Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı...

İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı...


* Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak... Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için...

* Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...

* İnmek için önce çıkmak gerek...

* Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek... Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğe alışması gerek.

* Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı?

* Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi?

* Matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onların sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden –ansızın– apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek... Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek... Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak...

* Yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz.

* Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da... İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı.

* İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa...

* Değişiklik insanın yüzünde bile belli olurdu...

* Yeni inancı, değişikliği kabul ederse, ömründe bir kez daha, söylenen, istenen, uyulması buyurulan, kendisini herkesle birleştiren, herkese bağlayan şeyi yapmış olacaktı. Olacaktı ama bugüne dek inanarak yaptığı şeyi tamamıyla aykırı bir davranışa da zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Demek, eskiye bağlıydı. Demek eski inancın dışına çıkmak onun için kolay olmayacaktı.

* Anlamaktan sonra gelen bir hal vardı. Kavramak. Anladığının bütün ağırlığını beyninde duymak, ellerinde, kollarında, damarlarında duymak...

* Kaçmak. Gitmek. Kendini de, başkalarını da aldatmayacağı, aldatmak zorunda kalmayacağı bir yere kaçmak, bir yere gitmek...

* Korkum, benden yana benim parçam, belki en önemli parçam...

* Sürüven ardında koşmak için insan yürekli olmalı, yiğit olmalı, alışkanlıklarından her an kopabilmeli, daha doğrusu alışkı edinmekten kaçınan bir kişi olmalı...

* Ölüme karşı çarpışmak gerek. Ölüm, ancak gelip tepene dikildiği, seni gözünün yaşına bakmadan yanına alıp götürdüğü anda, onu kabul etmelisin...

* Kendini duymak, gücünü sınamak, istediğini yapmaya gücü yetebileceğini anlamak için güç yoldan gitmek, iyidir, gereklidir. İnsanın gerçekleşmesini istediği bir işe önce kendi benliğinin koşması, işe önce kendinden başlaması gerekir...

* Şehir buğu içinde ama şimdilik alev görünmüyor. Yalnız, batmağa başlayan güneş, birazdan şehri kızılımsı, bakırımsı, altınımsı bir ışığa boğacak. O zaman, ateş olsa da görünmez. Buğunun içinde kara dumanlar da görünmüyor. Yakılacak şeyler bitmiş olamaz. Yangınlar durdurulamaz. Yanacak şeylerin bitmesinden başka yolu yoktur yangınları durdurmanın. Yoksa, yakılması kararlaştırılan şeyler, parça parça, nöbet nöbet mi yakılacak?..

* İnsan yorulunca küçüklüğünü daha iyi, daha çok duyduğu için mi kendini büyütmeğe, büyüklük düşünceleriyle kendini bile aldatmağa kalkıyor?..

* Sevginin, kurmanın, yapmanın, sözü değil, kendi gerek; yaşanması gerek bunların...

* Sırtını bir daha, bu akşam da çevirecek ırmağa, suların uğultulu akışını arkasına alacak, doğmadığı, büyümediği bu şehirdeki, ama öleceği, toprağına gömüleceği muhakkak olan bu şehirdeki kalesinin, sarayının, tapınağının, tek,biricik evinin, ocağının sağından yürüyecek, yolun çatallandığı yerde sağdaki patikaya dalacak. Bir daha dalacak. Yürümeyecek, ayaklarını değneğinin arkasında sürükleyecek, her akşamki gibi, bir yakarı bilinçliği içinde, çukur alana inmiyorum, tepeye doğru çıkıyorum diyecek içinden, ağır ağır ilerleyecek, güneşle yarışır gibi, bu yarışı her gün biraz daha erken başlatmak zorunluluğunun farkına vararak, adımlarını boş yere sıklaştırmağa, hızlandırmağa uğraşarak, bunun boşluğunu bile bile, gönlünde duya duya, Aventinus’un eteğine tırmanacak...

* Ürperdiği su götürmez. Ama havanın soğukluğundan değil ürperişleri, ürpertisi. Toprağın soğuğu bu, diyor kendi kendine. Toprağın, içinde her geçen günle artan toprağın, ölümün payının estirdiği soğuk...

* Olgunlaşan. Yemişler düşünüyor şimdi, olgunlaşan, derileri incelen, çatlayan, içlerindeki yumuşaklığı, tatlılığı, artık kapalı, örtülü tutamazmış gibi çatlayan yemişler... Bu deri çatlaklarının kıyıları, kenarları, çabuk kararır. Birkaç gün, birkaç saat ötesi, ölümün bu başlangıcını çürük diye, küf diye, kararma diye ilerletir. Gül yapraklarını koruyan şey, onları güllüğün, yapraklığın, tatlılığın ötesine götüren şey, o koyu şerbetin içinde yarı yarıya erimeleri değil mi?..

* Yaşamayı eskitmekten
Eskitmek için kullanmak gerektir bir şeyi, herhangi bir şeyi
Yaşamayı tüketmekten
Bu da öyle, tüketmek için başlamak gerekir
Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi,
Bir
Belki, belki bu yoldan giderek
Bir bayram nasıl beklenirse
Belki bu yoldan giderek bir şeye varacak
Bir bayrama nasıl hazırlık yapılırsa,
nasıl, yaşamanın bütün kaygıları, işleri, oruçları bayrama yönelirse, o kaygılar, o işler, o oruçlar nasıl o bayramda gerekliklerinin doğrulanışını bulursa
Ama bayram gelirse
Burada duruyor. Bayram gelirse...
Ama bütün bir ömür bayram hazırlığıyla geçer de o bayram gelmezse...
Bayramın geldiğini kaç kez düşündü hayatı boyunca, kaç kez “işte geldi artık” dedi, kaç kez artık gelen bu bayramla
Bugün, bu bayramı gelmiş sayacak mı ki?
Oysa bir imgenin
Ama imge dediği anda, aklına imgeyi getirdiği anda, bir sözle biçimleştiriyor bu kavramı. Bu söz bütün ömrüne, yaşamasını başarmış olsa da olmasa da, bütün ömrüne yön vermiş, bir ömrünü yönetmiş bir söz değil mi?
Ne yapmışsa o söz yüzünden yapmış değil mi? Hiç değilse, öyle görünmüyor mu? O sözü de bir yana bırakabilmeli. Artık o sözün burada yalnız bir anlamı var, o anlamın ötesinde bir değer taşımıyor. Yaşamasını yönettiği zaman taşıdığı değere yer yok buralarda. Hele bu anda. Her sözün her yerde, her çağda, bir başka gerçekliği, bir başka geçerliği
Oysa bir imgenin, bir resmin, yan yana gelen iki rengin, bir rengin çeşitli ayrıntılarının üzerinde durmak, düşünceyi sayıklatıyor. Asıl bundan kaçınması gerekmiyor mu?..

* Oysa şimdi, değneğine tutuna tutuna her doğruluşunda, her içten gelen ürperişte, dışarıdan ensesine yapışan buzlu yelin her pençe atışında biraz daha ufalarak, boynunu biraz daha kısarak, bakıyor karşıya...

* Bir zamanlar ağzına dek dolu, ama ne ile dolu olduğunu bilinmeyen süslü bir kutunun günün birinde boşalmış olduğunun ansızın farkına varıldığında, içeriğinin bilinmediğini, hala bilinmediğini, boşalışının fark edilmediğini anlamak gibi bir şeydi bu; artık kutunun alışılmış süsleri, bezekleri vardı yalnız, insanı yalnız bunlar ilgilendiriyordu; insanın gözü, elleri gönlü bunlardan başka bir şey aramıyor, alışkanlığın sivrilttiği belirli noktalarla yetiniyordu...

* Sözler, anlamları kolay kolay ölmüyor...

* Ürperişin içinde sazlığı, bataklığı yiyen gölgeyi görüyor. Ölü bataklığının, ölü sazlığın günle ölmesini, güne yenilmesini. Karanlık, ölüleri yemekle başlar işe...

* Yanlışlar alışkanlık, alışkanlıklar yanlış olunca daha mı kolay yaşanır sanki yanlışlığın alışkısını bile bile...

* Bütün tümceler belki burada biter, burada bitmeli. Gölge karşısını da köklerden yapraklara, temellerden uçlara doğru kemirmeğe, yemeğe başladıktan sonra, fıstıkların şemsiyeleri de bu kararan kabarık suyun yüzünde yüzmeğe başladıktan sonra burada durulmaz...

* Irmağın sezildiği yerde artık karanlık birikmiş; yüzünü çarpan yel yumuşaklığını yitirmiş; batan gün artık yalnız gökyüzünde iz bırakıyor...

* Tanrı adına da olsa insanlar, adaleti kendi ölçüleri içinde dağıtıyorlar...

* Paylaşılan cezaların ağırlığı iki kat olurmuş...

* Duvarın ötesine geçemedikten sonra bir ömür boyu onu süslemişti, neye yarar?..

* Yükünü anlamaktan çok yadsımağa yatkındır insan...

* Parça parça anılar. Korkusundan, o tek bir kez yan yana gelebilecek iki taşı bile yan yana koyamadan ölen...

* Açlığın insanı öldürmesi o kadar kolay değildir...

* Hangi düşünce yalnız bizimdir? Bir şeyi bir başkası bizden önce söylediği zaman, onun başka birinden yararlanmadığı söylenebilir mi?..

* Baş kaldırmak içinse, bir şeyi benimsemek, ciddiye almak, ona bağlanmak, o bağlılığın yükünü duymak gerekmez mi?..

* Mızıkçılık kabul etmeyecek bir düzendi yalan...

* Bundan böyle güneş, sağında doğabilecek
Ama dönmeyecek yurduna
Önünde doğacak
Bir daha tepeye çıkarsa.
Ama çıkmaz gibi geliyor ona.
Bundan böyle iniş yolu başlıyor. Küçük alışkanlıklarının içinde ineceği yol...
Bu alışkanlıklarından artık kurtulmaya çalışmayacağı, her türlü çarpışmanın, direnmenin artık anlamını yitirdiği, ölüme doğru dümdüz inen yol. Batının yolu.
Üç kol denizin en darına, yıkık duvarların içinden, geriye doğru, yağmur sularının bulandırdığı, sepetleri, köpek leşlerini sürükleyen ırmağa doğru yol. Büyük lağımın ağzından biraz ötede belki, duracak olan yol...
Kahramanlığın kırıntısını taşımayacak bir yenikliğin utkusu bu...

Bilge Karasu...

Share/Save/Bookmark