Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Gecenin Sonuna Yolculuk...

İnsan bir yerde takılıp kaldıkça, nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatırınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar...



Yolculuk etmek, çok işe yarar, düş gücünü çalıştırır...
Gerisi yalnızca düş kırıklığı ve yorgunluktan ibarettir... Bizim yolculuğumuz ise tümüyle düşseldir... Gücünü buradan alır...

Yaşamdan ölüme doğru gider. İnsanlar hayvanlar, kentler nesneler, her şey düşlenmiştir... Bu bir romandır, yalnızca düşsel bir öyküdür. Böyle buyurmuştur Littre* , o ki asla yanılmaz...

Kaldı ki herkes aynı şeyi yapabilir. Gözünü yummak yeterlidir...

Yaşamın öbür tarafındadır bu...

* Emile Littre : Fransız hekim, filozof, dilbilimci ve siyaset adamı. Pozitivizmi dilbilime uygulamıştır, kendi adıyla anılan bir Fransızca Dil Sözlüğü ve Fransızca Dili Tarihi yazmıştır.




Kitapdan Pasajlar...
Bu karanlık omzunuzdan öteye uzandığınızda sizi kolunuzu bile göremeyeceğinizi düşündürecek kadar koyuydu ve benim onun hakkında bildiğim tek şey, ama işte bunu da en ufak bir tereddüte yer bırakmayacak kadar kesin olarak biliyordum. Bu karanlığın feci ve sayısız cinayet istekleri ile dolu olduğuydu…

Sh. 39

Her alanda, asıl yengi unutmaktır... Özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız. Öte yandan unutmamalıyız da, tek bir sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu...

Sh.41

Gerçekten de, ilginç olan ne varsa, hep gizli kapaklı yaşanıyor. İnsanların gerçek tarihleri hakkında hiçbir şey bilinmiyor.

Princhard’dı bu hocanın adı. Şahdamarlarını ciğerlerine ve optik sinirlerini korumak için kim bilir neler kararlaştırmıştı?.. Asıl soru da buydu, biz insanların, tam olarak insan kalabilmemiz ve ayağımızın yere basmaya devam edebilmesi için kendi aramızda sormamız gereken soru buydu. Ama daha oralara varabilmekten çok uzaklardaydık, savaşçı ve akıl dışı basmakalıp şekillerin bekçiliğindeki bir ülkünün içinde sendeleyen, daha şimdiden kapana kısılmış lağım farelerine dönmüş, çıldırmış gibi kendimizi batan gemiden dışarı atmaya çalışıyorduk. Ancak hiçbir bütünsel planımız yoktu, birbirimize hiç güvenimiz yoktu. Savaş sersemi, başka bir tür çılgınlığa dönmüştük korkudan. Savaşın terzi ve düzü…

Sh.83

Bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskocaman haydutları her Allah’ın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik. Kaldı ki biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı, her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır. Buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor. İşledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor. Oysa tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin – ve bildiğiniz gibi, bana tarihi bilmem için para veriliyor.- her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor. Kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnında ki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var. Öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına utanç vesikasıdır. Sonra da yapmış olduğu eylem, topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak’ka dönüşüyor anlıyor musunuz?.. Öyle olursa da, bu işin sonu nereye varır?.. Dolayısıyla dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı bir biçimde uygulanır...

Sh.87

Beni iyi dinleyin sevgili dostum. Toplumumuzun tüm öldürücü ikiyüzlülüklerini ışıldatan bu temel işareti, önemini iyice sindirmeden bir daha asla atlamayın : ‘Çulsuzluğun kaderine, yaşam koşullarına şefkatle eğilmek…’ Sizlere sesleniyorum insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, harca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum. Bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir. Bu kesin bir işarettir… Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar. XIV. Louis hiç olmazsa, zavallı halkı hiç ama hiç takmıyordu, bari o unutulmasın. XV. Louis’ye gelince, o da öyleydi. Halkı kıçının bezi yapıyordu. O zamanlarda yaşam kolay değildi elbette, yoksullar zaten asla iyi koşullarda yaşamadılar, ama hiç olmazsa günümüzün zorbalarının gösterdiği türden bir inat ve hırsla onları delik deşik etmeye çalışılmıyordu. Alttakiler ancak iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler, çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler…

Sh.88

Apar topar siktir olup gitmenin zamanı gelmiş de geçiyordu. Gerisin geriye Fort Gono ya dönmek? Oraya gidip davranışlarımı ve bu maceranın girdisini çıktısını açıklamaya çalışmak? Tereddüt ediyordum. Uzun sürmedi. Hiçbir şey açıklanamaz. Dünyanın tek bildiği şey uyurken bir o yana bir bu yana dönen biri gibi sizi öldürmektir. Dünya uyurken üstünüze abandığında, uyuyan birinin pirelerini ezdiği gibi. Böylesine bir ölüm, pek ahmakça olurdu diye düşündüm, herkes gibi yani. İnsanlara güvenmek demek kendini azıcık öldürmekle eşdeğerdir...

Sh.204

Yaşamı dans ettirecek kadar müzik kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa?... Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir... Bu dünyanın gerçeği ölümdür... Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek... Bense asla kendimi öldüremedim...

Sh.228

Yukarıda bulunduğum yerden, ağzınıza geleni söyleyebilirdiniz onlara. Denedim. Hepsi de midemi bulandırıyordu. Bunları gündüz vakti, yüzlerine karşı söyleyecek cürete sahip değildim, ama bulunduğum yerdeyken korkmama neden yoktu. Onlara ‘imdat! İmdat!’ diye bağırdım. Sırf onlarda en ufak tepki uyandıracak mı diye merak ettiğim için. Umurlarında bile değildi. Önlerine geceyi gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiçbir şey duymuyorlardı. Sallamıyorlardı. Üstelik kent ne kadar büyük ve ne kadar yüksekse o kadar çok pişkinliğe vuruyorlardı. Diyorum size. Denedim. Değmez...

Sh. 237

Yaşamımıza karışmış olan kişilerin bencillikleri, onları şöyle bir düşündüğümüzde, yaşlandığımız zaman, karşı çıkılmaz bir biçimde ortaya çıkıverir, olduğu gibi, yani çelikten, platinden hem de zaman aşımına bile dirençli.

Gençken en su katılmamış kayıtsızlıklar, en sinik öküzlükler için bile, özürlüler icat etmeyi başarırız, yok tutkulu kapristi ya da kim bilir hangi acemi romantizmiydi diyerek. Ancak daha sonra, sırf iyi kötü 37 derece ayakta kalabilmek için dahi yaşam sizden kurnazca hesap, zalimlik, kötülük olarak neler talep edebileceğini gayet açık biçimde ortaya koyduğunda, insan farkına varmaya başlıyor. Her şeyi yerli yerine oturtuyor. Bir geçmişin içerdiği tüm rezillikleri anlayabilmek için sağlam bir zemine gelmiş oluyor. Bunu başarmak için tek yapacak şey insanın kendisini ve aslında ne tür bir süprüntüye dönüştüğünü titizlikle incelemesidir. Artık gizem de kalmadı, avanaklık da. Bu güne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiirini de tüketmiştir. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. İşte yaşam...

Sh.238

Bir yandan yapmacık ve beylik laflarla ahkam keserken öte yandan da üstüme çullandığını hissettiğim fiziksel ve manevi çöküntünün sıtma dışında başka nedenleri olduğunu daha açık bir şekilde ayrımsamaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Söz konusu olan bunun üstüne bir de alışkanlıkların değişmesiydi. Bir kez daha yeni bir ortamda yeni yüzler tanımaya, farklı şekillerle konuşmaya ve yalan söylemeye alışmam gerekiyordu. Tembellik neredeyse yaşam kadar güçlüdür. Oymanız gereken yeni kaba güldürünün sıradanlığı sizi ezer ve sonuçta yeniden başlayabilmek için cesaretten çok alçaklığa gereksinim duyarsınız. Sürgün, yabancılık budur işte. Bir önceki ülkenin alışkanlıkları sizi terk ederken, diğerlerinin, yeni ülkeninkilerin, sizi henüz yeterince sersemletmediği insani zaman örgütündeki o olağanüstü, şuurlu birkaç saat boyunca yaşamın gerçekten olduğu gibi amansız gözlemlenmesi.

Bu anlarda her şey o sefil telaşınıza eklenerek sizi, aciz bir halde, nesneleri, insanları ve geleceği gerçekte oldukları gibi görüp ayırt etmeye zorlar. Yani aslında birer iskelet olarak, hiçlikten ibaret hiçler olarak...

Sh. 242

İnsanın kendine karşı bir seferde çıkarabileceği rezaletin boyutunu deneysel olarak ölçeyim hele!.. Gel gelelim rezaletin ve heyecanın sonu yoktur, açgözlülükle işi nereye kadar vardırmak zorunda kalacağınızı kestiremezsiniz... İnsanların sizden daha neler gizlediklerini de... Daha neler gösterebileceklerini de. Tabii yeterince uzun yaşarsanız. Palavralarını yeterince deşebilirseniz. Her şeyi sil baştan ele almak gerekiyordu.

Sh.307

Bilimsel çılgınlık tüm diğerlerine kıyasla hem daha soğuktur, hem de daha fazla akla dayalıdır ama aynı zamanda aralarında en az tahammül edilebilir olanı da odur. Ne var ki insan belli bir yerde, belli şaklabanlıklar yaparak, kıt kanaat da olsa geçinme konusunda bazı yetenekler edindiyse, ya bu yolda diretmeli ya da bir kobay gibi geberip gitmeye razı olmalıdır. Alışkanlık edinmek cesaret etmekten kolaydır, özellikle de karnını doyurma alışkanlığı söz konusu olduğunda...

Sh.314

Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize... İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yakarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. ‘Çok güzelsiniz, Küçükhanım’ derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. ‘Ne de güzelsiniz küçükhanım!...’
Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de. Gel gelelim herkes gayet iyi bilir değil mi, bunun hiç doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı.

Sh.327

Korkaktı da biliyordum, üstelik doğuştan böyleydi. O da hep birilerin onu gerçekten korumasını umuyordu. Ancak düşünüyordum da, öte yandan gerçekten korkak diye nitelendirebileceğimiz bir insan modeli var mıydı acaba? Sanki her insan için aslında ölümlerden ölüm beğenmek mümkündü, üstelik hemencecik ve dahası dünden razı. Ancak adam gibi ölme fırsatını bulmak da herkese nasip olmuyordu. Yani insanın hoşuna gidecek türden bir ölüm tarzı. O zaman da çaresiz elinden gelen şekilde ölmeye gidiyordu, bir yerlere... İnsan işte yeryüzünde öyle kalakalıyordu, üstelik hıyarın teki olduğu izlenimini yaratarak, herkesi korkak olduğuna inandırarak. Oysa kendisi buna hiç de ikna olmamışken, mesele bu. Korkaklık yalnızca görüntüdedir.

Sh.366

Korku insana evet de demez, hayır da. O, yani korku, her şeyi alır, her aklınızdan geçeni, her ağzınızdan çıkanı.

Böyle durumlarda karanlıkta gözlerini fal taşı gibi açmak bile fayda etmez. Gerçi, zaten görüp göreceğiniz de dehşetten ibarettir ya, daha ötesi yok. Gece her şeyi ele geçirmiştir, hatta bakışları bile. İçinizi boşaltmıştır o. Yine de el ele tutuşmak gerek, yoksa düşersiniz. Gündüzün insanları artık sizi anlayamazlar. O korku tümüyle sizi onlardan ayırmıştır ve bunun yükü altında ezilirsiniz, ta ki her şey şu ya da bu biçimde bitinceye dek, işte ancak ondan sonra o genel geçer adilerin yanına geri dönme hakkınız doğar, yaşamda ya da ölümde..

Sh.379

İnsanların sizi tanımaları, havaya girip size nasıl zarar verebileceklerini bulmaları ne de olsa biraz zaman ister... Henüz size kötülük etmenin en kolay yolunu bulmaya çalıştıkları sürece, biraz nefes almak mümkündür. Ama işte o bağlantı noktasını buldukları an, her gittiğiniz yerde kör tuttuğunu beller. Sonuçta en keyifli dönem, gidilen her yeni yerde henüz bir yabancı olmaya devam ettiğiniz zaman dilimidir. Sonrasında, o aynı hırtlık yeniden başlar. İnsanın doğası budur. İşin püf noktası, o sevgili dostlarımızın sizin zayıf noktanızı iyice bellemelerini gereğinden fazla beklememektir. Tahtakurularını sığınacakları çatlaklarını bulmadan önce ezmek gerek. Öyle değil mi?..

Sh.384

Sefalet ve uzun mesafelerin engeline takılan aşklar, gemicinin aşklarına benzerler, diyecek bir şey yoktur, aksini kanıtlamak olanaksızdır ve dört dörtlüktür. Kaldı ki, sık görüşme fırsatı bulamayınca, pek fazla kavga da edemez insan. Bu da az şey değildir hani. Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa, o kadar mutludur. Bu da doğal ve olması gereken bir şeydir. Hazmedilmesi zor olan gerçektir...

Sh.405

Birkaç içinde oldukça değişebiliyordu odalar, her şey yerli yerinde kalsa bile. Ne kadar eski püskü olsalar da, nesneler yine de artık nasıl oluyorsa, eskiyecek gücü buluyorlardı bir yerlerden. Etrafımızdaki her şey daha şimdiden değişmişti. Eşyalar değildi yer değiştiren elbette, sadece nesnelerin kendileri, derinlemesine. Nesneler sonradan yeniden karşınıza çıktıklarında bambaşka oluyorlardı. Eskisine kıyasla, içimizde daha büyük bir hüzünle, daha yumuşakça, daha derinden işleyebilmek, içimizde günbegün, inceden inceye, tatlı tatlı kalleşçe gelişmekte olan ve karşısında her geçen gün bir öncekinden daha az direnmeye, kendimizi alıştırmaya çalıştığımız o bir tür ölümün içinde eriyebilmek için sanki bir yerlerden güç kazanıyorlardı. Bir zamanlar sıradan, değerli bazen de ürkütücü bir halde bıraktığımız yaşamın ve varlıkların ve onlarla birlikte nesnelerin de, her seferinde biraz daha içimizde yumuşadıklarını, büzüştüklerini görürüz. Bizler keyif peşinde ya da karnımızı doyurma amacıyla kentin içinde koştururken ölüm korkusu işte tüm bunlara kırışıklıklarıyla damgasını vurmuştur bile.

Bu gidişle kala kala yalnızca zararsız, acınası, çaptan düşmüş insanlar ve nesneler kalacaktı geçmişimizin dört bir tarafında. Yalnızca artık sesi soluğu kesilmiş hatalar...

Sh.414

Bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiş. O zamanlar onları anlayacak kadar eğitimli değilmişiz. Oysa merak ediyor insan, hani olur ya, şimdi fikir değiştirmişler midir acep diye? Ama artık iş işten geçmiş. Bitmiş... Kimse onlar hakkında hiçbir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içinde ki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare de kalmıyor. Gerçek yol arkadaşlarımızı yitirmişiz. Üstelik henüz iş işten geçmeden, doğru soruyu, esas soruyu da sormamışız onlara. Onların yanındayken bilememişiz. Yitik insan. Zaten her zaman geç kalmaz mıyız?.. Bütün bunlar artık beş para etmeyen son pişmanlıklardır...

Sh.418

İnsan yalnız yaşadığı andan itibaren kendi geçmiş yaşantısıyla ilgili konuların yükü altında ezilir. Bu yük onu sersemletir. Bundan kurtulmak için de, bunun bir miktarını onu her görmeye gelenin üstüne sıvaştırır, bu da bu sefer onların canını sıkar. Yalnız olmak demek, ölüme yönelik alıştırmalar yapmak demektir...

Sh.420

Gecenin içine gömüldükçe insanın önce ödü kopuyor, ama yine de merakı ağır basıyor. Öyle olunca da derin sulardan bir türlü ayrılamıyor. Gel gelelim eş zamanlı olarak, anlaşılması gereken o kadar çok şey var ki. Yaşam da buna yetmeyecek kadar kısa. Kimseye karşı haksızlık etmek istemeyiz. Vicdan muhasebesi yaparız, bütün bu şeyleri bir seferde yargılamaya tereddüt ederiz ve özellikle de bu tereddütler sırasında ölmekten çekiniriz. Çünkü o zaman boşuna gelmiş oluruz dünyaya. Beterin beteri...

Acele etmeli, kendi ölümünü ıskalamamalı insan. Hastalığı, saatleri ve yılları harcayıp dağıtan sefaleti, koskoca gündüzleri ve haftaları kurşuni bir renge bulayan uykusuzluğu, belki de daha şimdiden özenle ve kanaya kanaya rektumundan yukarı tırmanmanda olan kanseri.

Sh. 422
Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız. Öyle zararsız gibi durur sözcükler. Tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette. Hava cıva, ağızdan çıkan bir takım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen. Onlardan sakınmayız, sözcüklerden. Felaketler de öyle gelir zaten... Öyle sözcükler vardır ki, diğerlerin arasına gizlenmiş taşa benzerler. Onlara öyle özel bir aşinalığınız da yoktur, oysa bir an da sahip olduğunuz hayatı, hem de tümünü birden, allak bullak ederler, hem zayıf yönlerini, hem de güçlü yönlerini... İşte o zaman paniğe kapılırsınız... Çığ düşmüştür tepenize. Duyguların üzerinde sallanırsınız, öylesine idam sehpasında gibi. Bir kargaşadır bu, gelip geçmiştir, dayanamayacağınız kadar güçlü, o kadar şiddetlidir ki bu, sırf duygulardan yola çıkarak böyle bir şeyin olabileceğine asla inanmazdınız...
Sh.536

Louis Ferdinand Celine

Share/Save/Bookmark