Kendimizi bu iki alemin varlığına inanmaya alıştırdık… Amaçlar ve arzular alemi ile rastlantılar alemine… Sonuncusunda her şey anlamsızca gelişir… Kimsenin neden ve niçinini açıklayamadığı bir şeyler olur, kalır ve biter… Biz bu büyük kozmik aptallığın güçlü aleminden korkarız… Çünkü biz onun bir çakıl taşının çatıdan düşmesi gibi diğer dünyaya, amaçlar ve istekler dünyasına düştüğünü ve bizim herhangi güzel bir amacımızı öldürdüğü şeklinde öğreniriz… Bu iki dünyaya inanç çok eskilerden kalma bir duygusallık ve çok eski bir masaldır… Amaçlarımız ve isteklerimizle biz akıllı cüceler, aptal, inanılmaz ölçüde aptal olan devler, yani tesadüfler tarafından rahatsız edilir, dağıtılır, genellikle ölümüne eziliriz… Ama bütün bunlara rağmen yine de yakınlığın korkunç malzemeleri olmaksızın yaşamak istemeyiz… Çünkü söz konusu canavarlar, amaçların örümcek ağındaki yaşamı bizim için sıkıcı ve korkutucu olmaya başlayınca gelirler ve elleriyle bir kerede tüm ağı parçalayarak yüce bir müdahalede bulunurlar… Elbette bu akılsızlar bunu yapmak istemezler aslında!.. Yaptıklarının farkında da değildirler!.. Ama onlar iri kemikli ellerini ağzımızın içine sokarlar, sanki bu ağın hiçbir önemi yokmuş gibi…
Yunanlılar, bu ne yapacağı önceden tahmin edilemeyen, yüce, sonsuz bağnazlık dünyasına Moira* adını vermiş ve onu tanrılarına özgü, kendilerinin kavrayamadığı bir yetenek olarak ortaya koymuşlardı… Tanrılara tapınırken onlara karşı son kozu elde tutmak şeklinde ki gizli direniş birçok halkta söz konusudur… Örneğin insan bir Hintli ya da İranlı olarak kendini ölümlülüğün bir kurbanı olarak algılar, böylece ölümlülerin en kötü durumda tanrıları aç bırakıp, açlıktan öldürebileceğini düşünür… Ya da eğer insan şiddetli melankolik İskandinav gibi tanrıların bir zamanki bilinçli kaybını düşünerek, kötü tanrıların onu sürekli korkutmalarına karşılık gizli bir intikam keyfi yaratır… Hıristiyanlık temel duygular bakımından ne Hintlilerin, ne İranlıların, ne Yunanlıların ne de İskandinavların duygularına benzer… Topraktaki gücün toprağı öpmek şu demektir… O her şeye kadir “aptallığın ülkesi” göründüğü kadar aptal değil, daha ziyade onun arkasında, karanlık, çarpık ve şaşırtıcı yolları seven, ama sonunda her şeyi “muhteşem bir şekilde ortaya koyan” sevgili tanrının bulunduğunu anlamayan bizler aptalız anlamına gelir bu… Şimdiye kadar dev bir varlık ya da, Moira olarak yanlış anlaşılan hedefleri ve ağları bizim aklımızdan daha hassas ören sevgili tanrı ile ilgili bu yeni hikaye – öyle ki bu tanrıya da anlaşılmaz… Evet akılsız görünmüştür muhtemelen bu hikayeye… Mesele ne kadar muhteşem, ne kadar çelişkili olsa da, oldukça hassaslaşmış eski dünyanın karşı koyamadığı öylesine cesur bir değişim, öylesine tehlikeli bir zıtlıktı… Çünkü samimiyetle söylemek gerekirse, bunda bir çelişki vardı… Şayet tanrının amaçlarını ve aklını, bizim aklımız almıyorsa, o kendi aklının özelliğini, tanrının bu özelliğini nereden bilsin?.. Acaba damdan düşen kiremit gerçekten “tanrısal sevgi” tarafından mı atılıyor diye, aslında yeni bir dönemde bir kuşku uyandı… İnsanlar yeniden dev ve cüce romantizminin eski izine doğru geri gitmeye başladılar… Artık kaybedecek zaman olmadığı için, bunu anlayalım:
Bizim amaçlarımızın ve aklımızın sözde özel dünyası, aynı şekilde devler tarafından idare ediliyor!.. Amaçlarımız ve aklımız cüce değil, devdir!.. Kendi ağlarımızı kendimiz aynı sıklıkla ve aynı kalabalıkla parçalıyoruz, tıpkı kiremitlerin verdiği zarar gibi!.. Söylendiği gibi her şey amaç değil, istem denilen her şey de istem sayılmaz!..
Eğer şöyle düşünmek isterseniz: Rastlantıların ve aptallığın bulunduğu bir dünya var mı?..
Bu soruya şöyle karşılık verilebilir : Evet belki sadece bir dünya vardır... Belki de ne istem, ne amaçlar vardır… Biz bunları hayal etmişizdir…
Rastlantının zarlarını atan zorunluluğun çelik elleri, sonsuza kadar süren oyununu oynar… O zaman her dereceden amaca uygunluğa ve akıllılığa, tamamıyla benzer görünen atışlar yapılmalı… Belki bizim istem edimimiz, amaçlarımız, böylesi atışlardan başka bir şey değildir… Biz kendi olağanüstü denecek kadar sınırlı kavrama yetimizi anlamayacak kadar yeteneksiz ve kibirliyiz… Kendi çelik ellerimizle zarları atsak, bizzat kendimiz en kararlı eylemlerimizde zorunluluk oyunundan başka bir şey yapmıyor olsak bile… Belki!.. Bu bekliyi aşmak için yer altı dünyasında ve tüm yüzeylerin öte yanında konuk olmalı ve Persephone’nin** masasında onunla bizzat zar atıp, iddiaya tutuşmalı…
F.Nietzsche Tan Kızıllığı
* Moria : Yunanca da “kader” veya “pay, hisse” Bir kişi veya tanrı değil, dünyanın taksim edildiği ve insanların sınılarını bilmeleri gerektiği gerçeği… Moria’yı aşmak: Yıkım getiren kibirdir… Zeus bile, İlyada da buyurulana göre davranmak zorundadır… R.J.Hollingdalen
** Persephone (veya Kore yani “genç kız”) ve yer altı: Yunan mitolojisinde Zeus’la Demeter’in kızı… Bir grup kızla kırda oynarken, yer altının kişileştirilmişi olan Hades-Aidoneus onu fark etti… Ondan etkilendi ve yerin yarılmasına neden olup bir atlı arabayla dışarı çıkarak onu kaçırdı… Vaktinin üçde birini yer altında geçirir …(Bu süre içinde Demeter yastadır ve hasada izin vermez) ve her sene yeryüzünde de bir süre yaşar… Bu zaman diliminde Demeter hasada izin verir… Bu nedenle Ekin tanrıçasının kızı ve Ölümün sevgilisi ünvanlarını almıştır…
Yunanlılar, bu ne yapacağı önceden tahmin edilemeyen, yüce, sonsuz bağnazlık dünyasına Moira* adını vermiş ve onu tanrılarına özgü, kendilerinin kavrayamadığı bir yetenek olarak ortaya koymuşlardı… Tanrılara tapınırken onlara karşı son kozu elde tutmak şeklinde ki gizli direniş birçok halkta söz konusudur… Örneğin insan bir Hintli ya da İranlı olarak kendini ölümlülüğün bir kurbanı olarak algılar, böylece ölümlülerin en kötü durumda tanrıları aç bırakıp, açlıktan öldürebileceğini düşünür… Ya da eğer insan şiddetli melankolik İskandinav gibi tanrıların bir zamanki bilinçli kaybını düşünerek, kötü tanrıların onu sürekli korkutmalarına karşılık gizli bir intikam keyfi yaratır… Hıristiyanlık temel duygular bakımından ne Hintlilerin, ne İranlıların, ne Yunanlıların ne de İskandinavların duygularına benzer… Topraktaki gücün toprağı öpmek şu demektir… O her şeye kadir “aptallığın ülkesi” göründüğü kadar aptal değil, daha ziyade onun arkasında, karanlık, çarpık ve şaşırtıcı yolları seven, ama sonunda her şeyi “muhteşem bir şekilde ortaya koyan” sevgili tanrının bulunduğunu anlamayan bizler aptalız anlamına gelir bu… Şimdiye kadar dev bir varlık ya da, Moira olarak yanlış anlaşılan hedefleri ve ağları bizim aklımızdan daha hassas ören sevgili tanrı ile ilgili bu yeni hikaye – öyle ki bu tanrıya da anlaşılmaz… Evet akılsız görünmüştür muhtemelen bu hikayeye… Mesele ne kadar muhteşem, ne kadar çelişkili olsa da, oldukça hassaslaşmış eski dünyanın karşı koyamadığı öylesine cesur bir değişim, öylesine tehlikeli bir zıtlıktı… Çünkü samimiyetle söylemek gerekirse, bunda bir çelişki vardı… Şayet tanrının amaçlarını ve aklını, bizim aklımız almıyorsa, o kendi aklının özelliğini, tanrının bu özelliğini nereden bilsin?.. Acaba damdan düşen kiremit gerçekten “tanrısal sevgi” tarafından mı atılıyor diye, aslında yeni bir dönemde bir kuşku uyandı… İnsanlar yeniden dev ve cüce romantizminin eski izine doğru geri gitmeye başladılar… Artık kaybedecek zaman olmadığı için, bunu anlayalım:
Bizim amaçlarımızın ve aklımızın sözde özel dünyası, aynı şekilde devler tarafından idare ediliyor!.. Amaçlarımız ve aklımız cüce değil, devdir!.. Kendi ağlarımızı kendimiz aynı sıklıkla ve aynı kalabalıkla parçalıyoruz, tıpkı kiremitlerin verdiği zarar gibi!.. Söylendiği gibi her şey amaç değil, istem denilen her şey de istem sayılmaz!..
Eğer şöyle düşünmek isterseniz: Rastlantıların ve aptallığın bulunduğu bir dünya var mı?..
Bu soruya şöyle karşılık verilebilir : Evet belki sadece bir dünya vardır... Belki de ne istem, ne amaçlar vardır… Biz bunları hayal etmişizdir…
Rastlantının zarlarını atan zorunluluğun çelik elleri, sonsuza kadar süren oyununu oynar… O zaman her dereceden amaca uygunluğa ve akıllılığa, tamamıyla benzer görünen atışlar yapılmalı… Belki bizim istem edimimiz, amaçlarımız, böylesi atışlardan başka bir şey değildir… Biz kendi olağanüstü denecek kadar sınırlı kavrama yetimizi anlamayacak kadar yeteneksiz ve kibirliyiz… Kendi çelik ellerimizle zarları atsak, bizzat kendimiz en kararlı eylemlerimizde zorunluluk oyunundan başka bir şey yapmıyor olsak bile… Belki!.. Bu bekliyi aşmak için yer altı dünyasında ve tüm yüzeylerin öte yanında konuk olmalı ve Persephone’nin** masasında onunla bizzat zar atıp, iddiaya tutuşmalı…
F.Nietzsche Tan Kızıllığı
* Moria : Yunanca da “kader” veya “pay, hisse” Bir kişi veya tanrı değil, dünyanın taksim edildiği ve insanların sınılarını bilmeleri gerektiği gerçeği… Moria’yı aşmak: Yıkım getiren kibirdir… Zeus bile, İlyada da buyurulana göre davranmak zorundadır… R.J.Hollingdalen
** Persephone (veya Kore yani “genç kız”) ve yer altı: Yunan mitolojisinde Zeus’la Demeter’in kızı… Bir grup kızla kırda oynarken, yer altının kişileştirilmişi olan Hades-Aidoneus onu fark etti… Ondan etkilendi ve yerin yarılmasına neden olup bir atlı arabayla dışarı çıkarak onu kaçırdı… Vaktinin üçde birini yer altında geçirir …(Bu süre içinde Demeter yastadır ve hasada izin vermez) ve her sene yeryüzünde de bir süre yaşar… Bu zaman diliminde Demeter hasada izin verir… Bu nedenle Ekin tanrıçasının kızı ve Ölümün sevgilisi ünvanlarını almıştır…
R.J.Hollingdalen