Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Dönek Ya da Kafası Karışığın Biri...

«Ne kargaşa, ne kargaşa! Kafamın içini düzene sokmam gerek. Dil mi kestiklerinden beri, başka bir dil mi ne, bilmem, hiç durmadan kafatasımın içinde dönüyor, bir şeyler konuşuyor, yahut birisi, sonra birdenbire susuveriyor, sonra her şey yeni baştan başlıyor, ah çok, çok fazla şeyler işitiyorum, ben, ama hiçbir şey söylemiyorum, ne kargaşa ve ağzımı açacak olursam, altüst edilen çakıl taşları gibi bir ses çıkıyor ancak. Düzen, bir düzen diyor dil ve aynı zamanda da başka şeyden söz ediyor, evet, her zaman düzen istemişimdir ben. Hiç olmazsa kesin olan bir şey var ki, o da, yerimi almak üzere gelecek olan misyoneri beklemekteyim. İşte burada, yoldayım, Taghasa'dan bir saat uzaklıkta, bir kaya yığınının dibine gizlenmiş eski tüfeğin üzerinde oturuyorum. Çölün üzerine güneş doğuyor, hava henüz çok soğuk, birazdan da çok sıcak olacak, şu toprak insanı deli eder ve ben, yıllardan beri, bunca yıldan beri, öyle çok ki, sayısını bile unutmuşum artık ... Hayır bir az daha gayret! Misyoner ya bu sabah, ya da bu akşam gelecektir mutlaka. Bir yol göstericiyle geleceğini duydum, belki de ikisi bir deveyle geleceklerdir. Bekleyeceğim, bekliyorum, soğuk, yalnız soğuk titretiyor beni. Azıcık daha sabret, pis köle!

Öyle uzun zamandır sabrediyorum ki. Daha anayurdumda, Masif Santral bölgesinin o yüksek yaylasındayken, o kasabada babam, o haşin anam şarap, her gün domuz yağına çorba, hele o buruk ve soğuk şarap ve upuzun kışlar, dondurucu rüzgar, boralar, o tiksindirici eğrelti otları, ah, gitmek istiyordum, tümünü bir anda, yüzüstü bırakıvermek ve sonunda, güneşte, duru suyla yaşamağa başlamak istiyordum. Papaza inanmıştım, bana papaz okulunu anlatıyordu her gün ilgileniyordu benimle, sokaktan geçerken duvar diplerine sürünerek yürüdüğü protestan köyde buna bol bol vakti vardı. Bana bir gelecekten ve güneşten söz ediyordu, katolik dini demek, güneş demektir diyordu ve okutuyordu beni, odun kafama latinceyi soktu: "Şu küçük akıllı ama, katırın biri», zaten kafam o kadar sertti ki, tüm yaşamın boyunca, o kadar çok öyle çok düşmüşümdür de bir defacık bile olsun kanamamıştır: Babam olacak o domuz da: "Öküz kafalı» derdi. Papaz okulunda hepsi pek gururlanıyorlardı, protestan köyden gelme bir öğrenci, bir zaferdi bu, Austerlitz güneşi gibi doğmuştum üzerlerine. Gerçi bu, soluk bir güneşti, alkol yüzünden, o buruk şarabı içtiler hep ve çocuklarının dişleri çürüdü, rap rap babayı öldürmeliydi, gereken buydu işte, ama sahi, onun da misyona katılma tehlikesi yok, çoktan öldüğüne göre. keskin şarap sonunda midesini deldi, o halde yapacak bir şey kalıyor, misyoneri öldürmek.

«Onunla görülecek bir hesabım var benim, onunla ve efendileriyle, beni o pis Avrupa'yla aldatan efendilerimle, herkes aldattı beni. Misyon, misyon, başka söz çıkmazdı ağızlarından, vahşilere gitmek ve onlara şöyle demek: «İşte benim Tanrım, bakın ona, o hiç vurmaz, hiç öldürmez tatlı bir sesle buyurur, öteki yanağını uzatır, Tanrıların en büyüğüdür o, onu seçiniz, beni olduğumdan daha iyi yaptı, aşağılayınız beni, kanıtını göreceksiniz söylediklerimin.» Evet, bu fasa fisoya inanmıştım ve kendimi daha iyi buluyordum, şişmanlamıştım, hemen hemen yakışıklıydım, beni aşağılasınlar istiyordum. Yazın, Grenoble güneşi altında, kapkara ve sık diziler halinde yürürken ve incecik giysiler giymiş genç kızlara rastladığımızda, ben onlardan gözlerimi kaçırmıyordum, onları küçümsüyordum ve beni aşalasınlar bekliyordum, onlar da kimi zaman gülüyorlardı. O zaman; «Ah, bana vursalar, yüzüme tükürseler» diye düşünüyordum, ama gerçekten de, kahkahaları sanki her yanımı yırtan sipsivri dişler, iğneler gibiydi, aşağılanma ve acı çekme, ne tatlı şeylerdi! Vicdan yöneticim, benim kendi kendimi suçlamamı anlamıyordu bir türlü: «Hayır, hayır, sizin içinizde iyilik var!» İyilik mi, içimde sadece buruk şarap vardı, hepsi o kadar ve böylesi de daha iyiydi, çünkü insan kötü olmazsa daha iyiye nasıl yönelebilir, bana tüm öğretiklerinden bunu anlamış bulunuyordum. Hatta bundan başka bir şey anlamamıştım, bir tek düşünce ve ben, akıllı katır, ta sonuna dek götürüyordum onu, cezalandırılmak için kural dışına çıkıyordum, olağanı çiğniyordum, kısacası, ben de bir örnek olmak istiyordum, beni görsünler ve beni görerek, olduğumdan daha iyiye götürene saygı duysunlar diye, benim aracılığımla Tanrımı selamlayınız!.

«Vahşi güneş! doğuyor işte, çöl değişmekte, artık dağların o eflatun rengini yitirdi, ey benim dağım, kar, o tatlı, yumuşacık kar, hayır hayır, bu azıcık kurşuniye çalan bir sarı, büyük parlayıştan, göz kamaştırıcı ışıktan önceki o nankör saat. Daha karşımda, ta orada; düzlüğün henüz tatlı renklere bürünmüş bir çemberde yok olduğu ufka değin, hiçbir şey yok. Arkamda yol, demirden adı yıllardan beri kafamın içinde güm güm öten Taghasa'yı gizleyen kum tepesine dek gidiyor. Ondan bana ilk söz eden, manastırda duaya çekilmiş o yarı kör, yaşlı papazdı, ne demek ilk söz eden, tek söz eden o olmuştu ve anlattıklarında beni etkileyen o tuz kenti de, kavurucu güneş altındaki bembeyaz duvarlar da değil, kentin vahşi halkının acımasızlığı, burasının tüm yabancılara kapalı oluşuydu; onun bildiği kadarıyla, kente girmeye kalkışanlardan yalnız bir kişi, bir tek kişi gördüklerini anlatabilmişti. Yaralarına ve ağzına tuz doldurduktan sonra kırbaçlamışlar ve çölde kovalamışlardı, nasılsa acıma gösteren göçebelere rastlamıştı, büyük bir talih eseri, ben de o günden beri hep anlattıklarını düşlüyor, tuzun ve gökyüzünün ateşini, put eviyle kölelerini, düşünüyordum, bundan daha vahşisi, daha kışkırtıcısı bulunabilir miydi, evet, işte benim görevim oraya gitmekti, oraya gitmeli ve onlara Tanrımı göstermeliydim ben.

«Bana papaz okulunda uzun uzun söylevler çektiler, beni yıldırmak için, beklemem gerektiğini söylediler, orası görevle gidilecek yer değildi, henüz olgunlaşmamıştım, kendimi özel olarak hazırlamalı, kim olduğumu. bilmeliydim önce, sonra beni denemek gerekiyordu, daha sonra düşüneceklerdi! Ama hep beklemek, ah! hayır, evet, özel hazırlığa ve denemelere evet, çünkü bunlar Cezayir' de olacak ve beni amacıma yaklaştıracaktı, ama gerisi için, odun kafamı sallıyor ve hep aynı şeyi yineliyordum, vahşilere ulaşmak ve onların yaşamını sürmek, söz gelimi, ta putun evine dek girmek ve Tanrımın gerçeğinin en güçlü gerçek olduğunu , örnekle göstermek. Hiç kuşkusuz beni aşağılayacaklardı ama aşağılamalar beni korkutmuyordu, gösteri için gerekliydi bunlar ve karşı koyuşum ile, bu vahşilere boyun eğdirecektim, tıpkı güçlü bir güneş gibi. Güçlü, evet, durmadan dilimde dolaşan sözcük buydu ve ben sınırsız egemenlik düşleri kuruyordum, önünde diz çöktüren, düşmanı teslim olmaya zorlayan, onu doğru yola getiren bir kuvvetin düşünü, ve düşman ne kadar kör, acımasız ve kendine güvenli, inancına gömülmüş olursa yanıldığını kabullenmesi de yenilgiye uğratanın egemenliğini o derece kesinlikle ilan etmiş olacaktı. Azıcık yolunu yitirmiş iyi yürekli kişileri doğru yola getirmek, bu bizim papazların acınası amacı idi, bunca şey yapabilecekleri halde bu kadarcığına yüreklilik gösterdikleri için onları küçümsüyordum, onlarda inanç yoktu, bende vardı, cellatlara üstünlüğünü tanıtmak, onlara diz çöktürmek ve «Tanrım, işte senin zaferin» dedirtmek, kısacası bir tek sözcük ile hainler ordusunu altetmek istiyordum ben. Ah bu konuda düşüncelerimin doğru olduğuna öylesine güvenmiştim ki, halbuki hiçbir zaman kendime güvenim olmazdı, ama bir kez bir düşünceye saplandım mı artık ondan bir daha vazgeçmem, benim gücüm budur işte, evet, hepsinin öylesine acıma duyduğu gücüm!»

«Güneş daha da yükseldi, alnım yanmaya başlıyor. Çevremde taşlar belli belirsiz çıtırdıyor, yalnız tüfeğin namlusu serin, çayırlar gibi, akşam yağmuru gibi serin, eskiden, çorba yavaş yavaş kaynarken, beni beklerlerdi, babamla anam, hatta zaman zaman gülümserlerdi de bana, belki de seviyordum onları. Ama bitti artık, yoldan bir sıcak sisi yükselmeye başladı, gel misyoner. seni bekliyorum, şimdi o isteğe ne karşılık verilmesi gerektiğini biliyorum artık, yeni efendilerim öğrettiler bana ve biliyorum ki onlar haklı, insan, sevginin hesabını görmelidir. Cezayir'deki papaz okulundayken, bu vahşileri başka türlü düşlerdim ben, düşündüklerimden sadece biri gerçek çıktı; hepsi hain. Ben ise, okulun kasasını soymuş, papaz giysilerini fırlatıp atmış, Atlasları, yüksek yaylaları ve çölü aşmıştım, Sahra otobüsünün şoförü benimle alay ediyordu: «Oraya gitme sakın» o da, kuzum nesi vardı böyle tümünün ve yüzlerce kilometre uzanan salkım saçak, rüzgar altında bir ilerleyen, bir gerileyen, kum dalgaları, ve yeniden dağlar, kapkara doruklarıyla, demir gibi keskin mahmuzlarıyla, ve ondan sonra da, esmer, sonu gelmez, sıcaktan uluyan, binlerce aynayla alev alev yanan çakıl taşı denizini geçip zenci topraklarıyla beyazların toprakları arasındaki bu sınıra, tuz kentinin yükseldiği bu yere gelmek için bir yol gösterici gerekmişti. Ya yol göstericinin benden çaldığı para, saflık, hep saflık, ona parayı göstermiştim ama beni yolda bırakıverdi, tam şuracıkta, bir güzel de dövdükten sonra: «Köpek, işte yol, seni buraya getirmek onuru. bana düştü a it, hadi git oraya, git de sana öğretsinler» ve öğrettiler de, ah evet, onlar tıpkı vurmaktan bir an bile geri durmayan güneş gibidir, güneş dışında, evet hep gururla ve şiddetle vurur, işte şimdi de vuruyor bana, hem de fazlasıyla sert vuruyor, birdenbire topraktan çıkıveren yakıcı mızraklarla vuruyor, aman gölge, evet, koca kayanın altındaki gölgeye, her şey birbirine karışmadan.

«Burası pek iyi. Tuz kentinde, bembeyaz sıcakla dolu o havuzun dibinde nasıl yaşanır? Kazmayla kasabada düzenlenmiş, dimdik duvarların her birinde kazmanın bıraktığı yarıklar, göz kamaştırıcı pullarla çevriliydi, dağınık sarışın kum onları azıcık sarartırdı, ancak rüzgar estikçe dümdüz duvarlar ve teraslar temizlenir, o zaman her şey kör edici bir beyazlıkla, masmavi kabuğuna dek temizlenmiş gökyüzünün altında parıldardı. O kıpırtısız yangının apak teraslar üzerinde saatler boyu çatırdadığı. günler gözlerim görmez olurdu; o teraslar ki, sanki eskiden bir gün, hep birlikte bir tuz dağına saldırmışlar, önce onu düzlemişler ve sonra da yığının içerisine, sokakları, evlerin içini ve pencereleri kazmışlarcasına veya daha iyisi, ve evet, daha iyisi, bembeyaz ve yakıcı cehennemlerini bir kaynar su fıskıyesiyle biçimlendirmişler gibi; salt hiç kimsenin yaşayamayacağı bir yerde, her tür yaşam belirtisinden otuz günlük yolda, çölün ortasındaki bu çukurda, gündüz sıcağının yaratıklar arasındaki her tür ilişkiyi engellediği, aralarında göze görünmez alevlerden ve kaynar billurdan çitler çektiği ve gece soğuğunun da hiç haber ve ara vermeksizin bunlan teker teker kaya tuzundan kalıpları içinde dondurduğu, onları bir kuru bankizin gece halkı, birdenbire kübik iglolarında titreşen kara eskimolar haline getiriverdiği bu çölün ortasındaki bu çukurda yaşayabildiklerini göstermek için Kara, evet, çünki uzun kara kumaşlarla giyinirler ve tırnaklara kadar dolan tuz, gecelerin kutup uykusunda acı acı çiğnenen tuz, parlak bir kaya yarığının tek kaynağından gelen suyla birlikte içilen tuz, kimi zaman koyu giysileri üzerinde yağmurdan sonra sümüklü böceklerin bıraktığı izlere benzeyen izler bırakır.

«Yağmur, ey Tanrım, bir tek gerçek yağmur, uzun, sert, göğünün yağmuru! İşte o zaman iğrenç kent, yavaş yavaş kemirilerek karşı konulmaz bir etkiyle çöker ve kaygan bir selde tümüyle eriyip, vahşi halkını kumlara doğru sürüklerdi. Bir tek yağmur, Tanrım! Ama ne diyorum ben, hangi Tanrı; Tanrı da, efendi de onlar. Kısır evleri üzerinde, madende ölüme gönderdikleri zenci köleleri üzerinde egemen olan onlar, ve Güney ülkelerinde topraktan kopartılan her tuz katmanı bir insana bedeldir; onlar, efendiler, sokakların madensel beyazlığında, yas örtüleri içersinde, sessizce geçerler ve gece olduğunda, tüm kent süt gibi bir hortlağa benzediğinde, tuzdan. duvarların belli belirsiz parıldadığı evlerin gölgesine iki büklüm olarak girerler. Deliksiz, rahat bir uykuyla uyurlar ve uyanır uyanmaz da buyuruk verirler, vururlar, tek bir ulus olduklarını, tanrılarının gerçek olduğunu ve boyun eğmek gerektiğini söylerler. Onlar benim efendilerimdir, acıma nedir bilmezler ve tanrılar gibi, yalnız olmak, yalnız başlarına ilerlemek, yalnız başlarına egemenlik sürmek isterler çünki yalnız onlar tuz ile kumların içinde soğuk ve yakıcı bir kent kurma gözü pekliğini göstermişlerdir. Ya ben ...

«Sıcak arttıkça ne kargaşa, terliyorum, onlarsa hiç terlemezler, artık gölge de ısınmaya başladı, başımın üzerinde, taşta, güneşi duyuyorum, vuruyor, tüm taşların üzerine bir çekiç gibi vuruyor ve bu, bir müzik, geniş öğlen müziği, yüzlerce kilometre uzanan alanda, taşların ve havanın titreşimi, rap eskisi gibi sessizliği dinliyorum. Evet, yıllar önce oluyor, nöbetçiler beni güneşe bir araya toplanmış terasların yavaş yavaş, çukurun kenarlarına dayanan sert mavi gökten kapağa doğru yükseldiği alanın ortasına götürdüklerinde beni karşılayan da bu sessizlik olmuştu işte. Orada, bu bembeyaz kalkanın çukuruna dizüstü atılmış, tüm duvarlardan çıkan tuz ve ateş kılıçlarıyla gözleri kemirilmiş, yorgunluktan sapsarı, yol göstericinin dayağından kulağım kan içinde, dizüstü çökertilmiştim ve onlar kocaman, kapkara,hiçbir şey söylemeden bana bakıyorlardı. Gün ortasına ulaşmıştı. Demirden güneşin vuruşları altında, gökyüzü uzun uzun yankılanıyordu, akkor haline getirilmiş bir teneke levha gibi; aynı bu sessizlikti işte ve beni seyrediyorlardı, zaman geçiyor, onlar bir türlü beni seyretmekten vazgeçmiyorlardı, ve ben, onların bakışlarına dayanamıyordum, gittikçe daha şiddetli soluyordum, sonunda ağladım ve birdenbire bana sessizce arkalarını dönüverdiler, hep birlikte aynı yöne doğru uzaklaştılar. Dizüstü, sadece tuzdan parıl parıl ayaklarının kırmızı ve kara sandalları içinde, uzun, koyu renk giysiyi biraz kalkık ucuyla kaldırışını ve topuğun toprağa hafifçe vuruşunu görebiliyordum ve alan bomboş kalınca, beni putun evine sürüklediler.

«Bugünkü gibi, kayanın., dibine çömelmiş ve başımızın üzerinde taşın kalınlığını delen ateşle put evinde birkaç gün gölgede kaldım; burası, öteki evlerden az daha yüksekti, bir tuz duvarla kuşatılmıştı ama penceresi yoktu, parıl parıl bir. gece dolduruyordu içerisini. Birkaç gün kaldım öyle. Bir tas deniz suyu tadında su veriyorlar, tavuğa atar gibi önüme tane atıyorlardı, topluyordum onları. Gündüzleri de kapı kapalı kalıyordu ama gölge biraz daha hafifliyordu gene de, sanki karşı konulmaz güneş tuz yığınları arasından akmayı başarıyormuş gibi. Fener mener yoktu ama, duvarlar boyunca el yordamıyla yürüyerek onları süsleyen kurumuş hurma yaprağından çelenklere ve dipte parmaklarımın ucuyla mandalını yokladığım, kaba yontulmuş küçük kapıya dokunuyordum. Birkaç gün, uzun süre sonra, günleri de saatleri de sayamıyordum ama önüne kadar bir avuç tane attıkları on kez kadar oluyordu ve dışkım için bir delik açmıştım, boşuna örtmeye çabalıyordum, o hayvan ini kokusu gene de gitmiyordu bir türlü, çok zaman sonra, evet, kapının iki kanadı birden açılıverdi ve içeri girdiler.

<<İçlerinden bir tanesi, bir köşeye çömelmiş olan bana doğru ilerledi. Yanağımda tuzun ateşini duyuyor, hurma yapraklarının tuzlu kokusunu alıyor, üzerime gelişini seyrediyordum. Bir metre ötemde durdu, sessiz, gözlerini bana dikmişti, bir işareti üzerine ayağa kalktım, esmer beygir suratında, hiçbir anlam taşımayan parıl parıl maden gözlerini üzerimden ayırmıyordu, sonra elini kaldırdı. Hep öyle kayıtsız, alt dudağımı yakalayıp ağır ağıp büktü, büktü, parmaklarını hiç gevşetmeden, ta etimi kopartıncaya dek, beni kendi çevremde döndürdü, odanın ortasına kadar geri geri götürdü, dizüstü çökeyim diye dudağımı daha da çekti, oracığa, kendimden geçmiş, ağzım kan içinde, dizüstü çökeyim diye dudağıma asıldı, sonra sırtını dönüp, duvarlar boyunca sıralanmış ötekilerin yanına gitti. Ardına kadar açılmış kapıdan giren gölgesiz gün ışığının dayanılmaz sıcağında, benim inleyişimi seyrediyorlardı ve birdenbire bu ışıkta başına hasırdan saç takmış, göğsünü inciden bir zırhla örtmüş, samandan eteği altında bacaklan çıplak, yüzünde, sadece gözleri için kare biçimi iki delik açılmış, tel ile kamıştan yapılma bir maske, büyücü beliriverdi. Ardından çalgıcılar ve vücud yapısını hiç belli etmeyen ağır, renk renk çizgili giysiler giyinmiş kadınlar geliyordu. Dipteki kapının önünde oyuna başladılar, ama bu uyumsuz, kaba bir oyundu, ancak kıpırdanıyorlardı, hepsi o kadar ve sonunda büyücü, arkamdaki küçük kapıyı açtı, efendiler kımıldamıyor, beni seyrediyorlardı, arkama döndüm ve putu, çift balta kafasını, bükülmüş demirden yılan burnunu gördüm.

«Beni önüne götürdüler, heykelin tabanının ta dibine, kapkara, acı mı acı bir su içirdiler, o an kafamın içi alev alev yanmaya başladı, gülüyordum, işte aşağılanma, aşağılanıyorum işte. Beni soydular, kafamı ve vücudumu tıraş ettiler, zeytinyağıyla yıkalar, suratıma tuz ve suya batırılmış iplerle vurdular, ben ise hep gülüyor ve başımı çeviriyordum ama her defasında iki kadın, kulaklarımdan yakalayıp suratımı, ancak kare biçimi gözlerini görebildiğim büyücünün vuruşlarına döndürüyordu, ben ise kan içinde, hep gülüyordum. Durdular, benden başka kimse konuşmuyordu, kafamın içinde kargaşa başlıyordu artık, sonra beni ayağa kaldırdılar ve gözlerimi puta doğru çevirmem için zorladılar, artık gülmez olmuştum. Şimdi hizmet etmek, tapınmak için ona adandığımı anlamıştım, hayır, artık gülmüyordum, korku ve acı boğuyordu beni. Ve orada, o beyaz evde, güneşin dışarıdan dikkatle yaktığı o dört duvar arasında, Yüzüm ona doğru kalkmış, belleğim tükenmiş, evet, puta dua etmeye çalıştım, yalnız o vardı artık ve o korkunç suratı bile, dünyanın geriye kalan şeylerinden daha az korkunçtu. İşte o zaman ayak bileklerimi ancak adını atabilecek kadar, iple bağladılar, gene oynadılar ama bu kez putun karşısında, efendiler birer birer çıkıp gitti.

«Kapı arkalarından kapandı, gene çalgı çaldı, ve büyücü yaktığı bir ateşin çevresinde tepindi, kocaman silueti apak duvarların köşelerinde kırılıyor, düz yüzeyler üzerinde titreşiyor, odayı dans eden gölgelerle dolduruyordu. Bir köşeye bir dikdörtgen çizdi, kadınlar beni oraya sürüklediler, kuru ve yumuşacık ellerini duyuyordum, yanı başıma bir tas su ile küçük bir yığın tane bıraktıktan sonra, bana putu gösterdiler, gözlerimi ondan ayırmamam gerektiğini anlamıştım. O zaman büyücü, kadınları birer birer ateşin başına çağırdı, birkaçını dövdü, dövülenler inildiyor, sonra gidip tanrım olan putun önünde diz çöküyorlardı, bu arada büyücü oyunu sürdürüyordu, tümünü de odadan dışarıya çıkardı,ancak çok genç bir tanesi kaldı, henüz dayak yememiş tek oydu, çalgıcıların yanına çömelmişti. Büyücü onu saçının örgüsünden yakalayıp bileğine doladı ve gittikçe bükmeye başladı, kız, gözleri yuvalarından dışarı uğramış, geriye doğru eğildi, eğildi sonunda sırtüstü düşüverdi. Büyücü, saçını bırakırken bağırdı, çalgıcılar duvara doğru döndüler ve bu arada kare gözlü maskenin ardında çığlık, inanılmaz derecede büyüyor, büyüyor, kadın ise bir tür bunalım içerisinde yerlerde yuvarlanıyordu, sonunda, dört ayak, başını kavuşturduğu kollarının arasına gizlemiş halde, o da haykırdı ama hafif bir sesle ve böylece ulumasını kesmeden, gözlerini puttan ayırmadan, büyücü alelacele, haince ona sahip oluverdi, kadının şimdi giysisinin ağır etekleri altında kalmış suratı görünmüyordu. Ya ben, yalnızlıktan, şaşkın, yolumu yitirmiş, ben de haykırmadım mı sanki, evet, puta doğru dehşet içinde uludum, ta ki biri beni bir tekmeyle duvara fırlatıncaya dek, o zaman tuzları ısırdım, tıpkı bugün, öldürmem gereken o adamı beklerken, dilsiz ağzımla kayayı ısırışım gibi.

«Şimdi güneş, göğün ortasını birazcık geçti. Kayanın yarıkları arasından, güneşin, gökyüzünün fazlasıyla ısınmış madeni üzerinde açtığı deliği görüyorum, benimki gibi koskocaman bir ağız, renksiz çölün üzerine durup dinlenmeden alev ırmakları kusuyor. Karşımda, yolda hiçbir şey yok, ufukta toz moz görünmüyor, arkamda, beni arıyor olmalılar, hayır hayır daha değil, ancak akşama doğru kapıyı açıyorlardı ve ben de gün boyu putun evini temizledikten, adakları yeniledikten sonra, biraz dışarı çıkabiliyordum ve akşam tören başlıyor, beni kimi zaman dövüyor, kimi zaman dövmüyorlardı ama hep puta hizmet ediyordum, imgesi belleğime ve şimdi de umuduma demirle dağlanmış olan puta. Hiçbir zaman bir Tanrı bana ne böylesine sahip olabilmiş, ne de böylesine köleleştirmişti, tüm yaşantım gece gündüz ona adanmıştı ve acı da, acının olmaması da, ki bu sevinç demektir, hep ondan geliyordu ve hatta, evet, cinsel istek bile, hemen hemen her gün o kişiliksiz ve haince birleşmeye tanık ola ola, ama artık görmüyor, sadece işitiyordum çünki dayak atma tehdidiyle duvara bakmaya zorluyorlardı beni. Ama suratım tuza yapışmış, duvarda kıpırdanan hayvansı gölgelerin altında ezilerek, o uzun haykırışı dinliyordum, boğazım kupkuru, yakıcı, cinsellikten uzak bir istek, şakaklarımı ve karnımı sıkıyordu. Böylece günler günleri kovalıyordu, onları birbirinden güçlükle ayırt edebiliyordum, sanki cehennem sıcağının ve tuz duvarların sinsi yansımalarının altında, eriyip sıvılaşıyor gibiydiler, zaman ancak düzenli aralıklarla, acı ve cinsel birleşme haykırışlarının patladığı biçimsiz bir şapırtıdan ibareti, şu vahşi güneşin kayadan evim üzerinde egemen oluşu gibi, putun egemen olduğu, yaşı bulunmayan upuzun bir gündü zaman, ve şimdi de o zaman ki gibi mutsuzluk ve istekten ağlıyorum, haince bir umut yakıyor içimi, ihanet etmek istiyorum, tüfeğimin namlusunu ve içindeki ruhunu yalıyorum, yalnız tüfeklerin ruhu vardır, ah! evet, dilimi kestikleri gün nefretin ölümsüz ruhuna tapınmayı öğrenmiştim.

«Ne kargaşa, ne öfke, rap rap, sıcaktan ve hiddetten sarhoş, iki büklüm, tüfeğimin üzerine yatmışım. Burada güçlükle soluk alan kim? Bu bitmek bilmeyen sıcağa dayanamıyorum artık, bu bekleyişe, mutlaka öldürmeliyim onu. Tek kuş bile yok, tek bir ot parçası, taş, kurak bir istek, sessizlik, onların çığlıkları, içimde konuşan bu dil ve beni sakat ettiklerinden beri, gecenin suyundan, tanrı ile birlikte tuzdan inime kapanmış, düşlediğim geceden bile yoksun dümdüz ve ıssız, upuzun acı. Yalnız gece, serin yıldızları ve karanlık çeşmeleriyle, beni kurtarabilir, sonunda insanların hain tanrılarından kaçırabilirdi ama hep dört duvar arasına kapalı olduğundan onu seyredemiyordum. Eğer öteki daha da gecikirse, hiç olmazsa gecenin çölden yükselip gökyüzünü kapladığını, karanlık başucundan soğuk bir asma yaprağı gibi sarktığını görebilecek, canımın çektiği gibi onu içebilecek, hiçbir canlı ve yumuşak et parçasının artık serinletmediği bu karanlık deliği ıslatacak, sonunda çılgınlığın dilimi aldığı o günü unutacağım.

«Aman ne sıcaktı, ne sıcak, tuz eriyordu, yahut bana öyle geliyordu, hava gözlerimi kemiriyordu ve büyücü içeriye maskesiz girdi. Kurşunimtrak paçavralar altında hemen hemen çırılçıplak, yüzü, putun maskesini andırır bir dövmeyle kaplı, kötü bir heykel aptallığından başka hiçbir şey ifade etmeyen yeni bir kadın peşinden geliyordu. Kadının ancak, incecik ve yamyassı bedeni yaşıyordu ve büyücü kapıyı açınca, tanrının ayağı dibine yığılmıştı. Sonra büyücü bana bakmadan çıktı gitti, sıcak artıyordu, kıpırdamıyordum, put bu hareketsiz ama kaslan tatlı tatlı kımıldanan vücudun üzerinden beni seyrediyordu, ve kadının yanına yaşlaştığımda, o heykel suratı hiç değişmedi. Sadece üzerime diktiği gözleri büyüdü, ayaklarım ayaklarına değiyordu, o zaman sıcaklık, ulumaya başladı ve heykel kadın, hiçbir şey söylemeksizin, hep o büyümüş gözleriyle bana bakarak, yavaş yavaş sırtüstü devrildi, ağır ağır bacaklarını büktü ve yukarı kaldırarak dizlerini ayırdı. Ama, hemen ardından rap, büyücü beni gözlüyormuş, hepsi içeri girdiler beni kadından kopartıp ayırdılar, günah işlediğim yerimi korkunç dövdüler, günah! ne günahı, nerede günah, nerede erdem, beni bir duvara yasladılar, bir çelik el çene kemiklerimi sıktı, bir başkası ağzımı açıp dilimi kanatıncaya dek çekti, bu hayvan uluması benden mi çıkıyordu yoksa, dilimin üzerinden kesici ve serin, evet, sonunda serin bir okşayış geçti. Kendime geldiğimde, gecenin içerisinde yapayalnız, duvara yapışmış, kurumuş kanla kaplıydım, tuhaf kokulu, kuru ottan bir tıkaç ağzımı dolduruyordu, ağzım kanamıyordu artık, ama içi boştu ve bu boşlukta sadece korkunç bir acı yaşamaktaydı. Kalkmak istedim, düştüm, mutluydum, sonunda öleceğim için, umutsuzca mutluydum, ölüm de serindir ve onun gölgesine hiçbir tanrı sığınmamıştır.

.. «Ölmedim, günün birinde gepgenç bir kin ayağa kalktı, benimle birlikte, dipteki kapıya doğru yürüdü, açtı, ardımdan kapadı, benimkilerden nefret ediyordum artık, put oradaydı, ve içinde bulunduğum kuyunun dibinden ona dua etmekten de daha ileri gittim, ona inandım ve o güne dek tüm inanmış olduklarımı tanımazlıktan geldim. Selam, o, kuvvetti, egemenlikti, onu yok edebilirlerdi ama inancını değiştiremezlerdi, bomboş ve paslı gözleriyle başımın üzerinden bakıyordu. Selam, o efendiydi, tek tanrıydı, tartışmasız niteliği hainlik olan tanrı; efendinin iyisi yoktur. ilk kez olarak, aşağılanmalar. sonucu ve tüm bedenim tek bir acıyla haykırarak, kendimi ona bıraktım ve o kötülük düzenini onayladım, onda dünyanın kötülük ilkesine tapındım. Onun krallığının tutsağı, bir tuz dağına oyulmuş kısır kentin, doğadan ayrı düşmüş, çölün kaçamak ve seyrek çiçeklerinden yoksun, güneşin ve kumların bile tanıdığı beklenmedik bir buluta, öfkeli ve kısacık bir yağmura bu rastlantılara veya bu sevecenliklere boyun eğmiş kentin, kısacası, dümdüz açıları, dört köşe odaları, dimdik adamlarıyla, bu düzen kentinin tutsağıydım, kendimi seve seve bu kentin kin dolu ve işkence görmüş vatandaşı yapmış, bana öğretmiş oldukları upuzun geçmişi tanımazlıktan gelmiştim. Beni aldatmışlardı, yalnız hainliğin egemenliği tamdı, beni aldatmışlardı, gerçek, kare biçiminde, ağır, yoğundur, ufak ayırımlara dayanamaz, iyilik bir düştür, hiç durmadan ertelenen, ve yıpratıcı bir çabayla kovalanan bir düş, hiçbir zaman ulaşılmayan bir sınırdır, egemenlik kurma olanağı yoktur. Yalnız kötülük, sınırlarına dek ulaşabilir ve mutlak egemen olabilir, gözle görülebilir krallığını yerleştirmek için hizmet edilmesi gereken, odur, sonra düşünülecektir, sonrası ne demek, sadece kötülük vardır, kahrolsun Avrupa, mantık, ve onur ve haç. Evet, efendilerimin dinini kabullenmeliydim, evet evet ; köleydim ben, ama mademki ben de hainim, o halde pıranga vurulmuş ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın artık köle değilim demektir. Ah! şu sıcak çıldırtıyor beni, çöl her yandan, dayanılmaz bir ışık altında haykırıyor ve o, öteki, adı bile beni tiksindiren o yumuşak tanrı, onu bilmezlikten geliyorum çünki artık şimdi onu tanıyorum. O düş kuruyordu ve yalan söylemek istiyordu, sözleriyle dünyayı aldatmasın diye dilini . kestiler, kafasına varıncaya dek çiviler çaktılar, zavallı kafasına, benim şimdiki kafam gibi, ne kargaşa, yorgunum, ve deprem olmadı, bundan eminim, öldürdükleri, hak bilir biri değildi, buna inanmayı reddederim, hak bilir değil yalnız hain efendiler vardır ve kusursuz gerçeğin egemenliğini onlar sağ-lar. Evet yalnız put egemendir, o bu dünyanın tek tanrısıdır, kin onun buyruğudur, tüm yaşamın kaynağıdır, serin sudur. kin ağzı donduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

"O zaman değiştim, anladılar, karşılaştığımda ellerini öpüyordum, onlardandım artık, bıkmadan usanmadan onlara hayranlığımı gösteriyor, güveniyor, beni sakatladıkları gibi benimkileri de sakatlayacaklarını umuyordum. Ve misyonerin geleceğini öğrendiğim zaman ne yapmam gerektiğini anladım. O gün de ötekilere benzer bir gündü, bunca zamandır süregelen o ayni kör edici gün. Akşama doğru, çukurun yukarısından koşarak gelen bir nöbetçi belirdi, ve birkaç dakika sonra, beni putun evine sürükleyip kapıyı kapattılar. İçlerinden biri beni karanlıkta yere yatırmış, haç biçimindeki kılıcıyla korkutarak kıpırdamamı önlüyordu ve sessizlik uzun sürdü, genellikle sakin kenti alışılmamış bir gürültü dolduruncaya dek, anadilimi konuştukları için tanımakta epeyce güçlük çektiğim seslerdi bunlar, işitilir işitilmez de kılıcın ucu gözlerimin üzerine indi, başımdaki bekçim sessizce beni kolluyordu. O zaman bugün bile kulağımdan gitmeyen iki ses, yaklaştı, birisi şu evde neden nöbetçi bekliyor acaba, kapıyı kırsak mı teğmenim, diye soruyor, öteki de kısaca «Hayır» dedikten sonra, biraz susup ekliyordu, bir anlaşma yapılmıştı, kent, yirmi kişilik bir garnizonu kabul ediyordu ama, surların dışına yerleşmesi ve törelere saygı göstermesi şartıyla: Asker güldü, yelkenleri suya indiriyorlar demek, ama subay bilmiyordu, bildiği tek şey vardı ki o da ilk kez olarak, çocuklara bakmak üzere birinin gelmesine olur demişlerdi ve bu da ordu papazıydı, sonra toprakların gereğine bakılacaktı. Öteki, eğer askerler olmasa anlarsınız ya, ordu papazının şeyini keserler, dedi, subay karşılık verdi: «Ah, hayır! hatta peder Beffort garnizondan bile önce geliyor, iki gün içinde burada olacak o. «Artık bir şey işitmez olmuştum, kılıcın altında, toprağa çökmüş, canım ,acıyor çevremde iğne ve bıçaktan yapılmış bir tekerlek dönüyordu sanki. Deliydi bunlar, deliydi, kentlerine, yenilmez güçlerine, gerçek tanrıya el uzatılmasına izin veriyorlardı ve ötekinin, o gelecek olanın dilini kesmeyeceklerdi, karşılığını ödemeksizin, aşağılanmalara katlanmaksızın küstah iyiliğini ortaya serecekti o. Kötülüğün egemenliği geciktirilmiş olacaktı, gene kuşkular uyanacak, gerçekleşebilir tek krallığın gelişini çabuklaştırmak için acele edecek yerde olanaksız iyiliği düşlemekle boşuna zaman harcanacaktı ve beni korkutan kılıca bakıyordum, ey dünyaya tek egemen olan güç! Ey güç ve kent yavaş yavaş gürültülerinden boşalıyordu, sonunda kapı açıldı, kavrulmuş, acımış, put ile yalnız kaldım ve yeni inancımı, gerçek efendilerimi, despot Tanrımı kurtaracağıma, ne bahasına olursa olsun, iyice döneklik edeceğime onun uğruna and içtim.

«Rap, sıcak' azıcık çekildi, taş titreşmez oldu, artık deliğimden çıkabilir, çölün birer birer sarı, toprak sarısı, sonra da mor renklere bürünüşünü seyredebilirim. Bu gece uyumalarını bekledim, kapıyı kapanmasın diye sıkıştırmıştım, her zamanki iple ölçülü adımlarımla dışarı çıktım, sokakları biliyordum, eski tüfeği nereden alacağımı, hangi çıkışta nöbetçi bulunmadığını biliyordum, ve çöl azıcık koyulaşırken, gecenin bir avuç yıldız çevresinde renksizleştiği saatte buraya ulaştım. Şimdi de bana sanki şu kayalıklara sineli günler, günler geçti gibi geliyor. Çabuk, çabuk, ah çabuk gelse! Az sonra beni aramaya başlayacaklar, dört bir yana, yollar üzerinde uçar gibi uçacaklar, onlar için ve onlara daha iyi hizmet etmek için gittiğimi bilmeyecekler, açlıktan ve kinden sarhoş olmuşum, bacaklarım tutmuyor. Hey, hey, orada, yolun ucunda iki deve gittikçe büyüyor, rahvan koşarak, şimdiden kısacık gölgeler yanı başlarında, her zamanki o canlı ve düşlere dalmış tavırlarıyla koşuyorlar. İşte sonunda geldiler, işte!

«Tüfek, çabuk, hemen doldurayım. Ey put, oradaki tanrım, gücün eksilmesin, aşağılanma büsbütün artsın, kin, bir lanetliler dünyasına, acımasızca egemen olsun, hain, her zaman efendi olsun, bir de, sonunda tek bir tuzdan ve demirden kette kara tiranların acımasızca köleleştirdiği ve sahip olduğu o krallık gelsin artık! Ve şimdi de, rap rap, acımaya ateş, güçsüzlüğe ve iyilikseverliğine ateş, kötülüğün gelişini geciktiren her şeye ateş, iki kez ateş ve işte devrildiler, düştüler, develer değişmeyen gökyüzüne bir kara kuş fıskıyesinin fışkırdığı ufka doğru dümdüz kaçıyorlar. Gülüyorum, gülüyorum, beriki nefret edilesi cübbesi içinde kıvranıyor, başını azıcık kaldırıyor, beni görüyor, beni gücü sonsuz, ayağı köstekli efendisini, niçin gülümsüyor bana, bu gülüşü eziyorum! İyiliğin suratına inen kabzanın çıkardığı ses ne güzel, bugün, sonunda bugün olup bitti işte ve çölün her yanında ta buradan saatler süren yerlere dek, çakallar, olmayan rüzgarı derin derin kokluyorlar, sonra küçük, sabırlı adımlarla kendilerini bekleyen leş şölenine doğru yola çıkıyorlar. Zafer! kollarımı, tatlılaşan gökyüzüne doğru uzatıyorum, karşı kıyıda belli belirsiz bir mor gölge seçiliyor, ey Avrupa geceleri, vatan, çocukluk, niçin zafer anında ağlıyorum sanki?

"«Kıpırdadı, hayır gürültü başka yerden geliyor ve öte yanda, orada, onlar, işte kara kuş sürüsü gibi koşarak geliyorlar, efendilerim, üzerime atılıyorlar, beni yakalıyorlar, ah! ah! evet, vurun, kentlerinin yağma edilmiş halde ulumasından korkuyorlar, kutsal siteden öç almak için çağırmış olduğum askerlerden korkuyorlar, öyle yapmak gerekirdi. Şimdi savunun kendinizi, vurun, önce bana vurun, gerçeğe eriştiniz! Ey benim efendilerim, sonra da askerleri yenecekler, sözü ve sevgiyi yenecekler, çöller boyunca çıkacaklar, denizleri aşacaklar, Avrupa'nın aydınlığını kapkara peçeleriyle dolduracaklar, karına vurunuz, evet, gözlere vurunuz, tuzlarını kıtaya ekecekler, tüm bitki yaşamı, tüm gençlik sönecek, ve ayağı pırangalı dilsiz kalabalıklar dünya çölünde, gerçek inancın hain güneşi altında yanı başımda yürüyecekler, artık yalnız olmayacağım. Ah! ne kadar, ne kadar canımı yakıyorlar, öfkeleri ne güzel ve şimdi çarmıha gerer gibi beni gerdikleri şu savaşçı eğerinin üzerinde, merhamet, gülüyorum, beni çarmıha çivileyen, bu vuruşu seviyorum.

«Çöl ne kadar da sessiz! Gece indi bile, ve yalnızım, susadım. Daha beklemek, kent nerede, uzaktan gelen bu gürültüler, ve belki de askerler kazandı, hayır kazanmamalı, askerler kazanmış olsalar bile yeterince hain değildirler, hüküm sürmesini bilmeyeceklerdir, gene daha iyi olmak gerektiğini söyleyeceklerdir ve gene hep iyilikle kötülük arasında, parçalanmış, şaşkın milyonlarca insan, ey put niçin terkettin beni? Her şey bitti artık, susadım, bedenim yanıyor, karanlık gece gözlerimi dolduruyor.

«Bu uzun, bu uzun düş, uyanıyorum, ama hayır, öleceğim, şafak söküyor, ilk ışık başka canlılar için gün, ve benim için ise amansız güneş, sinekler. Kim konuşuyor, hiç kimse, gök aralanmıyor, hayır, hayır, Tanrı çöle seslenmez, peki öyleyse: «Eğer sen kin ve güçlülük uğruna ölmeye boyun eğersen bizi kim bağışlayacak?» diyen bu ses nereden geliyor? İçimdeki başka bir dil mi bu, yoksa ayaklarımın dibinde, hala ölmek istemeyen ve: «Cesaret, cesaret, cesaret» diye yineleyen beriki mi? Ah! Ya gene yanılmış isem? Eskiden kardeş olan insanlar, tek sığınağım, ey yalnızlık, bırakmayın beni! İşte, işte kimsin sen, parçalanmış, ağzın kan içinde, sensin, büyücü, askerler seni yenmiş, orada tuz yanıyor, sevgili efendim sensin benim! Bu nefret dolu suratı bırak, şimdi iyi ol, yanılmışız biz, baştan başlayacağız, iyilik sitesini yeniden kuracağız, yurduma dönmek istiyorum. Evet, yardım et bana, işte böyle, uzat elini, ver ... »

Albert Camus/Sürgün...

Share/Save/Bookmark