* Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım...
* Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?
Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma:
Vakit: 1 - Tavuk: 0.
Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 - Balık: 0.
Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. "Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!" diye bağıracaktın.
* Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun. Birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsun. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık Kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."
* Benim için oyunun sonu gelmişti, karnım doyunca içimdeki merakın son kırıntıları da uçup gitmişti. Zaten çok şaşıyordum bu işe. Merak girdaplarından gamsızlık çöllerine savrulup duruyordum...
* Hepsini bir anda okursan, kitap nasıl yazılacak?..
* Uğultu giderek yükseliyordu.
Ve içimde bir canlı patladı.
Parçaları her tarafıma yapıştı.
Parmak uçlarımdan tutuştum.
Yanmaya başladım.
Paniğe kapıldım.
Pencereye saldırdım, dışarı çıkmak, sönmek istiyordum.
Pencere açılmıyordu.
Cama bir kafa koydum.
Kırılmadı.
* Işık hızıyla çalışan fırça etrafımı karanlıkla doldurdu.Ruhum yapıştığı tavandan kurtulup gövdeme düştü. Bilincimi eski bir elbise gibi sıkıntıyla giydim tekrar...
* Tanrı beni korumuyor, kudurtuyor ama, fazla yayılıyorum aklımın zehrinin sarısının üzerine... Sarı sarı evler, sarı sarı gündüzler, sarı sarı meydanlar... ‘Yavaş ol’ diyor o en güneşli olan. ‘Toparla kendini. Böyle yazılır belki, ama zor yaşanır.’
* Benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir...
* İçimden atamadığım bir yumru, bir ateş, bir lanet var sanki. Başım çok ağrıyor, kalbim çok ağrıyor, gözlerim çok ağrıyor... Bildiğim, öğrendiğim, yaşadığım her şey yavaş yavaş siliniyor aklımdan... Geceleri azap gibi... Kabuslar yakamı bırakmıyor bir türlü... Kötü bir şeyler olacakmış duygusu var içimde, neyin ne olduğunu kavrayamıyorum çok zaman... Zaman benim dışımda ilerliyormuş gibi, kelimeler bir araya toplanıp, bir vücut olup beni içinden atacakmış gibi... Gölge...
* Renkler çok pastel, filmler çok siyah-beyaz oluyor...
* Ölümü, ölenleri, yiyerek, durmadan yiyerek, hep yemeyi düşünerek unutuyorlar... Ama ertesi gün yine düşünüyorlar ölümü ve oklavalara saldırıyorlar...
* Zaman bir taş, sözü unut...
* Sıkıntı öldürür. Ve ama sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. Tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. Sıkıntı davet ediyor, açıyor. Acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa : Dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor...
* Ağladıkça yükseldiler, ağladıkça alçaldılar, her inişlerinde yere biraz daha sert çarptılar, etraflarında milyonlarca kırmızı göz belirdi, zehirli oklarla delik deşik oldular, acıdan bayılacak oldular. Ağladıkça utandılar acıdan ve öfkeden, acıya ve öfkeye ihanet etmiş olmaktan.. Tabii ki borçları vardı acıya, sıkıldıkları için borçluydular, onlardan sonra yaşadıkları için borçluydular... Ağladıkça anladılar ki, iflah olmayacaklar, anladılar ki ikisi de bir şeyler vermek zorunda acıya ve öfkeye...
* Cebimde cehennemi santimler var. Sağlam santimler bunlar, kim yadsıyabilir?..
* Dünyayı atlaslardan öğrendim, atlaslara bakarken düzüldüm, ama ben bir peygamberim, mucizeler bana yakın: Buradan yok mu benim üç santimim?.
* Ben çatlak topraklara yaklaşıyorum şimdi. Bir vadide dolaşacağım, kutsal şehirlere varacağım. Bu bir cesaret, bu bir iddia, göktekiyle yerdeki arasında ben varım, kainatın en büyük masalcısı olmaya ant içtim: Sadece bu ant bile bir santim...
* Nasıl sonsuz bir mutluluk, hafif, serin bir rüzgarla demlenen hikayeler, oyunlar, fısıltılar. Bir başka ülke orası. Milyonlarca kelimeyle dolu, kelimenin sokaklarda gezindiği bir ülke. Kelimelerin insanı çaresiz bırakmadığı, tam tersine, harflerin insanın önüne elmaslar, altınlar, yakutlar gibi döküldüğü büyük bir ülke. Herkesin ayrı dilden konuşup, anlaştığı bir ülke...
* Kısa peygamberlik hayatım sona erdi, insanlar anlamadıktan sonra peygamberlik neye yarar?..
* Her anlaşılmamış peygamber gibi celladımı bekliyorum...
* Artık benim gözlerim derinlerde batık bir gemi adı, kahverengi yosunların arasından, hülyalı hülyalı bakıyorum dünyaya. Ve körüm biraz, her daim milat tanıklığı beklediğimi unutamadığımdan kara kara. Kafamda rutubetli, ağır düşünceler, taşkın sular aranıyorum dibini üfleyecek. Zaten neyim var ki kaybedecek, doğru öfkelere yanlış kelimelerden, küflü akşamlarda biriktirilmiş tiyatro biletlerinden başka başka. Başı dönmüş, başa dönmüş, delirmiş bir kaçağım ben artık. Nasıl bir kaçağım ben artık?.. Yasaiçi lakin dünya dışı bir kaçağım ben artık... Tık tık tık...
* Hayat bana onurumu geri ver.. Hayat bana erkekliğimi, kadınlığımı ve hayvanlığımı geri ver... Hayat bana Esmer’imi de, Ada’mı da, tepemi de geri ver... Hayat bana kurşunlarımı geri ver...
* Hayat bana kıyak yapacak mısın?.. Devrim meyinden bana da sunacak mısın?.. Etime ziyadesiyle yapışan acıların köküne kibrit suyu...
* Ben oyun oynamayı sevdiğimden düştüm. Bazı zamanlar içinde pür neşe, pür telaş, pür dikkatsiz gezinen kelime ordularını nişanlıya bilseydim kalıcı körlüklere sebep bir ilah ışımasına sahip olurdum.. Ama zamansız, nefesi küf kokulu oyunlardan düştüm.. Ben, ben olmamak çabasında yeterince ben olamadım...
* Arınma devrimden gelecek. Devrim, ölmeye gerek kalmadan, kirden aklığa uzanan ilahi bir gelecek, ona çalışmak da en büyük ibadet...
* Bazı ruhlar Tanrı katına bir miktar daha dünyada gezindikten sonra yükselir. Bilinmeyen bir şey değildir bu. Kimi cezalıdır, hayatında bıraktığı pespaye bir ıstırabın peşine düşer, acısının izini sürer ve zavallı tüysülüğünü, bulutsuluğunu da yanına katıp, bir kez daha helak olup varır o ulu mecraya.
Kimiyse Tanrı'nın sevgili kuludur. Farzı misal, sevdiğinin yatağını son bir kez ziyaret edebilir ya da çok sevdiği İskender kebaptan, hem de bir buçuk porsiyon yiyebilir.
Kendisine bir süre daha hayatta gezinme hakkı tanınan ruhu yeryüzünde geçirdiği ekstra vakit dolmadan iyice temize havale eden tek bir şey vardır ama: Görünmeyi haddinden fazla istemek. Zaten cezalı olanlar da bir nevi bu bilgiye sahip olmadıklarından cezalıdırlar. Bu cehalet onları deli danalar gibi oradan oraya savurur, vardıkları yerde dayanılmaz ruh ağrılarıyla yüzleştirir ve nihayet onlar, gökyüzüne doğru yükselmeye başladıklarında canı fırlamış birer hayvandan, ezik birer domatesten farksızdırlar.
Muteber ruh ise bu hataya asla düşmez. O seyahatini vakti gelince, yarım, buruk bir mutlulukla bitirmesini bilir. Utanmıştır ne de olsa, yetinmiştir, görünmeyi hiç talep etmemiştir. Sonunda öyle bir rüzgar bahşedilir ki ona, sevdiğinin yatağında son kez hazza değen bir hacim oluverir ve göklerin ötesine zevkle bağıran bir beyaz tül halinde çekilir. Meleklerin öylesi pek hoşlarına gitmese de, bazı zamanlar o ulu mecraya vardığında üzerinden tereyağları damlayan, kirli bir çataldır ...
Konuşmak hiçbir ruha yasak değildir ama. Birtakım çakırkeyif kulaklara çalınan bitmek bilmez fısıltılar, ruhların arasında, hayatında yarım bıraktığı bir hikayeyi tamamlamak isteğiyle yanıp tutuşanlar bulunduğuna delalet eder.
Ve bu Ahmet de bir ruh aslında. Günün birinde ölüyor ve bütün ruhlar gibi hayatta ekstradan gezinmeye başlıyor. Ama onun gezintisi ne cezalı ne de muteber ruhların gezintisine benzemekte. Bunun nedeni, Ahmet'in görünmeyi, tekrar bir hacim olmayı talep etmek şöyle dursun, isteyebileceği tek bir şeyinin bile olmaması.
Ahmet ne istediğini hatırlamıyor. Ahmet'in hafızası ak bir kağıda benziyor ve böylelikle Tanrı'nın kafasını da karıştırıyor. Oysa adillerin en adili olan Tanrı, can karşılığında her ruha bir nihai hediye vermek ister.
Ama hafızasız Ahmet öyle sersem ki, Tanrı ne yapacağını kestiremiyor. Sevdiğin kimdir diye sorduruyor meleklerine, boş, ne yemek içmek istersin, nafile, nereyi gezmek görmek istersin, meçhul ...
Bu muamma karşısında önce bocalayan Tanrı, nihayet kararını veriyor ve adillerin en adili sıfatıyla, belki de kainat tarihinde ilk kez bir ruha yeniden bir beden tahsis ediyor. Bu, ödenek veya eleman tahsisine benzemediği, bir hayli netameli bir iş olduğu için de, tahsisat muamelesi esnasında zorluklar hasıl oluyor ve Ahmet'in bir bacağı işte böyle kısa kalıyor.
Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmış, İmam Hüseyin'e bakıyorum. Sonra Ahmet'e takılıyor gözlerim. Bir süredir kafasını kaldırmış, İmam'ın sözlerini merakla dinliyor, gözleri iki adet fişek' olup patlayacakmış gibi pırıl pırıl parlıyor. Hadi hayırlısı, diyorum içimden, bu yaştan sonra bir de mucize tanıklığı yakışır bana. İki ihtimal: Ya Ahmet, Hüseyin'in anlattıkları minvalinde az sonra beyaz ve nazlı bir tül olup pencereden süzülüp gidecek ya da, daha mütevazı bir mucize mahiyetinde, hafızasına oracıkta kavuşuverecek. '
Daha tuhaf bir şey oluyor ama. Ahmet bir çağlayan misali dile geliyor. Saatler boyu, karargaha birer birer damlayan Veli, Ali İhsan Hoca ve daha nicelerinin yanında, ağızlarımızı kah hayretten kah esnemekten açık bırakarak konuşuyor.
Ne zamandır ağzından zorla birkaç kelime çıkan, mahallede yok gibi gezinen, hep kıyılara köşelere sessiz sedasız eklenen Ahmet, bir dökülmeye başlıyor ki, düşman başına ...
* Bu şehrin lağımları denize dökülmüyor. Dağ başlarında, kuş uçmaz kervan geçmez yolların kenarlarında, yemyeşil ormanların kuytularında, ağızlarından oluk oluk pislik akan dev silindirler var. Kuşlar kuşluk vakti, tilkiler sinir olur, kelebeklerin kanatları, köstebeklerin evleri, gökyüzüne en umulmadık yerlerden pis kokulu gazlar tüterken, çöp dağlarından beter yani, patlar. Neyse.
Ben bir gece işte böyle bir yerde gözlerimi açtım, başımda dayanılmaz bir ağrı. Göğsüme, ellerime, bacaklarıma baktım, her yanım kana kesmiş.
Sonra Ada'yı gördüm, yanı başımda oturuyordu, başında yapraklardan, çiçeklerden örülmüş bir taç vardı. Elini uzattı bana, elimi uzattım. Parmaklarımız birbirine değdi, değer değmez aramızda bir kıvılcım çaktı. Vücuduma yayılan elektrikten kafam döndü, gözlerim karardı, çektim hemen elimi. Bu elektrik uzun süre birbirine hasret kalmış insanlarda, birbirlerini tanımasalar bile, bir ruh ortaklığı olan insanlarda olurmuş. Yani Ada belki de ben gözlerimi açıncaya kadar kim bilir ne kadar baktı bana, belki de ölümden kurtardı beni, gün batıyordu ya da benim gözlerim daha tam açılmamıştı, öyle oluyor, uzun süre gözleri kapalı kalanlar, birden açınca, kör olanlar varmış, çok aç kalıp da aniden yemek yiyenler de ölüyormuş. Öyle.
* Kelime milleti yeraltında yaşıyor, bunu anladım. Uzun yıllar dehlizlere, madenlere, inlere sıkışmış olanları var ve onlar kuvvetli. Aniden fışkırıyorlar, okuyanın yüzüne tokat gibi çarpıyorlar ve bitip bitmemesi çok fark edecek işi bitiriyorlar. Kelimeler güzel. Devrim de güzel...
* Hesaplı kitaplı cinnet olmaz, cinnet bağışlamaz, dön ve öldür onu da. Ama dönmüyorum, buz gibi bir denize dalıyorum ve çıkmıyorum...
* Darbe insanlara hesap kitap öğretir...
Murat Uyurkulak...
Okuma : Mutlak Töz, Metis Kitap