Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Acı Çeken Gövde...


İnsan neyi betimlemeğe kalkmamış ki ağrıyı da betimlemeğe girişmiş olmasın? Hastalıkların betimine salt hekimlerin işi diye bakmamış yazarlar var. Onlar için hastalığın betimi, kendi başlarından geçen, kendi yaşantılarının bir bölüğü olan bir duyum-duygu-algı-kavram bileşiğini, karmaşasını söz kalıplarına sokmaktır; kendi sözlerinin, kendi deyişlerinin kalıbına sokmaktır. Öldürücü deyişin gizemini taşıyan ustalıklarıyla hastalığı parafin dolu bir kavanozun içinde saklanan bir vakitlerin canlı dokusu gibi, onu bilmeyenlerin, yaşamayanların ancak seyrine bakıp irkileceği, tiksineceği ya da güçleneceği bir görü haline getirerek hastalıktan öclerini alırlar bir bakıma. Kendisini öldüren hastalığı bile betimleyen yazarlar bu hastalıktan bir değil, iki bakımdan öclerini almışlardır: İlkin insan an'ının, anlığının, dolayısıyla insanın üstünlüğünü, ölüme bile meydan okuyuşunu tanıtlarlar; önce kendi kendilerine, sonra da yazdıklarını okuyacak olanlara. İkinci utkuları da doğrudan doğruya sözle, sözcükle ilişkilidir: Yazdıkça, okundukça, o hastalığın boynuna sarılacak ip yavaş yavaş sıkılacak, son cümlelerde kanının son damlası da aktıktan sonra Fafnin'in, Siegfried'in karşısında bir oyuncak, kocaman da olsa, ne yapılacağı, nereye atılacağı bilinmese de bir oyuncak halinde kalması gibi, canavarın yere yamyassı yapıştığı görülecektir.

Ya da yazar, hastalığın –ister kendi hastalığı olsun, ister yakından izlediği bir hastalık olsun– karşısında üçüncü bir utku kazanmağa bakacaktır: Hastalığı, daha doğrusu betimini, bir yazısının, bir yapıtının bir parçası haline sokacak, ondan yararlanacaktır.

Ama birçok hastalığın bir yanı, bir parçası olan, ya da hastalığın ta kendisi olan ağrılar var.
Hekimlikte, bu ağrıların betimi, neredeyse hiç kimsenin işine yaramayacak kertede öldürülmüş, dondurulmuş basmakalıp sözler, deyimlerle yapılır. Kuşak biçiminde, yüzlerce iğne batar gibi, gönül bulantısıyla birlikte gelen, tokmakla vurulur gibi ağrılardan söz edilir. Bundan önceki cümlede virgüllerle ayırdığım parçaların hepsi bir tek ağrıyı anlatmakta kullanılsa gene iyi. Hiç değilse ağrıların karmaşık nitelikleri bir parça kavranmış olacaktır. Oysa o deyimler belki dört, belki sekiz ayrı hastalığın belirtileri olarak düşünülecek, hangisinin hangi başka belirtilerle bir arada ortaya çıktığına bakılarak bir tanıya varmağa, bir tanıya varmanın yolları öğretilmeğe çalışılacaktır.

Hekimlikte bunlar belirli bir dilin bulmaca terimleridir. Terimleri bir araya getirebilen, bulmacayı çözer. Çözümlerin her yerde, herkesin elinde bir, tutarlı olması için de terimlerin en yalın, en ana çizgilerine indirgenmesi şarttır. Dolayısıyla en ölü, en gerçek dışı çizgilerine. Hekim, imgeleme gücünün yanına uğramadığı, sağlamca bir kişiyse hastasını bir kediyi, bir taşı, bir ağacı anladığından biraz fazla anlayabilecek midir ki?

Aynı ağrıyla, üstelik nedeni iyi bilinen doğum ağrısı gibi bir ağrıyla olağanüstü bir durumda kalmadan karşısına gelen yüzlerce kadından derleyeceği sözlerle, imgelerle, hekim bilgisini biraz daha artırabilir, kitaplara birer ikişer cümle daha eklenebilir. Ne var ki ağrısını anlatmak için alışılagelmiş imgelerin, sözlerin dışında şeyler anlatan kadına –pek olasıdır gibime geliyor– "şair gibi kadın" diyecekler ama doğum ağrısı üzerine yeni bir şey öğrendiklerini düşünmeyeceklerdir çoğu hekimler. Kendi dilleridir onlarca önemli olan. Bu yüzden de onları kim yerebilir?

Ama bir yazarın bir ağrıyı betimlemesi için ne gibi bir sebep düşünebiliriz?

İlkin, kalemini bilemek istediğini düşünelim. Ağrı gibi –şimdilik öyle söyleyelim– "anlatılması güç" bir şeyi anlatabilmeğe çalışmak istiyor diyelim. Güçlük, el uzluğunu artırmak isteyen her zanaatçı için bir meydan okuma yerine geçer. Güçlüğü yenmeği başaran, yenmese bile yenmeğe çalışmış olan kişi büyüdüğünü duyar. Ama zanaat, bilgi ister, görgü ister. Ağrı iyi bilinen, tanınan, çok duyulmuş, çeşitli yönleriyle öğrenilmiş bir ağrı olmalıdır.
Yazarı tedirgin edecek, eline kalemini aldıracak kadar sık duyulan, bilinen bir ağrı, yazarın duyguları dışında bir kalem bileme alıştırmasına konu olmakla yetinemez. Yazar bir bakıma, ağrının "pençesindedir".

Bu imge kimseyi yanıltmasın ama. Ağrıyı duyarken yazmağa kalkışmaz kimse. En yürekli yazar bile ağrının dinmesini, hiç değilse yatışmasını bekler yazıyı aklına getirmek için.

Ağrının özelliklerinden biri de bu olsa gerek: Bütün dikkati, bütün gücü kendi üzerine çekebilmek.

Devamı...
Bilge Karasu/Öteki Metinler...

Share/Save/Bookmark