estetik kökeni ekonomik ve rekabetçi zorlamalarla gizlenip saptırılıyor, o da buna karşılık nesnelerin niteliğini ele veriyordu. Tek elde ettikleri bir tür mekanik savurganlıktı...

* İnsanları düzen içinde tutan ne?.. Neden birbirlerini soyup öldürmüyorlar? Sanki uzun süredir bastırmaya çalıştığı soru patlak vermişti.

Hiç kimse çalınacak herhangi bir şeye sahip değil. Eğer bir şeyi istersen gidip depodan alabilirsin. Şiddete gelince, doğrusu bilemiyorum Oiie; durup dururken beni öldürür müydün? Eğer öldürmek isteseydin, buna karşı çıkarılan bir yasa seni engeller miydi?.. Zorlama, düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur...

* Paranın olmadığı bir yerde gerçek dürtüler belki daha açık çıkar ortaya.

* İnsan iyi yaptığı şeyi yapmak ister... Ama gerçekte bu bir araç ve amaç sorunu...

* İnsanlardan kopuk yaşamın bir nedeni de, dürüst olmadığını gizlemekti; ya inanılmaz derecede tembel, ya da açıkça mülkiyetçiydi...

* Müzik dostluktan çok daha acil bir gereksinme, daha derin bir doyum duygusuydu...

* Sınırların olduğunu bilmiyordum. Fizikteki sınırları kastediyorum. Her türlü sınırın ve hatan var. Ama fizikte değil. Gerçi ben zamancı değilim. Ama balığı tanımak için yüzmeye, yıldızı bilmek için parlamaya gerek yok...

* Devletçiler hareketi güç olarak kullanarak bastırmaya çalıştılar ve başaramadılar. Düşünceler baskı altına alınarak yok edilemez... Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir...

* İnsanı delirten, gerçeğin dışında yaşamak oluyor. Gerçek dehşet verici. İnsanı öldürebilir. Yeterince zamanı olursa kesinlikle öldürür. Gerçek acıdır- bunu sen söylemiştin. Ama insanı delirten yalanlar, gerçekten kaçışlar... Kendini öldürmek istemene neden olan o kaçışlar...

* Çember dönüp dolaşıp açgözlü yararcılığın en iğrenç şekline dayandı. Odocu idealin merkez öğesi olan karmaşıklık, canlılık, icat etme ve inisiyatif özgürlüğünü, hepsini çöpe attık. Tam olarak barbarlığa döndük. Eğer yeniyse, aman kaçın ondan; eğer yiyemiyorsan at gitsin!..

* Eğer gereksinmem olmayan şeyleri alırsam, gereksinme duyduklarıma hiçbir zaman sıra gelmez...

* Şimdi Shevek’e bu kentteki sefil yılları şu andaki büyük mutluluğunun bir parçasıymış gibi geliyordu- başka türlü düşünmenin bir budalalık olduğunu düşünüyordu- çünkü onu buna yöneltmiş, bunun için hazırlamışlardı. Takver bu tür bulanık neden/sonuç/neden birleşmelerini göremiyordu, ama bir zaman fizikçisi değildi. Zaman gayet safça, uzanıp giden bir yol gibi görünüyordu. İleri doğru yürüyüp bir yerlere varıyordunuz. Eğer şanslıysanız, gidilmeye değecek bir yer oluyordu bu...

Ama Shevek onun eğretilemesini alıp kendi terimleriyle yeniden bir kalıba sokarak, geçmiş ve gelecek, bellek ve istekle şu anın bir parçası yapılmadığı takdirde, insan terimleriyle hiçbir yol, gidecek hiçbir yer olmadığını açıkladığında, Takver Kesinlikle dedi. Benim şu son dört yıldır yaptığımda bu. Hepsi şans değil, bir kısmı yalnızca...

* Göbek bağları hiçbir zaman kesilemeyen ruhlar var, diye düşünüyordu. Hiçbir zaman evrenden kopmuyorlar. Ölümü bir düşman olarak görmüyorlar, çürüyüp humusa dönüşmeyi arıyorlar...

* Geçmiş yıllardaki yanlış başlangıçların ve boşa giden emeklerin aslında altyapı çalışması, temel atma olduğu, karanlıkta atılan ama sağlam temeller olduğu ortaya çıktı...

* Yaratıcı ruh, araçlarını hoyratça kullanır, onları yorar, atar, yeni modelini alır... Takver içinse yedek söz konusu değildi...

* Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen dedi, hep güzelmiş gibi görünür... Gezegenler, yaşamlar. Ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur. Gündem güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın. Uzaklığı ararsın –ara vermeyi... Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu ay gibi görmekten geçiyor. Yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısını bakmaktan geçiyor...

* Yaşamı bütün olarak görmek için tek yapman gereken şey, onu ölümlü olarak görmek...

* Tasarım iyi olursa, değiştirilmesi gerekmiyor...

* Politikacı da, fizikçi de nesnelerin gerçekliğiyle, gerçek güçlerle, dünyanın temel yasalarıyla uğraşır...

* İnsan yapması gerektiği için sanat yapar...

* Sen de mi çok mutlusun?
- Gerçekten de öyleyim.
- İnanmıyorum buna.
- Çünkü ilkelerine uymuyor. Erkeklerin hep kuramları vardır ve her şey onlara uymak zorundadır.
- Hayır kuramlar yüzünden değil, senin mutlu olmadığını gördüğüm için. Huzursuz, doyumsuz ve tehlikeli olduğunu gördüğüm için.
- Tehlikeli mi! Vea neşeyle güldü. Ne kadar harika bir kompliman! Neden tehlikeyim Shevek?
- Neden mi, çünkü erkeklerin gözünde bir nesne, sahip olunan, satın alınan, satılan bir nesne olduğunun farkındasın... Bu yüzden yalnızca sahipleri kandırmayı, intikam almayı-

* Şu eski iki yüzlülük : Yaşam bir kavgadır ve en güçlü olan kazanır. Uygarlığın tek yaptığı güzel sözlerle kanı ve nefreti gizlemek...

* Evrim yasası en güçlünün kazanacağını söyler...

Evet herhangi bir toplumsal türün varlığında da en güçlü olan, en toplumsal olandır. İnsan kavramlarına göre, en ahlaki olan. Bak, Annares’te ne avımız, ne de düşmanımız var. Yalnızca birbirimiz varız. Birbirine zarar vermekle güç kazanılamaz. Yalnızca zayıflık kazanılabilir...

* ‘Şey, zamanın geçtiğini, önümüzden akıp gittiğini düşünürüz; ama ya biz öne doğru, geçmişten geleceğe, sürekli yeniyi keşfederek gidiyorsak? Böyle bir zaman akışı, biraz kitap okumaya benzerdi, anlıyor musunuz?.. Kitap orada, tümüyle, kapağın içinde. Ama öyküyü okumak ve anlamak istiyorsanız, ilk sayfadan başlamalı, sonra ilerlemeli, hep sırayla gitmelisiniz. Böylece evren çok büyük bir kitap, biz de onun çok küçük okuyucuları olurduk.’

Ama gerçek şu ki, evreni bir süreklilik, bir akış olarak algılıyoruz dedi Dearri. Bu durumda, daha yüksek bir düzlemde her şeyin sonsuza dek, aynı anda var olabileceğini gösteren bu kuram ne işe yarar? Siz kuramcılar için eğlencelidir belki, ama gerçek yaşamda hiç pratik kullanımı –gerçek yaşama hiç yararı yoktur. Eğer bir zaman makinesi yapamazsak! Diye ekledi bir tür sert, sahte neşeyle.

Ama evreni yalnızca sürekli olarak algılamıyoruz dedi Shevek. Hiç düş görmez misiniz bay Dearri?.. Bir kerecik olsun birine bay demeyi anımsamış olmaktan gurur duyuyordu.

Ne ilgisi var şimdi bunun...

Görünüşe bakılırsa zamanı yalnızca bilinçli olduğumuzda algılıyoruz. Bir bebek için zaman yoktur; geçmişle arasındaki uzaklığı ölçemez, geçmişin şu anla nasıl bir ilişki içinde olduğunu anlamaz, şu anın geleceğiyle nasıl ilişkili olduğunu planlayamaz. Zamanın geçtiğini bilmez, ölümü anlamaz. Erişkin bilinçsiz aklı da onun gibidir. Düşte zaman yoktur, süreklilik tümüyle değişmiştir, neden ve sonuç birbirine karışır. Mit ve efsanede zaman yoktur. Masal bir zamanlar derken, hangi geçmişten bahseder?.. Böylece gizemci mantığıyla, bilinç altını yeniden birleştirdiğinde her şeyin tek bir varlık olduğunu görür ve sonsuz geri dönüşü anlar.

Evet gizemciler dedi, utangaç adamla şevkle. Tebores, sekizinci bin yılda yazmıştı. Bilinçsiz akıl evrenle aynı mekan ve zamandadır...
.....
..........
..............

Bakın, ardışık bizim doğrusal zaman duygumuzu ve evrim kanıtlarını gayet güzel açıklıyor. Yaratmayı ve ölümlüğü de içeriyor. Ama orada duruyor. Değişken her şeyle ilgileniyor, ama nesnelerin aynı zamanda nasıl kalıcı olduklarını açıklayamıyor. Yalnızca zamanın okundan bahsediyor- ama zamanın çemberinden asla bahsetmiyor...

* Zaman bir doğru olarak ilerlediği kadar döngüseldir...

* Sonsuz yineleme, zaman bir süreçtir. Zamansal olarak görebilmek için bir başka döngüsel veya döngüsel olmayan süreçle karşılaştırılması gerekir...


* Aynı şey hakkında çelişen iki cümle söyleyemezsiniz...

* Varlıksız oluş, anlamsızdır. Oluşsuz varlık çok sıkıcı olur. Eğer akıl zamanı bu iki şekilde de algılayabiliyorsa, gerçek bir zaman bilgisi de zamanın iki özelliği veya süreci arasındaki ilişkinin anlaşılabileceği bir alan sunmalıdır...

* Zaman mekan değildir, çevresinden doşamazsın!..

* Kötü bir araçla iyi bir amaca ulaşabileceğini söylemek, bu makarada bir ipi çekersem öbür makaradaki ağırlığın kalkacağını söylemek gibidir. Bir sözü tutmamak geçmişin gerçekliğini yadsımaktır. Bu yüzden de, gerçek bir gelecek umudunu yadsımak anlamına gelir. Eğer zaman ve us birbirlerinin işleviyse, eğer biz zamanın yaratıklarıysak, bunu bilerek en iyi şekilde yararlanmamız gerekir. Sorumluluk duyarak hareket etmemiz gerekir...

* Biz saflığı değil, karmaşıklığı, neden sonuç ilişkisini, araç ve amacı arıyoruz. Evren modelimiz en az evren kadar tüketilemez olmalı. Yalnızca kalıcılığı değil, yaratmayı, yalnızca varlığı değil, oluşu, yalnızca geometriyi değil, ahlakı da içeren bir karmaşıklık olmalı. Bizim aradığımız yanıt değil, soruyu nasıl soracağımız...

- Hepsi çok iyi ama endüstrinin gereksinmesi olan şey, yanıtlar dedi Dearri...

* Birbirini öldüren ülke adları değil, insanlar...

* İnsanın sorunu hep aynıdır. Sağ kalma. Tür, grup veya birey olarak...


* Eğer zamanın geçmesi insan bilincinin bir özelliğiyse, geçmiş ve gelecek insan aklının işlevleridir. Ardışık öncesi bir filozoftan Keremcho dan bir alıntı...

* Önemli olan kitap –fikirler... Bu doğacak çocuğu bebekken yanımızda tutmak istiyoruz, onu sevmek istiyoruz. Ama herhangi bir nedenle, eğer onu yanımızda tutarsak ölecekse, eğer yalnızca bir yuvada yaşayabilecekse, eğer onu hiç göremeyecek ve adını bilmeyeceksek –seçeneğimiz bu olursa, hangisini seçeriz?.. Ölü doğanı yanımızda tutmayı mı?.. Yoksa hayat vermeyi mi?...

* Verilen bir söz, seçilen bir yöndü, kendi kendine seçenekleri kısıtlama anlamına geliyordu. Odo’nun gösterdiği gibi, eğer hiçbir yön seçilmezse, eğer insan hiçbir yere gitmezse, hiçbir değişme olmaz. İnsanın seçme ve değiştirme özgürlüğü kullanılmamış olur, tıpkı insan hapishanede, içinde hiçbir yolun diğerinden daha iyi olmadığı bir labirentteymiş gibi...

* İnsan zaten meydan okunmaktan hoşlanır, zor durumlarda özgürlüğü arar...

* Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk, yapılması gerekeni yapma iradesi ve bunu yaparken coşku duyma yeteneğiyle büyüyecektir...

* Yeterince, hatta kıtı kıtına yetecek kadar yiyecek olduğu zaman paylaşmak kolaydı. Ya olmadığı zaman?.. O zaman güç devreye giriyordu, güçlü olan haklı oluyordu; güç, onun aygıtı şiddet ve en büyük müttefiki, görmezden gelen söz...

* Varlık kendini haklı çıkarır, gereksinme haklıdır...

* Yalnızca haklı olduğundan emin olmak, haklı olmayı gerektirmez...

* Ne kadar örgütlü olursa, organizma o kadar merkezi olur. Buradaki merkezcilik gerçek işlev alanını gösterir. Tomar’ın tanımları. Zaman fiziği insan aklının alabileceği her şeyi düzenlemekle uğraştığı için tanım olarak merkezi işlevi olan bir etkinlik...

* Birey devletle pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz. Üstelik parayı da kendisi basar...

* İnsanın yaşamı boyunca beklediği bir şeyin gerçekleşmesi de gariptir, fazlasıyla garip...

* O an geçmişti; gittiğini gördü. Ona tutunmaya çalışmadı. Onu kendinin bir parçası değil, kendisinin o anın bir parçası olduğunu biliyordu. Onun elindeydi...

* Düşünen bir adamın işi, bir gerçekliği bir diğeri adına reddetmek değil, onu içermek ve birleştirmekti...

* Ülke tehlikede olduğunda buradaki insanların ruhunun çelik gibi olduğunu görürsün. Nio ve maden kentlerindeki birkaç düzen bozucu, iki savaş arasında biraz gürültü çıkarır, ama bayrak tehlikeye girince insanların safları nasıl sıklaştırdıklarını görmek gerçekten çok etkileyicidir...

* Alıştı mı kaçırmaz insan...

* Yöntemlerini beğeniyorsan onlara katıl. Adalet güç kullanarak elde edilemez...

* Bizi bir araya getiren şey acı çekmemiz... Sevgi değil. Sevgi akla boyun eğmez, zorlandığında da nefrete dönüşür... Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil. Biz kardeşiz. Paylaştığımız şeyler de kardeşiz. Hepimizin tek başına çekmek zorunda olduğu acıda, açlıkta yoksullukta, umutta biliyoruz kardeşliğimizi. Biliyoruz çünkü onu öğrenmek zorunda kaldık. Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak, hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz... Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz... Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir...

* Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız... Devrim olabilirsiniz ancak... Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir...

* Kapıları açık tutamıyorsunuz. Hiçbir zaman özgür olamayacaksınız...

* Bir kadın, bir erkek tarafından kafasının bu kadar karıştırılmasına razı olmaz, ama belki de blöf yapıyordur... Her neyse zevki de bu zaten. Bilmeceler, blöfler ve geriye kalanlar... Çeşitlilik... Çeşitlilik yalnızca dolaşmakla elde edilmez...

* İnsanı canlı tutan bir yerden, ötekine dolaşmak değil, zamanı kendi yanına çekmek. Zamanla birlikte çalışmak, zamana karşı değil...

* Bir insan kendini bütün diğerlerine karşı yapayalnız hissederse, kolaylıkla korkabilir...

* Bir bilim adamı eserinin kendisi olmadığını, yalnızca kişisellikten uzak gerçek olduğunu öne sürebilir. Bir sanatçı gerçeğin arkasına gizlenemez. Hiçbir yere gizlenemez...

* Duvarları yapanlar kendi tutsakları oluyorlar...

* Devlet mitosunun ortadan kalkmasıyla toplum ve bireyin gerçek karşılıklılığı ve alışverişi ortaya çıkmıştı. Bireyden fedakarlık istenebilirdi, ama hiçbir zaman uzlaşma istenemezdi. Çünkü, güvenlik ve dengeyi yalnızca toplum sağlayabildiği halde ahlaki seçimin gücüne yalnızca birey sahipti- değiştirme gücüne, yaşam işlevine... Odocu bir toplum kalıcı bir devrim olarak tasarlanmıştı, devrim ise düşünen bir akılda başlar...

* Süreç vardı, süreç her şeydi. Umut verici bir yönde yola çıkabilir ya da yanlış yöne gidebilirdiniz, ama herhangi bir yerde herhangi bir zaman durabileceğiniz beklentisiyle yola çıkmazdınız... Böyle bakılınca bütün sorumluluklar, bütün bağlanmalar varlık kazanıp kalıcı oluyordu...

* Acıdan kaçarsanız, coşku şansınızı da yitirirsiniz... Zevk alabilirsiniz, hatta
zevkin her türlü çeşidini alabilirsiniz, ama doyamazsınız... Eve dönmenin ne olduğunu bilemezsiniz...

* Doyum diye düşündü Shevek, zamanın bir işlevidir. Zevk arayışı döngüseldir, yinelenir, zaman dışıdır... İzleyicinin, heyecan arayanın, rasgele cinsel ilişkide bulunanın çeşitlilik arayışı hep aynı yerde son bulur... Bir sonu vardır. Sona erer ve yeniden başlamak zorunda kalır. Bir yolculuk ve dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır bir hapishanedir. Kilitli odanın dışında zamanın manzarası vardır, şansın ve cesaretin yardımıyla ruh, bu manzara içine sadakatın kırılgan, geçici, umulmayan yollarını ve kentlerini kurabilir. İnsanların mekan tutabileceği bir manzaradır bu....

Bir eylem ancak geçmişin ve geleceğin manzarasında gerçekleştirildiği zaman insan eylemi olur... Geçmiş ve geleceğin sürekliliğini öneren, zamanı bir bütün haline getiren bağlılık, insan gücünün köküdür, onsuz yapılacak hiçbir şey iyi olamaz...

* İnsanlar büyük uzaklıkları aşamazlar, ama fikirleri aşabilirler...

* Gerçek eninde sonunda, çoğunlukla yalnızca ortak iyiliğe hizmet etmekte ısrar eder dedi Keng.

* Biliyorsunuz ölü anarşistler şehit olur, yüzyıllar boyu yaşarlar. Ama ortadan kaybolanlar unutulur...

* Düşman sizi coşkuyla bağrına basar, kendi yurttaşlarınız da sizi acıyla reddederse gerçekten de hain olup olmadığınızı merak etmemek elde değildi...

* Hiç kimse cezayı kazanmaz, ödülü de. Aklınızı hak etmek, kazanmak gibi fikirlerden arındırın, ancak o zaman düşünebileceksiniz...

* Eğer hepimiz aynı fikirde olursak, hepimiz birlikte çalışırsak bir makineden farkımız yok demektir. Eğer bir birey arkadaşlarıyla dayanışma içerisinde çalışamıyorsa onun görevi yalnız çalışmaktır. Görevi ve hakkıdır bu. İnsanları bu haktan mahrum ediyoruz. Başkalarıyla çalışmak gerektiğini, çoğunluğun yönetimini kabul etmek gerektiğini gitgide daha sık söylemeye başladık. Ama bir yönetim, nasıl olursa olsun tiranlık anlamına gelir... Bireyin yönetimi hiçbir yönetimi kabul etmemek, kendi eylemlerinin başlatıcısı olmak, sorumlu olmaktır. Ancak böyle yaparsa toplum yaşar, değişir, uyum gösterir ve sağ kalabilir. Yasalar üstüne kurulmuş bir devletin tebası değiliz, devrimlerle oluşturulmuş bir toplumun üyeleriyiz. Devrim zorunluluğumuzdur. Devrim bizim evrim umudumuzdur. Devrim ya bireyin ruhundadır, ya da hiçbir yerde değildir. Ya herkes için ya da hiçbir şey içindir. Eğer herhangi bir şekilde sonu var gibi görünüyorsa, gerçek anlamda hiç başlamayacaktır. Burada duramayız. Devam etmeliyiz. Tehlikelere katlanmalıyız...

* Yok edemezsen, evcilleştir...

* Duvarların arkasında başka duvarlar var...

* Zayıflatmak için böl...

* Eğer yola çıkarsan, her zaman gittiğin yere ulaşıyorsun. Her zaman da geri dönüyorsun...

* Herhangi bir güneşin altında yeni bir şey olmadığını söylerler... Ama her yaşam, başlı başına her yaşam yeni değilse, neden doğuyoruz?..

* Farklı güneşlerin ışıkları farklıdır ama tek bir karanlık vardır...

* Gerçek yolculuk geri dönüştür...

Share/Save/Bookmark

Tünel...

Hızın bir önemi yoktur çünkü,nereye giderseniz gidin, manzara değişmeyecektir...


Açlıktan ölen bir insanın her koşulu kabul edip gereksinimlerini giderdikten sonra olumsuzluklardan ve sorunlardan söz etmeye başlaması gibi. Son yıllarda toplama kamplarından kaçan bazı göçmenlerin yaşamak için her şeyi kabul ettiklerini ve en aşağılık işleri hiç yakınmadan yaptıklarını görmüştüm; ama insanların memnun yaşaması için işkence ve ölümden kurtulmuş olmaları yetmiyordu : Kendilerini bir parça güvende duymaya başlar başlamaz, tıpkı bir şeyden korkup kaçmış hayvanlarda olduğu gibi tümüyle yok olmuş görünen kibir, gurur, övünme huyları; üstelik eşi benzeri görülmemiş bir terbiyesizlik ve küstahlıkla yeniden kendini göstermeye başlıyordu, sanki o kadar alçaldıklarına pişman oluyorlardı. Bu gibi durumlarda nankörlüğün ve değer bilmezliğin eşlik etmesi de kaçınılmaz oluyordu tabii...

Satır Arası Cümleler ve Pasajlar...

* Her şeye rağmen tek bir tünel vardı, karanlık ve yalnız : benimki...

* İnsanların neyi, neden anımsayıp anımsamaması gerektiğini şeytanın bile bildiğinden kuşkuluyum ya, bana kalırsa ‘toplumsal bellek’ falan diye bir zırvalık da yok zaten, insan türünün geliştirdiği diğer bir savunma mekanizmasından başka bir şey değildir bu ‘toplumsal bellek’ kavramı. Geçmiş daha güzeldi tümcesiyle, geçmişte şimdiye oranla daha az kötü şey olduğu anlamına gelmiyor, yalnızca insanlar geçmişin kötülüklerini unutuyorlar, hepsi bu...

* Dünyanın korkunç bir yer olduğunu göstermek için fazla kanıta gerek yok, yalnızca şunu dinleyin yeter : Bir toplama kampında açlıktan yakınan eski bir piyanisti fare yemeğe zorlamışlar, hem de canlı canlı...

* Bazı insanlar dar görüşlü, kirli ve iki yüzlü olduklarının ayırdına varana dek kendilerini özel sanabilirler... Kibir hakkında diyeceğim bir şey yok. Kimsenin insanoğlunun gelişiminin bu önemli tetikleyicisinden yoksun olduğunu sanmıyorum. Einstein ve onun gibilerin alçakgönüllülüğüne sahip bayların tümü beni yalnızca güldürüyor; hani derler ya, ünlü olunca alçakgönüllü olmak da kolaydır, ben, alçakgönüllü görünmek kolaydır demek istiyorum. Böyle bir şey olmadığı sanılsa da, kibar yüzünü bize göstermekte gecikmez alçakgönüllülüğün kibri. Biliyor musunuz ortalık böylelerinden geçilmez aslında. İster gerçek ister İsa gibi simgesel bir kişilik olsun herkes kibirlidir, en azından yüksekten bakarak konuşur...

* Kibir en beklenmedik yerlerde, örneğin iyiliğin,özverinin, cömertliğin yanı sıra karşımıza çıkabilir...

* İnsan zamanla ölümün katlanabilir hatta rahatlatıcı olduğunu öğrenir...

* Yaşamda davranışların nedenlerini soruşturma saplantısına ne gerek var ki?..

* Meraklı insanlar açıklamaların peşine düşerler...

* Gerçek sandığınızdan daha basit : Artık ünlü olmadığıma göre bu sayfaları pek çok kişi okuyacaktır, diye düşünüyorum; her ne kadar genel anlamda insanlıktan, özel olarak bu sayfaların okurlarından fazla bir beklentim olmasa da, beni anlayan biri çıkarsa diye duyduğum o zayıf umut kanımı kaynatıyor... Bir tek kişi bile olsa...

Şimdi eğer o kadar çok kişi okuyacaksa umudun niye bu denli zayıf?.. diye sorabilirsiniz. İşte bu tür sorular tam da ‘dam üstünde saksağan vur beline kazmayı’ türünden gereksiz sorulardır, ne yazık ki insanlar durmadan gereksiz, en yüzeysel araştırmanın bile ne kadar anlamsız olduklarını göstereceği soruları sormadan edemezler. Bu konu hakkında binlerce insanın önünde, yorgunluktan tükenene kadar avaz avaz bağırarak konuşabilirim, yine de hiç kimse beni anlamaz. Ne demek istediğimi anlatabildim mi?..

* Beni anlama olasılığı olan tek kişi vardı aslında. Ne yazık ki onu öldürdüm...

* Daha önce sergilenmiş olan bir sürü tabloya benzeyen ve eleştirmenlerin tahammül edilemez üsluplarıyla, sağlam, iyi inşa edilmiş olduğunu söyledikleri türden bir tablo. Bu şarlatanlar benim çalışmalarımda her zaman -entelektüel derinliği olan bir şey- bulmayı başarıyorlar; bense yalnızca yukarıda, solda açık duran bir pencerecikten küçük ve bulanık bir manzara görüyorum: Issız bir kumsal ve denize bakan bir kadın. Kadın denizden bir şey, belki bir soluk ve uzak bir çağrı bekliyor, bana kalırsa bu manzarada kesif ve sıkıntılı bir yalnızlık var...

* Kimse bu sahneye dikkat etmiyor, sanki süsleme amaçlı ikincil bir çalışmaymış gibi bakışlarını üzerinden geçiriveriyorlar. Yalnızca tek bir kişi dışında kimse aslolanın bu sahne olduğunun ayırdına varmıyor…

* Deneyimlerimle biliyorum ki benim için açık ve doğal olan pek çok şey benzerlerim için öyle değil. Bundan o kadar çok ağzım yandı ki, artık herhangi bir davranışımı açıklamaya ya da doğrulamaya kalktığımda bocalıyor, genellikle içime kapanarak ağzımı bile açmıyorum...

* İnsanlar birbirlerini tekrarlar, aynı üslubu kullanırlar, diğerlerinden üstün olduklarını inanırlar...

* Bir şeyden nefret etmek için nedenlerinizin çokluğu onu tanımanızla doğru orantılıdır...

* Toplumda yatay katmanlar vardır, benzer zevklere sahip insanların oluşturduğu katmanlardan söz ediyorum ve bu katmanlarda rastlantısal karşılaşmalar hiç de az değildir, hele bir de katmanlaşmanın nedeni az bulunan bir özellikse...

* Eğer insan sakin bir ortamdaysa ve bol zamanı varsa karşısındakini sarsmadan bir tür bir bağ kurması zor olmazdı tabii ki...

* Profilden bana hiçbir şey hatırlatmıyordu. Yüzünün sevimli olmasına karşı sert bir şey gizliyordu. Uzun kestane rengi saçları vardı. Yirmi altı yaşından daha büyük göstermemesine karşın onda yaşını aşan bir şey vardı; çok şey yaşamış insanlara özgü o tipik hava... Beyaz saçlar, kırışıklıklar ya da benzer bedensel şeyler değil, tam tersine belirsiz ve kesinlikle ruhsal bir şeydi bu havanın nedeni; belki bakışı; bir insanın bakışının fiziksel bir şey olduğunu iddia edebilir miyiz?..

* Kafamın içi karanlık bir labirent gibi... Zaman zaman bazı koridorları aydınlatan şimşekler çakıyor... Bazı şeyleri neden yaptığımı hiç bilemiyorum...

* Açıklamayı beceremediğimi sanmayın diye haykırdım... Tam tersine her zaman mantıklı açıklamayı bulurum ama, siz karşısında durumunun matematiksel değerlerini izleyen ve şaşmaz bir kararlıkla rotasında seyreden bir kaptan olduğunu mu sanıyorsunuz?.. Ama kaptan o rotada gitmesinin nedenini bilmez ki?..

* Milyonlarca yıldır hiçliğe doğru koşan minyatür bir gezegende, acılar içine doğuyoruz, büyüyoruz, dövüşüyoruz, hastalanıyoruz, acı çekiyoruz, acı çektiriyoruz, bağırıyoruz, ölüyoruz, öldürüyoruz, ölüyorlar ve aynı anlamsız komediyi baştan oynamak için başkaları doğuyor...

Gerçekten böyle miydi?.. Bu anlam yoksunluğu üzerine düşünmeye başladım. Tüm yaşamımız kayıtsız gök cisimlerinden oluşmuş bir çölde attığımız ortak çığlıklardan mı oluşuyordu?..

* İnsanlar kapım kapalı olduğu zaman beni rahatsız etmemeleri gerektiğini bilir...

* Belirsizlik her zaman beni tedirgin eder...

* Ayrıntılara gereksinmem vardı, beni genellemeler değil, ayrıntılar heyecanlandırır...

* Çölün ortasında kalakalmış ama hızla yer değiştirmek isteyen biri gibi anlatabildim mi?.. Hızın bir önemi yoktur çünkü, nereye giderseniz gidin, manzara değişmeyecektir...

* Arkadaşlarım olduğu zamanlarda pek çok kez kulağımı tersten göstermekle suçlanmışımdır... Kendi kendime, gerçeğin neden basit olması gerektiğini soruyorum. Benim kişisel deneyimlerim pek çok kez gerçeğin sanılanın tam tersine hiç de basit olmadığını kanıtladı, eğer bir şey açık seçik görülebiliyorsa ve basit bir nedeni varmış gibi gözüküyorsa inanın bana altında çok daha karmaşık nedenler yatıyordur...

* Deniz, sahil ve yürüdüğüm yollar bana geçmiş zamanları anımsatıyor. Yalnızca imgelerle değil, seslerle, çığlıklarla ve geçmiş zamanların uzun sessizlikleriyle... Çok ilginç ama yaşamak gelecekte anılar inşa etmekten başka bir şey değil; ben burada denizi seyrederken, bana karamsarlık ve umutsuzluk getirecek olan anıların inceden inceye tasarlandığını biliyorum...

Deniz her yerde, sürekli ve öfkeli. Benim çağrılarımsa boşuna, inatla denize bakarak ıssız bir sahilde beklemem boşuna. Merak ediyorum, o resmi benim bu anımı tahmin ederek mi yaptın yoksa pek çok insanın anısını mı çizdin, tıpkı sen ve ben gibi?..

Şimdi seni görüyorum. Denizle aramdasın. Bakışlarını görüyorum, sakin ve avuntusuzsun, bana yardım isteyerek bakıyorsun...

* İntihar etmek yok olmanın en kolay yöntemiydi... Bir an bu saçma dünyanın gökdelenleriyle, tanklarıyla, hapishaneleriyle, bir kurgudan başka bir şey olmadığını; kötü bir kabusun gökdelenleri, tankları ve hapishanelerinden daha fazla bir gerçekliği olmadığını düşündüm.

Bu mantık yürütmenin çerçevesinden bakınca yaşamın kendisi uzun bir kabusa indirgeniyordu. Bu kabustan kurtulmanın tek çaresi ölümdü, ölüm bir tür uyanıştı... Ama neye uyanmak?.. İşte bu kesin ve sonsuz bir hiçe uyanmanın çözümsüzlüğüydü beni intihar etmekten alıkoyan... Her şeye rağmen insanın var olana bir tutunmuşluğu vardı. İnsan kusurlarını, çirkinliğinden kaynaklanan acılarını, kendi arzusuyla kendini yok etmeye yeğliyordu. Ayrıca, bizi intiharın eşiğine getiren umutsuzluğun sınırına geldiğimizde, bizi bu sınıra getiren tüm kötülüklerin bir muhasebesini yapıyoruz ve bu kötülükler ne denli katlanılmaz olurlarsa olsunlar iyi bir şey, çok küçücük ama iyi bir şey kötülüklere orantısız bir değere sahip bir biçimde ortaya çıkıyor ve korkunç bir uçurumdan düşmek üzere olan birinin önüne gelen her dala tutunması gibi bu küçücük iyiliğe sarılıyoruz...

* Özgün olmak bir yerde diğerlerin sıradanlığını vurgulamaktır...

* Kuralların mantıkla uyumlu olması gerekir...

* İnsan doğasında Brahms’ın soneleriyle bir lağım arasında gizli ve kasvetli geçitler olması ne kadar üzücü...

* Ne olursa olsun bir tünel vardı, karanlık ve yalnız, benimki...

Ernesto Sabato...

Share/Save/Bookmark

Yüzyıllık Yalnızlık...

İnsanın en iyi dostu, ölmüş olan dostudur...


Satır Arası Cümleler...

* Eşyanın da canı var diye ilan etti, bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte...

* İnsanın oturduğu toprağının altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir...

* Seni ömrüm boyunca ölü olarak yanımda taşımaktansa, diri diri gezdirmeyi yeğlediğim için böyle yapıyorum...

* İki tarafın önceden anlaştıkları kurallara uygun oynamanın bir anlamı olmadığını söyleyerek bu çağrıya yanaşmadı...

* Etkili olan tek şiddet eylemdir...

* Adamın şansı doğuştan açık olmadı mı, bir daha da olmaz...

* Hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşma...

* İnsanın en iyi dostu, ölmüş olan dostudur...

* İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür...

* Bir dakikalık uzlaşma, ömür boyu arkadaşlıktan daha değerlidir...

* Alışkanlıklardan kopmak için, felaketleri bahane etmeyi yersiz buluyordu...

* Zaman geçip gidiyor, ama çabuk da geçmiyor... Bunları söyler söylemez, Albay Aureliano Buendia’nın idam hücresindeki sözlerini tekrarlamış olduğunu fark etti ve dediği gibi, zamanın geçip gitmediğini, bir çember içinde dönüp durduğunu kanıtlayan bu anı karşısında ürpermekten kendini alamadı...

* Unutkanlık, insanların ağırlığına taban tabana zıt bir hızla ağır bastıkça anılar unutulup gidiyordu...

* İnsanlar birinci mevkide giderken, edebiyat yük katarına atılıyorsa, dünyanın anası bellenmiş demektir...

* Arkadaş dediğin, bir alay hergeleden başka bir şey değildir...

* Yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların, yeryüzünde ikinci deney fırsatları olmaz...

***

Yüz yıllık yalnızlıkla lanetlenmiş geniş bir soyun kalabalıklar içerisindeki yalnızlığı ve kaçınılmaz sonu… Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yanızlık’ını bu şekilde tanımlamak yanlış olmaz sanırım. Marquez’in Güney Amerika’nın küçük bir kasabasında geçen çocukluğunun düşsel bir yansıması olan roman, yazar tarafından on beş yıllık bir ön çalışma ile kaleme alındıktan iki yıl sonra; 1967’de yayımlanmış ve edebiyat dünyasında önemli izler bırakmıştır.

Yazar Hakkında...

Marquez 1928 yılında Kolombiya’nın Aracataca adlı bir nehir kasabasında hayata gözlerini açmış, büyükannesi ve teyzeleri tarafından büyütülmüştür. Kendisine sürekli hayalet temalı fantastik öyküler anlatan büyükannesinin; eserlerindeki anlatımına çok büyük katkısı olduğunu söyleyen yazar, 1946’da gönülsüz olarak hukuk eğitimi almaya başlamıştır. Ne var ki yürekten gelmeden yapılan hiçbir işin fayda getirmeyeceğini düşünen her sanat adamı gibi eğitimini yarıda bırakmış ve 1950 yılında gazeteciliğe atılmış, fakat edebiyatla uğraşmaktan da kendisini alamamıştır. Gazetecilik yıllarında öykü ve senaryolar kaleme alan Garcia Marquez en başarılı çıkışını tam da bu dönemde Yüzyıllık Yalnızlık’la yakalamıştır.

William Faulkner, Juan Rulfo, Sofokles, Dostoyevski gibi isimlerden etkilenen Marquez’i kuşkusuz en çok etkisi altına alan isim Dönüşüm adlı uzun öyküsüyle Franz Kafka olmuştur. Genç bir öğrenciyken Dönüşüm’ü okuduğu anda edebiyat kavramının aslında o ana dek bilmediği farklı bir şey olduğunu fark etmiştir. Bu fark edişi, daha önce hiç kimsenin bir edebî metin kahramanını böceğe dönüştürmediğini, eğer böyle de yazılabiliyor olduğunu bilse çok önceden yazmaya başlayacağını vurgulayarak dile getirmiştir.

Hiç kuşkusuz ünlü isimlerin dışında yazarı özellikle bu romanı yazarken etkileyen bir isim daha vardı, büyükannesi. Büyülü gerçekçilik akımını bizlere yansıtırken büyükannesinin fantastik masallarından da etkilenmiş oldan yazar Yüzyıllık Yalnızlık romanının arka kapağında u etkiyi kendi kelimeleriyle de okuyucuya anlatmıştır: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.”

1982 yılında ise yazar, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak kendisini ispatlamıştır. Doğduğu ülkede çok büyük bir hayran kitlesine sahip olan Marquez’in yetmişinci yaş gününe denk gelen 1997 yılı doğduğu ülkede medya tarafından “Gabriel Marquez Yılı” olarak nitelendirilmiştir. Seksenince yaş günü ise 2007 yılında seksen pare top atışı ile kutlanırken, İspanya’da Başkan Yardımcısı’nın başlattığı ve ünlü isimlerden oluşan seksen kişinin rol aldığı yirmi saatlik bir okuma maratonunda Yüzyıllık Yalnızlık elden ele dolaşarak okunmuş ve yazar bu şekilde onurlandırılmıştır.

Kitap Hakkında...

“Gerçek ile fantastik olanı bir arada aynı inandırıcılıkla kaynaştırmakla yetinmeyip, bir de anlatılanların tümünü doğal hayatın izdüşümleri gibi yansıtan tuhaf, yadırgatıcı kurmaca biçimi, başlangıçta inanılır gibi gelmemişti.” Kitabı bu denli önemli kılıp tanıtan en önemli özelliği, eleştirmen-yazar Semih Gümüş’ün de değindiği bu etkileyici noktası olsa gerek. Fakat yine de şüphesiz bir anı doğallığında, bir tarih gerçekçiliğinde okuduğunuz sade dille yazılmış bir romanın sayfalarında domuz kuyruklu çocuklar, sokaklarda başıboş dolanırken görülebilen ruhlar, sıcak buzlar gibi “saçma” öğeler birdenbire bir duvar gibi karşınıza çıktığında “büyülü gerçekçilik” terimiyle ne anlatılmak istendiğini daha iyi anlıyorsunuz.

Yer kavramı; gerçek hayatta bir nehir kasabası olan Aracataca’nın düşsel dünyaya yansıtılmış halinde, “Macondo Kasabası”nda, romana geçirilmiştir. Fakat romanda tam bir zaman kavramı yakalamak oldukça zordur. Sonraları devlet, iktidar, liberalizm ve muhafazakârlık çatışmaları gibi güncel kavramlara rastlanır olsa da eserin başında yazar zaman kavramını çok daha eskilere dayandırıyor gibidir: “Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.” Ne var ki eserde bozulan akış sırasını takip etmek de okuyucuyu zamanın labirenti arasında kaybolma noktasına kadar sürüklemektedir. Üçüncü kişi ağzından anlatılan eser, olaylara dışarıdan bakabilme imkânı sunarken zaman zaman okuyucuyu kahramanların gözünden bakabilme yetisine ulaştıracak kadar da içerisine çekebilmektedir.

Yazarın diğer önemli eserlerine; kendisiyle özdeşleştirdiği Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), onur uğruna işlenen bir cinayeti ele alan Kırmızı Pazartesi (1981), aşkta bağlılık konusunu işleyen Kolera Günlerinde Aşk (1985) gibi romanları; sevilmeyen bir doktorun ölümünü farklı kişilerin gözlerinden resmeden Yaprak Fırtınası (1955) gibi öyküleri; Anlatmak İçin Yaşamak (2002) adlı anısı da örnek gösterilebilir.

Kitabın Konusu ve Özet...

Yakın akraba evliliği yüzünden ancak yüz yıl sonra soylarının tükenmesiyle bitecek olan yüzyıllık yalnızlıkla lanetlenmiş bir soyun Macondo adlı düşsel bir nehir kasabasındaki içsel yalnızlığı konu alınmıştır.

Aslen José Arcadio Buendia – Ursula Iguarán çifti, oğulları José Arcadio Buendia – Aureliano Buendia(Albay), ve kızları Amaranta Buendia olmak üzere beş kişilik bir aile konu alınmakta fakat sonra çok geniş bir kitleye yayılan soylarının yüz yıllık ömrü eserin ana temasını oluşturmaktadır. Öldürdükleri bir adamın ruhunun verdiği rahatsızlıktan ve iç huzursuzluktan kaçan; yakın akraba evliliğiyle domuz kuyruklu bir çocuğun doğması vasıtasıyla lanetlenmiş bir soydan gelen José Arcadio Buendia ve Ursula Iguarán çifti, dağları aşarak bir nehir kıyısına yerleşir ve “Macondo” ismini verdikleri bir kasaba kurarlar. Macondo Kasabası’nın yüz yıllık soylarının yalnızlık lanetine bir ömür ev sahipliği yapacağı o zamanlar hiç akıllarında yoktur. Her yıl bir çingene obasını ağırlamaya da başlayan kasabanın dış dünyayla olan tek bağlantısı bu çingeneler ve onların her yıl bir mucize gibi tanıttıkları icatlardır. José Arcadio Buendia’nın icatları takıntı haline getirip bir gün aklını tamamen yitirmesine ve bağlandığı acın altında yalnız başına ölmesine kadar sürükleyen ilham kaynağı da bu “mucize” aletlerdir. Ailenin kurucusu rolündeki Ursula ise çevresinde olup biten saçma veya sapkın her türlü olaya mantığıyla el koyabilen tek kişidir. Melquiades ise ne kadar önemli bir rolü olduğu ancak kitabın son sayfalarında tam anlamıyla ortaya çıkan ve aileyi tarihini yazacak kadar iyi tanıyan bir çingenedir. Belki yalnızlıktan tek kaçışları olarak gördükleri çingenelerin büyüsüne sonradan kendilerini kaptırıp soylarının yüksek rakamlı bir kitleye sahip olmasına yol açan ailenin gençleri üzerinde bu obanın çok önemli bir rolü olduğunu söylemek elbette yanlış olmayacaktır. Ne var ki ne kadar çoğalırlarsa çoğalsınlar Buendia soyu bir kere lanetlenmiştir ve bu çoğalma dürtüsü yüz yıllık bir laneti ortadan kaldırmaya yetmeyecek; ölüm elbet yalnız bir anında Buendiaların nefesinin önünde bitiverecektir. Hayatları boyunca yeniliklerle, iktidar çatışmalarıyla, takıntılarla ve gerçeküstü hastalıklarla savaşan Buendia ailesinde lanet gerçeği hep bir “korkulan sınır” niteliğini almıştır.

Din kavramınınsa çok da ön planda bulunmadığı bu eserde lanet kavramı o kadar ön plandadır ki; kaçarken, aslında onun gerçekleşmesine bizzat yol açtıkları düşünülürse dindeki “kader” kavramının yerine “lanet” kavramını atadıkları söylenebilir. Hayatları boyunca bu lanet korkusundan kaçıp saklanmaya çalışan Buendia ailesi her şeye rağmen bir şekilde pes etmiş, gerek kendilerini yalnızlıklarına kapattıkları bir odada, gerek yalnız yaşayan bir ağacın gölgesi altında; kimsesiz bir şekilde hayata gözlerini yumarak lanetlerine boyun eğmişler; ya da onu bizzat gerçekleştirmişlerdir.

Üç Kahraman...

Kitabın ana konusunu oluşturan Albay Aureliano Buendia, dönemin liberalizm ve muhafazakârlık görüşleri ve iktidar kavgaları arasında kendisini sürekli bir gelgit içerisinde bulmuştur. Sonunda liberalizmi benimseyerek katıldığı savaşların otuz ikisini de kaybeden Albay, sinirle sarf ettiği tehditler yüzünden on yedi farklı eşten olan on yedi oğlunun on yedisinin de kurşuna dizildikleri haberiyle çareyi yalnız bir ölümde bulmuştur. Onu ölüme iten sebeplerden savaşları kaybetmesini millî bilinçle değil, sırf şahsî onuru adına katılmış olmasının bir sonucu olarak düşünmesi ve bunun suçluluğundan kendisini alamaması da hesaba katılırsa; iç huzurdan yoksunluğun yol açtığı bir “yalnız ölüm” olduğundan söz edilebilir.

Romanın en güçlü kahramanı olan Ursula, evin annesi, din kavramından oldukça uzak olan diğer kahramanların yanında; dindar, güçlü, azimli, mantıklı, özverili ve her şeyden önce bütün ailenin kurucusu rolündedir. Öyle ki yalnızlık lanetine en çok direnen de kendisidir. Yaşlılık gözlerini kör ettiğinde dahi bunu kimseye belli etmeden bir süre direnebilmiş, daha sonra o da yalnız bir şekilde ölü bulunmuş ve Marquez bu durumu “yaşlılığın aşılmaz yalnızlığı” olarak nitelendirmiştir.

Son olarak kasabaya gelip giden Melquiades, ailenin yüz yıllık geçmişine oldukça önemli katkıları olan, sihirli güçlere sahip bir çingenedir. Roman, aslında Melquiades’in ayrıntılarıyla kaleme aldığı Buendia ailesinin hayatının, soyun son ferdi tarafından okunmakta olduğu el yazmalarından başka bir şey değildir. Soyun hayatta kalan son ferdi, kardeşi olduğunu sandığı eşinin aslında teyzesi olduğunu da el yazmalarından öğrenmiştir ki bu da karışık (lanetli) soy ilişkilerinin açık bir göstergesidir. Ne var ki yüz yıllık lanetin bu son üyesinin sonu da çingenenin el yazmalarında yazmaktadır. Bir taraftan kendi sonunu okurken bir taraftan da okuduklarını saniyesi saniyesine yaşayan son üye; yüzyıllık yalnızlık lanetini, yalnız ölerek noktalamaktadır.

Kitabın İletisi...

‘Kalabalıklar içerisinde yalnız kalmak’ durumunu, ‘yalnız ölüm’ gibi oldukça ürkütücü bir tasvirle okuyucuya sunan Marquez, bunun sebebi olarak da ‘iç huzurdan yoksun olma’nın her örneğinde altını çizmiştir. Ne kadar kalabalık bir toplum içerisinde yaşıyor olursak olalım, ne kadar geniş bir çevremiz olursa olsun, iç huzurumuz yoksa yalnızlık denilen “lanet” en yalnız anımızda bizi yakalayıp kaçınılmaz sonla buluşturabilir.

Chailaccs.forumup.org adresinden alıntıdır...

***

Gabriel Garcia Marquez

Share/Save/Bookmark

Şeytan'ın Fısıldadıkları...

Ve insanların hayat felsefeleri çoğu zaman attıkları zarların isminden başka bir şey değildir...



* İçgüdülerimiz olmasa kimse kötü, çıkarlarımız olmasa kimse iyi olamazdı diye fısıldadı Şeytan... Ve ekledi : Üstelik iyiler can sıkarlar...

* Üstelik dünyada kötüler ve iyiler de yoktur. Dürüstler ve yalancılar vardır... Ve dürüst bir kötü; iyiye, sahte bir iyiden çok daha yakındır... Ben istedim, ben yaptım... Kimseyi suçlamıyorum, bedelini ödüyorum diyen adam her ne yaptı ise iyi yapmıştır...

* Bize yapılan iyiliklerin bedeli nankörlüğümüzdür. Nankörlük, iyilik yapanın bir de üstüne bunun keyfine sürmesine engel olur. Kaç baba, kaç sevgili, kaç eş yaşamıştır bunu? Nankörlük kötülükten gelmez... Çok yüksek bir adalet ve hak içgüdüsünden gelir... Çünkü minnet esaretin en kötüsüdür...

* İş dünyasında doğruyu söylemek aptallıktır, siyasette suç, sosyetede ise terbiyesizliktir...

* Nefrete sevgiden daha çok güvenirim dedi Şeytan... Çünkü nefretin sahtesi olmaz...

* Sevginin karşıtı nefret diyorlar... Hayır sevginin karşıtı nefret değil değildir. Yalandır...

* Yalan her zaman edepli ve ince bir zekayı gerektirir... Gerçekler ise kaba ve küstah bir vücudu...

* Gerçek... Lügatımızdaki o en açık saçık, en utanmaz, en arsız, en hayasız ve en müstehcen kelime... Çünkü gerçek, vallahi her zaman bir skandaldır...

* Küçük her zaman daha büyüğünü gizlemek için itiraf edilir...

* Gerçek, yalanların arasından sezilebilir gibi olan...

* Yalan, gerçeğin boş bulunup ortaya çıkarak Ben gerçeğim diye bağırması...

* Samimi insanlar can sıkarlar... Neden mi?.. Oyun oynamasını bilmezler... Bu yüzden samimi kadınlar yalnız kalırlar, çünkü onlarla fikir alışverişi yapılır ancak. Kırıştırılmaz...

* Dostlarımız hakkında yargılarımızın çok azı iyidir... Onlar da iyi olmazlardı, çıkarlarımız olmasa...

* Siyasette ve iş dünyasında bir sahtekar bir dürüstle karşılaştığı zaman çok şaşırır, çünkü o herkesi kendi gibi bilir. Sosyetede ise bir narsist başka bir narsist ile karşılaştığı zaman çok şaşırır, çünkü o kendini herkesten başka biliyordur...

* Kapitalizmin başardığı tek gerçek eşitlikte, kaderin cilvesine bakın ki aynı komünizmdeki gibi oldu. Sefalette eşitlik...

* Zenginler ve fakirler ilk defa benzer sefil duygular çekiyorlar. Gelecek korkusu, para endişesi, başarısızlık kaygısı ve çok çalışma gereği...

* Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kapısını silahla bir bekçinin tuttuğu her mekan, dışarıya çıkma özgürlüğünün de engellendiği bir mekandır... Hakkaniyet her zaman yerini bulur...
* Mülkün temeli adalet değildir. Kudrettir, zordur... Ama adaletin temeli mülktür...

* Sistemin temeli mülkiyettir... Kaba inşaatı devlettir... Çatısı rüşvettir... İnsan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi ise dekorasyonu...

* Dünyanın kanseri işadamlarıdır... Çünkü ancak kanser hücreleri beslendikleri organizmayı harap ederek çoğalırlar... Büyümek için büyü. Çoğalmak için çoğal. İlerlemek için ilerle. Kalkınmak için kalkın. Kapitalizmin ve kanserin ideolojileri birbirinin tıpatıp aynısıdır...

* Çalışmak zorunluluğu halkın yularıdır... Tüketmek, daha çok tüketmek ise kamçısı...

* Fiziksel olarak en pis işlerde çalışanlara en düşük ücretleri öderiz... Ruhen en pis işlerde çalışanlara ise en yüksek...

* Para, güvenlik konfor, özgürlük ve mutluluk getirir. Ama ne fakirlerin hayal ettikleri, ne de zenginlerin uğrunda harcadıkları kadar...

* İlerleme en güzel günlere dönüşün artık mümkün olamayacağını anladığımız noktadan itibaren, yürümek zorunda kaldığımız o acılarla dolu yola verdiğimiz şatafatlı isim... İlerleme düşüncesi tamamen saçmadır. Sonsuz boyutlu bir evrende hiçbir cismin hiçbir yere ilerleyememesi gibi, sonsuz zamanlı bir evrende de hiçbir ulus, insan veya tarih ilerleyemez. Var olan her şey başıboş dönmekte ve akmaktadır... Doğa amaçsızdır. Yaşamın başı boştur. Evren işsizdir. Hakikati böyle görenler çok daha mutludurlar ve en azından hakikati böyle görmeyenler kadar haklıdırlar...

* Yirminci yüzyılın ilk yarısı pisi pisine ölmekle geçti... İkinci yarısı ise boşu boşuna çalışmakla...

* Yirminci yüzyılda akıl delirdi... Gelen yüzyıllarda ise delilik akıllanır umarım...

* Eski çağlarda açlık ve esaret isyanlara sebep olurdu. Modern çağlarda milliyetçilik ve sosyalizm. Gelen dünyada ise can sıkıntısı...

* Mutsuzluğunuzu azaltırsa bu bir ilaçtır... Mutluluğunuzu artırırsa uyuşturucu...

* Din kitlelerin uyuşturucusudur derdi geçen yüzyılın bir bilgesi... Bu geçti. Gelen yüzyılda uyuşturucular kitlelerin dini olacak...

* Hiçbir şey yapmamayı becermek, bir şeyler yapmayı becermekten çok daha zordur... Çünkü devamlı bir şeylerin peşinde koşturmak, plan, proje ve programlar, arkası kesilmeyen telefonlar, randevular bağımlılık yaratır. Faaliyet, kokainden daha güçlü bir uyarıcıdır, bağımlılığı ise eroinden beterdir...

* Hiçbir şey yapmamaya başlamak kendinle baş başa kalmaktır ve herkesin kendi canını en çok sıkan bizzat kendisidir...

* Ne istediğini bilen bir aylak, ne için çalıştığını bilmeyen bir çalışkandan daha çok şey yapar, yaşar, yaratır...

* Sürat, yaşamın her lezzetini bilinçaltlarında bir an evvel bitirmek isteyenlerin tutkusudur...

* Feodal zaman değersizdir. Her şey boş. Ölüp gideceğiz... Kapitalist zaman ise değerlidir. Vakit nakittir...

* Çalışkan zamanı satarak paraya çevirmeye çalışır. Çok parası olunca da bu sefer parasını satarak zamanı geri almaya çalışır. Zenginlerin en büyük paradoksu budur...

* Hayat artık bir bahanedir... Neden yaşamak sorumak artık manasızdır... Çünkü hayat bir soru değildir artık... Ya bir cevaptır. Ya bir sebeptir. Ya bir bahane ya da bir mazerettir. Üretmek için yaşamak, tüketmek için yaşamak, başarmak için yaşamak, kalkınmak için yaşamak, ilerlemek için yaşamak...

* Yaşamak!.. O koskoca muamma. O korkutucu boşluk... O baş döndüren derinlikler... O dağ başları, o uçurumlar. O uçsuz bucaksız çöller. O hayret, o heyecan.... Geçti...

* Sen bir soru değilsin artık... Soruların en büyüğü. Hayır sen artık bir soru bile değilsin. Bambaşka sorulara verilmiş alelade bir cevapsın sen... Onun bunun bahanesisin...

* Haz vermeyen özgürlük, kesinlikle düzmecedir. Ve özgürleştirmeyen haz, kesinlikle yapmacıktır...

* Ve insanların hayat felsefeleri çoğu zaman attıkları zarların isminden başka bir şey değildir... Dubara gelirse, hayat dubaradır derler... Düşeş gelirse düşeş...

* Hayatımızın yapıtaşları rastlantılardır... kısmet denilen zillinin egemenliği kabul edip rahat edeceğimize, çaba denilen bir hödük ve akıl isminde bir snopla yola çıkarız hep. Ve tabi çuvallarız...

* Talihin pezevengi fırsatlardır... Onunla düzüşmek istiyorsanız önce fırsatı görmelisiniz...

* İnsanın hayatta isteklerine ulaşmada göstereceği aşırı gayretkeşlik, ısrarcılık ve kararlılık hayatın bütün mucizelerini, tılsımlarını ve kerametlerini küstürür...

* Hayat tecrübelerin ne kadar azsa planların, programların ve prensiplerin o kadar çok olur...

* Zaruret ve kısmetle pazarlık yapılmaz. Çaba ise yüzde bir hissesine bakmaz, anasının nikahını ister. Düş kırıklarımızın yegane sebebi ise, çabanın hissesini daha yüksek sanmamızdır...

* Dünyada bütün yaptıklarımız çabamızdan ötürü değil, talihimizden ötürüdür diyorsak, bu yüzden kötümser olmaya ne gerek var?.. Bir talih bu. İyi bir talih. Hiçbir şeyin yakasına yapışmamayı öğretiyor bize...

* Yokuş çıkarken insanın gözü yoldadır; inerken ise manzara da... İşte bu yüzden görürürüz günümüzü hep inerken...

* Şöhret rüşvet gibidir. Kimse elini açıp istemez. Yan cebine sokulsun yeter...

* Merak etmeyin, bu dünyada kendileri için hiçbir şey istemeyenlerin muhakkak öbür dünyadan bir karşı talepleri vardır. Çünkü onlar her reddedilen dünyevi lezzet için ilahi bir telafi olduğunu çok iyi bilen, aramızdaki en hin oğlu hin, en haz düşkünü uyanıklardır...

* Kendini bilmek kendini hapsetmektir; ileri safhalarında Tanrı’nın işine karışmaktır, hatta şirktir...

* Arada sırada taptaze, yepyeni bir ‘ben’ olabilmenin ön şartı kendini bilmek değil, tam tersine kendini unutmaktır...

* Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Bu materyalist batının felsefesidir. Doğuya göre işin doğrusu ve sırası terstir... Sağlam vücut sağlam kafada bulunur. Tasavvuf ise her ikisi için önce sağlam gönül arar. Bana sorarsanız, dolu bir cüzdan bulun derim. Sonra... Sonra hep ayağınıza kadar gelir, şeyhleriyle, hocalarıyla, gurularıyla, diet programları, tai chi egzersizleri ve feng-şui videolarıyla...

* Yeni çağın boş inançlarıyla alay ettiğime bakma dedi Şeytan. Boş inançlar yine de bütün dinlerden daha iyidirler. Çok çok daha iyidirler. Üfürükçüler, kahinler, falcılar, büyücüler, muskacılar, baskıcı ve zorlayıcı değillerdir, ahlakınız ve özel hayatınız onları ilgilendirmez. Boş inanç ahlak dışıdır. Kötülerin de doğru büyüyle kazanacakları, inler ve cinlerle dolu apayrı alemlere inanılır sadece. Her bakımdan kiliseli, kitaplı kanuncu ve kuralcı, mutlak bütüncü ve tekçi, buyurgan ve baskıcı dinlerden çok daha özgürlükçü, renkli, yaratıcı, neşeli ve keyifli bir dünyaya işaret ederler...

* Mutluluk üstüne düşünmek, hele mutluluk için çabalamak kimseyi mutlu etmez. Mutluluk her şeyden önce mutluluğu unutmaktır...

* Mutluluğumuzu hiç aklımıza getirmediğimiz zamanlar gerçekten mutluyuzdur... İşte onun için gerçek mutluluk hep sonradan dank eder...

* Ve insanın en büyük ruhsal düşmanı ne mutsuzluk, ne huzursuzluk, ne de çekilen acılardır; can sıkıntısıdır... Mutluluk ve huzuru arar gibi görünürüz. Bulunca da sevinir gibi görünürüz. Ama hayatta asıl aradığımız heyecandır. Çünkü hayatın düşmanı ölüm değildir, can sıkıntısıdır...

* Aşırı mutlu olmamak, mutlulukların en huzurlusu...

* Mutluluk neşeli bir gurursuz olmaktır. Hiç çekinmeden, sıkılmadan ve utanmadan ele güne karşı rezil olabilmek ve bunun keyfini çıkartabilmektir...

* Çocukluğumuzda zaman kavramı, orta yaşlarımızda zamanımız, yaşlılığımızda ise zaman yoktur...

* İyimser ile kötümser arasındaki yegane fark vade farkıdır. Yoksa uzun vadede herkes iyimserdir...

* Herkes doğarken muhteşem bir mucize, yaşarken son derece alelade, ölürken ise esrarengiz bir bilmecedir...
Yaşarken ölümden korkma hakkımız var. Ama doğarken yaşamdan korkma hakkımız yok. Haksızlık bu!..

* Aşk ve İman : Birbirlerine benzerler. Gerçek aşıkların ve gerçek dindarların sebeplere ve kanıtlara ihtiyaçları yoktur. O aklımızca değil, gönlümüzce bilinendir. O yaşanandır, anlaşılan ve anlatılan değil... Aşkın dili peygamberlerin ayetlerine, evliyaların, azizlerin şiirlerine benzer. Onlar konuşunca akıl susmalı...

* Büyük bir aşk her zaman rastlantıdır. İlişki sipariş edilir. Satın alınır. Hak edilir. Hatta çalınır. Ama aşk sadece bulunuverir. Birdenbire...

* Her önüne gelenle düşüp kalkmanın bize öğreteceği tek şey, insan hafızasının zayıflığıdır. Bir müddet sonra herkes ya birbirini andırır ya da birbirine karışır...

* Erkeklerin kıskançlığı biraz daha farklıdır. Erkek ihanet eden kadınını kıskanmaz, öbür herifin talihini, cazibesini, neşesini ve keyfini kıskanır. Erkeklerin kıskançlığı kadınlarına duydukları güvensizlikle ilgili değil, kendi erkekliklerine duydukları güvensizlikle ilgilidir...

* İhanetten önce şehvet, ihanetten sonra sadakat konuşur...

* İnsan yalanını itiraf ederken bile düzinelerle yalan söyler. Detaylar yumuşatılır, sahneler değiştirilir, figüranlar gizlenir. Bazı dostlar aklanır. İtirafçılar akıllıdır. Ayrıntıların toplamından ortaya çıkacak manzara, itiraf edilen o alelade gerçekten çok daha katlanılmazdır çünkü. Büyük ve asıl yalan hep ayrıntılarda gizlidir. Ve hiçbir zaman, en içten itiraflarda dahi ortaya çıkmasına izin verilmez. Kimse ama hiç kimse gerçeğin tamamına katlanamaz, içimizdeki en mert ve en cesur olanlarımız dahil...

* Erkekler ve kadınlar affetmek ve unutmak konusunda da biraz farklıdırlar. Erkek çabuk unutur ama asla affetmez. Kadın derhal affeder ama asla unutmaz...

* Unutmak değil bu mümkün de değildir ama hatırlamamaya çalışmak, işte bu hayatta en kazanılması gereken iyi bir meziyettir...

* Tutarlı düşünmek mi?.. Kendini hadım etmektir...

* Akıl yılan gibidir. Büyümesi, olgunlaşması ve tazelenmesi için eski derisini bırakması gerekir...

* Yıkmak ve yaratmak için vahşi kurtlar gibi düşünmek gerekir, ehil köpekler gibi değil...

* Derinler mi?... Tanrılar bile boğulur oralarda...

* Her şey hiç’tir... Eğer öyleyse hiç de ‘hiç’tir. Bak inanacak bir ‘hiç’in’ bile kalmadı işte geriye diye fısıldadı Şeytan...

* Aforizmalar : Hepsi önceden doğrudurlar. Üstünde biraz durup düşünürseniz yanlışlaşırlar. Daha çok düşünürseniz tekrar doğrulaşırlar. Sonra... Sonra tekrar yanlışlaşırlar... Peki nereye kadar gider bu?... Bıkana kadar gider vallahi...

* Her sözün, her cümlenin ve her doğrunun altı, üstü, sağı, solu, önü ve arkası vardır. Ve her biri bambaşka sözlere, cümlelere ve doğrulara çıkar. Anlam hakikate doğru böyle genişler ama asla ona varamaz...

* Hakikat dil ile asla kavranılamayacak bir zıt anlamlar kargaşasıdır. Herkes aynı dili konuşur ama kimse kimseyle pek anlaşamaz, kendisiyle bile...

Emre Yılmaz...

Share/Save/Bookmark

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...

İyi ile kötü arasındaki sınır korkunç derecede bulanık...


Hepimizin, bakışlarını üzerimize dikecek birilerine gereksinimimiz var. Hangi tür bakışlar altında yaşamak istediğimize göre dört kategoriye ayrılabiliriz...

İlk kategori sayısız anonim gözü, başka bir deyişle kamu oyunun gözlerini özlüyor...

İkinci kategori bir sürü tanıdık göz tarafından seyredilmek için dirimsel bir gereksinim duyan insanların oluşturduğu kategoridir... Seyircilerini kaybettiklerinde yaşam odalarında ışıkların söndüğü duygusuna kapılan birinci kategoriden daha mutludurlar. (Ki bu, birinci kategoridekilerin başına er geç gelir.) İkinci kategoridekiler gereksindikleri gözleri her zaman bir yerlerden bulup çıkarırlar...

Üçüncü kategori sürekli sevdikleri insanın gözü önünde olmak isteyenlerin oluşturduğu kategori... Onların durumu birinci kategoridekilerin durumu kadar tehlikelidir. Bir gün sevdiklerinin gözleri kapanacak ve oda kararacaktır...

Dördüncü ve ender görülen kategori, varolmayan kişilerin düşsel gözlerinde yaşayanların oluşturduğu kategoridir... Bunlar düşçülerdir...

Satır Arası Cümle ve Kesitler...

* Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir...

* Bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar, göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir...

* Sadece tek bir hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz...

* Teraza’yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?..

Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın bir yolu yok... Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi... Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyle, ne değeri olabilir yaşamın?.. Yaşamın hep bir taslak olması da bundadır işte... Yok, taslak da tam anlatmıyor demek istediğimi, çünkü taslak bir şeyin ana çizgileriyle belirmesi demektir, bir ressamın az çok ortaya çıkmasıdır, yaşamımız dediğimiz taslaksa hiçbir şeyin taslağı değildir, bir resmin resme dönüşmeyecek ana çizgileridir...

‘Einmal ist keinmal’diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır... Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez...

* Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir...

* Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur tek bir kadınla sınırlı olan arzu)

* Latince kökenli dillerde compassion şu anlama gelir: Başkaları acı çekerken insan hiçbir şey olmuyormuş gibi durup seyredemez ya da yüreklerimiz acı çekenlerin yanındadır...

* Birisine merhamet duyarak sevmek, gerçekten sevmek değildir...

* Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla, başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır gelmez...

* Gereklilik, ağırlık ve değer birbirinden ayrılmaz biçimde örülmüş üç kavramdır; sadece gereklilik ağırdır ve sadece ağır olan şey değerlidir...

* İnsanoğlu bedeninin her bir parçasına bir ad vermeyi öğrendi öğreneli, beden giderek daha az dert oldu başına... Ruhun eylem halindeki gri beyin hücrelerinden başka bir şey olmadığını da öğrendi. Eskinin ruh ve beden ikiliği bilimsel terimlere büründürüldü, şimdi artık buna yalnızca modası geçmiş önyargı diyerek gülüp geçiyoruz...

* Bir olay kendisini hazırlayan rastlantıların sayısı oranında önemli, anlamlı ve dikkate değer değil midir?..

* Rastlantıların, sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize. Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, gümbegün yinelenen her şey dilsizdir... Sadece rastlantı bir şey söyler bize... Onun diyeceklerini çingenelerin kahve falı bakmasını gibi karineyle çıkarırız...

* Gereklilik büyülü çözümler tanımaz-bunlar rastlantının işidir. Bir aşk unutulmaz olacaksa eğer, küçük rastlantılar Assisli Francis’in omuzlarına konan minik kuşlar gibi hemen o an kanat çırpa çırpa gökten aşağı doğru süzülmelidir...

* Gündelik hayatımız bir rastlantılar sağanağı altında yaşanır ya da daha kesin konuşmak gerekirse kişilerle olayların kazara bir araya gelmesiyle örülür. İki olay hiç beklenmedik bir biçimde aynı anda meydana gelir, kesişir...

* Birey en sıkıntılı anlarında bile güzelliğin yasaları uyarınca örer yaşamını...

* Duyumsallık, duyuların tümden harekete geçirilmesi anlamına gelir...

* Üniversite mezunu ile kendi kendini yetiştirmiş kişi arasındaki fark, bilgi düzeyinden çok dirim gücü ve kendine güven düzeyinin yüksekliğinde ortaya çıkar...

* Rüya görmek sadece bir iletişim (ya da şifreli iletişim diyelim isterseniz) edimi değildir, aynı zamanda estetik bir etkinlik, bir imgelem oyunu, kendi başına değeri olan bir oyundur. Rüyalarımız bize düş kurmanın –olmayan şeylerin rüyasını görmenin –insanlığın en köklü gereksinimleri arasında olduğunu kanıtlar...

* Gözü daha yükseklerde bir yerde olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Nedir göz kararması?.. Düşme korkusu mu?.. Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam tırabzanları da olsa bu korkuya kapılırız, neden?.. Yok göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız...

* Güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydı...

* Göz kararmasına güçsüzlerin esrimesi de diyebiliriz. Güçsüzlüğünün farkına varan bir kişinin güçsüzlüğüne karşı çıkmak yerine ona boyun eğmeye karar vermesi... Güçsüzlükten sarhoştur, daha güçsüzleşmek ister, kentin en büyük meydanında herkesin gözü önünde yere yuvarlanmak, daha da alçalmak, aşağının aşağısı olmak ister...

* Franz için aşk kamusal yaşamın bir uzantısı değil, antiteziydi. Kendisini eşinin merhametine bırakmayı özlemek demekti. Bir savaş tutsağı gibi teslim olan kişi aynı zamanda silahlarını da bırakmak zorundadır... Gelebilecek darbeye karşı daha baştan savunmasız olduğu için darbenin ne zaman geleceğini merak edip durmaktan kendini alamaz...

* Bütün aşıklar oyunun kuralını farkında olmadan kendilerince belirlerler, sınırları zorlamak daha baştan yasaklanmıştır...

* İnsan henüz epey gençse ve yaşam denen müzik parçası hala açılış notalarındaysa, yaşamın şurasını burasını değiştirip yeniden yazabilir, karşısındakiyle motif değiş tokuşu yapabilir...

* Peki ama nedir ihanet?.. İhanet setleri yıkmak demektir. İhanet, setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru başını alıp gitmek demektir...

* İlk ihanet onarılmazdır. Başka ihanetlerden oluşan bir zinciri harekete geçirir ve bunlardan her biri bizi ilk ihanetimizden uzaklara, daha uzaklara götürür...

* Bir kısır döngü dedi Sabina. Müzik gitgide daha yüksek çalındığı için insanlar sağır oluyor. Ama insanlar sağır olduğu için müziğin daha da yüksek çalınması gerekiyor...

* Gürültünün iyi bir yanı var. Sözcükleri boğuyor...

* Görmek ise iki çizgiyle sınırlanmıştır: Gözleri kamaştıran güçlü ışık ve zifiri karanlık.

* Aşırı uçlar, ardında yaşamın sona erdiği sınırlar demektir ve sanatta da politikada da, aşırılığa duyulan tutku, ölüme duyulan örtük bir özlemdir aslında...

* İstediğin sonsuzluksa, kapatıver gözlerini...

* İnsan kendi içinde karanlıkta büyüdükçe, dış çizgileri küçülür, kaybolur...

* Onun için karanlık sonsuz demek değildi, onun için, gördüğü şeyle uyuşmamak, gördüğü şeyin olumsuzlanması, görmeyi reddetmekti...

* Bir toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına gerek yoktur; kendilerine zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler.

* Kültür aşırı üretimden, sözcük çığından, nicelik çığından yok olup gitmekte.

* Yaşam ne kadar masum olursa olsun, mezarlıklarda hep huzur vardır...

* Şiddetle tamamlanan şeyler vardır yaşamda. Bedensel sevgi şiddetsiz düşünülemez...

* Sevgi insanın gücünden vazgeçmesi demektir...

* Gerçek yaşamak, ne kendi kendimize ne de başkalarına yalan söylememek, ancak insanlardan uzak olduğunda mümkündü... Yaptığımız işlere başkasının gözü değdiği an; ister istemez o göze hoş görünmeye çalışırız ve yaptığımız hiçbir şey dürüstçe olmaz... Bizi seyreden birilerinin olması, bizi seyredenleri bir türü aklımızdan çıkaramamak, yalanlar içinde yaşamak demektir...

* Sabina kişilerin kendilerine ve dostlarına ilişkin bütün sırlarını ele verdikleri edebiyat türünü aşağılık bulurdu... Gizliliğini kaybeden, her şeyini kaybetmiş demektir, diye düşünürdü...

* Franz için gerçek yaşamak, yaşamın özel ve kamusal olarak ikiye bölünmesinin bütün yalanların kaynağı olduğuna emindi, kişi özel yaşamında başka bir şeydi, başkalarıyla birlikteyken bambaşka bir şey. Franz için gerçek yaşamak, özel ve kamusal engelleri yıkmak demekti...

* Yaşamımızdaki sarsıcı durumları dile getirmek istediğimizde, ağırlık beliren eğretimelere başvurmak eğilimindeyizdir. Bir şeyin bizim için bir yük olduğunu söyleriz. Ya taşırız bu yükü, ya da beceremez, okkanın altına gideriz, bu yükle didişir, kazanır ya da kaybediriz...

* Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür...

* Bir şişe şarap eşliğinde sürdürülen özel bir konuşma radyoda yayımlanabiliyorsa, dünya bir toplama kampına dönüşüyor demek değil de nedir bu?..

* Cevabı olmayan bir soru aşılamayacak bir engeldir... Bir başka deyişle insani olasılıkların sınırlarını belirleyen, insan varoluşun sınırlarını saptayan cevabı olmayan sorulardır...

* İnsanlar genellikle dertlerinden kurtulmak için geleceğe kaçarlar, zamanın yoluna düşsel bir çizgi çeker, bu çizginin ötesinde o anki dert ve sıkıntıların sona ereceğini sanırlar...

* Aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırdıkları düşünceler unufak olduğunda, onlar da silinir gider...

* Modern çağda düşünce çürütülebilir evet, ama geri alınamaz...

* Terörle yönetilen bir toplumda, hiçbir ifade ciddiye alınmaz...

* Tatlı sözler söyleyen, saygılı, nazik biriyle karşılıklı oturdunuz mu, onun söylediği hiçbir şeyin içten olmadığını kendi kendinize hatırlatmanız dünyanın en zor işidir. İnançsızlığı korumak ve sürdürmek (hiç tavsatmadan, sistemli bir biçimde, en ufak bir duraksamaya kapılmadan) olağanüstü bir çaba ve doğru dürüst ön eğitim gerektirir...

* İnsanlar insan kardeşlerinin ahlaki işkenceler altında kıvrandığını görmekten zevk alıyorlardı ki, açıklamasını dinleyerek bu zevki bozmaya kimse yanaşamazdı...

* İnsanları kategorilere ayırmanın mümkün olduğu ölçüde, en şaşmaz kıstas onları hayat boyu sürüp giden şu ya da bu etkinliğe yönelten çok derinlere kök salmış arzulardır...

* Dünya üzerindeki bütün aktörler birbirlerine benzer –ister Paris’te, ister Prag’da, uzak bir taşra tiyatrosunda. Bir aktör, bir çocukluk yıllarından başlayarak anonim bir seyirci grubuna kendini seyrettirmeyi kabul etmiş biridir. Yetenekle ilgisi olmayan, yetenekten daha derinlere uzanan bu ön kabul olmaksızın hiç kimse aktör olamaz...

* Gerçekleşme olasılığı çok uzak olan tehlikelerden korkma hakkına da sahiptir...

* İçsel buyruklar daha çok güçlüdür ve bu yüzden başkaldırmaya daha çok kışkırtır insanları...

* Ben’de özgün ve benzersiz olan şey, bir kişide düşlenemeyen ne varsa onun içine gizlenir. Düşleyebildiklerimiz herkesin başkaları gibi yaptığı şeyler, insanların ortak yanlarıdır ancak. Bireysel ‘ben’ alelade olandan farklı olan, yani önceden tahmin edilip kestirilemeyen, peçesini, örtüsünü sıyırıp açmak, fethetmek gereken şeydir...

* Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar...

* ‘ Duygusal zevk peşinde değilim’ derdi kız, ‘benim aradığım mutluluk. Ve içinde mutluluk olmayan zevk de zevk değildir...’

* Düşünceler de hayat kurtarabilir...

* İyi ile kötü arasındaki sınır korkunç derecede bulanık...

* Başkaları susturulurken kişinin sesini yükseltmesi doğru bir davranış değil miydi?..

* Bağırarak sonu çabuklaştırmak mı daha iyidir, yoksa susmak ve böylelikle daha yavaş bir ölümle ölmek mi?..

* İnsan hayatı ancak bir defa yaşanır ve kararlarımızın hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunu kestiremememizin nedeni, verili bir durumda ancak bir tek karar verebilecek olmamızdır, ikinci, üçüncü ya da dördüncü yaşamımız yok ki çeşitli kararlarımızı birbiriyle karşılaştıralım...

* Kistch insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar...

* Yürek konuştuğunda , akıl karşı koymayı yakışıksız bulur...

* Totaliter kistch’in kapsadığı alanda bütün cevaplar önceden verilmiştir ve bu her türlü soruyu imkansız kılar. Demek ki totaliter kistch’in gerçekten karşısında olan kişi sorular soran kişidir... soru, dekor bezini yırtıp bize sahnenin arkasında gizli olanı gösteren bir bıçak gibidir... Hatta Sabina tablolarının anlamını da böyle açıklamıştı. Teraza’ya; Yüzeyde anlaşılabilir bir yalan; altında yalanın içinden kendini belli eden açıklanmaz, anlatılmaz bir gerçek...

Ama totaliter rejim dediğimiz şeye karşı savaşanlar da sürekli kendilerini sorgulayarak şüpheler içinde iş göremezler... Onlar da, kalabalıklara bir şeyleri anlatmak, ortak gözyaşları döktürmek için kesinliklere ve basit gerçeklere gerek duyarlar...

* Kistch’in yalan olduğu ortaya çıktığı an, kistch, kistch –olmayan bağlamına girer, böylelikle otorite gücünü kaybeder ve herhangi bir insan zaafı kadar dokunaklı olur sadece. Çünkü hiçbirimiz kistch’ten tamamen sakınacak kadar insanüstü değiliz...

* Politik hareketler akli tutumlardan çok, şu ya da bu politik kistch’i oluşturan düş, imge ya da sözcükler üzerinden yükselirler...

* Ne yaptıklarını bilmeyen insanları cezalandırmak barbarlıktır...

* İnsan henüz insan olma yollarına düşmemişti. Şimdiyse zamanın boşluğu içinden düz bir çizgi izleyerek uçan, nicenin kovulmuşlarıyız hepimiz...

* Aşkı ölçmek, sınamak denemek ve kurtarmak için aşka yönelttiğimiz bütün bu sorular belki de her şeyin yanısıra aşkı kısaltmaya da yarıyor...

* İnsan zamanı bir düngü izlemiyor, onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. İnsan bu yüzden mutlu olamıyor, mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir...

* Dehşet bir şoktur, mutlak bir körleşmenin zamanı... Dehşette en ufak bir güzelleşme yoktur... Bütün görebildiğimiz bizi bekleyen bir olayın gelip geçici ışığıdır... Öte yandan hüzün olacakları bildiğimizi varsayan bir tavırdır...

Mılan Kundera

Share/Save/Bookmark

Araf...

Yokluklar kanunu her bütünde bir oyuk, bir kayıp, bir gedik olmasını gerektiriyordu...



Ancak kendimize bize verilen kimliklerle özdeşleştirmeyi bırakırsak, ancak bunu başarabilirsek her türlü ırkçılığı, cinsiyetçiliği, milliyetçiliği, köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi farklı sürülere, alt sürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz...

Satır Arası Cümle Ve Kesitler...

* İsmime noktalarını iade ediyorum diye homurdandı öteki, harflerin üzerinde dönen kobalt mavisi mürekkep lekelerinden alamadan gözlerini. Her bir nokta peçetenin üzerinde usul usul dağılıyor, dağıldıkça büyüyordu; şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini kanıtlarcasına...

* İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda ettiğini biliyordu: noktalarını!..

* İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir –bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancı ismin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer- ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır...

* Yabancı, ismin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insanlardır...

* Ortak bir yabancı dilde konuşan insanlar arasında kelimeler, sessizliklerde konuşmak, yokluklarıyla varolmak gibi muğlak bir yetenek geliştirirler. Bir nevi dilsel hayalet uzuv etkisi...

* Ey yolcu, seni taşıyan vapura asla tükürme!...

* İsim kaybetmek söz konusu olduğunda erkeklerin, isimlerin ne denli uçucu olduğunu daha küçükken öğrenen, öğrenmek durumunda kalan kadınlara nazaran çok daha korkak çıktığını söylerdi o her zamanki hafif, daimi ukalalığıyla...

* Sevgililerimizi elimizden kaçırmaktan ölesiye korktuğumuz için onlardan gelecek değişime inatla direniriz, oysa belki de aşkla beraber gelen değişim tek kurtarıcımız olacak hayatta...

* Aşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduklarında içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerinin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde unutuverirler...

* İnsan sevgiliyi kendisinin ona verdiği isimle hatırlar, kendisi gittikten sonra edindiği isimle değil...

* Başka isimler, takma adlar, lakaplar, kesinlikle başka bir zamana, başka bir bilince ait, gayri resmi kayıtsız, tanımlanmamış isimler, kimi sonsuza kadar unutulmuş, kimi kalıcı, her biri aşk labirentinde sevgilinin elimizden kaçırıp gidebileceği gizli birer tünel, hem de daha aşığı yokluğunu bile fark edemeden. İsimler böyledir işte, bir insana dair ilk ve en kolay öğrenilen, ama aslında en zor sahip olunabilen...

* Aynı gün içinde aynı adamın üstelik tam da aynı sebeplerden ötürü bir yerilip bir övüldüğünü, bir övülüp bir yerildiğini duymak insanın aklına ve ruhuna ziyandı...

* Aşağılayıcı söylemin suç olduğunu biliyor muydunuz?..

* Ne de olsa kapılar sadece dışarıdan açılmazlar, bir dışarıya açılmaları mümkündür...

* Rastlantıların kendilerine has bir büyüsü vardır. Yeterince ani ve keyifliyseler bir de her biri fani yapımı minyatür boy mucizeler gibi görünebilir maruz kalanların gözlerine, özellikle de çaresizlerin...

* Bir : Güçlü kuvvetli bir şey seni sıkı sıkı tutmakta iken dahi düşebilirsin...
İki : üşme edinimi ille de aşağı doğru gitmek değildir; yeterince tepetaklak olmuşsan yukarı doğru düşmeyi de başarabilirsin...
Üç : Aksi yöndeki bütün yargılara rağmen yukarı doğru ölüme düşmek o kadar da kötü bir deneyim olmayabilir...

* Bütün strateji düşmana kendi silahıyla karşılık vermekten ibaretti...

* Hayatta insanın eğlenmeye mecbur tutulmasından daha bunaltıcı bir şey olmadığı sonucuna varmıştı...

* Doğru, tuhaf dünyada yaşamamak
Artık yarım yamalak öğrendiğin adetlere uymamak,
Bir insan geleceğinin anlamını vermemek

* Fırlatıp atmak ismini bile kırık bir oyuncak gibi...

* Kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yeniden adlandırma şansı ne zaman alınmıştı elimizden?..

* İsimleri sonsuza kadar sabitleyen bir dünyaya saplanmışım, harflerin çığrından çıkmasına izin vermeyen. Ama ne vakit kaşığımı alfabe çorbasına daldırsam ismimi ve onunla birlikte kaderimi yeniden düzenlemek üzere yeni harfler yakalamayı umuyorum. Daima endişeli ellerde eskiden olduğun şey olmama... adını bile bir kırık oyuncak gibi fırlatıp atma olasılığının özlemini çekiyorum...

* İnsan toplulukları zıt dinamiklerle işler. Son tahlillerde herkes yana yakıla popülerlik peşinde olsa da popüler olmayan, içe kapanık birine duyulan genel talep, popüler ve dışa dönük birine yönelik genel talebi geçebilir. İçe kapanık insanlar oksijen gibidir, etrafta olduklarında acilen ihtiyaç duyulur varlıklarına...

* İlerleme her kapıyı açan altın anahtardı sanki. Yeter ki ilerleme kaydedilsin, her şeye herkese cömertçe itimat edilebilirdi. Ancak ilerleme kaydetmenin sinsi tarafı başkalarının kişiden beklediği şeylerden ziyade insanın kendisinden beklediği şeylerdi...

* Özeleştiri her türlü insan topluluğunda inşa etmesi en zor şey olmuştur...

* Toplum önünde konuşma zorluğu çeken insanların yazı yazma yetenekleri hayli gelişmiş olabilir...

* Yokluklar kanunu her bütünde bir oyuk, bir kayıp, bir gedik olmasını gerektiriyordu...

* Sevginin perdelere ihtiyacı yoktur...

* Kaçak güreşmek ona çok iyi gelecekti. Gerçekle hayalin sükunetle birbirine karışması seyretmenin verdiği rahatlık, sürekli değişen isimlerle çevrili olmanın verdiği rahatlık, daima birbiriyle zıtlaşan iki farklı sese aynı anda konuşmanın verdiği rahatlık, ismini kırık bir oyuncak gibi atmanın, daima endişeli ellerde eskiden olduğun şey olmamanın verdiği rahatlık... Dolambaçlı kaygı dünyasıyla başa çıkmasına yardımcı olan işte bu kargaşaydı. İki kutup arasında serbestçe salınma fırsatını ele geçirmek çift kutuplu sarkacını durultmuştu. Ne de olsa bazen tedavi özde hastalıkla aynı olabilir, tıpkı panzehirin, zehirin ruh kardeşi olması gibi...

* Dünyanın başka yerlerinde yeni olmak insanın neyini nasılını bilmediği yeni bir yere gelmiş olması demektir ama zaman içinde bilinmeyenlerin hepsini olmasa da çoğunu öğrenme umudu vardır...

* Zamandan dışarı adım atmanın bir yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman... İnsanı daha uzun süre boğabilmek için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi ihmal etmiyordu...

* Zamanı, ölü ve canlı bedenlerin içinde birlikte yüzdüğü o azgın akıntıya benzetiyordu...

* Hiç kimseydi, saf ve mükemmel –tümüyle isimsiz, geçmişsiz ve dolayısıyla kusursuz. Hiç kimse olduğu için herhangi biri olabilirdi. İsimsizlik cilası altında neredeyse görünmezleşecek kadar şeffaf bir maddeden oluşan bu aidiyetsiz boşluk ne harikaydı; hemen herkesin kişisel tarihlerinin en küçük ayrıntılarına kadar tanıdığı bu boğucu tanışıklıklar dünyasında o tam ve som bir yabancı olmuştu...

* İnsan yabancı oldu mu kendisi de olamıyor artık...

* İşitilmek istiyorsan söylediğini galibin diliyle söylemelisin...

* Her rüyanın anlamı bir dileğin gerçekleştirilmesi olabilir...

* Birbirleriyle alakasız olduğu zannedilen kültürler, Talih’i tasvir etmekte hatta onunla dalga geçmekte birbirine şaşırtıcı ölçüde benzer...

* Geçmişi sona erdiren arzulanmayan değişikliklere maruz kalmak gelecekteki değişimlere ta baştan son verme arzusunu uyandırabilir. Muhafaza edecek daha az şeyi olanlar sonun da herkesten muhafazakar olup çıkarlar...

* Hepsi farklı kimliklere sahip insanlardan oluşan gruplarda, ilk kez karşılaşan ya da birbirlerini iyi tanımayan alakasız insanlar arasında, bir konuya girmek onun etrafında dolanarak önceden keşif yapmayı gerektirir... Karşındakilerin senin kültürel arka planını ne kadar bildiğinin, ne kadar alıcı olacaklarının, önyargılarının nerede başlayacağının haritasını çıkarman gerekir çünkü bir yerlere yapışmış bir önyargı daima vardır...

* ‘Aguantar la vara como venga...’ Kılıç nereden gelirse gelsin dayanmak... (Boğa güreşlerinde kullanılan terim. İspanyol sözü...)

* Ancak kendimize bize verilen kimliklerle özdeşleştirmeyi bırakırsak, ancak bunu başarabilirsek her türlü ırkçılığı, cinsiyetçiliği, milliyetçiliği, köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi farklı sürülere, alt sürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz...

* ‘Yapma ya, kim sınanmak ister?.. Ben istemem!.. ’ diye gakladı Gail, yüzü dilinden daha keskin parlayarak. ‘Bana kalsa bana ne kadar ihtiyacı olduğunu ona hatırlatmayı tercih ederim. Tıpkı Rilke’nin yazdığı gibi : Ben ölünce ne yapacaksın Tanrım?.. Beni kaybetmekle kaybedeceksin anlamını. İster Tanrı, ister milliyet, ister falanca din olsun... En önemli bulduğun şey her neyse ona şöyle demelisin : Ben –yani milyonlarca küçücük karınca arasındaki bu küçücük karınca- öldüğümde, bensiz ne yapacaksın?...

* Hem rakamlar arasında hiç de sıradan bir rakam değildir sıfır. Aslında sıfırın bir sayı olup olmadığı da şüphelidir, başka bir küreye açılan esrarlı bir kapı, başka bir küre olmasa da başka bir ekosistem, daha yüksek bir bilinç, her şeyin mümkün olduğu, hiçbir şeyin dönüşsüzce kaybedilmediği, sonların, dolayısıyla başlangıçların da olmadığı bir öte diyar...

* Yabancılar arasında hiç sesleri duyulmadan, tek kelime etmeden konuşabilirdi las tias. Konuşmaları dillendirmeye gerek yoktu. Titiz cümleler inşa etmeye gerek yoktu. Bu gereksiz ayrıntıların ağırlığını çekmeye ne lüzum vardı?.. Tam anlamlarını, olası göndermelerini açıklığa kavuşturmak için ne kadar uğraşırsan uğraş daima esas hedeflediğinden çok daha azını anlatan bir kelime çığının baskısı altında zihni felç etmenin ne alemi var ki?..

* Kayıp gözün yeri boş kalır...

* Gözünü kaybettin mi yerini boş tutman gerekir, dedi. Boşluğa kil doldurmaya kalkarsan, sadece çukur şeklinde bir kil topağı geçer eline...

* Her çevirmen ister basit ister külliyatlı bir metni çeviriyor olsun, şöyle ya da böyle bir hırsızlığın suç ortağıdır. Tıpkı kervanlarda bir yerden bir yere taşınan kıymetli mallar gibi kelimeler de yolda yağmalanır, tepeden tırnağa karalara bürünmüş sinematografik haydutlar tarafından değil, yazar, şair, yayıncı ve özellikle çevirmen kılığına girmiş kültürlü şahıslar tarafından...

* Sonraki hamlesi ne olursa olsun, karşılığında bir şey vermeden, bir bedel ödemeden o hamleyi yapmak istemiyordu. Sadaka aritmetiği. Aklın, salt aklın kılavuzluğunu tanıyanlar bu rakamsız matematiği anlamakta zorluk çekseler de öte dünyayla uzlaşmada artılarla eksilerin hesaplanıp denkleşmesi elzemdir. Hayattan olumlu bir gelişme bekleyebilmek için denklemi dengelemek, karşılığında bir şeyler vermek gerekir...

(“Taşların seni tanıdığı memleket, insanların seni tanıdığı memleketten iyidir...”
“ Arkadaşın bal bile olsa, hepsini yeme...”
“ Gecenin içinde fenerle yürümek, bulutlu günden iyidir...”
“ İnsanlar seninle yemek yerse sana ihanet ederler ama bir köpek seninle yemek yerse bil ki sevdiği içindir...”
“Burada arkadaşın olduğu için şanslısın. Unutma yakındaki arkadaşın uzaktaki kardeşten iyidir...”
“Sevinç yedi gün sürer, hüzün bir ömür boyu...”

*** Büyük bir ihtimalle Fas Atasözleri sanırım... Fas'lı karakterin söylediği sözler... )

* Atalet ayyaşlıkla akrabadır. İçine bir daldın mı nerede duracağını bilmeden, neden durman gerektiğini de akıl erdiremeden gömüldükçe gömülürsün ritmine...

* Şeytan ayrıntıda saklıdır, derler. Belki doğru, belki yanlış. Ama yabancılığın kanıtı kesinlikle ayrıntı da saklı...

* Geleceği şekillendirmek için çok uğraşabilir ve nihayet bunu başarabilirdi insan, hatta iyi bir hayat sürebilirdi ama hayatının önceden planlanabileceği yanılsamasına asla kapılmamalıydı...

* Doğa boşluklardan nefret eder, derler. Erkekler de boşluklardan nefret eder, kadınları sınıflandırırken yani karşı cinsle olan ilişkilerinde karşılaştıkları herhangi bir belirsizlikte hemen onları bir yerlere yerleştirmeye çalışır, kategoriler içre tutarlar...

* Aşk sevgiliyi kazanmayı değil, kendini onda kaybetmeyi gerektirir...

* Bütün evlilikler farklı farklı başlayıp aynı şekilde bittiğin göre bunun bir sebebi işin içine karışan insanlar olmalı. Bu bağlamda bilgi kesinlikle güç demek. Ne kadar ok insan tanıyorsan, o kadar ses karışıyor, evliliğin üzerinde o kadar çok etkileri oluyor. Başka bir deyişle evliliğinizin başarısızlığa uğramasını istemiyorsanız, evli olduğunuzu saklayın...

* “Bir erkek seni mahvetmeye yemin etmiyse, merak etme, gece vur kafayı uyu ama bir kadın seni mahvetmeye yemin ettiyse, sakın gözünü kırpma...” (Fas Atasözü)

* İnsan sıradan olmaya ne kadar uğraşırsa, o kadar uzaklaşıyordu sıradanlıktan...

* Bilgi sahibi olmakla elindekini bilmek arasında tersine ilişki vardı. İnsanın ne kadar imtiyazlı olduğunu bilebilmesi için öncelikle imtiyazsız olması gerekiyordu ama o zaman da paradoksal bir biçimde artık bilinecek bir imtiyaz kalmıyordu...

* Bu kitapları kemikleştiren, öğretmeyi hedefledikleri kurallardan ziyade kabul etmeyi reddettikleri kuralsızlıktı. Belletilen her şeyin kağıt üzerinde doğru olsa da, hayat tarafından yanlışlanabilir olmasıydı unuttukları...

* Hayat, etiyle kanıyla gerçek hayat gramer kurallarının içinde ikamet etse de sürekli, sistematik olarak bu kuralların dışına çıkmak için patikalar açıyordu kendine... Hayat, gramer kurallarının gereklerine göre cümleler kuruyor ama hemen ardından orda burda delikler açarak dilinin özünün sızmasına, kendi yolunu bulmasına da imkan tanıyordu...

* Zamanın dışında olduğundan gelecek algısı da yoktur.

* İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar edemez, burası onun vatanı değil. Peki hiç vatanı oldu mu onun?.. Kim gerçek yabancı – bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka yeri de olmayan mı?..


Elif Şafak

Share/Save/Bookmark