Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

J.J Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Kuramın Değeri...

GİRİŞ

“Her insan bir dünyadır” düşüncesi kabul edildiğinde, “her bilge bir dünyadır” çıkarımının yadsınmaması gerektiği gibi; bu, aynı zamanda bir gerekliliktir de. Her bilge bir “dünya” kabul edildiğinde, her bilgenin oluşturduğu özgün düşüncenin bazı ‘özgü kavramlar’ının bulunacağı doğaldır. Esaslı bilgelerin düşünceleriyle yaşamları arasında bir uzlaşmanın gerekli olduğu, en azından düşünceleriyle yaşamlarının salt bir çelişki ve çatışkı oluşturmaması istemi, bu “düşünce”yi değerlendirme durumunda olanların doğal bir hakkıdır. Çağdaş dünya insanlarının ‘iyi’ ve ‘doğru’ya yaklaşmalarında büyük emeği ve katkısının olduğunda hiç kuşku olmayan Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, yaşamının, düşüncesini evetlediği bir bilge-kişiliktir. Düşünürün oluşturduğu kuram bir bütünsellik görünümü sunduğu gibi, bu özgün düşüncenin kendine özgü bazı temel kavramları da vardır. Dolayısıyla, Rousseau’nun düşüncesini köklü olarak kavrayabilmek için, O’nun kişiliğini de tanımak gerekir.
Belirtilen nedenlerle, bu kısa çalışmada önce yazar üstüne bir kaç söz söylenecek, ardından O’nun toplum sözleşmesi kuramı’nın temeli olan bazı kavramlar ele alınacak ve sonra “toplum sözleşmesi”ne geçilecektir. “Rousseau’nun toplum sözleşmesi düşüncesinin anayasal etkileri” de bunun ardından ele alınarak, filozofun düşünce biçiminin değeri ortaya konmaya çalışılacaktır.

I. ROUSSEAU ÜSTÜNE
Giriş’te de değinildiği gibi, J. J. Rousseau, yaşamıyla düşünceleri arasında bir paralellik olan; yaşamının, düşüncesini evetlediği; düşünceleri, bir “bütün” olarak ele alınmak gereken ve özgün bazı kavramlarla temellenen bir düşünürdür. Romantik ve başkaldırıcı kişiliğiyle “garip bir yaşam süren” düşünür “zaman zaman çelişkilere düşen” gibi görünmekteyse de, bu, aslında bir çelişkiden daha çok, ‘olgunlaşma’ olarak değerlendirilebilir (1). Filozofumuz, düşüncelerinin eksik veya taşkın gördüğü kısımlarını zamanla düzeltmiş, gittikçe yaşam ve düşünceleriyle bir bütünsellik oluşturmuştur. Buna en somut örnek olarak, filozofun mülkiyet’e ilişkin düşünceleri gösterilebilir. Mülkiyeti önceleri doğal bir hak saymayan Rousseau, daha sonraları bu düşüncesini değiştirmiş ve devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla mülkiyeti kabul etmiştir.
Rousseau’nun düşüncesinde duygunun etkinliği büyüktür: O’na göre erdem sade ve doğal ruhlarda bulunur; mutluluğa sade ve masum insanlar ulaşabilir. İlerleyen “Aydınlanma” bütün bunları yok etmiştir; bu akımda erdemin yerine zekâ geçmiş, bilgiçlik erdemden üstün bir değer olmuştur. Çağımızda güvensizlik, kuşku, korku, soğukluk, nefret ve kin ortalığı kaplamıştır (2). Rousseau, karakter ve dehasıyla döneminin temsilcisi, ve hiç kimsenin yapamayacağı bir biçimde zamanındaki ideal gereksinimlerin tercümanı olmuş; taşkın ve tutkun bir üslupla yazdığı bütün eserlerinde, kaybolan ‘doğa hali’nin önemini vurgulamıştır (3). Yazarın düşüncesi sonuçta bir bütün oluşturduğundan, bu düşüncenin, üzerine kurulduğu bazı temel kavramları irdelemek yararlı olacaktır.

II. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMINDA BAZI TEMEL KAVRAMLAR

A. Özgürlük
Rousseau’nun düşüncesinde özgürlüğün büyük önemi vardır. O’na göre, özgürlük varolmanın en büyük ereğidir. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur, falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama bu, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasallaştıran nedir? İşte bu soruya karşılık verebilirim, sanıyorum” (4) tümcesiyle büyük yapıtı “Sosyal Sözleşme”ye başlayan yazar, burada, insanın özgürlüğünü nasıl yitirdiğini tarihsel açıdan ele alır ve sonuçta, getirdiği çözümü sunar. Yazar, doğal hukukun temeli olarak özgürlüğü kabullenir. Ona göre, insan ancak toplum içinde özgür olabilir: Özgür halk itaat eden fakat köle olmayan halktır. Şef vardır ama efendi yoktur, yalnız ve yalnız yasalara uyar ve yasalar sayesinde diğer insanların boyunduruğu altına girmez. O’nca, özgürlükten vazgeçilemez: “Özgürlüğünden vazgeçmek insan olma niteliğinden vazgeçmek demektir; insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. Her şeyden vazgeçen insanın hiç bir zararını karşılama olanağı yoktur. Böyle bir vazgeçme insanın yaratılışıyla uzlaşmaz. İnsanın isteminden her türlü özgürlüğü almak, davranışlarından her türlü ahlak düşüncesini kaldırmak demektir” (5).
Yazar, düşüncesinde bunca önem verdiği özgürlük kavramını kendi gerçek yaşamında da ön plana çıkarmış, garip ve çilekeş bir yaşam sürme pahasına da olsa özgürlüğünden hiç bir zaman ödün vermemiştir (6). Zaten kimsesiz Jean-Jacques’ı ünlü Rousseau yapan ondaki bu özgürlük tutkunluğu değil midir? Yazarın özgürlük düşüncesinin içeriğinde öncelikle, ‘insanın kendini tanıması’ hakikati yer alır. Yazar, “Toplum Sözleşmesi” adlı yapıtının ilk basamağını oluşturan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine konuşma”sına , “insanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanının insan hakkındaki bilgi olduğu” tümcesiyle ve Delphes tapınağındaki “kendini tanı!” tümcesinin, tek başına, ahlakçıların bütün iri kitaplarından çok daha önemli ve güç bir temel kural içerdiğini söyleme cesaretinde bulunarak başlar (7).

B. Eşitlik
Yazara göre, insanlar “doğal yaşama” döneminde eşittiler; bu eşitliği onlara sunan doğaydı. Doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyor bir durumda olduğundan dolayı doğal insan, “bir ağaç altında, bu ağacın meyveleriyle karnını doyuran, yakınındaki bir pınardan suyunu içen ve aynı ağacın altında yatıp uyuyan bir insan” görünümündeydi. Bu insan bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan, başka insanlara gereksinme duymuyordu, dolayısıyla insanlar arasında bir çatışma söz konusu değildi. Doğa herkese yetiyor, bu böyle sürüp gidiyordu.
Ne var ki bu, her zaman böyle sürüp gitmedi. “ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice cinayetlerden, nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” (8). İşte böylece insanlar arasındaki eşitsizliğin ilk tohumu atılmış oluyordu. Rousseau’nun düşüncesini bir bütün olarak ele aldığımızda özgürlükle eşitliğin ‘biri diğerisiz olmayan’ bir bütünlük oluşturduğunu görüyoruz; yani, özgürlüğün olmadığı eşitlik, eşitliğin olmadığı özgürlük esaslılık kazanamaz.

C. Mülkiyet
Yazara göre, doğal yaşama döneminde doğa ve nimetleri o günün bütün insanlarına yetiyor durumda olduğundan dolayı mülkiyet henüz bir “hukuksal hak” olarak ortalıkta yoktu. Ancak zamanla “saf” insanlar bularak çitle çevirdiği belli bir toprak alanını “burası benimdir” iddiasıyla kendine mal eden ilk insan, aynı zamanda mülkiyet olgusunun da ilk temelini atmış bulunuyordu. Toprak bölüşülünce mülkiyet olgusu da genişleyerek gerçekleşmeye ve insanlar arasında bir eşitsizliğin oluşmasına neden oldu. “En güçlüler ya da en zavallılar kendi güçlerini ya da kendi gereksinmelerini başkalarının malı üzerinde bir tür hak, kendilerine göre mülkiyet hakkıyla eşdeğerde bir hak haline getirdikleri için, bozulan eşitliği en korkunç bir kargaşa izlendi. Böylece zenginlerin gaspları, yoksulların haydutluğu, herkesin dizginleri boşanmış tutkuları doğal merhameti ve adaletin henüz zayıf olan sesini boğarak, insanları doyumsuz, cimri, özenişli, kötü kişiler haline getirdi” (9).
Giriş kısmında da değinildiği gibi yazar, önceleri mülkiyeti doğal bir hak saymamasına karşın daha sonra bu düşüncesini değiştirerek, “devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla” mülkiyet hakkını kısmen kabul etmiştir (10).

D. Adalet ve Kanun
Rousseau, her türlü adaletin Tanrıdan geldiğine, adaletin kaynağının yalnız Tanrı olduğuna inanırsa da, insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerine pek inanmak istemez. Ayrıca, adalet ilkeleri doğal yürütme güçleri olmadığından dolayı insanlar arasında etkin değildir; dolayısıyla, adaletin etkinliğini gerçekleştirebilmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir. “Karşılıklılık” ilkesini adalet için bir koşul olarak kabul eden yazar, yasaların objektifliğinin gerekliliğini özellikle vurgular: “Yasaların konusu geneldir dediğim zaman şunu anlıyorum: yasa yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır yoksa özel bir kişiyi ya da özel bir davranışı dikkate almaz” (11). Rousseau’da adalet nesnel bir olgu, kanun ise onun somut bir uygulamasıdır. Yasaların genelliği, yasaların toplumu oluşturan bütün fertler tarafından, yine toplumu oluşturan bütün fertlere uygulanmak üzere çıkarılması gerekliliğini deyimler. Yani, yasaların çıkarılmasında, yöneltilmesinde, kayırmasında ve bağlamasında toplumu oluşturan bütün fertler aynı ve eşit hak ve yükümlüklere sahip kılınmalıdır, aksi durumda yasalar ‘genellik’ niteliklerini yitirmiş olurlar. “Genel irade” toplumu oluşturan bütün fertlerin iradelerinin toplamından oluştuğuna göre, “genellik” niteliğini yitiren yasalar, genel iradeyi değil, olsa olsa özel iradeyi yansıtır; bu durumda ise toplum düzeni bozulmaya doğru gidiyor demektir.

E. Egemenlik ve Genel İrade
Rousseau’nun düşüncesine göre, “Sosyal Sözleşme” oy birliği ile yapılan bir anlaşmadır. Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade, devlette egemenliğin sahibidir. Egemenlik genel iradenin uygulanmasından başka bir şey değildir: dolayısıyla egemenlik başkasına devredilemez ve ayrıca, bölünemez. O’nca, “egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmadığı için hiç bir zaman başkasına geçirilemez; birleşimli-kolektif bir varlık olan egemen varlığı da ancak yine kendisi temsil edebilir; iktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez” (12). Dolayısıyla Rousseau ‘temsili demokrasi’yi kabul etmez. Halk bazı kimseleri görevlendirir ama onlar asla temsilci değildir. Egemenlik bölünmezdir: Demek ki Montesquieu’nün öngördüğü gibi yasama, yürütme ve yargı ayrımı yapılamaz, çünkü bu durumda bir bütünün parçalanması söz konusudur. Egemenliğin en ilginç bir yönü de yanılmazlığıdır: O, her zaman kanun yararını gözetir, doğruya yönelir: Ve kuşkusuz yanılmayan, bölünmeyen, devredilmeyen egemenlik salt olacaktır, etkinliği buna bağlıdır. Eleştirel olarak bakıldığında, Rousseau’nun bu anlayışının tehlikeli sonuçlara yol açabilir nitelikte olduğu ortadadır: Çoğunluğun her zaman haklı ve yaptığı her işin doğru olduğunu ileri sürmek, çoğunluğun baskısını meşrulaştırır. Çünkü haklılık, sayısal bir olgu değildir, hakikat değerine bağlıdır. Hakikat değerini algılamak veya bulgulamaksa, belli toplumsal ve çevresel koşullar içinde oluşan, gerek bireysel gerekse kolektif çabalarla olur (13).
Rousseau düşüncesinde, toplum yaşamında değer ölçüsü “genel irade” olarak kabul edilince, egemenlik de bu genel iradenin somut güç şeklini alması olarak benimsenir: Egemen olan, her zaman bu genel irade olmalıdır.

F. Doğal Yaşam
Rousseau, özgün düşüncesini oluştururken, benzeri diğer düşünürlerde olduğu gibi “doğal yaşama” varsayımından yola çıkmıştır. Doğal yaşama döneminde, o zamanın insanı bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan dolayı diğer insanlara muhtaç değildi. Doğa ve doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyordu, dolayısıyla bu dönemde insanlar arasında her hangi bir çekişme veya çatışma söz konusu olmamaktaydı. Doğal insan her hangi bir kişiye veya nesneye bağlı olmadığından ve düşünme olayıyla da yakından ilgilenmediğinden dolayı, kalbi mutlulukla doluydu. Bu dönemde, doğa herkese yettiğinden, mülkiyet ve insanlar arası ilişkiler gelişken olmadığından dolayı eşitsizlik ve hukuk kuralları yoktu. Doğal insanın ölçüsü kendisiydi ve bağımsızdı. “Ormanlarda avare dolaşan, hiç bir hüneri olmayan, konuşmayı bilmeyen, evi-barkı, savaşları, bağlantıları olmayan, hemcinslerine ya da onlara zarar vermeye hiç gereksinmesi olmayan, hatta onlardan hiç birini tanımayan, çok sayıda tutkusu olmayan, kendi kendine yeten vahşi insan, sadece bu duruma uygun duygulara ve bilgilere sahipti” (14). Ancak her şey böyle sürüp gitmedi. İnsanlar çoğalınca ve toprak bölüşülünce, gittikçe “uygarlık” kökünü kurmaya başladı. Derken, mülkiyet ve bunun doğal sonucu olarak eşitsizlik çıktı ortaya.
Yozlaşmanın başlıca nedenlerinden birisi eşitsizliktir. Eşitsizliği, hak ve haksızlık kavramlarını getiren, ve bencilliği yerleştiren özel mülkiyet olgusu olmuştur. Geriye, doğal duruma dönülemeyeceğine göre, kültürü yeniden doğaya yaklaştırmakla, şimdiye kadar ki gelişmenin olumsuz sonuçları bir yere kadar da olsa giderilebilir. Bunun için de, bir yandan insan tüm yanlarını geliştirecek doğal bir eğitimle yetiştirilmeli; öbür yandan da toplumun, herkesin doğal haklarını güvence altına almış bir biçimi olmalıdır (15).

III. TOPLUM SÖZLEŞMESİ

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” tümcesiyle girer ünlü yapıtı “Toplum Sözleşmesi”ne düşünür. Rousseau’nun düşünceleri bir bütün olarak ele alındığında, bu “zincirler”in, insanlığın gittikçe doğal yaşamdan uzaklaşması ve kendi elleriyle yarattığı nesne ve kuralların kölesi olma durumuna girmesinden kaynaklandığı anlaşılacaktır.
Ünlü düşünür, olguları değerlendirirken bu olguların içinde bulunduğu fizik-fizikötesi ortamı göz önünde bulundurma gerekliliğini hiç bir zaman gözardı etmemiştir. Bu bağlamda örneğin, Aristoteles’in kölelik konusundaki düşüncelerini değerlendirirken, Aristoteles’in haklı olduğunu, ama sonucu neden saydığını; oysa kölelerin zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirdiklerini, köleliklerini sever olduklarını; sonuç olarak, kölelik doğal bir duruma gelmişse bunun doğallığa aykırı bir yaşam biçiminin sonucu olarak gerçekleştiğini belirtir.
O’nca, en güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güç hak yaratmaz; ve, insan ancak haklı güce boyun eğmelidir. Bu mantıksal ve doğal çıkarsamayı yaptıktan sonra, düşünür, ilk çıkış noktası olarak şu tümceyi kurar: “Madem hiç bir insanın, benzeri üstünde doğal bir yetkesi yoktur ve madem kaba güç bir hak yaratmaz, öyleyse insanlar arasında her çeşit haklı yetkenin temeli olarak kala kala yalnız sözleşmeler kalıyor” (16). Dolayısıyla insanlara düzenli ve âdil bir toplum hayatını gerçekleştirebilmeleri için bir tek çıkar yol kalmaktadır ve bu da toplum sözleşmesi’dir. Yazara göre bütün insanların oybirliği ile gerçekleştirilen tek sözleşme ‘toplum sözleşmesi’dir. Öyle ki, bu gerçekleştirildikten sonra artık kimselerin buna karşı koyma güç ve hakları olmayacaktır. “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun” (17). İşte toplum sözleşmesinin çözümünü bulduğu ve sunduğu ana sorun budur. Bu sözleşmeyle toplum üyelerinden her biri, bütün haklarıyla birlikte kendini baştan başa topluma bağlar; bu, aynı zamanda -herkes için geçerli olduğundan- hiç kimseye bağlanmamakla özdeştir. Kısaca, toplum sözleşmesiyle toplumun her ferdi, bütün varlığını genel istemin emrine verir ve her üye bütünün bölünmez bir parçası kabul edilir. Yazar, böylece toplumun bir ‘tüzel kişilik’ edindiğini; kurucuları olan insanların, bu tüzel kişilik içerisinde ‘ortak’ işlevini gerçekleştirdiklerini ve bu kişilerin bir birlik olarak halk, egemen gücün birer üyesi olarak teker teker yurttaş, devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak ta uyruk konumunda olduklarını belirtir.
Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramı aynı zamanda egemenliğin sujesini oluşturan kişilerin ‘çıkar birliği’ olgusunu da kapsar. Toplum sözleşmesine katılan birey, kendisinin bütün yetkilerini bir anlamda topluma aktarmıştır. Bu aktarma toplumu oluşturan bütün bireyler için söz konusu olduğundan dolayı, ortada bir kaybediş olmayacaktır. Birey, bir bütün olarak topluma bağlandığında bir anlamda özgürlüğünü de kazanmaktadır. Ancak bu özgürlük, “doğal insan”daki sınırsız ve bir başıboşluk özgürlüğü olmaktan çok, sosyal ve medeni bir özgürlüktür. Toplumu oluşturan bütün fertler sosyal sözleşmeye katılınca artık kişinin çıkarı toplumun çıkarı, toplumun çıkarı kişinin çıkarı demek olacaktır. Genel istenci saymamaya kalkan kişi, karşısında, onu bu genel istence uymaya zorlayan bütün toplumu bulacaktır. Bu zorlanma, yazara göre, “yalnız özgür olmaya zorlanmaktır” (18). İnsanlar toplum sözleşmesiyle doğal özgürlüklerini ve isteyip elde edebilecekleri şeyler üzerindeki sınırsız haklarını kaybetmelerine karşılık, toplumsal özgürlüğü ve “elindeki şeylerin sahipliğini” kazanmaktadırlar. Peki, temel sözleşme doğal eşitliği ortadan kaldıracak mıdır? “Hayır” diye yanıtlar bunu yazar; aksine, doğanın insanlara sunduğu maddi eşitlik yerine, manevi ve haklı bir eşitlik getirir. İnsanlar hukuk ve sözleşme aracılığıyla eşit olurlar.
Yazara göre, yalnız genel irade (istenç) devletin güçlerini devletin kuruluş amaçlarına, yani, herkesin iyiliğine uygun olarak yönetebilir. Aynı zamanda, genel irade her zaman doğrudur (19) ve kamusal yararlara yöneliktir. Ancak yazar, bundan, halkın kararlarının her zaman aynı doğrultuda olduğu sonucunu çıkarmaz. İnsanlar, her zaman kendi iyiliklerini düşünür olmalarıyla birlikte, bunun ne olduğunu her zaman kestiremezler. Halk hiç bir zaman bozulmaz, ama çoğu kez aldatılabilir. Burada, “halkın çoğu kez aldatılabileceği” üzerinde durmak gerekir. Rousseau’nun düşüncelerinin bir bütün oluşturduğu her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Değer ölçüsü, genel istençtir; genel istenç toplumu oluşturan insanların istencinden oluşur. Doğru ve kamusal yararlara yöneliktir. Ancak bu genel istencin, doğru ve kamusal yararlara yönelik olması için “halkın aydınlatılmış olması” bir koşuldur. Yazar genel istencin doğru ve kamu yararlarına yönelik olduğunu belirtirken, bu koşulu, başka bir deyimle ayrık durumu belirtmeyi ihmal etmemiştir yine de. Ayrıca genel istenç, gerçekten genel olabilmek için, özünde olduğu kadar konusunda da genel olmalı, herkese uygulanmak üzere herkesten çıkmalıdır. Aksi halde, yani, genel istenç herkese uygulanmak üzere, herkesten çıkmadıkça veya kişisel ve belirli bir konuya yönelirse genelliğini yitirecektir. Toplum sözleşmesi, toplumu oluşturan fertler arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması söz konusu olur. Böylece, genel istencin oluşturulmasında ve yöneltilmesinde, bağlanmasında ve kayırmasında yurttaşlar arasında tam bir eşitlik sağlanmalıdır.
Toplum sözleşmesinin amacı sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Bu koruma genel istencin işlemleri olan yasalar aracılığıyla yapılır. Yasaların konusu ise geneldir: bu, yasaların hiç bir ayrım yapılmaksızın bütün yurttaşlara eşit bir şekilde uygulanması gerekliliğini kapsar: yasalara her kes uymalıdır. Yazara göre hükümet, yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür (20). Ancak, halk, hiç bir zaman kendi yaptığı yasaları uygulamakla görevli olanlara herhangi bir sözleşmeyle bağlı sayılamaz. Yöneticiler egemen varlıktan aldıkları yetkiyi yine onun adına kullanırlar. Halkın genel istenci, yöneticilere tanıdığı bu gücü dilediği şekilde sınırlayabilir, değiştirebilir, hatta dilerse geri alabilir. Kısaca, genel istenç yasaları belirler; yöneticiler yasalar çerçevesinde toplum işlerini yürütür; yurttaş ta aynı zamanda kendi istencini yansıtan bu yönetime uyar. Aksi halde, yani, üstün varlık yönetmeye, yönetici yasalamaya, vatandaş ta buyrukları hiçe saymaya kalkışırsa toplum düzeni bozuluyor demektir (21).
Yazar yönetimlerin bozulmasını da ele alır: Bir devlet içinde değişikliğin temel kaynağı yöneticilerin istencinin genel istenç üzerindeki sürekli baskısıdır. Bu bozulma genellikle iki yoldan olur: Biri, hükümetin sıkışıp daralması, öteki de devletin genişlemesi, çok dağılmasıdır. Hükümetin daralması yönetici sayısının kısılması olmasına karşılık, devletin dağılması yöneticilerin devleti yasalara göre yönetmemesidir.
Yazar, düşüncelerinde özgürlük ve eşitliğe özel bir önem vermiştir. Öyle ki, özgürlükten vazgeçmek insan olmaktan vazgeçmekle özdeşleştirilmiştir. Bu özgürlüğü korumak için öyle bir toplum kurmalı ki, malımızı, canımızı koruyan üstün kuvvet, aynı zamanda toplum dışında tek başımıza yaşadığımız günlerin bağımsızlığını da sağlayabilsin bize (22). Bu da, ancak toplumu oluşturan bütün fertlerin, bütün haklarını topluma aktarmasıyla mümkün olacaktır. Bu durumda, tüm fertler tüm haklarını topluma aktardığından dolayı, toplumu oluşturan bütün insanlar arasında tam bir eşitlik oluşacaktır. Her insan, bütün varlığını topluma aktarınca, aynı zamanda bütünün bölünmez bir parçası olacaktır. Diğer yandan, bütün kişisel hakların bir arada toplanmasıyla bir bütün ortaya çıkacak, bu durumda da bütünün çıkarlarıyla bütünü oluşturan parçalar işlevinde olan bireylerin çıkarları özdeşleşecektir. Topluma saldıran bireye, bireye saldıran topluma saldırmış olacak; toplumun yararı bireyin, bireyin yararı toplumun yararı olmuş olacaktır.
‘Egemenlik’ deyince, anlamını yasada bulan genel yararlanmayı anlar Rousseau (23). Toplumu oluşturan bireylerin teker teker özel istek ve çıkarlarının bir ortak yanı vardır. Bu ortak yanlılık, insan olmaktan kaynaklanır. Özel istek ve çıkarların ortak bir yanı bulununca ve genel istek de bu ortak istek ve çıkarlardan oluşunca, egemenlik artık bu genel isteğin pratiğe geçirilmesi olacaktır. Genel istek fertlerin özel istek ve çıkarlarını yansıttığına göre, genel isteğe karşı koyan bir kimse aynı zamanda kendi özel istek ve çıkarlarına da karşı koymuş olacaktır. Bu durumda bu kişiyi “özgürlüğe zorlamak” topluma tanınmış bir hak ve görev sayılacaktır. Meşruluğunu bu genel istekten alan egemenliğin, kendine özgü bazı özellikleri vardır: ilk olarak, egemenlik “bırakılmaz”dır; halkın varlığı istemin varlığıyla gerçekleştiğine göre, kendi istemini bırakan halk, halk olmaktan çıkar. Zaten yazara göre, milletvekilleri halkın temsilcileri değil görevlileridir, bütün işlemleri halkın onaylamasına bağlıdır; istenç halktan koparılamaz. İkinci olarak, egemenlik “bölünmez”dir; egemenlik genel istekten oluştuğuna göre, genel istek te halkın bütününün isteğini yansıttığına göre, bölünen egemenlik genelliğini yitirecek, özel istek olacaktır. Üçüncü olarak, egemenlik “yanılmaz”dır: Rousseau burada, genel istencin doğrulunu ve şaşmazlığını, ayrıca halkın yararına yönelmişliğini kabul eder; ancak bu, halkın yargılarında yanılmazlığını göstermez, halkın yanılmazlığı onun aydınlanması koşuluyla gerçekleşebilir. Aydınlanmanın gerçekleşebilmesi için ise, her yurttaşa kendi düşüncelerini belirtebilme olanağı sağlanmalıdır. Son olarak, egemenliğin bir diğer özelliği ise onun “salt” oluşudur; ancak egemenliğin salt oluşu ona, halkın çıkar ve istemlerine aykırı işlemlerde bulunma hak ve yetkisini hiç bir zaman veremez. Burada dikkat edilmesi gereken, yazarın bu saltlığı bir kişiye veya sınıfa değil, bütün halkın kendisine tanıması durumudur.
Toplum sözleşmesinin ortaya çıkardığı toplumsal yapı, genel istencin yansıması olan yasalar aracılığıyla olur. Yazar, adaletin tanrıdan geleceğine inanırsa da insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerini de aklı almaz pek. Toplum düzeninde tanrının yerini artık, egemen varlık olan genel istenç almıştır. Bu varlık, kendine amaç olarak toplumun ortak çıkarlarını kabul ettiğine göre, işlemleriyle adaletsizliğin doğmasına yol açmayacaktır. Yasanın ilk özelliği genelliğidir; yasalar bütün insanlar tarafından, bütün insanlara uygulanmak üzere çıkarılmalıdır, aksi halde, yani yasaların bu genellik niteliklerini yitirmesi halinde gerçek anlamda yasadan söz edilemeyecektir. Yasa koyma hak ve yetkisi ise halkın kendisindedir; bir yasa tasarısının toplumca oylanması, bu tasarının genel istence uygunluğunu belirtmek içindir. Yasalardan amaç özgürlüğün ve eşitliğin sağlanmasıdır (24). Ayrıca yazara göre, yasaların bir kutsal yanı da vardır, çünkü tanrının değişmez yasalarına uymak olanağını verirler insana.
Rousseau sonuçta “doğal durum”a artık dönülemeyeceğini de iyice kavramıştır. O’nca, kültür bütün sonuçlarıyla bir olgudur; doğa durumu bir daha geri dönmemek üzere ortadan çekilmiştir. Ancak insanların doğa durumundan çıkmış olmaları, onların bir daha bu doğa durumundaki mutluluğa erişemeyeceklerini göstermez. Doğa durumundan çıkan insanlık, bu hedefe, kültür yaşamını yeniden doğa durumuna yaklaştırmakla ulaşabilir. Şimdiye kadar ki eğitim, insanın kişiliğini hem vücudu hem de ruhu bakımından engellemiştir; yapmacık bir sistemle, doğal hareket gereksinmelerini baskı altında bulundurmakla vücudu yozlaştırmış, otoriteye dayanan bir öğrenme ve tek yanlı teorik bir yetiştirme ile ruhu bozmuştur. Ruh eğitiminin ağırlık merkezi ise, ruhun etkinliklerinin ‘doğal’ temeli olan duygu olmalıdır (25). Yazar, düşüncesinde insanın duygu yönüne gereken önemi vermiş, çağının ve de çağımızın ‘insanın kendisinin yarattığı nesnelerin uydusu olma durumu’nu ayrımsamıştır. Onun isteği, soğuk ve yavan entellektualizm’den kurtulmaktır; bunun da çözümünü, kuru akılcılık yerine canlı duyguyu koymada, duygunun hakkını ve değerini korumada bulur (26).

IV. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMININ ANAYASAL ETKİLERİ

Toplum sözleşmesi, kişisel hakları devlet içinde toplayan ve kuvvetlenmiş olarak geri dağıtan bir prosedürü kapsamaktadır. Bunun sonucu olarak, toplum sözleşmesiyle insanlar, doğa durumundaki eşitlik ve özgürlüklerini korurlar. Burada değişen tek durum, doğa durumunda sınırsız ve başıboş olan özgürlüğün, toplum sözleşmesiyle daha sosyal ve medeni bir niteliğe; doğa durumundaki doğal eşitliğin, toplum sözleşmesiyle hukuksal bir eşitlik niteliğine bürünmesidir. Yani insanlar, doğa durumundan yoksun kalıp toplum sözleşmesi aşamasına girmekle, zararlı değil aksine daha kazançlı bir duruma gelmişlerdir, -doğal olarak- toplum sözleşmesinin işlevini tam anlamıyla gerçekleştirmesi koşuluyla.
Kanun genel istencin açıklanmasından başka bir şey olmadığı için; hiç bir emir, eğer kanuna, kanun demek olan genel istence uygun değil ve ona dayanmıyorsa yasal değildir. Yine yazar için, egemenlik bırakılamayacağı gibi, zaman aşımıyla da düşmez ve bölünemez. Hükümetin veya yürütme erkinin belirli kişi veya organlara bırakılmış olması, egemenliğin halktan alınmış olmasını gerektirmez; halk, yöneticileri her zaman değiştirebilir, yetkilerini sınırlayabilir.
Yazarın bütün bu düşünceleri göz önüne alındığında, Fransız Devriminin bu anlayış üzerine kurulduğu ayrımsanacaktır. Bu dönüşümde Montesquieu’nun ve diğer önlü düşünürlerin etkili olduğu yadsınamazsa da, en çok etkin olanın Rousseau’nun düşünceleri olduğu da bir gerçektir (27). Bu düşünceler, biraz değişime uğramakla birlikte, 1789’da kabul edilen ve zamanla o günün anayasalarının başına konan İnsan Hakları Bildirgesinde bütünleşti. Bazı değişikliklerle Fransa ve Belçika anayasalarına geçen İnsan Hakları Bildirgesinin ilkeleri, bu iki ülkenin anayasalarından bizim anayasamıza da geçti. Dolayısıyla Türk anayasasının tarihsel kaynağını, dahası, modern anayasaların kaynağını bulmak için bu ilkelere kadar inmek gerekir (28). Zaten Fransız İnsan Hakları Bildirisinin, İngiliz ve Amerikan Anayasalarının doğal hukuk düşüncesinin etkisinde kalınarak oluşturuldukları ve Rousseau’nun da doğal hukuk düşüncesinin temsilcisi olduğu göz önüne alınırsa; yazarın, düşünceleriyle Modern Anayasaların oluşumunda ne denli etkin olduğu daha bir anlaşılacaktır. Fransa’da 1793 tarihli Montagnarde Anayasası, Rousseau’nun halk egemenliği düşüncesine dayanılarak kaleme alınmıştı. Bu, bir anlamda “yöneten demokrasi” olarak kabul edilir (29). “Yönetilen demokrasi”lerde temsilciler halk iradesini yansıtanlar değil yaratanlar işlevinde olmalarına karşılık, “yöneten demokrasi”de egemenlik halka aittir ve hiç bir şekilde devredilemez. Anayasanın ve buna bağlı olarak diğer yasaların oluşturulmasında halk, egemenliğini kendisi kullanır. 1793 anayasası Fransa’da hiç uygulanmadıysa da, çok daha sonraları 1945 yılında kurucu mecliste Fransız komünistleri tekrar bu anayasadaki halk egemenliği anlayışını savunmuşlardı (30).
Zamanla halk egemenliği anlayışı, yerini, onun ‘sivri yanlarının yumuşatılmış şekli’ olan Milli Egemenlik anlayışına bırakmıştır. Bu anlayışta artık millet, bölünmez bir bütün olarak kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir varlığa sahiptir. Yani, millet kendisini oluşturan bireylerin toplamı değil, fakat onların iradelerinden ayrı, üstün bir varlıktır. Halk belli bir dönemde yaşamakta olan bireyleri, somut bir varlığı ifade ettiği halde; millet, belli bir dönemde yaşayanları değil, fakat geçmiş ve gelecek nesilleri kapsayan manevi bir varlıktır (31). 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne göre (3.madde) “her egemenliğin özü esas olarak millettedir, hiçbir organ, hiç bir kişi açıkça milletten kaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz”; 3 Eylül 1791 tarihli Fransız Anayasasına göre ise (3.başlık, 1.madde), “egemenlik tektir, bölünemez, devredilemez ve zaman aşımına uğrayamaz, millete aittir, halkın içinden hiçbir bölüm ya da fert bu egemenliğin kullanılmasını kendisine mal edemez”. Milli Egemenlik Teorisi, Fransa’da daha sonraki Anayasalarda-1793 Anayasası dışında- temel bir ilke olarak yer almıştır, ayrıca bu ilke kıta Avrupa anayasalarında da çıkış noktası olmuştur (32).
Türkiye’de de bu anlayışın benimsenmesi ilk olarak 1921 anayasasında kendisini gösterir; buna göre (1.madde) “hakimiyet bilakayd-ü şart milletindir.” Böylece, milli egemenlik düşüncesi anayasa ilkesi haline gelir ve sonraki cumhuriyet dönemi anayasalarında da yer alır. 1921 ve 1924 anayasalarında egemenliğin kullanılmasında tek yetkili organ TBMM olmasına karşılık, 1961 ve 1982 anayasalarında TBMM egemenliği kullanan organlardan sadece birisi haline getirilmiştir (33).

DEĞERLENDİRME

Bu düşünceleriyle Rousseau bütün çağdaş demokrasilerin bir bakıma öncüsü olmuştur. Rousseau, Rönesans’tan beri gelişen Avrupa kültürünü irdelemiş ve bunun olumsuz yanlarını eleştirmiştir. İnsanlık kültürünün göz kamaştıran bir gelişme ve ilerleme içinde bulunduğuna inanan bir çağın ortasında Rousseau; bu kültürün insanı gerçek doğasından soyutladığını, duygunun raftan kaldırılarak bütün değerlerin akla göre biçilmesiyle insanın gittikçe bir mutsuzluk içine itildiğini savunmuştur. Rousseau’nun felsefesi, duyguyu insan yaratılışının temel gerçeği olarak ileri sürmekle, akla büyük inanı ve güveni olan “Aydınlanma”da çok önemli bir değişmenin göstergesi olmuştur. Bu bağlamda, Rousseau’nun Aydınlanma felsefesini sona erdirecek, hiç olmazsa sarsacak anlayışların başlıca kaynaklarından birisi olduğu söylenebilir (34). Zaten yazarın büyüklüğü bir bakıma ondaki bu ‘çağını eleştirmede başarıya ulaşma’ yeteneğinden kaynaklanır. Uygarlık ve teknolojinin ilerleyerek insanın eşitlik ve özgürlüğünün esaslılığının yitirildiği bir çağda, yazar, kültürün doğaya uygunluğu yolunda uğraşlarda bulunmakla ancak çözüme ulaşılabileceğini savunmuştur. Zaten yazar, devletin varlık amaçlarının başında da bu ‘doğallığı gerçekleştirme’ öğesine özellikle değinir.
Rousseau’nun düşüncelerinin uzun süre etkinliğini sürdürmesinin temelinde neden olarak, yazarın özgürlük ve eşitlik düşüncesine verdiği önem yatar. Yazar, insanların en önemli varlıklarının özgürlük olduğunu, özgürlükten caymanın insanlıktan caymakla özdeş olduğunu; özgürlüğü elde etmenin güç olmasına karşılık onu bir kez yitirdikten sonra elde etmenin artık olanaksız olduğunu vurgulamıştır. Diğer yandan yazar, insanlar arasında tam bir eşitliği savunmuş ve sosyal bütünün üstün gücüyle kişilerin özgürlüğünü bir madalyonun iki yüzü olarak görmüştür. Bu açıdan, Rousseau’nun eşitlik ilkesini düşüncesinin temeli yapmasının onu Marxist görüşe yaklaştırdığı ileri sürülmüşse de; Rousseau ‘hukuksal anlamda’ özgürlüğün savunuculuğunu yapmış olmasına karşılık, Marxizm’deki eşitlik anlayışı sosyal ve ekonomik bir eşitliği yansıtır (35).
Sonuç olarak, Rousseau’yu çağının koşullarını ve renkli kişiliğini göz önüne alarak değerlendirmek gerektiği göz ardı edilmemelidir. Aydınlanma çağ öncesinin “devlet benim” anlayışı karşısında halk egemenliğini savunmanın olumlu ve özgürlükçü bir çaba olduğunda hiçbir kuşku olamaz (36).


Doç.Dr.Ahmet Gürbüz

(*)Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı

(1) J. J. Rousseau: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991, s. 3; Niyazi Öktem: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993, s.179.
(2) Friedrich A. Hayek: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995; Macit Gökberk: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980, s.383.
(3) Giorgio Del Vecchio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut Kemal Yetkin), Mârif Vekilliği Yayını,1940, s. 77
(4) J. J. Rousseau : Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990. s.14.
(5) J. J. Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 20.
(6) J. J. Rousseau : İtiraflar, II. Cilt ( çev. Arif Obay), İstanbul, 1991, s. 5.
(7) J. J. Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990, s.79.
(8) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s.135.
(9) Rousseau; İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 135.
(10) Öktem, s. 180.
(11) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 48-49.
(12) Rousseau : Toplum Sözleşmesi., s. 35.
(13) Öktem, s. 181-182.
(14) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 128.
(15) Macit Gökberk : Felsefenin Evrimi, İstanbul, 1979, s. 73.
(16) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 18.
(17) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 25.
(18) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 29.
(19) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 39.
(20) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s, 69.
(21) İlhan Akın: Kamu Hukuku, İstanbul, 1979, s. 168.
(22) Akın, s. 161.
(23) Akın, s. 161.
(24) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 63.
(25) Gökberk: Felsefe Tarihi, s. 385 .
(26) Gökberk: Felsefe Tarihi. s. 385.
(27) Del Vecchio, s. 80.
(28) Del Vecchio, s. 80.
(29) Erdoğan Teziç: Anayasa Hukuku, Beta basın, yayın, dağıtım A.Ş. yayını, 1 basım, s. 89.
(30) Teziç, s. 89.
(31) Teziç, s. 90.
(32) Teziç, s. 92.
(33) Teziç, s. 92.
(34) Gökberk: Felsefenin Evrimi, s. 774.
(35) Hayek, s.198-199; Ayferi Göze: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, 1986, s.216-217.
(36) Öktem, s. 182.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA

AKIN, İlhan : Kamu Hukuku, İstanbul, 1979.
DEL VECCHİO, Giorgio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut KemalYetkin), Mârif Vekilliği Yayını, 1940.
GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980.
GÖKBERK, Macit: Felsefenin Evrimi, İstanbul, 1979.
GÖZE, Ayferi: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, 1986.
HAYEK, Friedrich A.: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995.
ÖKTEM, Niyazi: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991; II. Cilt (çev. Arif Orbay), İstanbul, 1991.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990.
TEZİÇ, Erdoğan : Anayasa Hukuku: Beta Basım, Yayım, Dağıtım A.Ş. yayını, 1. baskı.

Share/Save/Bookmark