Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen, kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek... Şuurumuzun önünde resmi geçit yapan konularda önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar, kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz... Halbuki yazar, onları teker teker otopsi masasına yatıran, yahut şuurun adesesiyle konsistansa kavuşturan, evet yahut – ama bunu yalnız dahiler başarabilir...- damarlarına kendi hayatından, hayatiyetinden bir parçasını zerkeden adamdır...
Satır Arası Cümle Ve Kesitler...
* Anlayamadığı bir dil konuşuyorsun. Ve hep beraber yokluğa sürüklenmektesiniz...
* Gitmek kaderin hatalarını tashih etmektir... Kaçmak : Cangıldan şehre, kasırgadan limana...
* Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, kat-ranlaşır, cıvıklaşır. Tedailer zigzag çizer boyuna. Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar. Boşluğun, sersemliğin, biyolojiğin uğultusu...
* Yalnız hayat kendini zekânın zararına da korumak ister. Şuurun kaderi, biyolojiğin umurunda değildir. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Şuurun her isyanı fizik varlığımızın muvazenesini tehlikeye düşürür. Şuuru isyan etmeyecek hale getirmek, maddenin yaşamak için gerçekleştirmek zorunda olduğu bir zaferdir. Cinnet reel'le ideal arasındaki uçuruma atılan bir köprü. Yani maddenin zaferi. Yok olmamak için asılman bir dal...
* Her yazı meçhule atılan bir kement. Her söz bir davet...
* Beşeriyet tarihinde tekâmül çok defa başka sektörlerde hazin gerileyişler bahasına gerçekleşebilir...
* Kısa bir zaman içinde medeniyet yeni sahalar fetheder, sonra durgunluk devresi başlar, uzun bir devre. Ve insanlık yükseliş devresindeki kazançlarını yer...
* Bir medeniyetin entelektüel bakımdan mukavemeti, hatta en verimli toprakların mukavemeti sonsuz değildir. Devamlı savaşlar toprağı da öldürebilir, medeniyeti de yıkabilir...
* Medeniyetler ancak intihar etmek suretiyle ölürler...
* Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa kendi karanlığından kaçmak boşuna...
* Zaman fertler için de milletler için de başka başka değer taşır. Yani istikbali dokuduğumuz bir ipliktir zaman.
* İki tarih var: bütün fetihleri birbiri üstüne yığan, zamandan faydalanan milletlerin tarihi, mirasyedi milletlerin tarihi. Zaman fertler için de milletler için de başka başka değer taşır. Yani istikbali dokuduğumuz bir ipliktir zaman. Ama tarihini itina ile işleyen, nakışlayan, şekillendiren ve zamandan bir çadır, bir halı, bir Mbas dokuyan fertler ve milletler olduğu gibi, makara ile oynayan bir kedi şuursuzluğu ile iplik yumağını arap saçma döndüren kavimler de var. Mirasyedi milletlerin tarihi de büyük faaliyetlere sahne olmuştur. Aradaki fark büyük medeniyetler, biriktiren, yığan medeniyetler, ötekilerde noksan olan bu sentetiklik, her yenilik erir, kaybolur, eski yeniliklere eklenmez...
* Tesadüf tek başına hiçbir netice doğurmaz...
* İcatları bütün olarak ele alırsak, tarihte iki büyük devre dikkatimize çarpar: neolitik ihtilal, sınai ihtilal...
* Kolektif oynayanlar kazanır...
* İnsan mağarasını terketti edeli kaderle boğaz boğazadır. Kaderin ilk tecellileri fırtına, sel, gece ve canavarlar.. İnsan bunları ehlileştirdi. Ehlileştiremediği tek düşman kaldı: kendisi...
* Bir ahtapotun kıskıvrak yakaladığı insan, tercih hakkından mahrumdur. Ya ölecek, ya kurtulacaksın. Sen ne ölmeye razısın, ne kurtulmaya çabalıyorsun.
* Dilini kaybeden millet yaşamak hakkını çoktan kaybetmiştir. Zindanınızın kapıları açık, ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz. Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı. Yalnız sesiniz, yalnız kelime. Uzaklardan gelen ve kime ait olduğu bilinmeyen bir ses. Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler. Hep aynı.
* İhtilalci, dünyayı değiştirmek ister. İsyankâr, -aleyhlerinde atıp tutabilmek için- acısını çektiği yolsuzlukların sürüp gitmesini ister. İsyankârda daima böyle bir kötü niyet, böyle bir suçluluk duygusu vardır. Düzeni yıkmak da istemez, aşmak da. Sadece ayaklanır ona karşı. Saldırışları ne kadar sertse içinde duyduğu karanlık saygı da o mertebe köklü ve kuvvetlidir.
* Hür bir dünya tehlikelerle dolu. Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler.
* İnsan ölüme karşı -değişiklik de bir ölümdür- kendi içinde değişmeyen bir ezeli-yet kurmak istemiş.
* İsyan bir ümit çığlıdır... Ölü isyan etmez...
* Kaymağını almak. Neyin ve nasıl? Ancak imâl ettiğiniz kaymağı alabilirsiniz. Yoksa cümleler raks eder önünüzde, konular gerdan kırar. Sonra sarhoşluğa benzeyen bir baş dönmesiyle tekrar dünyanıza dönersiniz. Bir maskeli balo dönüşü...
* Dostun kötü tarafı benleşmesidir; tükenmesi ve sönük bir yankıya kaybolmasıdır, gölgeleşmesidir...
* Tanrının alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi. Zira takdir de kolalı yaka takan bir sevgidir. Parçanın bütüne hasreti, bütün insanlar tarafından okunmak, yâni onlarla, kâinatla kaynaşmak, beraber yaşamak, tek kalp ol,-mak. İnsan bülbül gibi şakıyamaz. Dinlenmezse susar...
* Tek başıma bırakılmaktan korkuyorum. Bu korkuda bir nevi ihanet var. Açılmayan bir. kitap gibiyim. Küskün ve biçâre...
* Hiçbir yılan ışığa tükürmek ihtiyacı ile kıvranmaz. Hayat önce rüyalarımızla dökülüyor, yaprak yaprak ve dal dal. İnkisarlar arasında sıralama yapmak abes. Veren, mükâfat düşündüğü anda tefecidir. Ama kafasından kopardığı parçanın canavarlaşması hazin...
* Bir ülke mazisinden kopamaz, kopmamalıdır...
* Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi... bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Biz Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla fethedilmez. Bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç!..
* Tecrübe, hangi tecrübe..? Bu adam roman okur, tiyatroya gider ve ufuklar açılır önünde. "Kjşi âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar". Sanatın kanatlandırmadığı hayal, beli kırılmış bir yılan gibi, sürünür sadece...
* Hilkatin büyük hatâsı insan...
* Servet küstah, sefalet tehditkâr...
* İnsan her ülkede hilekâr ve yırtıcı...
* Yaratanın her şeyi güzel yarattığına kurbağalar bile güler. İnsan yarattığı heykeli boyuna düzelten bahtsız bir sanatçı...
* Cemiyet üvey ana olduğu zaman insan kahramanlaşıyor. Yani dâhi iki taşın çarpmasından doğan kıvılcım gibi iki kaderin çatışmasından doğuyor...
* İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü vardır sadece, "on" vardır. Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler...
* Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir. Denizdeki herhangi bir dalgayız. Dalgaların tarihi var mı? Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, ola- i cağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx...
* Tabiat hep aynı tabiat. Ama insan hep aynı insan değil...
* Feyzi-i Hindî en güzelini söylemiş: ‘Yokluk zulmetiyle bağlıysan topraksın, kafanda tanrısal ışık yanıyorsa: arş...’
* Cimri, cemiyet dediğimiz kuklalar yığınını zirveden seyreden bilge. İpler elinde ama bu oyunda aktör de, rejisör de olmak istemiyor...
* Sirse galiba domuzları insanlaştırdın, sadece insanları öfkeden, utançtan öldürmek için ahırların kapısını açtın, bunları tekrar ahıra sok Sirse...
* Onlar sürü yavrum. Zincirlerinden başka kaybedecek neleri var? Karanlıktan geldiler, karanlığa gidiyorlar. Umman-daki dalgalar gibi sayısız. Tarihi yok bu sürünün. Macerası yok. Yıldızlara tırmanan merdivenden habersiz. Yürüyen, esneyen, tepinen ve öğrendiği sesleri tekrarlayan uzviyet. Kafanın vecdinden habersiz. Bu sarhoş karnaval alayını yıldızlar, yüzbinlerce yıldız, kayıtsız bakışlarıyla seyrediyor. Hepsinin hayatı üç kelimenin içinde, hatta bir kelimenin: yaşamadılar. Kaya nasıl beyin olmuş, bilen yok. Yapma çiçek gibi ürpermeyen, kokmayan, yaşamayan milyonlarca, milyarlarca beyin var. Bu kervanın arkasından koşma çocuğum! Onların yöneldiği iklimlerde sam yelleri eser kış yaz. Sarayları çingene çadırından daha sevimsizdir...
* Kalabalığı sevmek, kalabalıkta erimek değil çocuğum, kalabalığı aydınlatmak. Işık olmak için yanmak lâzım. Yıldızlaşmak kolay değil...
* Bergson'u dinleyelim: ‘Madde bölen ve berraklaştıran nesne.. Kendi başına terkedilen bir düşünce, unsurların kucaklaştığı bir yığın, tek unsur mu var içinde, birçok unsurlar mı, bilemeyiz. Bir akış. Her akışta bir karışıklık mevcut. Düşüncenin açık seçik olabilmesi için kelimelere bölünmesi şarttır, kelimeleşmesi şart. Kafamızdan geçenleri aydınlık olarak idrak etmek için onları kağıda dökmekten başka çare yok. İç içe geçen mefhumlar ancak o zaman nizama girer, ayrılır birbirinden. Demek ki madde vaktiyle ilk hayat hamlesinde sarmaş dolaş olan temayülleri, fert fert, daha sonra da kişi kişi ayırır, belirtir, çözer. Madde emeği de kamçılar. Madde olmasa emek de olmazdı. Sadece düşünce olan düşünce, sadece tasarı olan sanat eseri, sadece hayallenen şiir, henüz bir emeğe mal olmaz. Şiirin kelimede gerçekleşmesi, sanat görüşünün heykelleşmesi veya tablolaşması emek ister. Emek güçtür, acıdır, ama yarattığı eser kadar, hatta yarattığı eserden daha değerlidir. Onun sayesinde bizde olandan fazlasını halkedebiliyoruz, kendi varlığımızın fevkine yükselebiliyoruz. Madde olmasa böyle bir emek de mümkün olamazdı. Madde cehdimiz karşısında direnir, madde cehdimiz karşısında boyun eğer., hem bir engel, hem bir alet, hem bir uyarıcı’...
* Hayatın mânâsı ne, niçin yaratıldık? Bu konular üzerinde kafa patlatan filozoflar şu noktaya dikkat etmemişler: hayat, kendisi söylüyor bize niçin yaratıldığımızı, hedefe varıp varmadığımızı açıkça belirtiyor. Mutluluk duyuyorsak vardık hedefe, haz demiyorum. Haz bir tuzak. Canlı varlık hayatını devam ettirsin diye böyle bir oyun icat etmiş, böyle bir yem bulmuş tabiat.. Haz, hayatın hangi yöne atılması gerektiğini bildirmez. Oysa mutluluk daima bir fethin, bir zaferin, bir galibiyetin belirtisidir. Hayat yeni bir başarı sağlamıştır. Her mutlulukta bir zafer havası var. Nerede mutluluk varsa, mutlaka bir ibda (‘creation’) var orada. İbda ne kadar zenginse mutluluk o kadar derin. Çocuğunu seyreden anne, mutluluk duyar; onu et ve ruh olarak yarattığını bildiği için duyar bu mutluluğu... Servet ve itibar mutluluk vermez insana, bir takım hazlar sağlar. Düşüncesine biçim veren sanatçının, yeni bir keşif, yeni bir icat sağlayan bilginin duyduğu mutluluğu düşünelim. Size bu adamların şöhret için çalıştıklarını, duydukları büyük mutluluğun uyandırdıkları hayranlıktan ileri geldiğini söyleyecekler. Büyük hatâ! İnsan başarısından şüphe ettiği ölçüde övülmek ister, pohpohlanmak ister. Gururun temelinde mahviyet vardır. Emin olmak için takdir bekler sanatçı. Vaktinden evvel doğan çocuğu pamuklara sararlar; sanatçı da eserinin hayatiyetinden şüphe ettiği için sıcak bir hayranlıkla sarıp sarmalamak ister onu. Yaşayan, yaşayacak olan bir eser halkettiğine inanan kimse metihleri ne yapsın? Şöhret vız gelir ona. Vız gelir, çünkü tanrısal bir mutluluk duymaktadır. Demek her alanda hayatın gayesi: yaratış. İnsanın kendi kendini yaratması, kendini aşan bir varlık yaratması dünyadaki zenginliklere her an bir yenisini katması...’
* Yeni bir ülke fethedeceksin, ama yalnız kendin için değil...
* Bergson her emek acı, diyor...
* Gerçi hayat, tezatların dil çıkardığı bir sahne. Ama peşimizden gelen bu mahalle çocuğu inanç, büsbütün utandırıcı. Herkesin içinde ensenize şamar indiren acaip bir yoldaş. Ayın her on üçünden felaket beklemek.. Felaket takvimle hareket etmez. Sonra felaket ne?..
* Ne kadar düşmanınız varsa o kadar büyüksünüz, yaşıyorsunuz. Kin sevgiden daha vefalıdır...
* Verite’nin satırlarından taşan ilk hakikat: kalabalığın her ülkede şuursuz ve şirret bir sürü olduğu. Yarım asır önceki Fransa, hakimleri ve mahkumlarıyla bizden çok farklı değil. Sahnede oynanan aynı komedya. Birinin dekoru biraz daha zengin. İnsan küçüklük kompleksinden kurtuluyor...
* İnsan eti para ile satıldığı gün köpek leşi kadar haysiyetsizleşiyor...
* Biterek ölmek güzel şey... Başlamadan ölmek korkunç...
* Kalabalık senfoniden anlamaz. Tarih de kadın gibidir, çığlığa koşar...
* Çığlık herkese hitap eder. Sürüye ve tarihe...
* Yalnız vasiyetnameler adressizdir. Vasiyetnameler ve intihar mektupları...
* Her alev bir avuç kül...
* Dizginleri boyuna gerilen at şahlanır, ama, kanatlanmaz...
* Tecrübe, tecrübe.. Bayağılığa alışmak ve bayağılaşmak...
* İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu...
* Yol, yola çıktıktan sonra belirir. Balta girmemiş bir orman, istikbal. Hangi tarafa sapacaksın?..
* Kalabalık bayılır insan beynine. Hemcinsini bir kaplan açgözlülüğü ile yutmaz. Medenidir kâfir. Beynini yer, kalbini yer. Ama gemideyiz, kaptan asırlardan beri sarhoş, tayfalar amelimanda. Her fırtınada bir parçası kopmuş geminin ve kopuyor. Bu gemiden kaçan kaçana. Sen gemiden kaçmak istemiyorsun...
* Bence insanı insan yapan: feragati, başkalarıyla kaynaşabilmesi, başkaları için yaşayabilmesi. Ve ölebilmesi. Kendini bir dâvaya vermek. Hangi maymun, hangi robot bu imtiyazımıza ortak olabilir? Ve sevmek. Avam için din, kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir...
* Ağaç kökü ile yaşar... İnsan da öyle...
* Tarih inatçı bir katır, kamçısız yürümüyor...
* Tarih gömülmez... Binalarıyla, sokaklarıyla, müzeleriyle, mezarlarıyla yok edilmesi imkansız bir şahittir...
* Cemiyet sanayileştikçe sınıf tezatları keskinliğini kaybeder...
* Arzın kaderini değiştirenler, kendi kaderlerini değiştirmek zorunda olanlardır...
* Yarası olmayan yaşar, yaratmaz...
* İnsan bazen kılıçla yontar hayalindeki dünyayı, bazen kalemle...
* Gerçek aşklar da sessizdir... Doyan konuşmaz... Yattığı kadınlarla övünen, o kadınlarla yatamayanlardır...
* Yaşanan an, bütün olarak yaşanan an, istikbale taşmaz... Başlar ve biter...
* İntibalar sıcak sıcak sunulmazsa tadını kaybediyor...
* En güzel şarkılar en ümitsiz olanları diyor Musset... Yalan... Yeis dilsizdir... Her hıçkırışta bir davet var... Bir davet yani bir ümit...
* Aradığımız... Aradığımızı bir bilsek... Biliyoruz, aradığımız olmayan... Bir veda daima hazindir... Ve mukaddestir... Ölüm gibi... Dönüşü yoksa tabi...
* Bazen bir kuyuya benziyor hayat. Kör, pis, zehirli bir kuyuya... Boğuluyorum... Ölüme koşacak mecalim kalmıyor. Kimseyi görmüyor gözüm... Sevdiklerim yabancılaşıyor...
* Spinoza, her hüzün bir parça fakirleşme, bir parça küçülmedir diyor...
* Aşkın bir oyun olduğunu kabul etmiyorum... Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir... Yeniden doğmak için uyanıştır... Aşkın bütün sırrı iki kelime... Varlığından soyunmak... Aşk için ya hep vardır, ya hiç...
* Seven sitem eder, sevilen siteme katlanır...
* Venüs, kendine ihanet edenleri affetmez...
* İnsanları olduğu gibi kabul etmek. O zaman mağaradan çıkmazdık. Ne peygamberler gelirdi, ne kahramanlar. İnsan yalnız tabiatı değil, insanı da değiştirdiği içindir ki bir tarihi var. Olduğu gibi, yani nasıl? Her insanda en az bir düzine insan var. Uyuyan ve uyandırılmak istenen bir düzine insan. Bunların hangisi biziz? Şartlar o bir düzine insandan birkaçını davet ediyor sahneye. Onları görüyoruz. Asıl insan ram-pın ışıklan altında boy göstermeyendir. İnsanları olduğu gibi kabul etmek. Yani tiyatrodaki aktörü benimsemek. Garip bir davranış...
* Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor Gandi... Kırıyorsa kanun değil, yumruktur...
* İnancı kişiliğidir insanın...
* Bir başkasının uyanıkken gördüğü rüyalardan zevk almak için, bir başkasını çok sevmeliyiz.
* Biz de asıl sürü, asıl sürüngen, asıl kara kalabalık, asıl nasırlaşmış şuur, kemikleşmiş vicdan, asıl araba beygiri, başını sağa sola çevirmekten korkan nasipsizler...
* Her tehlikeden kaçış, her düşünceden kaçış... Bırakıldığı yerde çubuğuna sarılan esrarkeşin tekkesi...
* Şöhretin terkibi de bazı yemeklerinki gibi tiksindirici...
* Zekanın köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskin, kalabalıklar geçemez üzerinden...
* Tehlikeli bir durak tımarhane, birçok yolcular cinnette karar kıldılar, Hölderlin gibi... Comte'u tedirgin etti cinnet, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı durdu cinnetle. Ebediyet hazin bir teselli mükafatı. Ve Rubaçov zindanının duvarında kelimeleşen sesler duydu, uzaktan, çok uzaktan gelen sesler... Cümleler vardır, korkunç bir yer sarsıntısı gibi kıtaları birbirinden ayırır. Kıtaları yani gönülleri. Uçurumlara köprü atan cümleler de vardır... Burada zaman hayretten dona kalmış, yürümüyor. Ve tarih, akmayan bir ırmak kadar şaşırtıcı. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'ı öfke şairleştirmiş. Öfke bir isyandır. Şarkta sokak isyan eder, sokak, yani rakkam, yani ‘abstraction’. Neye isyan? Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret. Görüyorsun ki kesilen bir konuşmayı tekrar başlatmak, mezardakileri diriltmek kadar güç...
* Hint bütün inançlara söz hakkı tanır...
* Tanrıların vayhini mısralaştırmak demek, peygamberliğe özenmek gibi bir şey...
* Baloyu yöneten şeytan değil, cehalet...
* Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçü de mevcuttur...
* Rusya'da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır. Katolik Kilisesi için hürriyet var mıydı? Reform, söz hakkını mantık selabetinden değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusya’da hürriyet yoktur, çünkü hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir, çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor. Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya'da tek içtimai sınıf var. Yani tek hakikat...
* Bizde hürriyet yok. Ne hürriyeti? Fikir var mı ki hürriyeti olsun? Her fikir sahneye çıktığı zaman ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir. Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur. Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti. Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakarlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır...
* Her rüya gerçek bir temele dayanır...
* Tarih, mağaramızın önünden geçen bir tren. Sırtımız dönük kapıya. Duvara katarların dev gölgesi vuruyor. Gölge ve gürültü. Gözleri göbeklerine çivili meczuplar Tanrıyı görüyormuş orada...
* İnsanları sevmek için, onlardan kaçmak demek...
* İnsanlar zaman zaman ilmin ve imanın kaynaklarıyla susuzluklarını giderememişler, karanlık kuyuya eğilmişler, oradan daha taze, daha doyurucu hakikatler fışkırtacaklarına inanmışlar. Ama bugün, bu, bir tecessüsten çok bir ‘angoisse’, medeniyetimizin bir buhranı...
* Karanlıkta satranç oynamak. Ahtapotun tek kolu yok ki, kaçasın... Her adımda ölümlerden ölüm beğenmek...
* Hata etmemek... Ölüler hata etmez. Yaşamak sfenksle aynı odaya hapis olmak gibi bir şey...
* Kader hep oynayamayacağı rolleri yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların...
Cemil Meriç Jurnal 1...