Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Resul...


Yoktu şimdilik, gitmişti, öyle sanıyordum. Ama biliyordum, beni asla tamamen terk etmez, asla benden tamamen vazgeçmezdi. Yine gelecekti, hazırlıklı olmalıydım. Bu yeni gelişinde, ihtimal eskisinden çok daha güçlü olacak, sonuç alana dek ısrar edecekti. Bu derlenmiş, bu defa kesin beni ele geçirme kararlılığındaki güç karşısında direnebilmek için kendimi gözden geçirmeli, çevremi kontrol altına almalı ve tetikte beklemeliydim.

O varlığın bana neler yapmak istediğini biliyorum, yapabileceklerini gördüm. Çok dikkatli olmalı, çevremi büyük bir titizlikle çalışarak örtmeliyim, bana ulaşamamalı. Kendimden başlayarak, çekirdek, etrafımı sonsuz sayıda odayla çevirmeliyim. Beni öfkeyle arzulayan, isteyen bu varlık karşısında kaybolmanın o sınırsız gücüyle donanmalıyım. Böylece o kadar çok yerde olabilir olurum ki, gerçekte nerede olduğum asla anlaşılmaz. Ve aslında beni bulmak için bakılması gereken o sınırsız sayıda yere bölünmüş olurum; sınırsız sayıda varlığım düşüncesi, sınırsız sayıda yokluğum demektir. İçlerinde ben varım diye açılır bütün oda kapıları, odacıklar, gözeler; içlerindeki o boşlukta benim düşüncem, düşünülmüş bir ben bulunur her seferinde. Yokluğuma her ulaşıldığında bir öteki odacıkta işbaşında olur düşünülmüş bir başka ben; o benden her seferinde daha çok olan varlığım. O odacık açılana dek orada yaşarım. Odacık açıldığı anda, havada şekerli bir titreşim bırakarak yok olurum, kimseler göremez beni.

Böylece yok varlık olarak, başkalarının aklının bir ürettiği ve peşine düştüğü olarak yaşamaya başlarım. Başkalarının aklında yaşamaya başlayanlar yara almaz olur, alsalar da zor ölürler. Ben bu yoklukta çoğalıyorum ve bundan fena korkuyorum. Çünkü ben biliyorum, gerçek ben'le varlık'ın içine dolmak üzere aradığı ben arasında ne büyük aşılamaz doldurulamaz kapatılamaz üstesinden gelinemez bir boşluk, sanki bir uçurum, geniş bir geçişsizlik var. Karşı taraf giderek görünmez oluyor. Kendi yokluğuma bakarak ürperiyorum. Kendim düşüncesini boş her yere bölerek kendimi çoğaltıyor ya da bana bunun yapılmasına rıza gösteriyor ve bu yoldan kendimi ele geçmez görünmez görülmez kılıyorum; öte yandan böyle çoğaldıkça benliğimden uzaklaşıyorum. Ben böyle böyle boşaldıkça bu boşluğa beni arayan, beni isteyen herkes kafasında istediklerinden ibaret bir ben, bir yapma şey koyuyor, benim yerime artık o kendi istediği şeyi ister oluyor. Sanki yokluğumla çoğaldıkça içim boşalıyor, yok oluyorum.

Çevremi boş odacıklar, gözelerle örme ve her birinde yok olma fikrini yeniden ele almalı, gözden geçirmeliyim. Burası daracık, içinde yok olmama yetecek kadar çok oda yapmam mümkün olmayabilir. Tekrar geldiğinde beni aramaktan bıkacağı, umudunu keseceği ve çekilerek artık belki de başka birinin peşine düşeceği denli çok odayla dolduramayabilirim burasını. Eğer alacağım tek tedbir çevremi bir ağın gözeleri gibi birbirinin eşi boşluklarla doldurmak, bu boşlukların her birine dağılarak varlığımın içini boşaltmak ve bu yoldan ele geçmez olmaksa, evet, bu tasarı tek bir hata bile kaldırmaz. Tek hata telafısi imkansız o sonuca yol açar.

... demek boşluğa sığınamıyorum. Öyleyse doluluk üzerine düşünmeliyim. Doluluk beni saklayamaz; ama saklanmak değil bilakis ortada bulunmak, ancak nüfuz edilemiyor olmak elbette çok daha iyi. Eğer böyleyse kendimi dolulukla sarar, doluluğa gömebilirim. Bulmaya geldiğinde beni apaçık görebilmeli, ama bakışlarından başka bir şeyle bana dokunamamalı.

Öncelikle içimi sağlama almakla başlamam gerek, bu kesin. En rahat ulaşabildiğim, hemen elimin altındaki hemen ben, beni taşıyan bu beden tamamen ele geçirilmeli öncelikle. Bilmediğim, sonsuz derinlikleri içinde olan biten her şey bana ayan olmalı. Kemik ve kan ve çeşitli dokulara sahibim, onların farkına varmamsa nadir. Bunu değiştirmeliyim hemen. Onun merak ve iştahla sokulmaya çalıştığı her yerimi biliyor hale gelmeliyim. İçimde karanlık tek bir kuytu, işaret edilmedik tek bir girinti, ışıklandırılmadık tek bir koyuluk kalmamalı. Böylelikle kendimi ona karşı çok daha esaslı biçimde savunabilirim. İnsan bedeni boşluksuz bir yaradılışa sahip değil. Onu bir tümlüğe ulaştırabilir miyim? Bu müşkül bir iş. Boşluktan arınmış, tam, yekpare, bir kaya bloğu gibi. Boşluğa ... yani kendi hükmünde olmayan bir yer oluşmasına asla izin vermeyen, bunu hoyratça engelleyen deniz gibi bir birliğe, tektüreliğe ulaşmalıyım. Böylece kendimi tamamlamış olacağım.

İçime sızmasına izin vermeyeceksem, bunu ancak içimi tahkim ederek gerçekleştirebilirim. İnsan içi boşluklarla dolu. Küçük odacıklar çekmeceler (kilitli-sakın!) bölmeler geniş serin teraslar güneş görmeyen çekme katlar gömme dolaplar uyuma odaları sonu gelmez uzunlukta, karşılıklı iki duvarı sayısız portreyle kaplı karanlık dehlizler tekinsiz galeriler ve içlerinde korkunç tarifi kabil olmayan sıvıların akıp durduğu bükülgen borularla dolu insanın içi. Yine de bunlar tek tek tamamlanabilir. Fakat en kötüsü; insan başı, içinde boşluk kelimesini taşıyor, bu asla doldurulamaz bir şey. Ne yapılabilir? En doğrusu bu kelimeyi unutmaktır. Ama bu nasıl olabilir? Unutması gerektiğini bildiği bir şeyi nasıl unutur insan? Öyleyse içini tamamlayamaz, onda hep bir şeyler eksik olacak, hep bir yerleri boş kalacaktır.

Sayfa 24-25



Çoğu kez salt düşünmekle doyar, söylemekle yetinir beynimiz; akımdan geçirmek eyleme geçirmenin tohumudur muhakkak, ancak bu tohumun kendisi yeterli olur. Aklın bu yetinme yetisine ne kadar şükretsek azdır. Ya isteklerimizi kaçınılmaz biçim de gerçekleştirmek zorunda olarak programlanmış olsaydı beynimiz ve bedenimiz. Dünya bizim için muhteşem bir yer olurdu muhtemelen, ama başkaları için kesinlikle felaketlerle dolacaktı.

Hepimiz başkaları için başkalarıyız. Herkes herkes için bir başkası olduğuna göre, kimse için güvenli bir yaşam mümkün olmayacaktı; olduğu kadarıyla bile demek istiyorum.

Her insan bir diğeri için arzu oluşturur ve bir ağrı ve şiddet kaynağıdır. İnsan kendisi bir ağrı ve şiddet deposu değilse ne? Bununla baş etmenin mümkün tek yolu tehdit eden başkalarını tamamen benden ibaret kılmak, onları kendimize benzetmek, onlara kendini ben zannettirmek, mümkünse bizzat ben yapmaktır. Belki de her insanda fırsatını bulunca güçlüce yeşeren şu başkalarında kendini çoğaltma ve varlığını onların varlığını kovarak boşalan bu alana yerleştirme dürtüsünün anlamı budur. Dünyada bir Ben varsa, başkalarına yer yoktur. Başkaları, o uzay kadar karanlık ve ölçülemez, bilinemez ve ulaşılamaz varoluşlarıyla Ben'i tedirgin ediyordur. Ben korkuyordur. Başkalan tarafından içerilmemek, kendinden kovulmak ya da sindirilip ezilmemek, yok edilmemek için, başkalarının bütün bunları yapma kabiliyet ve potansiyeli olduğunu kendinden bildiği akıl ve ruhlarını kendi akıl ve ruhunun gölgesi altında çürütüp yok etmek istiyordur. Tüm dünya kurumuş, kabuk halini almış ve içlerine dolan yeni varlık adına yaşamaya kendini adamış insan boşlarından ibaret kalıncaya dek, canlı olan her şeyi, herkesi yutacak; geride sadece bir tek Ben kalacak ve bu, O'nun ben'i olacak. Herkes sadece onu besleyecek, O durmadan şişecek. Böylece herkesi kapsayıp kapattığında, O yaşayan tek ruh, isteyen ve alan tek Varlık olarak kalacak. Artık kimse onu tehdit edemeyecek. Mutlak güvenlik, mutlak karanlık şeklinde olsa bile gerçekleşecek. Kocaman, dünya ölçeğinde bir penis olarak bütün kadınları o dölleyecek, genişliği bilinen her yer kadar bir rahim olarak bütün insanları kendinden doğuracak ve böylece onları kendinden parçalar haline getirecek; böylece herkes bu Ben olacak ve sonsuz huzur gelecek. Sonsuz huzur bütün insanların tek bir insanda toplanmasıyla ve ancak o bir tek insan için gelebilir ancak. Bunu keşfeden birçok kişi arasında geçen bu korkunç mücadelede ayakta ve hayatta kalan son İnsan, insanların tözü olan o üstün varlık, herkesi örten ve yutan o sonsuz ben, güçlülerin en güçlüsü olarak, altın diş ve platin göz, bronzdan dökülmüş bir kartal kanadı, etçil aslanpençesi, beton bir yapı, çelik iskeletiyle görkem fışkıran bir heykel olarak, duvarlara asılan tek resim olarak, en büyük sevgili dünyanın atan biricik kalbi olarak, düşmansız ve tehditsiz kalarak, yerleştiği yerden sökülmemecesine bize bakacak, bakacak.

Shf.100



Ama bakışım başkalaştı. Renkler soldu, şeyler siyaha ve beyaza döndü. Bir tür gri bindi nesnelere. Nesneler kendileri gibi olmaktan hoşnutsuz görünüyorlardı. Meğer kaynaşırlarmış. Sonsuz bulamaç. Fokurdar gibi değil, sonsuz sayıda gözenek büyüyüp küçülüyor, doğup patlayan baloncuklar halinde hızla görünüyor ve yok oluyorlar ve hemen yerlerini yenileri alıyor, oluşum sürüyor ve bu iyice tedirgin edici. Birbirlerini dirsekleyerek öteye itmeye ve kendilerine yer açmaya çalışan, fakat bunu asla tamamen başaramadan ölüveren sayısız kabarcık. Bir bank kendinden bunalmış gibi, köpük içindeydi. Böyle olmak, böyle kalmak bu denli zorsa, neden buna bunca çaba? Ağaçlar, çırpınan kuşlar, hele köpekler, acılar içinde kendilerini bir arada tutmak için çabalıyor, kendi üzerlerine bükülüp kapanıyorlardı biteviye. Böyle bakınca işler hiç de iyi gidiyor gibi görünmüyordu. Demek nereden bakılsa iyi gidiyor gibi görünmüyordu işler .

Cansızlar daha az acı çekiyor gibi görünüyor. Hiç değilse bir beden olarak acı çekmiyorlar, sadece varlıklar ve bu bile pek kutlu bir şey değiL. Bedenlerse kendilerini sürdürmek için çırpınıyorlar. Her an parçalanıp huzura ermek isteyen o kımıl kımıl organizmalar, hepsi ölmek ve rahat etmek için can atıyor. Ama içlerinden gelen ve yükselen sapkın ve anlaşılmaz bir güçle sürdürüyorlar kendilerini. Varlığın bu kendini bir arada tutma çabası, bize kimin verdiğini bilmediğimiz bu çürütücü ceza, bu boyunda değirmen taşı, bu kutup buzu tadındaki yaşamaktan nedense vazgeçemeyiş ... Ayrışıp çözülmeliyiz. Öte yandan şu da ortada: Cansızlar dünyasına gerileyiş maddeyi, bu temel taşı, bu yapı elemanını yok edemeyecekse ki edemiyor, ölmek ne işe yarayacak? Belki daha ilkel düzeyde, daha az korkunç acılar bekliyor bizi, ama bekliyor. Var olmak, varlık kendisi ne beter bir talihsizlik. Fakat hiç değilse, bu az çığlıklı nesneler dünyası, bu iyidir, etrafa saçılan enerji paketçikleri, patlamalar ve oluşmalar. Toprağın beni emmek ister gibi kendine çekmesinin anlamı ne? Ve bu köpek, bu boğuk varlık benden ne istiyor?

Herkesin istediğini ... O da. O da. O da benden kendisinin aynısı olmamı, varlığının acısını yok saymak üzere örgütlenmiş boktan aklıyla şeyleri yemeyi ve sindirmeyi, birileri bizi yiyip sindirene dek bu saçma var oluşu ne, ama ne pahasına olursa olsun, ne kadar yanarsa yansız canımız, gerilemeden, kendini bir arada tutma işine adamayı ve yaşamayı ve yaşamayı istiyordu ve o yapıyorsa doğruydu; ben de yapmalıydım. Yaşayan her şey beni yaşama çekiyor; cansız her şey ise ölüme. Ama bu kategori, yani önce yaşamış olmak işi zor olsa gerek. Belki de esas çelişki budur; sadece canlı olmalı ve böyle sürmeliydi. Bir canlı ölü olmada zorlanıyor, açık. Ama bildik ve basit bir şey bu; yaşayan her şey ölüyor, sadece bir zaman sorunu bu. O halde yaşamak kadar gelip geçici, çürük, temelsiz bir şey için neden kendimizi paralayıp dururuz?

Sayfa 105-106


En çok kendime kızgın olduğumu fark ediyorum. Onlar, herkes, bana bir şey, bir yer, bir ışık, bir yön, bir hedef göstermişler; bir okşayış ya da bir betlik eşliğinde ve ben hiç duraksamadan, hiç anlamadan, hiç merak etmeden, beni kendimde imkansız kılan bu yerlere gitmiş, orada kendime rağmen yaşamışım. Oysa anlıyorum, bu mümkün; kendime, etime gömülü o biricik yere, o saf şiddete, o sonsuz hırsa ve hınca gömülerek yaşamak mümkün. Bunu fark edince kızgınlık içinde havladım. Hav! Hav! Kısa kesik sesler bunlar. Kahverengi köpeğim beni anlamış ve özlemiş olmalı, koklamam için arkasını döndü: Kokladım, içim ... İçimden kartallar kalktı, çiftleştim. Uzun uzun. İçimde ne çok tohum saklamışım. Bu tohumlardan her şey yapılabilirmiş. Bu, öldürmenin tohumu. Bu ise çalgılı düğünlerin. Toprağa oturup bir daha kalkmamanın tohumu ne çokmuş bende. Elimi yakmanın tohumunu buldum; bir kendine ceza için, vardır böyle bir şey, unutmuyorum. Bir daha asla kımıldamamanın tohumu varmış. O ışıklı eşikten geçmenin ve geri dönmemenin, acısız o yerin. Işıklar altında döne döne kendine gitmenin tohumu varmış. Bu, uzun uzun koşmanın tohumu işte, en sevdiğim. Böyle uzayıp gider, bu iyi. İlk kez bu kadar iyiyim. Boşalıyor ve yeniden boşalıyorum. Ben meğer küçük bir sürüymüşüm, oysa bir taneyim sanıyordum. Ve küçük sürüm bereketli hav!larıyla bu coşkulu fark edişi kutlamak ve bunu kutsamak ve buna katılmak için sıraya girdi. Oradaki her hayvan bu yeni hayvanla, bu bedeni olan'la, bu, bu kadar olan'la çiftleşti. Tohum dişilerde işe yarıyor, erkeklerde boşa gidiyordu, bunu anlamadım. Eğer benim tohumlarımla bir şey yapamayacaklarsa diğer erkeklerin neden yaşadığı sorusu yanıtsız kalıyor değil mi? Erkek cinsinin bu gereksizliğini şaşkınlıkla karşıladım. Yine de sürdürdüm. Bunun bir amacı ve anlamı var evet; fark etmiyorum. O etrafta şekilden şekle giren nesnelerin amansız ve anlamsız çabasından uzak, kendine dönük bir şey bu. Kendi olmanın şaşmaz terazili doğruluğu karşısında başım dönerek kalkıyorum.

Sayfa 109


Oysa neler düşünmüştüm. İşte bu yeni ben, bu havlayan varlık, bu öylece ben olan ben ortaya çıkınca her şeyin akışı değişecek, peşimde yılmaz bir kalabalık birikecekti. Şeylere yeniden ad verilecekti. Yönler yeniden bildirilecek, saatler kırılıp atılacak, bütün tarifler geçersiz kalacak, her şey keskinliğini yitirecek, her şeye yeniden başlanacaktı.

Ben delici bir görüyle donanmış olarak kazıklı savaş arabama binecek ve meydandaki kişilerle birlikte, sürecektim. Sonraki kuşakların Resulkent diye bilecekleri şehre yürüyecek ve her yeri zaptedecek, herkesi yenecek, hayatı dize getirecektim. Artık herkes koku alacak, ısırabilecek, basınç hemen giderilebilecek, yanlışlıkla çiğnenmiş yiyecekler daha midedeyken boşaltılabilecek, kusmak artık ayıp karşılanmayacak, kimsenin aklına bu tür bir şey gelmeyecek, çünkü kimsenin aklı olmayacaktı. Kimse dişi ya da erkek istediği için utanmayacak, kimse içinde başkalarının seslerini taşımayacaktı. Makineler kıstırıcı parçalarından arındırılıp ortada bırakılacaktı. Yollar büzülüp yok olacak, yerlerine düşmüş egemenler gelecekti. Binalar çatırdayarak yarılıp açılacak, artık aralara sığınılmayacaktı. Zaten kürklü bedenler üşümeyecek, yanmayacak, utanmayacak, sere serpe yaşayacaktı. İki ayaklı bu tüysüz varlıklan gerçek varlıklar yapacaktım. Kafa unutulacaktı. Bilmek olmayacaktı. Herkes, hepimiz muhteşem bahtiyarlar olarak toprağa yayılacak, gökyüzünün tadına varacaktık. Sadece yaşayacaktık.

Bir düzlüğe topladığım tebaamı çıktığım yüksekçe bir yerden uluyarak ululayacak, onların hiç dinmeyen, gittikçe şiddetlenen şeddeli ve şahane alkışlarıyla kendimden geçecektim. Ve ben, coşkulu Resul, bu kusma bir dursa ...

Başımı eğerek bir makineye soktular. Bir ıslaklık sardı her yanımı. Döndürülecektim. Bu benim sivri yanlarımdan, bütün uçlarımdan kurtulmam için gerekliydi. Merkez mi? Merkez hep olmuştu, oradaydı, vardı. Ben kim oluyordum? Ben Resul, bunu durdurun, kötü kusuyorum.

Sayfa 116-117

Hüseyin Kıran/Resul...
Okuma :
Not: Tablo Edvard Munch "Çığlık Tablosu"

Share/Save/Bookmark