Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

İki Sinek...

Öfkeli hayat parçacıklarıdır
Sinekler;
Neden bu öfke ?
Sanki daha fazlasını istiyorlar,
Öfkeleri sinek olmalarına
Sanki;
Benim suçum değil;
Onlarla birlikte büromda oturuyorum
Ve sataşıp duruyorlar bana
Istıraplarında;
Bir yerlerde unutulmuş
Sahipsiz ruh parçacıkları gibiler;
Gazeteyi okumaya çalışıyorum
Ama rahat vermiyorlar;
Biri beynime sefil bir gürültü yollayarak
Tavana yakın yükseklikte
Yarım çember çiziyor;
Diğeri, küçük olan,
Yakın durup elime takılıyor,
Bir şey söylemeden,
Yükseliyor alçalıyor.
Sokuluyor;hangi Allahın cezası musallat etti
Bu zavallı şeyleri başıma ?
İmparatorluğun diktatörlüğü altında
Ezilen adamlar var bu dünyada,
Trajik aşklar var…
Ben sineklerden çekiyorum…

Küçük olana elimi sallıyorum,
Meydan okuma dürtüsünü güçlendirmekten
Başka işe yaramıyor;
Daha hızlı dönüyor,
daha yakın vızıldıyor hatta,
Ve bu yeni dönüşü hisseden yukardaki de heyecanla
Dönüş hızını arttırıp sesli bir pike çekiyor ve
ikisi birlikte elimin etrafında dönüp
arada sırada masa lambasının ayağına çarpıyorlar ve
içimde erkeksi bir şey bu kutsalsızlığa
daha fazla tahammül edemiyor
ve gazeteyi rulo yapıp
çakıyorum-
ıska !
bir daha çakıyorum,
anlaşmazlığa düşüp ayrılıyorlar,
iletişim kopukluğu,
büyüğünü haklıyorum
önce,sırtüstü
düşüp
bacaklarını sallıyor
öfkeli bir orospu gibi,
bir kez daha indiriyorum gazeteyi
ve bir sinek – çirkinliği lekesi
artık;

ufaklık yüksek uçuyor şimdi,
sessiz ve çabuk,
gözle takip etmek
nerdeyse olanaksız;
elime hiç yaklaşmıyor artık;
ehlileşmiş ve ulaşılmaz;
rahat bırakıyorum,
o da beni rahat bırakıyor;
tabiî ki gazete berbat oldu;
ve bir şey oldu,
bir şey günümün içine etti,
bazen bir adam veya,
bir kadına ihtiyaç yoktur,
canlı bir şey yeterlidir.
oturup izliyorum ufaklığı;
havada ve varoluşta
birlikte örülmüşüz;
ikimiz için de çok geç.

Charles Bukowski/Sarhoş Çal Piyanoyu...

Share/Save/Bookmark

At ve Yumruk...

boks arenaları ile hipodromlar
bağırsakların çıkartılıp
asfalta, varoluşun
özüne ve kokuşmuşluğuna
sürtüldükleri yerlerdir.

ne çiçeğe huzur var
ne de kaplana
bu apaçık.

kimi
kuralları
başkalarının öğütlerinde arar
ve o görüşü benimser.

başkasına itaat
benliğin çürümesidir
bence.

çünkü her insan benzer olmakla birlikte farklıdır da.

ve farklılığımızı
tek bir yasa ile
gütmek
her birimizi
alçaltır.

bilgi mabedleridir
boks arenaları ve hipodrumlar.

aynı atın ya da adamın
hep kazanamayacağı ya da kaybedemeyeceği gibi
aynı nedenden ötürü
irfan da
bazen durur,
dinlenir
ya da tersine döner.

yol göstericiler
o kadar
az ki.
Kural yok,
Olsa olsa
Bir uyarı:

sağ direğe
ve bir kadın çantasının başınızın üstündeki
son parıltısına dikkat.

Charles Bukowski

Sarhoş Çal Piyanoyu...

Share/Save/Bookmark

Bilginler Üstüne…

Ben uykudayken, koyunun biri başımdaki sarmaşık çelengini kemirmiş… Kemirmiş de demiş: Zerdüşt artık bilgin değil…

Böyle demiş gururla uzaklaşmış… Bunu bana çocuğun biri anlattı…

Ben burada, çocukların oynadığı yerde, yıkık duvarın dibindeki devedikenleriyle kırmızı gelincikler arasında yatmayı severim…

Ben çocukların, devedikenleriyle kırmızı gelinciklerin gözünde bilginim daha… Hınzırlıklarında bile suçsuzdur onlar…

Ama koyunların gözünde artık bilgin değilim: Böyle ister yazgım… Övüşler olsun yazgıma!..

Çünkü gerçek şudur: Bilginler evinden ayrıldım ve kapıyı çarptım arkamdan…

Gönlüm pek aç kaldı onların sofrasında: Onlardakine benzer, ceviz kırar gibi bilgi araştırma ustalığı yok bende…

Özgürlüğü ve taze toprak üstündeki havayı severim ben… Onların saygı ve değer vermeleri üzerinde uyumaktansa, öküz derisi uyurum daha iyi…

Pek kızdırır, yakar beni düşüncem: Sık sık soluğumu keser neredeyse… Açık havaya çıkmam, bütün tozlu odalardan uzaklaşmam gerekir derken…

Oysa onlar serin gölgede, serin serin otururlar… Her şeyde salt seyirci olmak isterler ve güneşin basamaklar üzre yandığı yerlerde oturmaktan sakınırlar…

Sokakta durup gelip geçene bakanlar gibi, öyle bekler onlar da, başkalarının düşüncelerine bakarlar…

Onları elle tutayım desen, un çuvalları gibi toz bulutu kaldırırlar havaya istemeden… Ama kim der ki onların tozu, tahıldan ve yaz tarlalarının sarı sevincinden gelir?..

Bilgelik tasladılar mı, o küçük özdeyişleri, gerçekleri dondurur beni… Bilgeliklerinde öyle bir koku vardır ki, bataklıklardan geliyor sanırsınız… Gerçek bu bilgelikte kurbağa sesleri bile işitmişsinizdir!..

Beceriklidir onlar, usta parmakları vardır… Benim yalınlığım onların karmaşıklığı yanında neylesin?.. Her türlü iplik geçirmekten ve örmekten ve dokunmaktan anlar parmakları… Böyle çorap örerler ruhun başına!...

İyi birer saattir onlar: Yalnız doğru kurmaya bakmalı!... O zaman yanlışsız gösterirler vakti, bu arada da hafif bir ses çıkarırlar…

Değirmen taşı gibi çalışır onlar, ve havan eli gibi… Siz onlara tahıl taneleri atın, yeter!... Taneleri ince övütüp ak toza çevirmeyi iyi bilirler…

Birbirlerini pek yakından ve kuşkuyla gözetlerler… Küçük kurnazlıklarda buluşları vardır… Bilgileri aksak ayaklar üzre yürüyenleri beklerler, örümcekler gibi beklerler…

Onları hep özenle ağı hazırlarken gördüm… Bu işi yaparken hep camdan eldivenler takıyorlardı ellerine…

Hileli zarlarla da oynamayı bilirler… Öyle ateşli oynadıklarını gördüm ki, terliyorlardı…

Biz birbirimize yabancıyız… Onların erdemleri yapmacıklarından, hileli zarlarından daha iğrenç gelir bana…

Ve birlikte yaşarken, üstlerinde yaşadım onların… Bana hınç bağladılar bu yüzden…

Başları üstünde birinin dolaştığını işitmek istemezler… Onun için başlarıyla benim arama tahta ve toprak ve moloz doldurdular…

Böyle boğdular ayak seslerimi… Ondan sonra beni en az işiten, en bilginler oldu…

İnsanlığın bütün eksiklikleriyle zayıflıklarını kendileriyle benim arama koydular… Buna “uydurma tavan” diyorlar evlerinde…

Ben yine de, düşüncelerimle onların başları üstünde dolaşıyorum… Kendi yanlışlarım üzre dolaşsam bile, üstünde olurum onların ve başlarının…

Çünkü insanlar eşit değildirler… Böyle buyurur doğruluk… Ve benim istediğimi onlar isteyemezler!..

Böyle Buyurdu Zerdüşt…

F.Nietzsche

Share/Save/Bookmark

Sarhoş Çal Piyanoyu...

Küçük hikayelerle dolu bir hayatta ölümün gelmesini bekliyorum...


Şiirlerden Satırlar...

* İnsan ilişkileri dayanıklı değil, bu kadar basit... (Matkap)

* Şiir yazma üstüne verilecek bir öğüdüm varsa, o da şu : Yazma... (Söyleşiler...)

* Fikirler gelecektir sana,bir yere not etmezsen uçup giderler... (Hiçbir şey yenilgi kadar etkili değildir...)

* Kimi kuralları başkalarının öğretilerinde arar ve o görüşü benimser... (At ve Yumruk )

* Başkasına itaat benliğin çürümesidir... (At ve Yumruk)

* Öğrendiğim her şey heba olmuştu. Şu dünya da benden daha hatalı bir canlı yoktu ve bütün şiirlerim sahteydi... (Aşığım)

* Nefretse kendi başının çaresine bakar... (5 Dolar)

* Nefret gerçeği barındırır içinde... Güzellik dış cephededir... (5 Dolar)

* Ölümün kahkahasından ve dehşetinden şaşma... (5 Dolar)

* Bir taşın altındaki böcek gibiyim aynı korkuyla... (Gömün Beni)

* Budalanın talihi ters dönmez... (Kırmızı Porche)

* Bazı adamların sohbetleri yaratıcılıklarından güçlüdür, bazı adamlar için de bir kadın herhangi bir kadındır... ( Hiçbir Yerin Sokaklarından)

* Merkezi bulmanın yolu kenarda aramaktan geçer... (Yorgunların mutlu hayatları)

* Ölüm hiçliğin azmanı...(Eroin)

* Genç bir kadından kurtulmak daha kolaydır. Gidecek yerleri daha çoktur... Bir zamanlar harikulade olan kadınlar için zordur yaşlanmak... (Afrika Paris Yunanistan)

* Talepler gelir. Olduğun ya da olabileceğin her şeye aykırıdır talepler. ..Borsada düşüş

* Acı öldürebilir ya da hayata tahammül gücü verir... (Karanlığı kucakla)

* Siyasete inananlar Tanrı ya inananlardan farksızdırlar : Kırık kamışlarla rüzgar emiyorlar... (Karanlığı Kucakla)

* Muhabbet edecek bir hamamböceği bile bulamıyorum... (Başkalaşım)

* Ruh solarken ortaya biçim çıkar... (Sanat)

Share/Save/Bookmark

Karanlığı Kucakla...

Tanrı karmaşadır
Deliliktir Tanrı

Sürekli huzurlu olmak
Sürekli yaşamaktır ölümü

Acı öldürebilir ya da
Hayata tahammül gücü verir
Ama huzur hep korkunçtur
En kötü şeydir huzur
Yürümek
Konuşmak
Gülümsemek
Varmış gibi yapmak.

Kaldırımları
Oruspuları,
İhaneti,
Elmadaki kurtu,
Demir parmaklıkları, hapishaneleri
Aşıkların intiharlarını
Unutma.

Burda, Amerika’da
Bir başkana ve kardeşine suikast düzenledik,
Bir diğeri ayrılmak zorunda kaldı.

Siyasete inananlar
Tanrı’ya inananlardan farksızdırlar:
Kırık kamışlarla rüzgar emiyorlar.

Tanrı yok
Siyaset yok
Huzur yok
Aşk yok
Denetim yok
Plan yok

Tanrı’dan uzak durun
Ve huzursuz olun

Kayın.

Charles Bukowski

Sarhoş Çal Piyanoyu

Share/Save/Bookmark

Rosshalde...

İnsan ne kadar öğrense, yine de öğrenmediği çok şey kalıyor...



Bazen insanın içindekileri dökmesi iyidir. Katlanmak zorunda olduğu şeyleri tanıması, bilmesi gerekir nihayet... Ama bize acı verecek, üzecek şeyleri de boşuna eşelemekten sakınmalıyız...

Kitapdan Kesit...

Karımla aramda başımdan beri bazı sorunlar olduğunu biliyorsun kuşkusuz. Evlendikten sonra birkaç yıl iyi kötü bir arada yaşadık. Belki bu ilk zamanlar pek çok şey kurtarılabilirdi henüz. Gelgelelim, ben uğradığım düş kırıklığını gereği gibi saklayamadım. Adele’den bana veremeyeceği şeyleri istedim hep. Adele öyle şuh, cıvıl cıvıl biri olmadı hiç, hep ciddi, hep ağır bir kadındı. Bunu daha önceden bilebilirdim doğrusu. Karım hatalı bir davranışa bazen göz yumma, işi mizah yönünden alarak ya da üzerinde fazla durmayarak bir güçlülüğün üstesinden gelme becerisini asla gösteremedi. Benim istek ve kaprislerimi, benim hırçın özlemlerimi ve sonunda uğradığım düş kırıklığını suskunluk ve sabırla karşıladı hep. Dokunaklı, sessiz sedasız, kahramanca bir sabır, çokluk beni duygulandıran, ama ne bana, ne kendisine yararı dokunan bir sabırla. Bir şeye kızsam, bir şeyden hoşnutsuzluk duysam, susup sesini çıkarmadı, acı çekti; ben kendisiyle daha iyi anlaşma isteğiyle ne zaman yanına varıp özür dilesem ya da neşeli bir saatimde yaklaşıp kendisini de neşelendirmek istesem, başarısızlığa uğradım hep, Adele böyle zamanlarda da sustu, daha çok içine kapanıp bir türlü vazgeçmediği hantal davranışında ayak diredi. Ben yanındayken uysal ve çekingen davrandı, kızıp içerlemelerimi ve neşelenip coşmalarımı da aynı serinkanlıkla karşıladı, ben yanından ayrıldım mı, tek başına oturup kendisi için piyano çaldı, genç kızlık günlerinde dolaştı düşünceleriyle. Böylece giderek daha çok haksızlık batağına gömüldüm, sonunda ben de ona hiçbir şey veremez, kendisiyle hiçbir şeyi paylaşamaz duruma geldim. İşimle daha çok ilgilenmeye başladım, çalışmalarımı kale yapıp arkasına sığınmayı öğrendim yavaş yavaş...

Besbelli Veraguth serinkanlılığını korumak için çaba harcıyordu. Sızlanmak değil, olup bitenleri anlatmaktı niyeti, ama ağzından çıkan sözcüklerin ardında yine de bir yakınma havası açıkça seziliyordu, en azından hayatının yıkıma uğramasından, gençlik beklentilerinin düş kırıklığıyla sonuçlanmasından ve yaşam boyu yarı buçuk, her türlü kıvançtan yoksun, doğasının özüne aykırı bir yaşama mahkum edilmesinden duyulan bir sızlanıştı bu.

Daha o zamanlar boşanmayı düşündüm düşünmesine. Ama bu, sanıldığı kadar basit değildi. Sessizce oturup işim gücümle uğraşmaya alıştım bir kez; mahkemeler ve avukatlar aklıma geldikçe, günlük yaşamımın küçük alışkanlıklarında bir kopma olacağını düşündükçe, ürküp geriliyordum. O zamanlar gönlümü kaptıracağım biri karşıma çıksaydı, boşanmaya karar vermekte güçlük çekmezdim. Ama anlaşıldı ki, benim kendi doğam da sandığımdan daha hantaldı. Melankoliyle karışık belli bir kıskançlık duygusuyla sevimli genç kızlara gönlümü kaptırmıyor değildim, ama asla yeterince derinlere inemiyordu bu sevgi. Yavaş yavaş anlamıştım ki, bütün kalbimle seveceğim tek şey ressamlığımdı. Hayatın zevkini çıkarmak ve kendimi unutmak için duyduğum özlemler, içimde uyanan tüm istek ve gereksinimler o yöne yöneltiyordu beni. Gerçekten de bütün bu yıllar tek bir insana olsun açmadım yaşamımın kapısını, hiçbir kadına, hiçbir erkeğe. Anlıyorsun ya, bütün dostluklara yüzkaramı itiraf ederek başlamam gerekecekti çünkü.

Yüzkarası mı!.. dedi Burkhardt usulcacık paylar gibi...

Elbette yüzkarası!.. O zamanlar işte böyle bir his vardı içimde, o gün bu günde bu durumda bir şey değişmedi. Mutsuz olmak bir yüzkarasıdır... Yaşamını kimsenin görmesine izin vermemek, bir şeyi saklayıp gizlemeye, örtbas etmeye çalışmak yüzkarasıdır. Kapatalım bu konuyu!.. İzin ver de anlatmaya devam edeyim.

Veraguth suratını asarak şarap kadehine dikti gözlerini; sönmüş puroyu elinden atıp konuşmasını sürdürdü.

Bu arada Albert büyümüştü biraz. Her ikimizde onu pek seviyorduk, ona ilişkin konuşmalar, onunla ilgili tasa ve kaygılar bizi bir arada tutuyordu. Ancak Albert yedi sekiz yaşına gelince, ben de bir kıskançlık başladı. Ona sahip olmak için savaşmaya koyuldum –şimdi Pierre uğruna karımla savaştığım gibi tıpkı!.. Onsuz yapamayacak kadar Albert’i sevdiğimi anlamıştım ansızın. Albert’in giderek benden soğuduğunu, her geçen gün annesine daha çok yaklaştığını görüyordum, yıllar yılı içimde hiç kaybolmayan bir korkuyla izledim durumu...

Derken Albert ciddi şekilde hastalandı. İyileşmesine çalıştığımız zaman içinde başka düşünceler silinip gitti kafamızdan. Bir süre birbirimizle öyle güzel anlaştık ki, sorma. Pierre de işte o sıralarda dünyaya geldi.

Pierre hayata gözlerini açtı açalı, sevgi, sevecenlik adına verebileceğim her şeyi verdim kendisine. Adele’nin tekrar elimden kayıp gitmesine seyirci kaldım, iyileştikten sonra Albert’in giderek daha çok annesinin yanında yer almasına, annesinin adeta bir sırdaşı olup bana düşman kesilmesine ses çıkarmadım, sonunda çaresiz kalıp evden uzaklaştırdım kendisini. Her şeyi gözden çıkardım, hiçbir iddiası, hayattan hiçbir beklentisi olmayan yoksul mu yoksul birine döndüm, evde her şeye kusur bulmak, evde söz sahibi olmak alışkanlığımdan vazgeçtim, kendi evimde lütfen barındırılan bir konuk gibi yaşamayı hiç karşı koymadan kabullendim. Benim olmasını istediğim tek şey vardı, o da Pierre’di. Albert’le bir çatı altında yaşamaya ve evdeki koşullara artık katlanamaz olunca, Adele’ye boşanmamızı önerdim.

Pierre’i ben alacaktım, buna karşılık istediği şeye sahip olacaktı karım; Albert’le birlikte kalabilir, Rosshalde’de eskisi gibi yaşayabilirdi, gelirimin yarısını, hatta yarısından fazlasını da kendisine bırakabilirdim. Ne var ki, öneriyi geri çevirdi karım. Boşanmaya rıza gösterecek, benden de en çok gerekenden fazla bir şey istemeyecekti, ama Pierre’den ayrılmaya niyeti yoktu. Aramızdaki son tartışma oldu bu da. Bana kalan son mutluluk kırıntısını ele geçirebilmek için bir kez daha her şeyi denedim, ricalarda, vaatlerde bulundum, boynumu büktüm, onurumu ayaklar altına aldım, gözdağı verdim, ağlayıp sızladım, sonunda azgınlığa vurdum işi, kıyametleri kopardım, ama hiçbiri para etmedi. Pierre’e sahip olsun yeter ki, Albert’in evden uzaklaştırılmasına bile karşı çıkmayacaktı karım. Bu sessiz sedasız ve sabırlı kadının en ufak bir ödün vermeyeceği anlaşılmıştı; gücünün çok iyi bilincindeydi, bu bakımdan üstündü benden. O sıra işte kendisinden düpedüz nefret etmeye başladım, bu nefretin birazı hala yaşıyor içimde.

Baktım olmayacak, bir usta çağırtıp atölyenin yanına bu küçük konutu yaptırdım, o gün bugün de burada kalıyorum. Ve işte her şey gördüğün gibi.

Burkhardt, dostu Veraguth’un düşünceli düşünceli dinlemiş, hiç sözünü kesmemiş, dostunun bunu beklediği, hatta arzuladığı anlarda bile böyle bir şeye kalkışmamıştı.

Durumu senin bu kadar açık seçik görmene seviniyorum dedi kollayarak. Her şey aşağı yukarı benim kafamdan geçirdiğim gibi olmuş. Gel, biraz daha deşelim bu konuyu. Nasıl olsa başladın bir kez. Burada kaldığım süre içinde ben de senin gibi bu saati bekledim. Tut ki, vücudunda bir yara var da kıvrandırıyor seni ve sen de böyle bir yaranın varlığından utanç duyuyorsun. Bu yaranın ne olduğunu ben biliyorum şimdi, bunu artık saklayıp gizlemene gerek kalmadığı için sen de biraz rahatlamış durumdasın. Ama bu kadarla yetinmeyelim. Gel yarayı kesip açalım seninle ve onu iyileştirmeye çalışalım.

Veraguth, dostu Burkhardt’a bakarak uyuşuk uyuşuk başını salladı ve gülümsedi: İyileştirmek mi?.. Böyle bir yara hiçbir zaman iyileşmez. Ama istiyorsan buyur, kes aç!..

Burkhardt, peki der gibi başını salladı. Kesip açacaktı yarayı, kuşku yoktu buna, fırsat bu fırsattı çünkü.

Ancak bir şey var ki, anlattıklarından çıkaramadım diye sesini yükseltti düşünceli bir edayla. Pierre için karından ayrılmadığını söylüyorsun. Soru şu : Acaba Pierre’i sana vermeye zorlayamaz mıydın kendisini?.. Mahkemeye başvurup boşansaydınız, çocuklardan biri nasıl olsa sana verilecekti. Bunu düşünmedin mi?...

Hayır Otto, düşünmedim. Bir yargıcın sahip olduğu bilgeliğiyle, benim bir zaman hata ve ihmallerim sonucu uğradığım kayıpları giderebileceğini aklımdan geçirmedim hiç. Bu, benim işimi görmez. Kişisel gücümün karımı Pierre’den vezgeçirmeye yetmemesi karşısında, bana beklemekten, Pierre’in kendisinin ileride ikimizden birini seçeceğini görmekten başka yapacak şey kalmamıştı.

Bütün dava Pierre de düğümleniyor bakıyorum. Ortada Pierre olmasaydı, kuşkusuz çoktan karından boşanır, dünyada kendisiyle mutlu yaşayabileceğin birini bulurdun sanırdım ya da hiç değilse aydınlık, doğru dürüst, özgür bir hayatın olurdu. Şimdi ise uzlaşmaların, özverilerin ve küçük çapta geçici önlemlerin karmaşası içinde sıkışıp kaldın. Öyle bir karmaşa ki, senin gibi biri havasızlıktan boğulup gitmekten yakayı kurtaramaz.

Veraguth’un bakışlarında bir tedirginlik seziliyordu, kadehi şarabı acele dikti kafasına.

Hep boğulup gitmenin, yok olmanın sözünü ediyorsun!.. Görüyorsun ki, yaşıyorum henüz ve çalışıyorum. Dize gelirsem, adam değilim.

Bay Burkhardt, dostunun sinirlenmesine aldırmadı. Hafifçe üsteleyerek sürdürdü konuşmasını: Özür dilerim ama, bu pek de doğru değil. Sen olağanüstü güçlere sahip birisin, yoksa sözünü ettiğin durumlara o kadar zaman katlanabilir miydin hiç?.. Bu durumların sana ne çok zarar verdiğinin, seni ne çok ihtiyarlattığının kendinde farkındasın; bunu benden saklamaya çalışman, işe yaramaz bir kendini beğenmişlikten başka şey değil... Ben kendi gözlerime senden daha çok inanırım ve benim gördüğüm kadarıyla, durumun hiç de iç açıcı değil... Çalışmaların ayakta tutuyor seni doğru, ama bu çalışmalar sana haz vermeyip uyuşturuyor, serseme çeviriyor seni. O güzelim kuvvetinin yarısı yoksunluklarda ve her gün üstesinden gelmen gereken küçük çaptaki savunmalarda çarçur ediliyor. Bu uğraşlar sonunda ele geçen şey, olsa olsa mutluluk değil tevekküldür... Bunu da sevgili dostum, sana asla reva göremem...

Tevekkül mü?.. Olabilir. Başkalarında durum farklı mı sanki?.. Kim mutlu?..

Umudunu yitirmemiş kişi mutludur... diye sesini yükseltti Burkhardt, üzerine basa basa... Peki sen neyi umuyorsun?.. Başarı desen değil, şan şöhret desen değil, para desen o da değil; bütün bunlar fazlasıyla var sende. Ne adamsın, hayat nedir, haz, sevinç nedir bildiğin yok asla!.. İçinde hiçbir umut taşımıyorsun, öyleyken memnunsun!.. Anlamıyor değilim, haklı olabilirsin, ama berbat bir durum var ortada Johann. Şakaya gelmeyecek bir çıban; kimde böyle bir çıban var da yarıp açmaktan kaçıyorsa, o bir korkaktır....

Hermann Hesse...

Share/Save/Bookmark

Immanuel Kant Güzellik Kavramı I...

Estetik Doktrinler...

Immanuel Kant (1724-1804)

Estetik doktrinler tarihinde Hutcheson ve Du Bos ile görecelik (relativisme) dönemi kapanır, Kant ile eleştirel (critique) dönem açılır…

Kant’ın modern estetiğe kaynak olan Yargı Gücünün Eleştirisi (1790). Salt Aklın Eleştirisi (1781) ile Pratik Aklın Eleştirisi (1788) arasında bir köprü vazifesi görür. Bu bakımdan Kant’ın estetik doktrini anlamak için onun yalnız Yargı Gücünün Eleştirisi ile yetinmemek, genel felsefesini açıklayan öbür iki kitabını da hatırlamak gerekir…

İlkin üzerinde durulması gereken nokta, Kant’ın eleştiriyi metot olarak benimsemiş olmasıdır. Filozof, Salt Aklın Eleştirisinde, insanın kendi dışında zaman ve mekan olmadığını, dünyaya gelirken bunları kendisiyle birlikte getirdiğini ileri sürer…

Duyarlılığımız (sensibilite) her türlü deneyden önce, bütün dış olayları (bütün nesneler) mekan içinde; bütün iç olayları da (bütün bilinç halleri) zaman içinde algılayacak tarzda biçimlenmiştir. Zaman ve mekan içinde deneylerimizin gerekli olarak yer aldığı, önceden tespit olunmuş çerçevelerdir. Burası aklın dünyasıdır. Onunla ilgili alan tabiattır. Gereklilik Kanunu hüküm sürer bu alanda; yani irade yoktur. Aklın hükümleri, nedensellik (causalite) kanunu ile kayıtlıdır. İlim mümkündür; kendiliğinden var olan şeyler (choses en soi) bu çerçevelerin dışındadırlar, bu yüzden bilinemezler. Bunlara Kant, phenomene (olay)in karşıtı olarak noumene adını vermektedir. Dünyayı incelediğimiz zaman, nedenle ilgili (causales) araştırmalardan başka bir şeyle ilgilenmemekliğimiz gerekir…

Kant, ikinci kitabı olan Pratik Aklın Eleştirisinde eylemin alanı olan ahlak dünyasını inceler. Burada irade hüküm sürmektedir. Yapmam gereken şeyi yapmaklığım için, onu yapabilmemi yani hareketlerimde hür olmam gerekir. Ahlak dünyası, hürlük dünyasıdır. Hürlüğümüz olmasaydı vazife kavramı saçma ve anlamsız bir şey olurdu. Bu ikisinin yani kuramsal (nazari) akıl ile pratik akıl arasında, yargı yetisi yer almaktadır. Teorik aklın konusu doğru olan şey, alanı tabiat ve zorunluluk (necessite)dur. Burada hürlük yoktur. Pratik aklın konusu iyiliktir, hür iradeyi gerektirir. Yargı yetisi veya estetik duyarlık (sensibilite esthetique), doğru ile iyi, tabiat ile hürlük arasında bir bağlantı kurar…

Kant yargıyı (jugement) ikiye ayırır: Birine estetik yargı, öbürüne de teleologique (gai) yargı adını verir. Birincisinde yalnız beğeni (gout) egemendir. Fayda veya amaca uygunluk düşüncesinin bu yargı ile zerrece ilgisi yoktur. Oysa ikincisinin temelinde bunlar vardır. Düşünce, çıkarcılık ve yaşamaya yararlılığın baskısı altındadır. Kant yalnız estetik yargıyı, yani şu güzeldir dediğimiz zaman verdiğimiz yargıyı ele alarak eleştiriyor ve onda şu dört özelliği buluyor…

1.Güzel olan şey bize yarar gözetmeyen, çıkarsız (desinteresse) bir haz verir. Bu bakımdan reddedilemez bir gerçektir ki, beğeni yargısı öznel (subjectif) olmakla beraber sırf duyumlardan ibaret değildir ve bu yargının konusu olan güzellik, hoşla (agreable) karıştırılamaz. Çünkü estetik haz, ahlaki hazdan farklı olarak, konusunun realitesi ile ilgilenmez. Demek ki zevk yargısında hiç gerektirici kavramda (concept) yoktur. Sadece iç aleme bir dalıştır. (contemlation) bu zevk…

İşte her türlü çıkardan sıyrılmış böyle bir hazzın konusuna güzel deriz…

2. Güzel’in verdiği hazzın bir özelliği de belli hiçbir kavrama bağlanmadan, evrensel oluşudur. Bir şeyi güzel bulduğun zaman, duyduğum hazzın, o şey karşısında bulunan başkaları tarafından da paylaşılmasını beklerim. Güzel bir kez daha bencil ve kişisel olan hoştan ayrılmış oluyor. Eğer bir tatlıyı hoş, lezzetli bulursam, bunu başkasına kabul ettirmek aklımdan bile geçmez. Gerçi bazı hallerde hoş duyumu bir genellik kazanabilir; fakat bu genelliği bize öğreten gene deneydir. Bu deneyi kendi hesabına yapmadıkça, hiç kimse o zevki duyamaz. Oysa güzelin verdiği haz, evrenselliğini deneylerden önce alır. Şu var ki, güzellik hazzı evrensel olmakla birlikte, bu hazzı veren şeyin belli bir kavramına dayanmaz. Çünkü bu şey, sözgelimi bu çiçek güzeldir yargısını vermekliğim için, bu çiçeğin neye yaradığını bilmekliğim hiç de gerekli değildir. Sadece onun bende estetik bir haz uyandırması yeterlidir…

Aynı şeyi ahlak hakkında da söyleyebiliriz. ‘Her insan vazifesini yapmalıdır’ yargısı da evrenseldir. Fakat burada ki evrenselliği, vazife kavramından ayırmaya imkan yoktur. O halde güzel, kavramsız olarak herkesçe hoşa giden şeydir...

Burada bir soru ile karşılaşıyoruz. Güzel’in verdiği hazzın evrenselliğini belirten Kant, bu evrensellikle hazzın kişiselliğini nasıl ulaştırabiliyor?.. Bir yargı aynı zamanda hem evrensel, hem kişisel olabilir mi?...

Bu soruyu Kant şöyle cevaplandırır : Bir şeye güzel dememize gerektiren haz, hayal gücü (imagination) ile düşünme gücü (entendement) arasındaki ahengin bilincidir. Duyarlık (sensibilite) kişiden kişiye değişse de, bilgi yetilerimizin genel kanunlara uymaktadır; bu kanunların evrenselliği gerektirir…

3.Güzel’in üçüncü özelliği ereksiz bir ahenk, ya da Kant’ın deyişiyle : Amaçsız bir amaçlılık (finalite) oluşudur. Gördüğümüz gibi zevk yargılarına, ne hoşla (agreable), ne de iyi (bien) ile ilişkili yargılar karıştırılabilir. Çünkü zevk yargıları, birincillerden farklı olarak evrenseldirler; ikincilerden de belirli bir kavrama (concept) dayanmadıkları için ayrılırlar…

Demek oluyor ki, zevk yargıları, ne hoş duyumların ihtiyacına, ne fayda, ne de iyilik düşüncesine dayanır. Kant bunu kendi felsefe dili ile ‘zevk yargısının ilkesi, öznel bir amaçlılıkdır (finalite) diye ifade eder. Kant’a göre genel olarak, bir şeyde ancak amaçlar olursa finalite söz konusudur. Bu amaçlar hem kendimizde, hem kendi dışımızda olabileceği için öznel ve nesnel olmak üzere iki türlü amaçlılık vardır…

Pratik hayatta mantığa uygun bir düzen olunca bir amaç vardır. Marangoz bir masanın türlü unsurlarını düzenlediği zaman bunu bir maksatla yapar. Bu ahengin, bu finalitenin bir ereği vardır. Oysa güzellikte ahenk ve amaçlılık varsa da amaç yoktur, erek (but) yoktur. Amaç, yetkinlik (perfection) olabilirdi. Ama buna da imkan yoktur. Çünkü bir şeyin yetkinliği hakkında hüküm verebilmek için, önce o şeyin ne olması gerektiği hakkında bir fikrimiz olmalıdır. Oysa beğeni yargısı; bir şeye güzel dediği zaman o şey hakkındaki düşüncemizin gerektirdiği şu veya bu şartları yerine getirmeyi düşünmez. Sözgelimi, bitkilerle uğraşan bilgin çiçeğin amacını bilir. Bilir ki, bitkinin döllenme organıdır bu. Ama çiçeğin güzelliğinden zevk aldığı zaman, çiçeğin bu amacını hiç düşünmez. Bir şeye zevk bakımından güzel dediğimiz zaman, biçiminin unsurları arasındaki ahengi, dolayısıyla değişiklik içindeki birliği ifade etmiş oluruz. Fakat bu uyum ve birlik, zevk konusu olarak o şey hakkındaki öncel hiçbir fikir ile belirlenmemiştir. Onun güzelliğini meydana getiren, tekrar edelim bu temaşa vesilesiyle, hayal gücü ve düşünme gücü arasında o anda kurulan hür ahenktir. Güzel sanatlardan bir örnek verelim. Musikide, öncel herhangi bir kavrama baş vurmadan, bir esere güzel deriz. Ama işte ‘dini bir musiki’ dersek, verdiğimiz hüküm artık tamamıyla estetik değildir. Çünkü bu yargı ile bu musiki eserinin amacına çok iyi uyduğunu söylemiş olmaktayız. Güzel, bazı belirli koşullara uyduğu için artık hür değildir.

Kısacası, zevk yargısının konusu olan güzellik, özne ve nesnel bütün amaçlardan uzaktır. Yani bir şeydeki biçimin, hayal gücü ile düşünme gücü arasındaki hür bir oyuna(jeu) uymasından ileri gelmektedir. Fakat bir bakıma, bu uyma ve uygunluk (concordance) bir finalite sayılabilir. Gerçekten zevk bir şeyin güzelliğine hükmettiği zaman, bu şey hoşunuza gitmek için bir amaçla yapılmıştır. Tabiat onun parçalarına özel bir maksatla bu biçimi vermiştir inancı bizde uyanır. Gerçekte bu şey karşısında hayal gücü ile düşünme gücünün ahengi gerek öznel, gerekse nesnel herhangi bir amaç fikrinden uzak, bağımsız olduğu için, burada finalitenin (gaiyet amaçlılık) yalnız biçimi (forme) vardır. Bunun içindir ki estetik hazzı uyandıran şey, bir nesnenin madde ve konusu olmayıp sadece biçimidir (forme). İşte ilk bakışta garip görülebilen, ama şimdi kolayca anlaşılan güzelin şu üçüncü tanımlamasına varıyoruz. ‘Güzel belirli bir amaç düşünmeksizin, bir şeydeki amaçlılığın ahengi yalnız biçimini algılamaktadır…

4.Güzelin dördüncü bir açıdan tanımlamasına gelince, güzellik yargısı evrensel olduğuna göre, zorunludur (necessaire). Bir şeye güzel dedik mi, herkesinde o şeye güzel demesini, aynı görüşü benimsemesini isteriz. Bu hal, bizim için bir zorunluluktur. Ama bu zorunluluk, bilginin (connaissance) ilkelerine dayanmaz. Çünkü zevk hükümleri mantık hükümleri değildir ve hiçbir belirli fikre dayanmamaktadır. Bu zorunluluk pratikte değildir. Ahlak duygusu gibi iradenin (volente) ilkelerini de gerektirmez. Çünkü zevk hükümlerine katılan bilgi yetkileri (facultes) bütün insanlarda aynı tarzda veya aynı sübjektif ilkelere göre işlemektedir. Bilgi yetilerimizin işlemde bulunmalarını mümkün kılan öznel şartların bu evrenselliğine Kant sens commun (ortak duyu) adını veriyor. Bu duyu kuramı (theorie) bir şeye her güzel dediğimizde uygulanmaktadır. Çünkü hiçbir objektif ilkeye, deneye dayanmadan herkesin bizimle birlikte aynı kanıda olmasını isteriz. Bu suretle zevk yargılarından ayrılmayan öznel gereklilik, nesnel bir gerekliliğe dönüşüyor…

Söylediklerimizi özetlersek diyebiliriz ki zevk yargısında evrensel kabullenmenin (consentement unıversel) gerekliliği ortak duyu kuramı ile birlikte nesnel olarak tasavvur olunan öznel gerekliliktir. Kant dördüncü tanımlamasını şöyle formülleştiriyor. ‘Güzel kavramsız olarak zorunlu bir haz almanın konusu bilinen şeydir…’

Kant’ın nitelik (qualite), nicelik (quanlite), ilişki (relation) ve yöne (modalite) bakımlarından ele aldığı güzellik tanımlamasını şu dört maddede bir arada sıralayalım…

Güzel :

a) Nitelik bakımından, çıkarsız olarak hoşa giden şeydir.
b) Nicelik bakımından, herkesin hoşuna giden şeydir.
c) İlişki bakımından, kendi dışında hiçbir erek olmadan hoşa giden şeydir.
d) Yön bakımından, zorunlu olarak hoşa giden şeydir.

Suut Kemal Yetkin Estetik Doktrinler...

Share/Save/Bookmark

Seçkinlik ve Sıradanlık III...

Deha ile sıradan insan arasındaki fark bir derece yahut seviye farklı olduğu kadarıyla hiç kuşkusuz niceliksel bir farktır…Fakat kişiden kişiye değişiklikler göstermesine karşın sıradan kafaların benzer şekilde düşünmeye dönük belli bir eğitim içinde olduklarını nazarı itibara alınarak ben bunu aynı zamanda bir niteliksel fark olarak görme eğilimindeyim… Nitekim benzeri durumlarda sıradan insanların düşünceleri derhal benzer istikameti tutar ve benzer hatlar üzerinde ilerler ve bu hakikate istinat etmediği halde yargılarının sürekli olarak birbiriyle nasıl olup ta bağdaştığını izah eder… Tarih boyunca insanlar arasında belli bir takım temel görüşlerin benimsenmesi, her zaman tekrarlanıp yeniden yeniden öne sürülmesi bu ölçüde mümkün olur… Halbuki bütün zamanların büyük kafaları bunlara açıktan ve gizli olarak muhaliftirler…

Bir dahi öyle bir insandır ki, bir nesne bir ayna da nasıl yansıyorsa dünya da onun zihninde öyle yansır
*… Fakat sıradan insanlar da eriştiğinden çok daha büyük bir açıklık ve daha büyük bir belirginlikle… İnsanlık ne öğrendiyse, çoğunu ondan öğrenmiştir… Çünkü en önemli meselelere en derin kavrayış, ayrıntılara takılan bir gözlemci dikkatinden değil, fakat bir bütün olarak eşyanın tam bir yoğunluk içinde kavranışından neşet eder… Ve eğer zihni gelişip olgunluğa erişirse, insanların dört gözle kendisinden beklediği eğitimi o kimi zaman bir şekilde, kimi zaman bir başka şekilde verecektir… Dolayısıyla deha genel olarak eşyanın ve bu demektir ki, eşyanın karşısında olanın, yani kendi benliğimizin fevkalade açık, berrak bilinci diye de tanımlanabilir… Dünya eşyanın ve eşyanın gerçek tabiatının bilgisini edinmek için böylesine büyük bir bağışa sahip olan dört gözle bekler…

Fakat böyle bir insanın doğumu için fevkalade uygun koşulların bir araya gelmesi gerekir ve bu çok nadir rastlanan bir hadisedir… Fark edilebilir biçimde mutad ölçüleri aşan bir akla, irade ile her türlü ilişkinin dışında olduğu için, arızi yahut tesadüfi gibi görünen bu ikinci melekeye sahip olan bir insanın doğumu ancak ara sıra, diyebiliriz ki yüzyılda bir vuku bulur… Doğduğunda da uzun bir süre tanınmadan veya takdir edilmeden kalabilir, birinin önünü ahmaklık keser, bir başkasını kıskançlık boğar… Fakat bir kez bu engellerin üstesinden gelindi miydi, hayatların karanlığını bir ölçüde aydınlatabileceği ya da hayat hakkında kendilerini bilgilendirebileceği umuduyla insanlık kalabalıklar halinde onun ve eserlerinin etrafında toplanacaktır… Onun insanlara söyleyeceği bir bakıma vahye benzer ve kendisi her ne kadar alışıldık ölçülerin ancak bir miktar üzerinde ise de daha yüksek bir varlıktır…

Sıradan insan gibi deha da öncelikle kendisi için vardır… Bu onun tabiatı için temel ve asli bir özelliktir… Bundan ne kaçılabilir, ne de değiştirilebilir… Onun başkaları için olan tarafı, ikincil bir şey olarak şansa ve tesadüfe bağlıdır… Hangi durumda olursa olsun insanların onun aklından elde edebileceği bir düşünceden fazlası değildir… Bu da ancak onun düşüncelerini insanların kendi akıllarıyla düşünmeleri sayesinde mümkün olur… Bunun için her iki tarafın çabası da gereklidir… Ne var ki bu düşünceler insanların kafalarında egzotik, bir bitkinin akibetini paylaşırlar ve netice de o bitkiler gibi cansız ve bodur kalırlar…




* Ya da: Tasavvur olarak dünya onun zihninde daha büyük bir açıklılığa kavuşur ve daha büyük bir belirginlikle temayüz eder...

Share/Save/Bookmark

Seçkinlik ve Sıradanlık II...

Beyin bir tür asalağa benzetilebilir, insan bedeninin doğrudan iç ekonomisine katkıda bulunmaz, ama onun bir parçası olarak bütün gıdasını ve besinini ondan alır; bedeninin en tepesinde güvenli bir şekilde konuk edilir ve burada kendi kendine yeterli ve bağımsız bir hayat sürer. Benzer şekilde denilebilir ki kendisine büyük zihni kabiliyetler bahşedilmiş insan, herkes için ortak olan ferdi hayattan ayrı olarak ikinci bir hayat, tamamıyla zihni olan bir hayat sürer. Bu kendisini sadece öğrenim ve bilginin değil, fakat gerçek sistematik bilgi ve kavrayışın (ince seziş gücünün) süreli arttırılmasına, düzeltilmesine ve genişletilmesine adanmış bir hayattır. Yol açtıklarıyla eserine yahut peşinde koştuğu şeylere zarar vermediği sürece üzerine birdenbire çullanan kader onun sükunetini bozmaz. Dolayısıyla böyle bir hayat insanı yüceltir ve onu talihinin, onun iniş çıkışlarının üzerine yükseltir. O her zaman düşünerek, öğrenerek, tecrübe ederek, bilgisini tatbik ederek çok geçmeden bu ikinci hayatı asli varoluş tarzı ve kendi şahsi hayatını da sadece kendisinden daha yüksek amaçların gerçekleşmesine hizmet eden ikincil bir şey olarak görmeye başlar…

Bu bağımsız, kendi kendine yeten zihni varoluş tarzının bir örneğini Goethe’nin hayatında görürüz. Champagne’daki savaş esnasında harbin bütün kargaşası ve keşmekeşi ortasında o renk teorisi için müşahedelerde bulunuyordu ve bu savaşın sayısız felaketleri kısa bir süre için Luxemburg şatosuna çekilmesine izin verir vermez Farbnlehre’sini (Renk Öğretisi) yazmaya koyulmuştu. Ve böylelikle bizlere takip etmemiz gereken bir örnek, bir ülkü (ideal) bırakmıştı. Yeryüzünün tadı tuzu olarak bizler, dünyanın selleri, fırtınaları, yanımızı yöremizi istila etse, hayatın gaileleri duygularımızı heyecanlarımızı tahrik etse de, zihinsel hayatımızın gereklerinin peşinde koşarken, bizi asla hiçbir şeyin rahatsız etmesine izin vermemeli ve köle kadının değil, özgür kadının çocukları olduğumuzu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Dum convellor mitescunt veya Conquassate sed ferax* vecizesiyle birlikte kalkanlarımıza işlenmek üzere bir arma olarak rüzgarın alabildiğine sarsıp salladığı, fakat her şeye rağmen kıpkırmızı meyvelerini dallarından dökemediği bir ağacı öneriyorum…

Kişilerin safi zihni hayatının bir bütün olarak insanlıkta bir muadili yahut karşılığı vardır. Çünkü burada da gerçek hayat sözcüğün hem tecrübe hem aşkın anlamında iradenin hayatıdır. İnsanlığın safi zihni hayatı bilimler yoluyla bilginin arttırılması çabasında ve sanatların kusursuzlaştırılması arzusunda kendini gösterir. Böylelikle hem bilim, hem sanat çağlar ve asırlar boyunca yavaş yavaş ilerler ve geçmişin karanlıklarına karışmazdan önce her bir kuşak bu ilerlemeye kendince katkıda bulunur. Bu zihni hayat gökten bahşedilmiş bir şey gibi dünyanın telaş ve koşturmacası üzerinde sessiz sedasız süzülüp durur ya da onu mayanın kendisinden, iradenin tahakkümü altında bulunan ulusların gerçek hayatından, neşet eden güzel kokulu bir havaya benzetebiliriz ve ulusların tarihinin yanı başında felsefenin, bilimin ve sanatın tarihi masum ve kansız yolunu ağır adımlarla takip eder…

* Sallanmış, sarsılmış fakat meyveleri dalında…

Share/Save/Bookmark

Seçkinlik ve Sıradanlık I...

Hiçbir makam mevki, soy sop farkı yoktur ki kafalarını sadece bellerinin hizmetinde kullanan, bir başka ifadeyle, onu iradelerinin emellerinin bir hizmetkarı olarak gören milyonlarca insan ile: ‘Hayır!.. Kafa bunun için kullanılmayacak kadar değerlidir, o sadece kendi kendisinin hizmetinde kullanılmalıdır. Bu dünyanın harikulade ve çok çeşitli manzaralarını temaşa ve tefekkür etmeye ve sonra da onu bir fert olarak kişiliğime cevap teşkil edebilecek şekilde, ister sanat, ister edebiyat olarak* bir fon içerisinde yeniden üretmeye çalışmalıdır.’ Diyecek cesarete sahip çok az ve ender bulunur kimseleri birbirinden ayıran derin uçurum kadar büyük olsun. Bunlar dünyanın gerçek soyluları, hakiki asilzadeleridir. Diğerleri köleler ve ırgatlardır (glebae adscripti **). Elbette burada sadece, fedakarlığın yapılmaya değer olduğunu gösteren sonuçla, kafasını iradesinin hizmetinden kurtaracak cesarete değil, fakat aynı zamanda böyle bir iddia ve dolayısıyla hakka da sahip olmayanlardan söz ediyorum. Bütün bu konuştuklarımızın kendileri için ancak kısmen geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz kimseler için bu derin yarık, bu uçurum o kadar büyük değildir; fakat her ne kadar yetenekleri küçük de olsa, gerçek olduğu kadarıyla, bunlarla milyonlar arasında keskin bir sınır çizgisi her zaman mevcut olacaktır…

Güzel sanatlar, şiir ve felsefe alanında bir milletin ürettiği eserler işte sahip olunan bu akıl fazlasının sonucudur…

İnsanların büyük çoğunluğu, tabiatları gereği yeme, içme ve çiftleşme dışında herhangi bir konuda ciddi olmayacak biçimde yaratılmışlardır. Bu fevkalade nadir rastlanır ve yüksek yaradılışa sahip kimselerin din, bilim veya sanat adı altında dünyaya getirdikleri her şey büyük çoğunluk tarafından hiç vakit kaybedilmeksizin kendi bayağı amaçları için birer araç olarak kullanılacaktır. Çünkü çoğu durumda onlar bunları kendi maskeleri haline getireceklerdir…

Herhangi bir şeyi cum grano salis*** anlayabilme kabiliyetine sahip birisi için deha ile sıradan insan arasındaki ilişki belki de en iyi aşağıdaki şekilde ifade edilebilir: Deha çifte akla sahip bir kimsedir: biri kendisi için ve iradesinin hizmetinde, diğeri safi nesnel bir tavırla kavradığından ötürü aynası haline geldiği dünya için. Dehanın güzel sanatlar, şiir ve felsefe alanında vücuda getirdiği eser sadece bu tefekkür ve temaşaya dayalı tavrın, belli teknik kurallara göre geliştirilmiş neticesi yahut (öz anlamında) hülasasıdır…

Diğer taraftan sıradan insanın sadece tek bir aklı vardır, buna dehanın nesnel aklına karşılık olarak öznel akıl denilebilir. Bu öznel akıl ne kadar keskin olursa olsun –ki değişik mükemmeliyet derecelerinde tesadüf edilebilir- dehanın çifte aklıysa asla aynı seviyede değildir; nasıl ki gür bir insan sesi, ne kadar yüksek olursa olsun, her zaman olağanüstü tiz erkek sesinin tonlarından esaslı biçimde farklıysa. Bunlar, tıpkı flütün iki yüksek oktavı ve kemanın armonikleri gibi, bir boğum noktasının böldüğü titreşimli hava sütunlarının iki yarımının birleşmesi ile meydana gelir. Halbuki gür insan sesinde ve flütün düşük oktavında sadece tam ve bölünmemiş hava sütunu titreşir…

Bu açıklama dehanın sözünü ettiğimiz bu özel niteliğini-hususiyetini anlamasında okuyucuya yardımcı olabilir. Deha her kime bahşedilmişse bu özel nitelik onun eserleri, hatta fizyonomisi üzerine kolayca fark edilecek biçimde kazınmıştır…

Ne var ki bunun gibi bir çifte aklın çoğu durumda iradenin hizmetine ister istemez mani olacağı aşikardır ve bu dehanın günlük hayatın şartları içinde çoğu kere tanık olunan yeteneksizliğini izah edecektir. Ve dehayı özel biçimde belirleyen şey, ister kör ister keskin olsun kendisinde, her zaman sıradan basit kafalarda karşılaşılan hesaplı kitaplı, temkinli ihtiyatlı ruh halinden eser bulunmamasıdır…

* Ya da : Resim veya anlatım olarak…
** Toprağa bağımlı köleler…
*** İhtiyat Kaydıyla…Doğruluk sınırları içinde…

Share/Save/Bookmark