Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara

Stalin'e Hiciv...



Yaşıyoruz, ama ayaklarımızın altında zemin hissetmeden,
Ağzımızdan çıkan söz, işitilmez oluyor on adım gitmeden,

Eğer bir sözcük yetecekse, küçük bir sözcük-
Onun içindir, Kremlin’deki o dağlı için.

Sırf söz işitilir Kremlin’deki dağlıdan,
İnsanı köle görüp, ruhları bozandan, köylüleri kesenden.

Parmakları solucan gibidir, öylesine yağlı ve öylesine boz,
Sözcükleri aynı kantarın topuzu gibi.

O zaman hamamböceği gibi bıyığı güler,
Ve çizmesinin konçları parlar yükseklerden.

Etrafında komutanları, çelimsizler sürüsü,
Kanla oynar insan bozuntularına hizmet ettirip.

Biri ıslık çalar, biri miyavlar, yalvarır diğeri,
Ama makamı belirleyen bir odur –elinde çekici.

Ve o, nalbant, demiri işler, emir peşinden emirle-
Çakar bedenin içine, alna, gözün içine keyifle.

Onuruna her idamdan tat alır – üzüm yer gibi,
Bu göğsü geniş Osetyalı.

***

Stalin Epigram...

Yaşıyoruz, ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.
On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.


Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,
Kremlin'in dağcısını* anmadan edemiyorlar.


Parmakları kalın tırtıllar gibi
ve ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri.


Hamamböceği bıyığı sırıtıyor
ve pırıl pırıl çizmelerinin üstleri,


İnce boyunlu adamları sarmış çevresini,
bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.


Biri ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor,
Yalnız o parmağını bize sallıyarak kükrüyor.


İnsan karnına, alnına, şakağına, gözüne
nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.


Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi
dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.


Rusça: Мы живем, под собою не чуя страны...
Türkçe: Çeviri: Cevat Çapan

Share/Save/Bookmark

...

baygındım/ölüydüm/yüzüyordummorbirsuda/
gözümkapalıydı/konuşmuyordum/
oyunbitmezkidiyordum/vezireçıkıyordum/
vezirleribenimdiyeşillerin/almıştım/
alıyordumartık/karşıkıyıyagelmiştik/
oyunbitmezkibitmezkibitmezki
Bilge Karasu

Share/Save/Bookmark

Göçmüş Kediler Bahçesi/10...

Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru sürüyordu.

Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik.

Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.

Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.

Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım. Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.

Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası,göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.

Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu.
Kendi oyunumu oynamağa başladım.

Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
Başı, gene, evet, dedi.
Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
Başı, evet, ben?.. dedi.
Sevildiğini bilmek istersin.
Evet.
Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide
boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?..
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.
Evet.
Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.
Kesmedi o.
Bekliyorum, dedi, evet...
Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.

Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu bahçede.

Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade aşağıları savunuyordu şimdi,oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp edip onu

Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. İyi oyuncu değildim ama atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan kolay olamazdı.

Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın bana geldiğiydi.

Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum. Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez benim oluyordu ardından...

Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.

Neye hayır?
Düşündüğüne.
Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra...
Seni almamı istemezsin elbet, ondan öyle...
Hayır. Ama...

Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil,yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp anlamalıydım onu.

Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.

Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş, önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.

Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık?
Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş
Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan
gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını araladı.

Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın göğsünden bir körük sesi çıktı.

Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki,elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.


Bilge Karasu/Göçmüş Kediler Bahçesi...

Share/Save/Bookmark

Bir Ortaçağ Abdalı...

Adalet Cimcoz'a
(İstanbul'da kendisine okumuştum.
Aralık ayının sonuydu. Yayımlandığını göremedi.)


Her şeyin başında, ortasında, sonunda, hayvanını kuşanık adamın imgesi var. Her şey bu imgenin çevresinde birikip toplanıyor, düzenleniyor, canlanıyor, sağılıp gidiyor...

Bir ortaçağ abdalının imgesi bu. Abasına sarınmış, yıprana yıprana asal soyutluğunu yitirip başının biçimini alan başlığının altında gözleri görünmez olmuş, yalın ayakları koca koca morarmış bir ortaçağ abdalı. Ayazda, küçüle küçüle, bir kamburla bir kuşak olup çıkmış. Gözlerine mil gibi saplanan bu gün ışığın ardından gelecek karanlıkta açıkta yatamayacağına karar vermiş olcak ki, uzakta, tepenin eteğinde duran, çökmüş develeri andıran hana doğru yürüyor. Gün kararırken de olsa, oraya bir kavuşabilse, duvardan birinin dibinde kıvrılacak bir yercik bulsa yetecek...

Gün devrilirken, hanın kapısına hala erişememiş olacaktır bu abdal. Yorgun ayaklarını sürürken kaldırdığı toz beline dek yükseliyor artık. Bu yolda tek yolcu, o. Yol, yalnız onun çevresinde tozuyor. Arada bir, irkilir gibi oluyor, ürperir gibi. Ama, hava karardıkça çıkan bozkır ayazından, sabahtan beri tozan ekmek girmemiş kursağının kasılmasından olmadığını bir o biliyor, bu irkilmelerin, bu ürpermelerin. Abayı delip derisini kazıyan, etine geçen cırnakları, dişleri; bu yırtılma, delinme acısını abdaldan başkası bilemez, çünkü yarı cırboğa, yarı firavun faresi, tüyü pembeye çalar renkli, dişleriyle kemirgen, pençeleriyle eteobur hayvanı kuşağının katları içinde taşıdığını gören yoktur daha. Gençliğinde, bir dağ başında bulduğu kovukta gecelerken kuşağına girip yerleşmiş hayvanı yıllar yılı taşır yanında. Dövmüş kovamamış, kaçıp kurtulamamış, öldürmeğe de kıyamamıştır; lokmasını onunla paylaşmıştır denemez de pek; hayvan ancak üç lokmanın birine ortak olmuştur şimdiye dek. Canını da, yalnız, çok acıktığında yakmıştır, şimdiki gibi. Abdal onunla birlikte yaşamağa öylesine alışmıştır ki hayvanın ölmezliğine bile şaşmaz olmuştur...

Bir lokma ekmek de bulmak zorundadır bu akşam, barınaktan öte. Günlerden beri yürümektedir bu bozkırda; torbasında bir kırıntı bile kalmamıştır...

Handa geceleyecek olanlarsa, başka bir çağın insanları, bu gece. Topluca gezip tozan, gürültülü, tuzu kuru bir sürü adam bunlar. Bozkırın deveden başka binek görmemiş bu ıssız konağına yerden bitme, yel hızlı, maden kaplı binitlerle varmış kişiler. Binitleri avluya doldurmuş, kendileri de hanın yatacak ne kadar yeri varsa tutmuş. Yorgun olsalar gerek; hepsi, torbalarından çıkardıklarını yemiş, ayaklarının tozu ile serilip yatmıştır çünkü...

Abdal, hanın kapısına vardığında, kapılar çoktan kapanmış, ortalık çoktan kararmış olacak. Abdalın çağında, kapanmış kapılar, gün doğmadan açılmaz bir daha. İçeridekiler ise, kapıların adam almak için değilse bile adam salmak için açılmamasının artık anlaşılmaz olduğu bir çağda yaşıyorlar...

Abdal kapının önünde, ama açıkta, ayazda. Karanlık iyice basmadan görmüş olduğu son şey şu: Sabah beri, bakıp bakıp tepenin eteğine yastanık gibi gördüğü han, gerçekte, tepenin epey berisinde.
Dört yanı açık. Sığınacak yer yok bu durumda. Çünkü esim de yok. Yere doğu bastıran, küçülten ayaz var yalnız, fır dolayı... Açılmayacak kapıların önünde dolansa da bir, dolanmasa da. Hayvanın cırnakları etini yardıkca yarıyor. Bağırsaklarına ulaşacak neredeyse. Hayvanın karnını doyurmak gerek, yoksa vursa, dövse, ensesinden tutup atsa, hiçbir şey değişmeyecek; yıllardır deneyip artık vazgeçtiği şeyler bunlar...

Kapının iki yanındaki kat kat oymalı taş girintilerin birine sokulup çöküyor...

Handakilerin hepsi, kerevetlerine serilip yatmış. Masalları andırıyor daha çok, bu kerevetler. Yatanların altlarında bir şey yok; üstlerinde, maden kaplı binitlerden çekip çıkardıkları örtüler, kimi battaniyeye benzer, kimi benzemez. Kerevetlerden biri boş ama, ayak ucunda kırışmış bir battaniye atılı duruyor. Orada yatan adamı uyku tutmamış olsa gerek. Kalkmış, dolaşıyor karanlıkta...

Önce yatanların arasında dolaştı, sonra dış avluya çıkıp nöbet tutanlara baktı bu adam. Genç sayılır daha; saçı sakalı ağarmamış, omuzları çökmemiş, belini dik tutuyor. Ama uyuyamadığına da bakılırsa, gençlikten epey uzaklaşmış olmalı...

Abdalın akşam kızıllığında yolun ıssızlığını tek başına tozuttuğunu gören odur. Kapılar kapandığında han ağasına, az önce yoldan birinin geldiğini gördüğünü söyleyen, kapıların kapanışını biraz daha geciktirmesini dileyen odur. Ama han ağası da abdalın çağında yaşar. Güneş çevren altına düşmeden kapılar kapanmış olmalıdır diye buyruk verilmiştir kendisine. Yapacak bir şey yoktur...

Adam, artık kapının önüne varmış olması gereken adbalı içeri almanın yolunu aramaktadır. Nöbet tutanlara bakması da ondan...

Abdalı içeri sokmak için hanın duvarlarında yıllar sonra, yüzyıllar sonra, açılacak gediği bulması gerek. Oysa şimdilik, örselenmiş tek yer, avlunun ortasındaki ağa kulesini tutan kemer ayakların bir tanesinin iç köşesi...

Dolaşıyor. Kemer altlarından, duvar diplerinden gidiyor, nöbetçilere görünmemek için. Sonunda da, aradığını buluyor...

Kale bedeni gibi sağlam örülmüş duvarlar boyunca gide gide. Avlunun yan duvarlarıyla asıl han gövdesinin bitiştiği yerde toprak, nedense biraz çökmüş, duvarın en alt taşı belli belirsiz oynanmış yerinden. Ama buradan doğru bir gedik açılması yüzyılları gerektirecektir. Adamsa, dağlar arasındaki bu uçsuz bucaksız düzlükte duran hana arkadaşlarıyla birlikte gireli, kapıdan içeri adımını atalı, bu hanın çağına kapanıp kalmıştır, dışarıda bekleyen -ayazda titriyor olsa gerek, kendi gibi- abdalın çağında...

Ama.. Anzısın... Şaşıracaktır adam, çünkü duvarda, dışarıdan içeriye doğru bir adam boyluk bir gedik açılacak, abdal kılıklı kişi, kat kat tozların altında kalmış bir sesle bir şeyler fısıldayarak, avluya süzülecektir...

Adam bu fısıltıyı anlayabilmek için, eski bir metin okur gibi, güç bir çözümleme işlemine girişecektir içinden. Abdalın sessiz adımlarla uzaklaşıp, yatanların bulunduğu bölüğün önüne vardığı sırada, arkasından koşup yetişmek isterken bir yandan, bir yandan da kafasında abdalın sözlerini şöyle bir biçime sokacaktır : 'Duvarları pek sanırken, dolaşa dolaşa şu yeni açılmış gediği buldum. İlk dolaşımda yoktu. Sanki sonradan açıldı.' Şimdi de, Tanrıya övgüler sunuyor abdal, bundan ötürü...

Yanına vardığında, abdalı bakınıyor, aranıyor, buluyor. Açtır, diye düşünüyor adam, koşup kerevetinin baş ucundaki torbasından, saydam sargılara sarılı, içi etli, peynirli ekmekler alıyor, getirip uzatıyor...

Abdal, ekmeği ağzına götüreceğine kuşağına götürdü. Kumaşın tozlu katları içinden bir somak uzandı, iki yanından da birer pençe. Hayvanın geri yanı görünmedi. Ama ekmek yavaş yavaş yitti bu pençelerle somağın arasında...

Adam şaşkın şaşkın bakıyor abdala. Abdalsa, gözlerini, yiyen hayvana dikmiş, susuyor. Hayvan doymuş olacak ki gene kuşağının katları içine çekildi, ekmeğin ufak bir lokması yere düştü. Abdal eğiliyor o zaman, o lokmayı yerden alıp üflüyor, ağzına atıyor. Adam bir ekmek daha uzatıyor abdala.
Sessizce alıyor onu abdal, duvar boyunca uzanan sekiye oturup ağır ağır, geve geve yemeğe başlıyor. Ağzında tek dişi kalmamış olacak...

Uyuyanların horultuları dalga dalga kaparıp diniyor. Buralarda yeller de öyle mi eser ola?.. Abdal geviyor. Adam bakıyor ona.

Sonra ay ışığını yetersiz buldu adam, kemerin altından geçip uyuyanlar bölüğüne girdi, kerevetine gidip, torbasından bir fener çıkardı, döndü abdalın yanına. Feneriyle yolunu aydınlatarak, kesin adımlarla...

Fenerin sarı ışığında, ekmeğini geven abdalın resmini çizmeğe başladı. Elleriyle. Havada. Havada çiziyordu elleriyle, parmaklarıyla, abdalın resmini, abdala baka baka... Çizdiği resim yavaş yavaş biçimleniyor, çizdiği çizgilerin ardında duran abdal yavaş yavaş yassılıyordu...

Adam resmini bitirdiğine karar vermiş olacak ki, dizleri arasında tuttuğu feneri yere indirdi, yamyassı olmuş abdalın üzerine çerçeve geçirecekmiş gibi, onu tuttu, yere yatırdı. Fenerin yandan vuran ışığında, imzasını atacağı yeri biraz düşündü, sonra cebinden şiş gibi uzun, oymacı kalemini andırır bir nesne çıkardı. Abdalın boş böğrüne dayayıp, imzasını atmağa başladı. O zaman, hiç beklemediği bir şey oldu; imzasını atmağı daha bitirmemişti ki, abdal, dişsiz ağzını açtı, yattığı yerden doğrulmadan, handiyse kıpırdamadan ama adamın kulaklarını paralayan sesler çıkararak öksürmeğe başladı. Adam kalemini kaldırdı abdalın böğrü üzerinden. Abdal durmadı. Öksürük kusmaya dönüştü. Önce gevdiği ekmekler yayıldı yere, yüzünün çevresine; sonra kanlar, kara pıhtılar kustu, ardından da ciğerlerini, parça parça, kanlı kara...

Adam yılgı içinde kaçtı abdalın yanından. Kaçarken fenerini de yanına almağı unutmadı. Dar attı kendini kerevetine, battaniyesini çekip, yüzünü bile örttü. İçinin gürültüsü biraz diner gibi olunca, öte yana kulak verebildi. Öksürük kesilmişti. Öğürtüler aralanıyordu. Onlar da söndü. Az sonra adımlar yaklaşır gibi oldu dışarıdan. Adamın içinde çocukca bir korku, yıllarca çöreklenip sindiği yerden başını kaldırdı. 'Han ağası gelip bakar, imzamı görüp beni suçlarsa...' Adamlar, daha doğrusu adımlar uzaklaştı. Gece kolu olsa gerekti bunlar. İçi sessizleşti. Dışarısıda dingindi. Olup bitenler akıl erer gibi değildi. Düş gördüğüne inanacaktı neredeyse...

Ama... Ansızın... Bacaklarına sivri sivri bir şeyler battı. Bu şeyler bacağından yukarı doğru çıkmağa başladı. Görmeden, bakmadan bildi ne olduğunu. İki eliyle hayvanın boğazını bütün gücüyle sıkmağa, gırtlağının olanca sesiyle bağırmağa girişti. Uyananlar koştu. Han ağası gece koluyla yetişti. Hayvanı güçlükle kopardılar adamın kalçasından; giysisinin yırtıklarından kanlar sızıyor duruyordu. Adam artlarından yürüdü. Kemerin altından geçtiler. Boydan boya sekili bölmede, fenerlerin, meşalelerin ışığında, yanda, yerde, hiçbir şey göremedi. Hayvanın boynuna bir ip dolamışlardı yapıştığı yerden koparmak için onu. İpin ucunda sallanıyordu şimdi. İpi tutan adam, avluya çıktıklarında, hayvanı başının üzerinde hızla birkaç kez çevirdikten sonra fırlattı, sapanla taş atar gibi. Boynundaki iple birlikte duvarlardan aştı hayvan, yitti gitti. Ağa herkesi yatağına gönderdi sonra...

Ertesi sabah arkadaşları yola çıktığında, adam onlarla gitmedi. Ne denli bekindilerse kandıramadılar. Adam, hanın kapısından dışarı çıkamayacağını söylüyordu. Arkadaşları, yörede epey dolaştıktan sonra, o handan çok uzakta olmayan bir büyük kente döneceklerdi. Beş gün sonra o kentte buluşacaklarını kararlaştırdılar; yola çıktı arkadaşları...

Adam dört gün dört gece handa kaldı. Beşinci günün sabahı maden kaplı binitine bindi, herkesle esenleşip kapıdan çıktı. Arkadaşlarını bulacağı kente öğle üzeri varabileceğini düşünüyordu.

Kapıdan çıkıp anayola ulaşmak için köşeyi dönerken, yıldırım gibi bir şey, bir taşın ardından fırlayıp kucağına düştü. Bağırmaya bile vakit bulamadı adam. Hayvan bu kez canını hiç acıtmadan cebine yerleşivermişti. Anayola çıktılar. Adam, cebinin içinden karnına, böğrüne saplanacak cırnakları düşünerek kenti buldu öğleye doğru. Ama hiçbir şey olmadı. İncecik yazlık ceketin cebinde, buruşukça bir mendilinki kadar bir karartı vardı. Hayvanın cebinde durduğunu kimse anlamadı., adam arkadaşlarına katıldığında. Abdalın yapamadığını yapacaktı adam, aklına koymuştu. İlk cırnağı etinde duyduğu zaman elini cebine atıp hayvanı çıkaracak, o gece bağırdığı zaman uyanıp söylenen, uykularından tedirgin edildikleri için kendisiyle alay etmekten başka bir şey düşünmeyen, handan dışarı çıkmak istemeyişini sinir bozukluğuna vererek kendisiyle eğlenmekle yetinen arkadaşlarının gözü önünde hayvanı boğacaktı. Ölmüyor muydu, eline geçireceği keskin bir şeyle boğazlayacak ya da bir taşla kafasını parçalayacaktı...

Bekliyordu. Hayvan hiçbir şey yapmıyordu. Ama elini gizlice, kimselere sezdirmeden, cebinin üzerinde ne zaman gezdirse, hayvanın sıcaklığını, solunuşunu duyabiliyordu adam...

Bekliyordu. Ancak o günün akşamına doğru kafasına dank etti ki hayvanı atmak, boğmak, boğazlamak, kafasını parçalamak için canının yanmasını beklemek gereksizdi. Hayvanı, ömrü boyunca cebinde taşıyacağını düşünüyormuş gibi davranması çılgınlıktı. Abdalın bu hayvanı niye taşıdığını, ne zamandan beri taşıdığını bilmediği halde sanki ömrü boyunca taşımış olduğunu düşünmüştü. Öyle düşünmüş gibi davranıyordu...

Yemekteydiler. Önlerinde kocaman bir bıçak duruyordu zaten. Elini cebine attı, hayvanı herhangi bir güçlük çekmeden cebinden çıkardı. Sofraya yatırdı; bıçağı kapıp boğazlayacakken arkadaşları bağırıp çığrıştılar. Elinden kolundan tuttular. Onu tımarhanaye kapatacaklarını söylediler. Çıldırmış mıydı?.. Hayvancığı durup dururken keseceğine, cebinde gezdirdiğine göre beslemesi daha iyi olmaz mıydı?..

Koltuklarından tutup kaldırdılar adamı sofradan, yatırdılar...

Gece, el ayak çekildikten sonra, o kargaşalıkta kaçmış olan hayvan adamın yatağını buldu, karnını deşti pençeleriyle, içini parçaladı, kemirdi, kopardı... Sabah kalkıp başına gittiklerinde adamın ölüsünü pıhtılaşmış kanlar içinde buldu arkadaşları. Hayvanın kanlı ayak izlerini merdivenin ortalarına dek seçebildiler. Ondan sonra pençeleri kurumuş olacaktı hayvanın...

Arkadaşlarını gömdüler, keyifleri kaçtığı için kendi kentlerine dönmeğe karar verip maden kaplı binitlerine bindiler. Birkaç saat sonra yolun ortasında yürüyen, ortaçağ abdallarını andırır kılıklı bir adam gördüler, şöyle, gözlerinin ucuyla, yanından geçip atılırlarken ileriye doğru. Abdal kılıklı kişi hızlı hızlı gidiyordu ya yolunda, üzerine doğru yuvarlanan toz bulutunu görünce yolun kıyısına dar atmıştı kendini; önünden yıldırım hızıyla geçen bu yaratıklara baktı. Başını salladı uzun uzun, gözlerini uğuşturdu, artlarından bir daha baktığında bir şey göremedi artık yolda. Uzaklarda yalnız, bir toz bulutu yavaş yavaş sağılıyordu. Oyalanmağa gelmezdi ama. Yoksa kapılar kapanmadan hana varamazdı, taş çatlasa. Hızlı hızlı yürüdü gene. Elini kuşağının katları arasına soktu sonra. Hayvanın sıcak, tüylü sırtı, ona bir kez daha, gerçekliğin en sağlam kanıtı gibi geldi...

1969

Bilge Karasu /Göçmüş Kediler Bahçesi...






Share/Save/Bookmark