Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Hepsi ve Hiçbiri...

İçinde hiç kimse yoktu onun; yüzünün (o günlerin kötü portrelerinde bile başka hiç kimseye benzemeyen yüzünün) ve bol bol sarf ettiği akla hayale sığmaz, fırtınalı sözcüklerin ardında yalnızca bir parça soğukluk ve başka hiç kimsenin görmediği bir düş vardı. Önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sandı, ama içindeki boşluktan bir arkadaşına söz edecek olduğunda yanlışını fark etti ve o andan sonra başkalarından farklı olan kişinin, dış görünüşüy1e herkese benzemesi gerektiğini anladı. Gün geldi, derdine kitaplarda çare bulacağını sandı, bunun için çağdaşlarının kullandığı kadar Latinceyle biraz da Grekçe öğrendi; sonra bir gün aradığının belki de insanoğlunun en belli başlı tapınma biçiminde bulunabileceğini düşündü ve uzun, sıcak bir haziran, öğleden sonrası, Anne Hathaway'ın kendisini baştan çıkarmasına izin verdi. Yirmi küsur yaşında Londra'ya gitti. Ötekiler 'hiç kimse' olduğunu fark etmesinler diye 'başka birisiymiş gibi yapma' alışkanlığını sezgisel olarak iyice geliştirmişti; Londra'da kaderin kendisi için hazırladığı mesleği buldu; sahnedekinin başka birisi olduğuna inanırmış gibi yapan bir insan topluluğunun önünde o başka biriymiş gibi yapan oyuncu'nun mesleğini... Sahnede yerine getirmesi gereken görevler ona büyük bir zevk verdi. Belki de yaşamında ilk tattığı zevk buydu: Ama rolünün son dizesi söylenip de son ceset de cehenneme sürüklenip götürüldüğünde, gerçek dışılığın nefret edilesi tadı gene dönüp geliyordu ağzına. Ferrex ya da Timurlenk olmaktan çıkıyor, gene o 'hiç kimse' oluyordu. Yakasını bir türlü bırakmayan bu lanetten kurtulmak için kendisi başka kahramanlar, başka acıklı masallar uydurmaya başladı. Böylece, bedeni Londra'nın meyhaneleriyle kerhanelerinde et olarak işlevini yerine getirirken,· onu zapt eden ruh, falcının kehanetine kulak asmayan Sezar, tarla kuşunun ötüşünü nefretle anan Juliet, aynı zamanda Kader Ulakları olan üç cadıyla ovada konuşan Macbeth oldu. Hiç kimse onun kadar çok ve değişik kişiliğe bürünmemiştir; o Mısırlı Proteus gibi gerçekliğin bütün yüzlerini tüketti. Kimi kereler, çözülmeyeceğinden emin olarak, eserlerinin şurasına burasına itiraflar serpiştirdi; Richard, kendinde birden fazla kişinin barındığını söyler; İago, "Olduğum kişi değilim ben," gibi garip sözler sarf eder. Varoluşun, rüya görmenin ve oyun oynamanın temelde aynı şeyler olması ona nice unutulmuş dizeler esinlemiştir.

Yirmi yıl boyunca. o denetimli sanrılarda diretti, sonra bir sabah kılıçtan geçirilen onca kral, ayrılan, kavuşan ve ahenkli sözlerle son nefeslerini veren onca acılı aşık olmanın can sıkıntısı ve dehşeti ansızın çöktü omuzlarına. Hemen o gün tiyatrosunu sattı. Bir hafta içinde doğduğu köye döndü; orada çocukluğunun ağaçlarıyla ırmaklarına yeniden kavuştu, onlarla Esin Perisi'nin pek sevdiği, mitolojik çağrışımları Latince adlarıyla dolduran öteki ağaçlar ve ırmaklar arasında hiçbir bağ kurmadı. Birisi olmak zorundaydı; zamanında yükünü tutmuş, artık sağa sola borç para vermekle, mahkemelerdeki davalarıyla, ufak çaplı tefecilikle uğraşan köşesine çekilmiş bir tiyatro müdürü oldu. Ondan bize kalan, içinde duygu'nun ne de edebiyat'ın izine rastlanmayan o kupkuru vasiyetnameyi de, bu rolü üstlenmişken yazdı işte. Arasıra, Londra'da ki dostları onu çekildiği köşede yoklamaya gelirler, o da onların hatırına şairliğini takınırdı.

Tarihler, ölmeden önce ya da sonra kendini Tanrı'nın huzurunda bulduğunu ve O'na şöyle dediğini yazar "Boşu boşuna onca kişi olan ben, tek ve kendim olmak istiyorum." Tanrı'nın sesi bir girdaptan karşılık verdi ona: "Ben de tek kişi değilim; senin eserlerini düşlemen gibi, ben de dünyayı düşledim, Shakespeare kulum. Ve sen de düşümdeki suretlerden birisin; ve tıpkı benim gibi, hem herkes hem de hiç kimse olansın."

Jorge Luis Borges/Yolları Çatallanan Bahçe...

Share/Save/Bookmark

Tolstoy İtiraflarım IV...

Hayatım durma noktasına gelmişti. Soluk alabiliyor, yiyebiliyor, içebiliyor, uyuyabiliyordum. Bunları yapmamak zaten elimde olan bir şey değildi. Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu. Bir şeyi arzu ettiğim takdirde peşinen biliyordum ki, bu arzumu tatmin edeyim ya da etmeyim, sonuçta bundan hiçbir şey çıkmayacaktı. Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum. Sarhoşluk anlarında bir arzu değil, ama eski arzularımdan kalma bir alışkanlık gibi bir şey hissetsem de, ayık olduğum anlarda bunun bir vehimden ibaret olduğunu ve gerçekte arzu edilecek hiçbir şeyin olmadığım bilirdim. Hakikati bile bilmeyi arzu etmiyordum, çünkü hakikatin içeriğini tahmin edebiliyordum. Hakikat hayatın anlamsız olduğuydu. Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, yürüyeceğim kadar yol yürümüştüm de bir uçurumun kenarına gelmiştim, önümde yok oluştan başka hiçbir şeyin olmadığını apaçık bir şekilde göre biliyordum. Durmam imkansızdı, geri dönmem imkansızdı, gözlerimi kapamam ya da önümde ıstıraptan ve ölüm gerçeğinden -tamamen yok oluştan- başka hiçbir şeyin olmadığını görmezden gelmem imkansızdı .

Bu rahatsızlık öyle bir raddeye varmıştı ki sağlıklı, talihli bir adam olan ben, daha fazla yaşayacak gücü kendimde bulamıyordum; karşı koyamadığım bir güç şu ya da bu şekilde beni bu hayattan kurtulmaya zorluyordu. Kendimi öldürmeyi arzuladığımı söyleyemem. Beni hayatın uzaklarına sürükleyen şey basit bir arzudan daha güçlü, daha esası, ve daha büyük bir şeydi. Bu şey eski yaşama çabama benzeyen, ama onun tam zıddı bir güçtü. Bütün gücümle hayattan kopuyordum. Öz yıkım düşüncesi şimdi bana hayatımı güzelleştirmeye yönelik eski düşüncelerim kadar doğal geliyordu. İşin baştan çıkarıcı tarafı ise bu düşünceyi yaşama geçirmekte acele davranmamak için kendi kendimi kandırmak zorunda oluşumdu. Acele hareket etmek istemiyordum, çünkü sorunu çözmek için her türlü çabayı göstermek istiyordum. "Sorunlarımı şimdi çözüme kavuşturamasam da ileride bunun için vaktim hep olacak."

İşte o gün, talihin yüzüne güldüğü bir adam olan ben, her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum. Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum.

Bütün bunlar başıma talihin tam anlamıyla yüzüme gülmüş olduğu bir dönemde geliyordu. Henüz elli yaşına basmamıştım, çok sevdiğim iyi bir karım, iyi çocuklarım ve ben fazla bir gayret göstermeden gelişen ve büyüyen geniş bir malikanem vardı. Akrabalarımdan ve eşimden dostumdan, hiç olmadığı kadar saygı görüyordum. İnsanlar beni övüyorlardı. Ben de ünlü biri olduğumu düşünmekle kendimi hiç de kandırmış olmazdım. Deli ya da ruhsal yönden rahatsız olmak şöyle dursun, tam tersine benim gibi insanlarda nadir rastladığım bir şekilde zihin ve beden melekelerim son derece güçlüydü. Beden gücü olarak ekin biçmede köylülerden geri kalmazdım, zihin olarak da ara vermeksizin sekiz-on saat çalışabilir, böyle bir zorlanmadan dolayı da hiçbir rahatsızlık duymazdım .

İşte bu noktaya -artık yaşayamayacağım ve ölmekten de korktuğum için kendi canıma kıymamak adına kendi kendimi kandırma noktasına- böyle bir durumdayken geldim. Ruhsal durumum kendisini bana şu şekilde açığa vuruyordu: Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden 'birisinin' varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş -birisinin beni bu dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu- bana tam da en doğal gelen irade şekliydi.

Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altında uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu ...

Ancak o 'birisi' varsa da yoksa da ben kendimi hiç daha iyi hissetmiyordum. Ne tek tek yaptıklarıma, ne de hayatımın bütününe hiçbir mantıklı anlam veremiyordum. Beni şaşırtan tek şey bu gerçeği en başında anlamayış oluşumdu -bu herkesçe ne zamandır bilinen bir şeydi-o Bugün ya da yarın hastalık ya da ölüm, sevdiklerime ya da bana uğrayacak (ki bu çoktan olmuştu) ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye? ... İnsan bu gerçeği nasıl olur da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder? Şaşırtıcı olan işte budur! İnsan ancak hayattan sarhoş olmuşsa yaşamaya devam edebilir; kişinin ayılır ayılmaz her şeyin basit bir aldatmaca ve de aptalca bir aldatmacadan ibaret olduğunu görmemesi imkansız! İşte aynen böyle: bunda ne eğlendirici ne de nükteli bir yan var, bu sadece zalimce ve aptalca.

Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kurumuş bir kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmekten korkusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiği, ne de ejderha tarafından yenilmekten korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden, kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. Ellerinde gitgide güç kalmamakta, o da az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmekte, ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmektedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Fareler sürekli onun tutunduğu dalın üzerinde gezinmekte ve dalı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığım anlar. Dala tutunmaya devam etmekte, ama aynı zamanda etrafına da bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar. Ben de aynı şekilde hayatın dalına tutunmuştum, biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu, ondan kaçış yoktu ve o beni paramparça edecekti. Böylesi bir işkencenin içine neden düştüğümü anlayamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum, ama o bal bana artık bir tat vermiyordu ve o siyah-beyaz, gece-gündüz fareleri benim tutunduğum dalı kemirmeye devam ediyorlardı. Ejderhayı apaçık bir şekilde görebiliyordum ve baldan da artık bir tat alamaz olmuştum. Sadece, kendisinden kaçış olmayan o ejderhayı ve de fareleri görüyor, onlara odaklanmış olan bakışlarımı bir başka yana çeviremiyordum. Ve bu bir mesel de değil, herkesçe anlaşılabilecek, o çürütülemeyecek hakikatin ta kendisidir .

Daha önceleri ejderha dehşetimi yatıştıran, hayata dair mutluluklar aldatmacası artık beni kandıramıyordu. "Hayatın anlamını anlayamazsın, o yüzden düşünme, sadece yaşamaya bak!" Bu sözü ne kadar çok işitmiş olursam olayım, artık yaşamaya bakamıyorum; zaten gereğinden fazla bir süre öyle yaptım. Artık gece ve gündüzün boyuna yer değiştirip bana ölümü getirişleri karşısında gözlerimi kapayamıyorum. Tek gördüğüm bu, çünkü tek gerçek bu. Geri kalan ne varsa yalan.

Gözlerimi o acımasız gerçekten, diğer şeylerin yapabildiğinden daha uzun bir süre başka yöne çevirmemi sağlayan o iki damla baldan, aileme ve yazmaya olan düşkünlüğümden de bir tat alamıyordum artık.

'Ailem ... " dedim kendime. Ama ailem, yani karım ve çocuklarım da sadece birer insan. Ben nasıl geldiysem bu dünyaya, onlar da öyle geldiler; onlar da ya bir yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Neden onları sevmem, korumam, yetiştirmem ve de onlara göz kulak olmam gerekiyor ki? Onlar da benim hissettiğim çaresizlikle yüz yüze gelsinler ya da aptal olsunlar diye mi? Onları seviyorsam eğer, onlardan hakikati saklayamam. Bilginin her bir basamağı onları hakikate kılavuzlar. Hakikat ise ölümün kendisidir.

"Ya sanat?" Kazandığım başarıların ve aldığım övgülerin etkisiyle sanatın yaklaşan ölüme -eserlerimi ve eserlerimle ilgili hatıralar dahil, her şeyi yok eden o ölüme- rağmen icra edilebilecek bir şey olduğuna kendimi uzunca bir süre inandırmıştım. Ama çok geçmeden bunun da bir aldatmacadan ibaret olduğunu anladım. Sanatın hayatın süsü, albenisi olduğu gerçeği benim için . apaçıktı. Ancak hayat benim için cazibesini yitirmişken, benim eserlerim başka insanları nasıl cezbedecekti? Kendi hayatımı yaşıyor olmadıkça, başka bir hayatın dalgaları beni taşıyor oldukça hayatın bir anlamı olduğuna inandıkça, ama bu anlamı tanımlayamadıkça- hayatın, sanatın her türündeki yansımaları bana zevk veriyordu; hayata sanatın aynasından bakmak zevkli bir uğraştı. Ne var ki, hayatın anlamını aramaya başlayıp da kendi hayatımı yaşama zorunluluğunu hissetmeye başlayınca, o ayna benim için gereksiz, lüzumsuz, saçma ve acı veren bir şey oldu. Artık aynada gördüklerimle kendimi avutamıyordum, çünkü aynada durumumun aptalca ve ümitsiz olduğunu görüyordum. Ruhumun derinliklerinde hayatımın bir anlamı olduğuna inandığım vakitler, gördüğüm manzaranın keyfini pekala çıkarabiliyordum. O zamanlar. hayatın - gülünç, acıklı, dokunaklı, güzel ve korkunç - ışık oyunları . beni eğlendirebiliyordu. Ejderhayı ve tutunduğum dalı kemiren fareleri gördüğümde ise artık hiçbir baldan tat alamaz oluyordum.

Hepsi bu kadarla da kalmıyordu. Şayet basitçe, hayatın hiçbir anlamı olmadığını düşünüyor olsaydım, bunun benim kaderim olduğunu bilerek bu duruma sessizce katlanırdım. Ancak durumum beni hiç tatmin etmiyordu. Çıkışı olmayan bir ormanda yaşayan birisi gibi olsaydım, hayatımı sürdürmeye devam edebilirdim. Ama ben ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şey de gelmeyen birisi gibi.

Bu, gerçekten korkunç bir durumdu. Yaşadığım dehşetten kurtulmak için ölmeyi istiyordum. Beni bekleyen son karşısında dehşete kapılmıştım. Hatta o sonun dehşetinin o an içinde bulunduğum durumdan çok daha berbat bir şey olduğunu da biliyor, ama gene de o sonu sabırla bekleyemiyordum. Her halükarda kalbimdeki damarlardan birinin iflas edeceği, ya da içimde bir şeylerin patlayıp her şeyin sona ereceği yolundaki savımı ne kadar inandırıcı bulsam da, o sonu sabırla bekleyemiyordum. Karanlığın dehşeti öylesine büyüktü ki, kendimi bu dehşetten ilmik ya da kurşunla bir an önce kurtarmak istiyordum; beni en güçlü şekilde intihara doğru sürükleyen şey işte bu histi.

Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım IV...

Share/Save/Bookmark

Tolstoy İtiraflarım VI...

Hayata ilişkin sorularıma cevap arayışlarımda ormanda kaybolmuş bir adamın hissedebileceklerini hissettim. Adam orman içinde bir açıklığa varır, bir ağaca tırmanır ve göz alabildiğine bir mesafeyi tarar, ama evinin baktığı yerlerde olmadığını ve olamayacağını görür. Sonra tekrar karanlık ormanın içine girer ve karanlığı görür, ama evi orada da değildir.

Ben de o adam gibi, insan bilgisinden oluşan o ormanda, bana apaçık ufuklar gösteren, ama bu ufukları evimin olmadığı bir yönde gösteren matematiksel ve deneysel bilimin pırıltıları arasında dolaştım. Soyut bilimlerin derinlere gittikçe adamakıllı içine battığım karanlıkların içinde de dolaştım ve en sonunda burada da bir çıkış olmadığına ve olamayacağına ikna oldum.

Şunu anladım ki, kendimi bilginin parlak alanına teslim ederek sadece dikkatimi sorudan başka bir yere kaydırıyordum. Önümde açılan ufuklar ne kadar cezbedici bir açıklıkta olsalar da, o bahsettiğim bilimlerin sonsuz enginliğine dalmak ne kadar cazip olsa da şunu çoktan anlamıştım ki, bu bilimler ne kadar kesin olurlarsa benim ihtiyacımı karşılamaktan ve soruma yanıt vermekten o denli uzak oluyorlardı .

Kendi kendime şöyle dedim: "Bilimin ısrarla keşfetmeye çalıştığı şeyin ne olduğunu biliyorum, ama bilimin izlediği yolda hayatın anlamına ilişkin soruya yanıt yok." Soyut alanla ilgili olarak da şunu anlamıştım: Bilimin doğrudan amacının benim soruma cevap vermek olmasına rağmen ya da cevap vermek olduğu için ortada benim kendimin çoktan verdiği cevaptan başkası yoktu: "Hayatımın anlamı nedir?" "Böyle bir anlam yoktur." ya da ''Yaşamamdan ne çıkacak?" "Hiçbir şey" ya da "Var olan her şey niçin var ve ben niçin varım?" "Çünkü var."

İnsan bilgisinin bu bir alanını araştırırken araştırmadığım konular hakkında sayısız kesin yanıtlar aldım: Yıldızların kimyasal bileşenleri hakkında, güneşin Herkül takımyıldızına doğru olan hareketi hakkında, türlerin ve insanın ortaya çıkışı hakkında ve de eterin ölçülemeyen sonsuz derecede küçük parçacıkları hakkında. Ancak bu bilgi alanında "Hayatımın anlamı nedir?" sorusuna alabildiğim tek yanıt şuydu: "Sen 'hayatım' dediğin şeysin, sen parçacıkların rastlantı sonucu bir araya gelmesinden oluşan geçici bir şeysin. Bu parçacıkların karşılıklı etkileşimleri ve değişimleri sende 'hayatım' dediğin şeyi oluşturmaktadır. Parçacıklar bir süre daha bir arada kalacak, sonra bunlar arasındaki etkileşim duracak ve senin 'hayat' dediğin şeyin de, sorularının da bir sonu gelmiş olacak. Sen rastlantısal olarak bir şeyin küçük bir parçasısın. O küçük parça mayalanmakta. Küçük parça bu mayalanmaya 'hayat' adını veriyor. Parça bütünden kopacak, mayalanma ve de bütün sorular son bulacak." Bilimin aydınlık alanı bu şekilde yanıt veriyor. İlkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldığı müddetçe de başka türlü yanıt vermesi mümkün değildir.

Kişi böyle bir yanıtın yanıt olmadığını görebilir. Ben hayatımın anlamını bilmek istiyorum, ama benim hayatımın sonsuzluğun bir parçası olması ona bir anlam vermek şöyle dursun, mümkün olan her türlü anlamı da ortadan kaldırıyor. Deneysel, kesin bilimin hayatın anlamının gelişimde ve gelişimle olan işbirliğinde yattığını söyleyerek soyut bilimle yaptığı belli belirsiz uzlaşı da kesinlik ifade etmemesi ve belirsiz oluşu yüzünden bir yanıt olarak düşünülemez.

Bilimin öbür alanı - soyut alan - kendi ilkelerine sıkıca bağlı kaldığı sürece hep aynı şekilde aynı yanıtı veriyor, daima aynı yanıtı vermekte ve tarih boyunca da aynı yanıtı verdi: "Evren sonsuz bir şeydir Ve akıl almaz bir 'bütünün' akıl almaz bir parçasıdır." Tekrardan, soyut ve deneysel bilimler arasındaki hukuk, siyaset ve tarih gibi yarı-bilimlerin safrasını (atılacak ağırlığını) tedarik eden bütün o uzlaşıları tartışmanın dışında bırakıyorum. Bu yarı-bilimlerde gelişim ve ilerleme kavramları gene hatalı bir şekilde ortaya konmaktadır, şu farkla ki, öncekinde var olan her şeyin gelişimi ele alınırken, şimdi insanlığın var oluşunun gelişimi ele alınmaktadır. Hata öncekinde olduğu gibi gene vardır: Sonsuzluk içerisinde gelişimin ve ilerlemenin hiçbir amacı ya da doğrultusu olamaz. Benim sorduğum soru dikkate alındığında ortada verilmiş hiçbir cevap yoktur .

Gerçek soyut bilimde, yani filozofun asıl soruyu hep gözünün önünde bulundurduğu gerçek felsefede - Schopenhauer'un "Profesörlere özgü felsefe" diye adlandırdığı, var olan bütün olguları yeni felsefi kategoriler içerisinde sınıflandırmaya ve bu olgulara yeni adlar vermeye yarayan felsefede değil - verilen yanıt hep aynıdır; bu, Sokrat'ın, Schopenhauer'un, Süleyman'ın ve Buda'nın verdikleri yanıttır.

"Hayattan uzaklaştığımız ölçüde hakikate yaklaşırız." diyordu Sokrat ölüme hazırlanırken. "Biz, hakikate aşık olanlar, hayatta ne için çabalarız? Kendimizi bedenden ve onun yol açtığı bütün kötülüklerden kurtarmak için! O halde ölüm bize geldiğinde nasıl mutlu olmayalım?"

"Bilge kişi bütün hayatı boyunca ölümü arar durur. Bu yüzden de ölüm ona korkunç gelmez."

Schopenhauer da şöyle der:

"Evreni oluşturan en derindeki özün 'irade' olduğunu ve evrendeki bütün olguların - doğanın belirsiz güçlerinin bilinçsizce işleyişinden tutun da insanoğlunun tamamen bilinçli eylemlerine kadar - bu iradenin sadece somut karşılığı olduğunu kabu1 ettiğimizde, şu sonuca varmamız kaçınılmazdır. O iradenin kendi isteğiyle var oluşu terk etmesi ve kendi kendisini ortadan kaldırmasıyla birlikte bütün o olgular, evrenin içinde var olduğu o nesnelliğin bütün aşamalarında amaçsızca ve dur durak demeden gerçekleştirilen o aralıksız çaba ve uğraş da ortadan kalkar; arkadan gelen yaşam biçimlerinin çeşitliliği, bu biçimlerle birlikte iradenin bütün göstergeleri, en evrensel biçimleri, uzay ve zaman ve nihayetinde de iradenin en temel biçimleri olan özne ve nesne de ortadan kalkacaktır. İrade olmaksızın hiçbir kavram ve evren var olamaz. Gözlerimizin önünde kesinlikle hiçbir şey kalmaz. Ancak bu yok oluşa doğru gidişe, doğamıza karşı koyan gene sadece o aynı yaşama isteğidir. Wille zum Leben. Bu, bizi ve evreni var eden şeydir. Yok oluştan bu denli korkmamız, ya da bir başka deyişle yaşamak için bu kadar büyük bir istek duymamız şu anlama gelir: Bizler bu yaşama arzumuz dışında hiçbir şeyiz ve ondan başka bir şey de tanımayız. Böyle olunca iradenin tamamen yok oluşundan geriye kalan, bizler bu iradeyle dopdolu olduğumuz için, tabii ki hiçbir şeydir. Ama öte yandan, içindeki bu irade dönüşerek kendi kendisinden vazgeçenler için de bu bizim öylesine gerçek olan evrenimiz sahip olduğu bütün o güneşleri ve samanyoluna rağmen
hiçbir şeydir."

"Hiçliğin hiçliği" der Süleyman -"hiçliğin hiçliği - her şey bir hiçtir. İnsanın güneşin altında bütün o yapıp ettiklerinden karı ne? Bir nesil yok olur gider, yerine bir başka nesil gelir. Ancak yeryüzü sonsuza dek var olmaya devam eder, geçmişte ne varsa gelecekte de olacak olan odur; bugün yapılanlar gelecekte de yapılacaktır ve güneşin altında yeni bir şey yoktur. Bakın işte bu yeni, denilebilecek bir şey var mıdır? Eski zamanlar geçip gitti. Bu bizden önceydi. Şimdi eskiye dair hiçbir anı kalmadı. Ne de bizden sonrakilerden geriye bir hatıra kalacak. Bendeniz vaiz, Kudüs'te İsrail'e kraldım. Kendimi gökyüzünün altında yapılan her şeyi bilgelikle araştırmaya adamıştım. Tanrı bu çileli görevi yerine getirmesi için insanoğluna vermişti. Güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm, her şeyin boş olduğunu ve ruha sıkıntı verdiğini görmeyeyim mi ... Kendi yüreğimle konuştum, ona şöyle dedim: Bak işte, toplumda çok önemli bir konuma geldim, bütün Kudüs'te gelmiş geçmiş en büyük bilgeliğe eriştim. Evet yüreğimde bilgeliğe ve bilgiye dair engin bir tecrübe var. Yüreğimi bilgeliği bilmeye adadım, deliliği ve budalalığı bilmeye. Bunun da ruhuma sıkıntı verdiğini gördüm. Büyük bilgelikte büyük keder olur ve bilgisini artıran kederini de artırır.

"Kalbimden şöyle diyordum: Git şimdi, seni mutlulukla sınayacağım, eğlenmene bak. Ve de ne göreyim, bu da boş değil miymiş. Kahkaha için şöyle dedim: Bu delice bir şey. Ve mutluluk için: O ne ki? Bedenimi şarapla keyiflendirmenin yollarını yüreğimde aradım ve kalbimin kılavuzu bilgelik olduğu zamanlarda da budalalığa tutunmanın yollarını, ta ki insanoğlu için neyin iyi olduğunu, göğün altında yaşadığı günler boyunca ne yapması gerektiğini anlayana kadar .

Kendim için büyük eserler yaptırdım; kendime evler inşa ettirdim, üzüm bağları diktirdim, meyve bahçeleri yaptırdım ve her türden meyve ağacı diktirdim, gölcükler inşa ettirdim Ve o gölcüklerle ağaçların yetiştiği ormanı sulattım; kendime erkek ve kadın hizmetkarlar edindim, kendi evimde doğan hizmetkarlarım oldu, ayrıca Kudüs'te gözümün gördüğü bütün sürülerden daha büyük bir sürüye sahip oldum; kendim için gümüş, altın ve başka krallar ile eyaletlerden özel hazineler toplattım; erkek ve kadın şarkıcılar getirttim ve insanoğlunun tadabileceği bütün zevkleri, müzikli eğlenceleri, hepsini tattım. Muhteşemdim ve Kudüs'te gözümün gördüğü bütün herkesten daha zengindim. Ayrıca bilgeliğim de beni terk etmemişti. Gözlerimin görüp arzuladığı hiçbir şeyden kendimi yoksun bırakmıyordum. Gönlümden hiçbir mutluluğu esirgemiyordum ... Sonra ellerimin yapmış olduğu bütün o işlere baktım, emek harcayarak meydana getirdiğim eserlere, bir de ne göreyim, yaptığım her iş boştu ve ruhuma sıkıntı veriyordu. Yeryüzünde onlardan elde edeceğim bir kazanç yoktu. Ve dönüp bilgeliğe, deliliğe ve budalalığa baktım. Bunun herkesin başına gelebileceğini anladım. Sonra kalbimden şöyle dedim: Bu, aptalların başına geldiği gibi benim de başıma geldi, o halde ben neden herkesten daha bilge olayım ki? Sonra kalbimden dedim ki, bunun da bir anlamı yok. çünkü bilgeler aptallardan sonsuza kadar daha fazla hatırlanacaklar diye bir şey yok; gelecek günlerde olacak ne varsa hepsinin de unutulacaklarını görebiliyordum. Ya bilge adam nasıl can verir? Aptal adam nasıl can verirse öyle. Bu yüzden yaşamaktan nefret etmeye başladım. çünkü yeryüzünde yapılan bütün o işler bana çok büyük bir acı veriyordu. çünkü her iş boştu ve ruha sıkıntı veriyordu. Evet, yeryüzünde yaptığım bütün o işlerden nefret ediyordum. çünkü her şeyi benden sonra gelecek olanlara bırakmak zorunda olduğumu görebiliyordum. İnsanın güneşin altında o kadar çabalaması sonucunda, onca emeğinin karşısında eline ne geçiyordu? Her günü. keder, her işi üzüntüydü. Evet, geceleyin bile kalbi huzur bulmuyordu. Bunun da bir anlamı yoktu. İnsanoğluna çalıştığıyla yeme, içme ve ruhunu neşelendirme güvencesi bağışlanmamıştır ... Her şey herkese aynı yollardan gelir. Erdemli olan ve ruhunda kötülük besleyen, iyi ya da kötü, temiz ya da pis, fedakarlık yapan ya da yapmayan herkes için aynı durum söz konusudur; iyi neyse günahkar da odur, küfreden neyse küfretmekten korkan da odur. Yeryüzünde yapılan her şeyde bu kötülük -yani herkes için aynı şeyin söz konusu olması- vardır. Evet, ayrıca insanoğlunun kalbi de kötülük doludur ve yaşarken kalbinde de delilik vardır. Sonra da ölür gider. Yaşayanlar arasında olan için umut vardır. Çünkü canlı bir köpek ölü bir aslandan daha iyidir. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler, ama ölüler hiçbir şey bilemezler, onlar artık ödül de alamazlar. çünkü hatıraları unutulmuştur; sevgileri, nefretleri, kıskançlıkları da artık yoktur. Ne de sonsuza kadar, yeryüzünde yapılan bir işten pay alabilirler."

Süleyman ya da bu sözleri her kim yazdıysa işte böyle söylüyordu .

Hint bilgeliği de Şöyle der:

Kendisinden hastalık, yaşlılık ve ölümle ilgili tüm gerçeklerin gizlendiği Sakya Muni adındaki genç ve mutlu bir mihrace arabasıyla gezintiye çıktı" ve dişsiz, ağzından salyalar akan, korkunç görünüşlü, yaşlı bir adam gördü. Kendisinden o yaşa kadar yaşlılıkla ilgili her şey gizlenmiş olan mihrace şaşırdı ve sürücüsüne o adamın kim olduğunu ve öyle perişan ve iğrenç bir duruma nasıl geldiğini sordu. Bunun bütün insanların kaderi olduğunu ve aynı sonun kaçınılmaz bir şekilde kendisini de beklediğini öğrendiğinde genç mihrace gezintiye daha fazla devam edemedi ve saraya geri dönmek için emir verdi. Bu hakikat üzerine düşünmek istiyordu. Kendisini bir odaya kapattı ve düşünmeye başladı. Büyük olasılıkla kendisini teselli etmenin bir yolunu buldu Ve arkasından kendisini neşeli ve mutlu hissederek tekrar gezintiye çıktı. Bu sefer hasta bir adam gördü. Gördüğü adam bir deri bir kemik kalmış, beti benzi atmış, sürekli titreyen ve gözleri bulanık biriydi. Kendisinden hastalıkla ilgili gerçekler gizlenmiş olan mihrace durup bunun ne olduğunu sordu. Bunun hastalık olduğunu, herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir mihrace olan kendisinin de ertesi gün hastalanabileceğini öğrendiğinde de gene neşesi kaçtı Ve saraya geri dönmek için tekrar emir verdi. Tekrar bir teselli aradı Ve aradığı teselliyi büyük olasılıkla buldu ki hoşça vakit geçirmek için üçüncü kez gezintiye çıktı. Ancak bu üçüncü seferde başka bir manzarayla karşılaştı. İnsanlar bir şey taşıyorlardı. "O nedir?" "Ölü bir adam." "Ölü bir adam ne demek? Ölü ne demek?" diye sordu mihrace. Ona ölmenin o adam gibi olmak demek olduğu anlatıldı. Mihrace cenazeye yaklaştı, üstünü açtı ve baktı. "Ona şimdi ne olacak?" diye sordu. Ona cenazenin toprağa gömüleceği söylendi. "Niçin?" "Çünkü bir daha hayata dönemeyeceği muhakkak, sadece kokacak ve kurtlanacak." "Bu da tüm insanların kaderi mi? Aynı şey benim de başıma gelecek mi? Beni de gömecekler mi? Ben de kokacak mıyım? Beni de kurtlar yiyecek mi?" "Evet." "Saraya! Bir daha eğlenmek için gezintiye çıkmayacağım, bir daha asla bu maksatla saraydan dışarı çıkmayacağım!"

Ve Sakya Muni hayattan hiçbir teselli bulamadı ve hayatın kötülüklerin başı olduğuna karar verdi. Ruhunun bütün gücünü kendisini ve başkalarını bu hayattan kurtarmaya adadı. Öyle ki, ölümden sonra bile artık yeni bir hayat olmayacak, böyle bir hayat daha kök salmadan yok edilecekti.İşte Hint bilgeliği böyle söylüyor.

İnsan bilgeliğinin var oluşa ilişkin verdiği doğrudan yanıtlar işte bunlar.

"Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir ve bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir." der Sokrat.

"Hayat olmaması gereken şeydir - bir kötülük; ve de hiçliğe giden geçit, hayatta iyi olan tek şeydir." der Schopenhauer.

"Yeryüzünde ne varsa -budalalık ve bilgelik, zenginlik ve fakirlik, mutluluk ve keder- anlamsızdır ve boştur. İnsan yok olur ve kendisinden geriye bir şey kalmaz. Ve bunun bir mantığı yoktur." der Süleyman.

"İnsanın, acı çekmenin, güçten düşmenin, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilincinde olarak yaşaması mümkün değildir. Kendimizi hayattan kurtarmalıyız, olası her türlü hayattan." der Buda .

Bu güçlü beyinlerin söyledikleri milyonlarca ama milyonlarca insan tarafından da düşünüldü ve dile getirildi. Bunlan ben de düşündüm ve hissettim.

Böylelikle bilimler arasında yaptığım gezinti beni ümitsizlikten kurtarmak şöyle dursun, var olan ümitsizliğimi daha da güçlendirmişti. Bilginin bir türü var oluş sorusuna bir cevap getirmiyordu; öbür türü ise soruya verdiği dğrudan yanıtla benim varmış olduğum sonucun bir hatanın ya da hastalıklı bir kafanın meyvesi olmadığını, tam tersine benim doğru düşünmüş olduğumu ve düşüncelerimin insan aklının en güçlülerinin varmış oldukları sonuçlarla çakıştığını göstererek içinde bulunduğum çaresizliği onaylamış oluyordu.

İnsanın kendisini aldatmasının bir faydası yok. Her şey boş! Mutlu kişi henüz doğmamış olandır. Hayattansa ölüm daha iyidir ve insan kendisini bu hayattan kurtarmalıdır.

Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım VI...

Share/Save/Bookmark

Tolstoy İtiraflarım VII...

Bilimde bir açıklama bulamadığım için o açıklamayı etrafımdaki insanlar arasında bulmak umuduyla hayatın içinde aramaya başladım. Böylelikle etrafımdaki -benim gibi- insanların nasıl yaşadıklarını, beni ümitsizliğe sürükleyen soruya karşı tutumlarının ne olduğunu gözlemlemeye başladım .

Eğitim düzeyi ve yaşam biçimi olarak benimle aynı konumda olan insanlar arasında bu1duklarım şöyleydi:

Şunu keşfettim ki benim muhitimdeki insanlar için içinde bulunduğum korkunç durumdan kurtulmanın dört yolu vardı.

Yollardan ilki cehaletti. Bu, yaşamın kötülük ve saçmalıktan ibaret olduğunu bilmemek ve anlamamaktan oluşuyor. Bu tür insanlar -çoğunlukla kadınlar ya da çok genç ve kalın kafalı insanlar Schopenhauer'in, Süleyman'ın ve Buda'nın karşı karşıya kaldıkları var oluş sorununun ne olduğunu henüz anlamamışlardır. Onlar kendilerini bekleyen ejderhayı ve asılı oldukları çalıyı kemiren fareleri görmemekte ve bal damlalarını yalamaktadırlar. Ancak o bal damlalarını yalnızca bir süre yalarlar; bir şey dikkatlerini ejderhaya ve farelere çekecek ve bal yalamaları son bulacaktır. Onlardan öğrenebileceğim hiçbir şey yoktu. İnsan iyi bildiği bir şeyi asla unutmaz.

İkinci çıkış yolu Epikürcülüktü. Bu, yaşamın çaresizliği bilindiği halde insanın sahip olduğu olanaklardan en iyi şekilde yararlanarak ejderhaya ve farelere gözünü kapaması ve balı en iyi şekilde yalaması demektir, özellikle de uzanabileceği yerde bal çoksa. Süleyman bu çıkış yolunu şöyle ifade eder: "Sonra mutluluğu övdüm, çünkü insanoğlunun yeryüzünde yapabileceği en iyi şey yemek, içmek ve mutlu olmaktır. Ve bunlar ona yaşadığı günler boyunca eşlik etmelidir, Tanrının yeryüzünde ona verdiği yaşamı boyunca."

"Bu yüzden ekmeğinizi mutlulukla yeyin ve şarabınızı neşeli bir yürekle için... Sevgili karınızla fani hayatınızın bütün günlerini mutlu yaşayın çünkü bu, hayattan ve yeryüzündeki yapıp ettiklerinizden payınıza düşendir. Eliniz yapmak için hangi işi bulursa, onu var gücünüzle yapın, çünkü gidecek olduğunuz mezarda ne bir iş, ne bir araç, ne bilgi, ne de bilgelik vardır."

Bizim çevremizdeki insanların çoğunluğu işte bu şekilde hayatı kendileri için yaşanılır kılmaktadır. Onların içinde bulundukları şartlar onlara sıkıntıdan çok refah getirmekte ve ahlaki yönden kalın kafalı oluşları da kendilerine üstün konumlarının rastlantısal olduğunu, herkesin Süleyman gibi bin tane karısının ve saraylarının olamayacağını, bin karısı olan her bir kişi için bir tane karısı olmayan bin kişi olduğunu, her bir saray için onu alınlarından terler damlayarak inşa etmek zorunda olan bin kişi olduğunu ve beni bugün Süleyman yapan talihin yarın Süleyman'ın kölesi yapabileceğini unutturabilmektedir. Bu insanların hayal güçlerinin kıtlığı onların Buda'yı sürekli huzursuz eden o şeyleri bugün ya da yarın, bütün zevkleri yok edecek olan hastalığın, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığını- unutabilmelerini sağlamaktadır.

Günümüz insanının çoğunluğunu ve yaşam biçimlerimizi bir düşünelim. Bu insanların bazılarının düşüncelerinin ve hayal güçlerinin darlığının pozitif düşünce dedikleri bir felsefe olduğunu söyleseler de bu, onları benim gözümde, o soruyu görmezden gelmek için balı yalayanların mertebesinden başka bir yere koymaz. Ben bu insanlar gibi davranamazdım, onların hayal güçlerinin kıtlığı bende olmadığı için böyle bir darlığı kendimde yapay olarak oluşturamazdım. Gözlerimi ejderhadan ve farelerden başka bir yana çeviremezdim, kaldı ki yaşama bağlı hiçbir kimse de bir kez onları gördükten sonra gözlerini başka bir yana çeviremezdi.

Üçüncü kaçış güç ve enerji yoluyladır. Bu, insanın hayatın kötü ve saçma olduğunu anlamasıyla birlikte onu yok etmesi demektir. Olağan dışı bir şekilde güçlü ve tutarlı olan insanlar böyle hareket ederler. Kendilerine aptalca bir şaka oynandığını, ölmenin yaşamaktan daha iyi olduğunu ve hiç var olmamanın en iyisi olduğunu anlayan bu insanlar gereği neyse onu yapar ve derhal bu aptal şakaya bir son verir. Bunun için yollar da vardır: Boynun etrafına geçirilen bir ip, su, kalbe saplanan bir bıçak ya da raylardan geçmekte olan bir tren. Bizim çevremizden bu şekilde hareket edenlerin sayısı gitgide artmakta ve bu insanlar bunu çoğunlukla zekalarının en kıvrak olduğu ve aklı zayıflatan bazı alışkanlıkların henüz edinilmediği, hayatlarının o en güzel döneminde yapmaktadırlar. En saygın kaçış yolunun bu olduğunu anladım ve bu yolu seçmek istedim.

Dördüncü yol ise zayıfların yoluydu. Hakikati görmek ama yaşamdan bir şey çıkamayacağını önceden bile bile, gene de hayata sarılmaktı bu yol. Bu tür insanlar ölümün yaşamaktan daha iyi olduğunu bilirler, ama akılcı hareket edebilecek gücü - aldatmacaya bir an önce son verip kendilerini öldürme gücünü - kendilerinde bulamadıkları için bir şeyleri bekler gibi bir halleri vardır. Bu, zayıflara özgü bir kaçıştır, çünkü eğer neyin en iyi olduğunu biliyorsam ve de bu şeyin benim gücüm dahilinde olduğunu biliyorsam, o halde o en iyi olana neden teslim olmayayım?. Kendimin bu kategori içinde olduğunu anladım.

Evet, benim sınıfımdaki insanlar bu yaman çelişkiyi dört yolla görmezden geliyorlardı. Dikkatimi ne kadar zorladıysam da bu dördünden başka bir yol göremedim. Yollardan biri yaşamın anlamsız, boş ve kötü olduğunu ve yaşamamanın daha iyi olduğunu anlamamaktı. Gözlerimi bir kez bu gerçeğe kapayamayacağımı anladığım zaman bu gerçeği bilmezlikten gelemezdim. İkinci yol geleceği düşünmeden hayatın nimetlerinden olduğu gibi yararlanmaya bakmaktı. Ben bunu yapamazdım. Sakya Muni gibi ben de yaşlılığın, acının ve ölümün var olduğunu bile bile gezintiye çıkamazdım. Hayal gücüm çok kuvvetliydi. Ne de talibin yaşamıma zevk katan anlık rastlantılarına sevinebilirdim. Üçüncü yol yaşamın kötü ve aptalca olduğunu anlayarak kendini öldürmek yoluyla var oluşa son vermekti Dördüncü yol ise Süleyman ve Schopenhauer gibi yaşamak yaşamın bize oynanan kötü bir şaka olduğunu bildiği halde yaşamaya; yıkanmaya, giyinmeye, yemek yemeye, konuşmaya ve hatta kitap yazmaya devam etmekti. Bu durum bana tiksindirici ve ıstırap verici geliyordu. Ama bu konumda kalmaya devam ettim .

Şimdi anlıyorum ki şayet kendimi öldürmediysem bu, fikirlerimin geçersiz olduğuna ilişkin belli belirsiz bir bilinçlilikten kaynaklanıyordu. Kendi düşünce zincirim ve bize hayatın anlamsızlığını kabul ettiren o bilgelerin düşünce zincirleri her ne kadar bana ikna edici ve şüphe götürmez gelseler de, içimde, varmış olduğum sonucun doğruluğuna ilişkin ufak da olsa bir şüphe kalmıştı.

Şüphem şöyleydi: Ben, yani benim aklım, hayatın anlamsız olduğunu kabul etti. Eğer akıldan üstün bir şey yoksa (ki yok, olduğunu kimse kanıtlayamaz), bu durumda benim için yaşamın yaratıcısı akıldır. Akıl var olmamış olsaydı, benim için yaşam diye bir şey olmayacaktı. O halde yaşamın var edicisi akılken, akıl nasıl olur da yaşamı geri çevirebilir? Ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak: yaşam olmasaydı, aklım olmayacaktı, bu yüzden akıl yaşamın oğludur. Yaşam her şeydir. Akıl onun meyvesidir, ne var ki akıl yaşamın kendisini reddetmektedir! Bu noktada bir şeylerin yanlış olduğunu hissettim.

"Hayat," dedim kendime, "Anlamsız bir kötülükten ibaret, bu kesin. Ancak bugüne kadar yaşadım ve hala da yaşıyorum, bütün insanlık da bundan önce yaşadı ve bugün de yaşamaya devam ediyor. Bu nasıl oluyor? İnsanlık niçin var oldu, var olmamak mümkünken. Hayatın anlamsız ve kötü olduğunu anlayacak kadar akıllı bir tek ben ile Schopenhauer mu var?"

Yaşamın anlamsızlığını ortaya koyacak şekilde akıl yürütmek hiç de zor değil. Bu en sıradan insanın bile aşina olduğu bir şey. Gene de bu sıradan insanlar bu zamana kadar yaşamlarını sürdürdüler ve hala da sürdürmekteler. Nasıl oluyor da bunların hepsi var oluşun akla yatkın bir şey olup olmadığına hiç kafa yormadan yaşayabiliyorlar?

Bilgelerin bilgeliklerince doğrulanan bilgim bana şunu göstermiştir ki yeryüzündeki her şey - canlı ya da cansız - olabilecek en akıllıca bir şekilde yerleştirilmiş - bir tek, benim kendi konumum aptalca. Ve o aptallar - o muazzam insan kitleleri - canlı ya da cansız her şeyin yeryüzünde nasıl konumlandırıldığı hakkında en ufak bir fikre bile sahip değiller, ama yaşamaya devam ediyorlar ve sanıyorlar ki kendi yaşamları çok akıllıca konumlandırılmış!..

Aklıma birden şu geldi: "Ya hala bilmediğim bir şey varsa? Cehalet de aynısını yapar; cehalet de hep aynen benim dediklerimi der. Bir şeyi bilmediğinde bilmediği o şeyin aptalca olduğunu söyler. Gerçekten de öyle gözüküyor ki, sanki hayatlarının anlamını anlamış gibi -çünkü anlamadan yaşayamazlardı- yaşamış ve yaşamakta olan bir insanlık var. Ben de diyorum ki bütün bu var oluş anlamsız ve ben yaşayamam."

"Hiçbir şey bizi intihar yoluyla var oluşu reddetmekten alıkoyamaz. Pekala o halde öldürün kendinizi, irdelemekten kurtulursunuz. Yaşamak sizi mutsuz ediyorsa öldürün kendinizi! Yaşıyorsunuz, ama yaşamın anlamını anlayamıyorsunuz - o halde anlamadığınızı söyleyerek ve yazarak vakit harcayacağınıza sona erdirin yaşamınızı.

İnsanların mutlu oldukları ve ne yaptıklarını bildikleri bir topluluğa girdiniz, şayet bunu sıkıcı ve itici buluyorsanız, gidin uzaklaşın!"

Gerçekten de, intiharın şart olduğuna kani olup da intihar etme kararı almayan bizler, boyalı bir yosma karşısında eli ayağına dolaşır gibi aptallığından ortalığı telaşa veren, insanların en zayıfı, en tutarsızı, ya da daha açıkça söyleyecek olursak, en aptalı değil de neyiz? çünkü, ne kadar şüphe götürmez olursa olsun, bilgeliğimiz bize var oluşun anlamına ilişkin bilgiyi vermemiştir. Ancak yaşamlarını sürdüren bütün insanlık -milyonlarca insan- yaşamın anlamından şüpheye düşmemektedirler.

Gerçekten de, yaşamın oluştuğu, hakkında hiçbir şey bilmediğim en eski zamanlardan beri insanlar benim görebildiğim yaşamın o anlamsızlığının farkında olarak yaşaya geldiler ve gene de yaşama bir takım anlamlar atfettiler. İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. İçimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından icat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen. öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. "Yanlış olan bir şey var!" dedim kendime. "Bir yerlerde büyük bir hata yaptım." Ancak nerede hata yaptığımı anlamam çok zamanımı aldı.

Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım VII...

Share/Save/Bookmark

Tolstoy İtiraflarım VIII...

Şimdi az ya da çok sistematik bir şekilde ifade edebildiğim bütün bu şüpheleri o zamanlar ifade edemiyordum. O zamanlar sadece, yaşamın boşluğuna ilişkin varmış olduğum sonuçlar mantıksal açıdan ne kadar kaçınılmaz sonuçlar da olsa ve de bu sonuçlar en büyük düşünürler tarafından doğrulanmış da olsa bu sonuçlarla ilgili bir şeylerin doğru olmadığını hissediyordum. Hata, ister akıl yürütmenin kendisinde olsun, isterse sorunun soruluş biçiminde, vardığım sonucun mantıksal açıdan ikna edici olmasına karşın yetersiz olduğunu hissediyordum. Bütün bu sonuçlar beni akıl yürütüş biçimimin gereği olan şeyi yapmaya yani kendimi öldürmeye ikna edememişti. Kendimi öldürmeden, beni bu noktaya aklın getirdiğini söylersem yalan söylemiş olurdum. Akıl işin içindeydi, ama sadece bir tür var oluş bilinci diye adlandırabileceğim bir şey daha işin içindeydi. Beni dikkatimi şuna değil de buna yöneltmeye zorlayan bir güç iş başındaydı. Beni içinde bulunduğum ümitsiz durumdan çekip çıkaran ve dikkatimi bambaşka bir tarafa yönelten şey işte bu güçtü. Bu güç beni, dikkatimi insanlığın ben ve bana benzer birkaç yüz kişiden oluşmadığı ve henüz insanlığın var oluş serüvenini bilmediğim gerçeğine yönelmeye zorladı.

Kendime benzer insanlardan oluşan dar çevreme baktığımda sadece sorunu kavrayamayan insanlar, ya da kavrayıp da sorunu hayatın sarhoşluğu içerisinde boğanlar, ya da sorunu kavrayıp da yaşamına son verenler, ya da sorunu kavradıkları halde zayıflıklarından ötürü ümitsiz yaşamlarını sürdürenleri görüyordum. Başka hiç kimseyi görmüyordum. Sanıyordum ki ait olduğum zengin, eğitimli ve bolca boş vakti olan insanlardan oluşan o dar çevre insanlığın tamamıydı ve de diğer, o güne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca insan gerçekten insan değil bir çeşit sığırdılar.

Hayat hakkında akıl yürütürken beni dört bir yandan kuşatan insanlığın tamamının var oluşunu gözden kaçırmış olmam şimdi bana tuhaf ve inanılmaz derecede akıl almaz geliyor. Benim hayatımın, Süleyman'ın ve Schopenhauer'un hayatlarının gerçek, normal hayatlar, milyarlarca insanın hayatlarının ise dikkate değmeyecek birer vaka olduğunu düşünecek derecede saçma bir hatanın içine düşmüştüm. Şimdi bana tuhaf gözükse de o zamanlar öyle düşünüyordum. Aklımın kibrinin aldatmacasında benim, Süleyman'ın ve Schopenhauer'un soruyu en doğru şekilde sorduğumuzu ve sorunun daha başka hiçbir şekilde sorulamayacağını sanıyordum. Bu, bana öylesine şüphe götürmez bir gerçekmiş gibi geliyordu ki, bütün o milyarların henüz sorunun derinliğini kavrama noktasına gelemediklerini düşünüyordum. Öyle ki, yaşamın anlamını ararken bir kere bile şu soru aklıma gelmemişti: "Peki, yeryüzünde bugüne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca sıradan insanın hayatlarının anlamı nedir ve de ne olagelmiştir?"

Öyle söylenmese de, bizim gibi özgür düşünen, eğitimli insanlara özgü olan bu delilikle uzunca bir süre yaşadım. Ancak, gerek gerçekten çalışan insanlara duyduğum, beni onları anlamaya ve sandığımız gibi aptal olmadıklarını görmeye zorlayan o somut sevgi, gerekse yapacağım en iyi işin kendimi asmak olduğu gerçeğinden öte bir şey bilmeme imkan olmadığına olan samimi inancım yüzünden, eğer yaşamak ve yaşamın anlamını kavramak istiyorsam bu anlamı, onu yitirenlerin ve kendilerini öldürmek isteyenlerin arasında değil de, yaşamın kendisini oluşturan, kendi hayatlarının ve de bizim hayatlarımızın yükünü sırtlanmış olan, geçmişin ve günümüzün milyarları arasında aramam gerektiğini en azından içgüdüsel olarak hissettim. Geçmişte yaşamış ve hala, da yaşamakta olan o basit, cahil ve fakir insanların oluşturduğu muazzam kitlelerin üzerinde düşünmeye başladım ve oldukça değişik bir şeyle karşılaştım. Şunu gördüm ki, nadir istisnalar dışında, yaşamış ve yaşamakta olan bütün o milyarlar benim sınıflandırmama uymuyor; onları sorunu anlayamayanlar diye sınıflayamazdım, çünkü soruyu olağanüstü bir açıklıkla dile getiriyor ve yanıtlıyorlardı. Ne de onları Epikürcüler olarak düşünebilirdim, çünkü yaşamlarında zevkten çok yoksunluklar ve acılar vardı. Hele onların mantıksız bir şekilde, anlamsız bir var oluş sürdürdüklerini hiç söyleyemezdim, çünkü yaşamlarındaki her şeye, ölüm de dahil olmak üzere, açıklama getirebiliyorlardı. İnsanın kendisini öldürmesini en büyük kötülük sayıyorlardı. Öyle gözüküyordu ki, bütün insanlığın hayatın anlamına ilişkin, benim doğrulamadığım ve küçümsediğim bir bildiği vardı. Akla dayalı bilgi yaşamın anlamına ilişkin bilgi vermez ve var oluşu dışlarken, milyarlarca insanın _ bütün insanlığın- hayata atfettiği anlam küçük görülen bir takım yalancı bilgiye dayanıyordu .

Eğitimli ve bilge kişilerin ortaya koydukları akla dayalı bilgi yaşamın anlamını reddederken büyük insan kitleleri, bütün insanlık, bu anlamı akıldışı bilgiyle algılıyordu. Bu akıldışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey. Bu, Tanrıdır; altı günde yaradılış, şeytanlar ve melekler ve diğerleri. Aklımı yitirmedikçe kabul edemeyeceğim şeyler.

İçinde bulunduğum durum korkunçtu. Akla dayalı bilginin yolunda var oluşu reddedişten başka bir şey bulamayacağımı biliyordum. Ve inançta da aklı reddedişten başka bir şey yoktu. Bu benim için var oluşun reddinden bile daha çok kabu1 edilemeyecek bir şeydi. Akla dayalı bilgi açısından yaşam kötüydü, insanlar bu gerçeği biliyorlardı ve yaşamlarına son vermek kendi ellerindeydi. Gene geçmişte olduğu gibi şimdi de yaşamaya devam ediyorlardı. Yaşamın kötü ve anlamsız olduğunu uzun süreden beri bilmeme rağmen ben kendim yaşamaya devam ediyordum.İnanç açısından bakıldığında ise yaşamın anlamını kavrayabilmem için aklımı reddetmem gerekiyordu. Tam da bunun bir anlamının olması gerekiyordu.


Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım VIII...

Share/Save/Bookmark

Tolstoy İtiraflarım IX...

Bir çelişki doğmuştu ve bu çelişkiden çıkışın iki yolu vardı. Ya benim mantık dediğim şey sandığım kadar akla dayalı değildi, ya da bana akıl dışı gözüken şey sandığım kadar akıl dışı değildi. Ben de akılcı bilgiye dayalı düşünce çizgimin geçerliliğini araştırmaya koyuldum .

Geçerliliğini araştırınca düşünce çizgimin gayet doğru olduğunu gördüm. Yaşamın hiçlikten başka bir şey olmadığı sonucuna varmak kaçınılmazdı, ancak bir hatayı fark ettim. Hata, akıl yürütme biçimimin sormuş olduğum soruyla uyuşmamasıydı. Soru şuydu: "Neden yaşamalıyım, yani benim bu aldatıcı, fani yaşamımın ne gibi gerçek ve kalıcı bir sonucu olacak? Bu sonsuz evrende benim sonlu var oluşumun ne gibi bir anlamı var?" Ben de bu soruya cevap verebilmek için var oluşu incelemiştim ..

Var oluşla ilgili akla gelebilecek her türlü soruya ilişkin çözümler beni açıkça tatmin etmiyordu, çünkü benim sorum ilk bakışta basit gözükse de sonlunun sonsuzla, sonsuzun da sonluyla açıklanmasını gerektiriyordu.

Şu soruyu sordum: "Zamanın, sebebin ve uzayın ötesinde benim yaşamımın anlamı nedir?" Ve bambaşka bir soruya yanıt verdim: "Zamanın, sebebin ve uzayın içinde yaşamımın anlamı nedir?" Uzun düşünme uğraşları sonunda vardığım sonuç şuydu:

"Hiçbir şey."

Muhakemelerimde sürekli olarak sonluyu sonluyla, sonsuzu da sonsuzla karşılaştırıyordum (başka türlü de yapamazdım zaten). Ancak bu yüzden de kaçınılmaz olan şu sonuca varıyordum: Güç güçtür, madde maddedir, irade iradedir, sonsuz sonsuzdur, hiçbir şey hiçbir şeydir. Elde edebileceğim tüm sonuç buydu.

Bu matematiktekine benzer bir durumdu. Bir denklemi çözmek için kafa yorduğumuzda bir özdeşlik üzerinde çalıştığımızı anlarız. Düşünce çizgimiz doğrudur, ancak bu düşünce çizgisi a eşittir a, ya da x eşittir x, ya da O eşittir O yanıtına ulaşır. Benim var oluşun anlamına yönelik sorumla ilgili akıl yürütüşümde de aynısı oldu. Bütün bilimlerin bu soruya verdiği yanıt özdeşlikti.

Ve gerçekten de kuralcı bilimsel bilgi - Descartes'in yaptığı gibi, her. şey hakkında mutlak bir şüpheden yola çıkan o bilgi inanç adına kabul edilen her türlü bilgiyi reddeder, her şeyi yeni baştan aklın ve deneyin kanunları üstüne inşa eder ve var oluş sorusuna benim de ulaştığım o belli belirsiz yanıttan başkasını veremez. Sadece ilk başlarda bana bilgi pozitif bir yanıt - Schopenhauer'un yanıtını - veriyor gibi gelmişti. O yanıt da hayatın hiçbir anlamı olmadığı ve kötü olduğuydu. Ancak, konuyu incelediğimde anladım ki, bu yanıt pozitif bir yanıt değildi ve o yanıtı o şekilde ifade eden şey benim hislerimdi. Brahmanlar, Süleyman ve Schopenhauer tarafından kesin olarak ifade edildiği şekliyle yanıt ya belirsizdi, ya da özdeşlikti: O eşittir O, var oluş eşittir hiçlik. Bu şekilde felsefi bilgi hiçbir şeyi inkar etmemekle birlikte soruyu kendisinin çözemeyeceği yanıtını vermiş oluyordu. Felsefe için bu sorunun yanıtı belirsizliğini koruyordu.

Bunu anladığım için şunu da anlamıştım ki, akılcı bilgide soruma yanıt bulmam imkansızdı ve akılcı bilginin verdiği yanıt sadece şunu göstermişti: Böyle bir yanıt, ancak soru başka bir şekilde ifade edilirse ve de soruya sonlunun sonsuzla olan ilişkisi dahil edilirse, elde edilebilirdi. Şunu anladım ki, inancın verdiği yanıtlar her ne kadar akıldışı ve gerçek anlamından saptırılmış da olsa, bu yanıtların üstün olan bir yanı vardı. Bu yanıtların getirdiği her çözümde sonlu ile sonsuz arasındaki ilişkiye yer verilmişti. Bu ilişki olmadan bir çözüm olamazdı.

Soruyu her ne şekilde sorduysam aldığım yanıtta bu ilişki vardı. Nasıl yaşamalıyım? - Tanrının kanunlarına göre. Benim yaşamamın ne gibi bir gerçek sonucu olacak? Sonsuz ıstırap ya da sonsuz mutluluk. Yaşamın, ölümün yok edemeyeceği nasıl bir anlamı var? - Sonsuz Tanrıyla birleşmek: Cennet.

Böylelikle, bana tek bilgi türü gibi gelmiş olan akılcı bilginin yanı sıra yaşayan bütün insanların bir başka, akıl dışı bilgiye -yaşamayı mümkün kılan o şeye, yani inanca- sahip olduğunu kabul etme noktasına geldim.İnanç hala bana eskiden olduğu kadar akıl dışı geliyordu, ama sadece inancın insanlığın var oluş sorusuna yanıt verdiğini ve bunun sonucu olarak da yaşamayı mümkün kıldığını kabul etmekten başka çarem de yoktu. Akla dayalı bilgi beni yaşamın anlamsız olduğunu kabul etme noktasına getirmişti. Hayat akışım durmuştu ve kendimi öldürmek istiyordum. İnsanlığın tamamına baktığımda ise insanların yaşamayı sürdürdüklerini ve yaşamın anlamını bildiklerini söylediklerini görüyordum. Bir de kendime baktım. Geçmişte hayatta bir anlam bulabildiğim sürece ve onu yaşamaya değer kılabildiğim sürece yaşamaya devam etmiş olduğumu gördüm.

Tekrar başka ülkelerin insanlarına, kendi çağdaşlarıma ve onların atalarına bakınca da aynı şeyi gördüm. Var oluşun olduğu her yerde, insanoğlu inanmaya başladığı günden beri yaşamı kendisi için yaşanılır kılmıştı ve bu inancın ana hatları her yerde hep aynıydı .

Bu inanç ne olursa olsun, hangi yanıtları verirse versin ve bu yanıtları kime verirse versin, verdiği her bir yanıt insanoğlunun fani varlığına acıların, yoksunlukların ve ölümün ortadan kaldıramayacağı sonsuz bir anlam katmakta. Bu, ancak yaşamın anlamını ve olanağını inançta bulabileceğiz demektir. O halde inanç nedir? Şunu anladım ki, inanç sadece "görülmeyenin bilgisi" vesaire değildir; bir vahiyden ibaret de değildir (bu, inancın yalnızca bir yönünü tanımlamaktadır), insanın Tanrı'yla olan ilişkisi de değildir (insanın inancı Tanrı yoluyla tanımlamaması, önce inancı sonra Tanrı'yı tanımlaması gerekir). İnanç sadece insanın Bir ,denilen şeyle yaptığı bir anlaşma da değildir (inancın en çok da bu olduğu sanılır). İnanç insanın var oluşunun anlamına ilişkin bilgidir ve ancak bu bilginin sonucunda insan kendi kendisini yok etmeyip yaşamını sürdürebilir. İnanç, var oluşun gücüdür. Bir insan yaşıyorsa bir şeylere inanıyordur. Eğer bir şeyler için yaşamak gerektiğine inanmasaydı, yaşıyor olmazdı. Eğer insan fani olanın aldatıcı doğasını görmüyor ve fark etmiyorsa fani olana inanıyor demektir. Fani olanın aldatıcı doğasını kavrayabiliyorsa sonsuza inanmak zorundadır. Bir inancı olmadan yaşayamaz.

Zihin uğraşı verdiğim bütün o süreci hatırladım ve dehşete kapıldım. Şimdi apaçık anlıyordum ki, bir insanın yaşayabilmesi için ya sonsuzu görmemesi, ya da var oluşun anlamına ilişkin sonlu olan ile sonsuz olanı birleştiren bir açıklamasının olması gerekiyordu. Böyle bir açıklamam eskiden olmuştu, ama fani olana inanmaya devam ettiğim müddetçe bu açıklamaya ihtiyaç duymuyordum ve akıl yoluyla kendi açıklamamın geçerliliğini araştırmaya başladım. Aklın ışığında benim eski açıklamam tamamen paramparça oldu. Ancak bir zaman geldi ki, fani olana inanmayı bıraktım. Sonra bildiklerimden yola çıkarak akılcı temeller üzerine var oluşun anlamını verecek bir açıklama inşa etmeye başladım. Ancak hiçbir şey inşa edemedim. İnsan aklının en iyileriyle birlikte ben de o, sıfır eşittir sıfır, sonucuna vardım ve bu sonuca çok şaşırdım. Gerçi bundan başka bir sonuç da çıkamazdı.

Deneysel bilimlerde soruma yanıt aramakla aslında ne yapıyordum? Niçin yaşadığımı öğrenmek istiyordum. Bu amaçla da kendimin dışında kalan her şeyi araştırdım. Açıkça çok şey öğrendim, ama ihtiyacım olan şeyleri değil.

Felsefi bilgide yanıt aramakla ne yapıyordum? Benimle aynı durumda olmuş olan kişilerin düşüncelerini inceliyordum, ama "Niçin yaşıyorum?" sorusuna yanıt bulamıyordum. Şurası açıktı ki kendi bildiğim şeyden başka hiçbir şey öğrenemiyordum. Kendi bildiğim de, hiçbir şeyin bilinemeyeceğiydi.

Kimim ben? Sonsuzun bir parçası. İşte bütün sorun bu iki sözcükte yatıyordu.

İnsanlığın bu soruyu kendisine sadece dün sormuş olması mümkün müydü? Benden önce herhangi birisinin kendisine bu kadar basit olan, her zeki çocuğun dilinin ucuna geliverecek o soruyu sormuş olması mümkün değil miydi?

Şurası kesin ki bu soru insanoğlunun var oluşundan bu yana soru1agelmiştir ve doğaldır ki insanlık var olalı beri sonluyu sonluyla ve de sonsuzu sonsuzla karşılaştırmak aynı derecede yetersiz sonuç vermiştir. İnsanlığın var oluşundan beri de sonlu olanın sonsuz olanla ilişkisi araştırıla ve dile getirile gelmiştir.

Sonlu olanın sonsuza uyarlandığı ve var oluşa ilişkin bir anlamın keşfedildiği bütün bu kavramları -Tanrı kavramı, irade kavramı ve iyilik kavramını- mantıksal incelemeye tabi tutarız. Ve bütün bu kavramlar da aklın eleştirilerine direnmekte başarısız olurlar .

Eğer bu, bu kadar korkunç olmasaydı, bizlerin büyük bir gurur ve tatmin duygusuyla çocuklar gibi, bir saati önce parçalarına ayırıp, içinden yaylarını çıkarıp, ondan bir oyuncak yapıp, sonra da saatin çalışmamasına şaşırmamız gülünç bir durum olabilirdi.

Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü ile var oluş sorusuna verilecek ve yaşamı yaşanılır kılacak olan o yanıt gerekli ve değerli bir yanıttır. Bu, her yerde, her zaman ve bütün insanlar arasında rastladığımız tek çözümdür: İnsanın var oluşunun izini yitirdiğimiz zamanlardan gelen bir çözüm; öylesine zor bir çözüm ki bir benzerini asla oluşturamayacağımız bir çözüm. Ve bu çözümü bizler tasasızca yok etmekte ve hepimizin doğasında olan ve bir cevap da bulamadığımız o aynı soruyu sormaya devam etmekteyiz .

Sonsuz bir Tanrı kavramı, ruhun Tanrısallığı kavramı, insanın Tanrı'yla olan ilişkisi, ruhun birliği ve varlığı, insandaki ahlaki iyilik ve kötülük düşüncesi; bütün 'bunlar insan düşüncesinin gizli sonsuzluğunda özlüce belirtilen kavramlardır, Bu kavramlar, onlar olmaksızın ne yaşamın ne de benim kendimin var olması mümkün olmayan kavramlardır. Ne var ki, ben bu bütün insanlığın emeğini reddederek, onu kendim yeni baştan, kendi tarzımda oluşturmak istiyordum.

O zamanlar böyle düşünmüyordum, ama bu fikirlerin tohumları çoktan içimde yer etmişti. İlk olarak şunu anlamıştım ki, Schopenhauer ve Süleyman ile birlikte, bütün bilgeliğimize rağmen, içinde bulunduğum konum aptalca bir konumdu. Yaşamın kötülükten ibaret olduğunu görmekte ve yaşamaya devam etmekteydik. Bu açıkça aptallıktı, çünkü eğer hayat anlamsızsa ve ben de madem mantıklı olanı o kadar seviyor idiysem, bu durumda yaşama son verilmesi gerekirdi ve o zaman da kimse bunun yanlış olduğunu söyleyemezdi. İkinci olarak şunu anladım ki, insanın bütün muhakemesi boşta dönen bir pinyon çarkı gibi bir kısır döngüye sapıyordu. Ne kadar çok ve ne kadar iyi akıl yürütürsek yürütelim o soruya bir cevap bulamayız. Sıfır her zaman sıfıra eşit olacaktır ve bu yüzden tuttuğumuz yol büyük ihtimalle yanlıştır.Üçüncü olarak ise şunu anlamaya başladım ki, inancın verdiği yanıtlarda en derin insani bilgelik saklıydı ve benim bu yanıtları aklı dayanak göstererek reddetmeye hiç hakkım yoktu, var oluş sorusuna karşılık olan yanıtlar bunlardı.


Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım IX...

Share/Save/Bookmark

Yerdeniz Büyücüsü...

...Söz sessizlikte, ışık karanlıkta, yaşam ölürken, bomboş gökyüzünde uçarken parlar atmaca... EA'nın Yaradılışı...




“Sanırım Yerdeniz Büyücüsü'nün en çocuksu yanı, konusu: Büyümek. Büyümek, benim yıllarımı alan bir süreç oldu; bu süreci otuz bir yaşımda tamamladım – ne kadar tamamlanabilirse; o yüzden de çok önemsiyorum. Çoğu genç de önemser. Ne de olsa esas işleri budur: Büyümek." – Ursula K. Le Guin


...Güç sadece ihtiyaç olduğunda ortaya çıkmaz: Bilgi de olması gerekir...

...Büyücü olarak doğmuş birinin aklını karanlıkta bırakmak tehlikelidir...

...'Tılsımlar yapmak istiyorsun,'dedi Ogion, büyük adımlarla yürürken. 'O kuyudan çok su çektin. Bekle. Erkeklik, sabretmek demektir. Ustalık ise dokuz kez sabretmek demektir...'

..."Dörtyaprağı her mevsimde, yaprağıyla, çiçeğiyle, köküyle, kokusundan, görünüşünden ve tohumundan tanıyacak hale gelince, o zaman gerçek ismini öğrenebilirsin; varlığının ne olduğunu kavradığın için. Bu da kullanımını bilmekten daha önemlidir. Sonuç olarak, sen ne işe yarıyorsun? Ya da ben? Gont Dağı bir işe yarar mı? Ya da Açık Deniz?" Ogion yarım mil daha gittikten sonra nihayet "Duyabilmek için susmak gerekir," dedi.

...Büyücünün, uzun ve dinleyen sessizliği odayı ve Ged'in aklını doldurdu, öyle ki bazen kelimelerin nasıl söylendiklerini unuttuğunu zannederdi...

...Ged, şimdi beni iyi dinle. Tehlikenin gücü, gölgenin ışığı kuşattığı gibi kuşatacağını hiç düşünmedin mi? Sihir, zevk için veya övülmek için oynadığımız bir oyun değildir. Şunu düşün: Bizim Sanatımız'daki her söz, her hareket ya hayır için ya da şer için yapılır. Bir şey söylemeden veya bir şey yapmadan önce, ödemen gereken bedeli bilmen gerekir!"

..."Sakın deniz ve deniz rüzgarları üzerine bir numara yapmaya kalkma.”

...'Akıllıya soru gerekmez; aptal ise boşuna sorar...'

...'Müdürü her zaman bulduğun yerde bulamazsın; bazen de olmadığı yerde bulursun..'

... Büyünün etkisi geçer geçmez görüntüde kayboluyor...

...Gözbağı ile onu bir elmas ya da bir çiçek, bir sinek, bir göz ya da bir alev gibi gösterebilirsin ... " Usta anlattıkça, taş şekilden şekile giriyordu; sonunda tekrar taş oldu. "Ama bu sadece bir görüntü. Gözbağı, sadece onu gözleyenin duyularını kandırır; insanın onu gördüğünü, duyduğunu veya hissettiğini zannetmesini sağlar. Ama nesneyi değiştiremez...

...Bir mum yakan bir gölge yaratır...

...“Aldatamacalar bile, “dedi Jasper, “aptalların elinde tehlike yaratabilir...”

... Birçok güçlü büyücü," demişti Kumemkarmerruk, "tüm hayatlarını, bir tekşeyin ismini arayarak geçirirler; tek bir gizli veya kaybolmuş ismi arayarak. Yine de listeler tamamlanmış değildir. Ne de dünyanın sonuna kadar tamamlanabilecektir. Dinleyin, o zaman nedenini anlarsınız. Güneş altındaki bu dünyada ve güneşin varolmadığı diğer dünyada, insanla ve insanın lisanıyla hiç ilgisi olmayan, çok şey vardır.

...Bir büyücü, sadece yakınında olup ismini tam ve net olarak koyabildiği şeyleri denetimi altında tutabilir. Bu da iyi bir şeydir. Eğer böyle olmasaydı, güçlülerin kötülükleri ve de bilgelerin delilikleri, çoktan değiştirilemeyecek şeyleri değiştirme yollarını arar, Denge'yi bozardı. Dengesi bozulan deniz, üzerinde tehlikelere maruz kalarak yaşadığımız karaları basar ve eski sessizlikte tüm sesler ve isimler kaybolurdu."

...Dönüşümün tehlikelerinden, her şeyden önce de bir büyücünün kendisini dönüştürünce, kendi büyüsüne kendisinin nasıl kapılabileceğinden söz etti.
... Kendi başına örmeye başladığın bu çorabı sevdim. Benimle eşit olduğunu kanıtlamaya çalıştıkça, ne mal olduğun ortaya çıkıyor."

...Kıskançlık seni bir kurt gibi kemiriyor.

..."Yıllar ve uzaklıklar ölüler için bir şey ifade eder mi? Şarkılar yalan mı söylüyor?"

...Bir keresinde bu avluda, güneşin kendisine konuştuğunu hissetmişti. İşte artık, karanlık da konuşmuştu: geri alınması olanaksız bir söz.

...Kim bir adamın ismini biliyorsa, onun hayatını avuçlarının içende tutuyor demektir...

... Yorgun adam aptal olur...

..."Bilmiyorum. O şey hakkında bildiğim tek şey şu: sadece çok büyük bir güç onu çağırabilirdi; hatta belki tek bir güç ... tek bir ses ... senin sesin. Fakat bunun ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Bunu sen bulacaksın. Bunu senin bulman gerek, yoksa ölürsün, hatta ölümden de kötü ...

...Gerçek şu ki, insanın gerçek gücü, büyüyüp bilgisi arttıkça izleyebileceği yol, iyice daralıyor. Ta ki, en sonunda sadece ve sadece mutlaka gerekenden başka yapacak şeyi kalmayıncaya kadar..."

..."Çok dar bir kapıya bekçilik yapıyorsunuz Usta," dedi sonunda Ged. "Sanırım burada, kırlarda, biraz oturup oruç tutmalıyım ki bu dar kapıdan sığabileyim."

...Gelgitlerin tüm tehlikelerine rağmen yürümesini öğrenen her çocuk, aynı zamanda kürek çekmesini de öğrenir...

...Yarayı tımar et ve hastalığı iyileştir, ama bırak ölmekte olan ruh gitsin...

...Gölgenin, ne insan gibi, ne de hayvan gibi bir şekli vardı. Gölge şekilsizdi, belli belirsiz görünüyordu ama Ged'e bir şeyler fısıldıyordu. Fısıltısında kelimeler yoktu. Ve gölge Ged'e doğru uzandı. Ve gölge, yaşayanların tarafında duruyordu; Ged ise ölülerin tarafında.

Ya tepeden aşağıya ölülerin ışıksız şehirlerine ve çorak topraklarına gidecek, ya da, şekilsiz şeytani şeyin kendisini beklediği duvardan atlayarak, tekrar yaşama geri dönecekti.

...Daha sonra, Ged o geceyi düşündüğünde, böyle ruhu kaybolmuş halde yatarken, kimse kendisine dokunmamış olsa, kimse onu şöyle veya böyle geri çağırmamış olsa, ruhunun sonsuza kadar kaybolabileceğini fark etti. Onu geri çağıran sadece, canı yanmış dostunu rahatlatmak için yalayan hayvanın, içgüdüsel dilsiz bilgeliğiydi. Yine de o bilgelikte, Ged kendi gücüne yakın bir şeyler buldu, büyücülük kadar derin olan bir şeyler. O andan itibaren, bilge kişinin, kendisini, konuşabilseler de konuşamasalar da, yaşayan diğer varlıklardan ayırmayan kişi olduğuna inandı..

...Bu rüzgar senin gemine karşı esmiyor, bana karşı esiyor...

... Günün ağarması dünyayı ve denizi vareder; gölgeden şekli çıkartır, düşü karanlıklar krallığına kovar...

...Büyücülükle ilgisi olan bir insan, kısa bir süre sonra, hayatındaki hiçbir şeyin iyi olsun kötü olsun, tesadüf eseri olmadığını öğrenirdi...

...Eğer karşılığında verebilecek bir şeyin yoksa, gemide de yerin yok demektir...

...Ged yanmış eline bakarak hemen, "Ne olduğumu bilmiyorum. Bir zamanlar gücüm vardı. Sanırım bu gücü kaybettim," dedi.

"Hayır, kaybetmedin; veya belki de, on mislini elde edebilmek için kaybettin. Seni buraya kovalayan şeye karşı burada emniyettesin, dostum. Bu kulenin duvarları çok sağlamdır; sadece taştan da yapılmamıştır üstelik. Burada dinlenip, gücünü yeniden toplayabilirsin. Burada başka bir güç bulabilirsin; bir de elinde yanıp kül olmayacak, başka türlü bir asa. Kötü bir yol, insanı iyi bir sona ulaştırabilir. Şimdi benimle birlikte gel, sana topraklarımızı göstereyim. "

... Eğer kaçmasaydım, gölge beni ele geçirecekti...

...İnsanlar bilmedikleri şeylerden korkarlar...

...Kötü niyet, kötü sonuç doğurur...

... Kendi gücünü fırlatıp atan kişi, bazen çok daha büyük bir güçle dolar...

...Gölgeler ancak gölgelerle savaşabilir. Sadece karanlıklar karanlığı yokedebilir...

...Karanlığı yok eden ışıktır...

... Bir gebbet, bir insandan daha iyi hizmetkar olurdu...

... Kötülerin teslim olmamış ruhları ele geçirmeleri çok zordur...

...İliklerine kızgın kurşun döktüm ölecekler...

...Ogion çocukken, tüm çocuklar gibi, insanın büyüyle, ister insan, ister hayvan, ister ağaç, ister bulut, istediği kılığa girmesinin ve böylece binbir çeşit varlığa katılmasının, çok eğlenceli olduğunu düşünürdü. Fakat büyücü olduğunda, bu oyunun bedelinin, oynarken gerçekten uzaklaşıp, benliğini kaybetme tehlikesi olduğunu öğrendi. Bir insan, kendine ait olmayan bir biçimde ne kadar uzun süre kalırsa, tehlike de o kadar büyük olurdu. Her sihirbaz çırağı, ayı kılığına girmekten çok hoşlanan Way'li büyücü Bordger'in öyküsünü öğrenir. Büyücü bu işi o kadar sık yapıyormuş ki, içindeki ayı büyümüş ve adam ölmüş; sonunda gerçekten bir ayı olmuş ve ormanda kendi küçük oğlunu öldürünce, halk tarafından yakalanıp öldürülmüş. Ayrıca kimse, İç Deniz'in sularında oynaşan yunuslardan kaçının bir zamanlar kıpır kıpır denizin eğlencesi içinde kendi isimlerini ve bilgeliklerini unutan akıllı insanlar olduklarını bilemez.

...Şimdi ise gerisingeri dön, ve kaynağın kendisini, kaynağın da önündeki kaynağı ara.

Gölge, Ged'in yüzü kendisine dönük olunca, onun gücünü çekememişti. O halde gölgenin izi, bu engin deniz üstünde silinmiş bile olsa, hep onun karşısına çıkmalı, peşinden gitmeliydi.

...Denizden fırtınalar, canavarlar gelir ama kötülük gelmez...

... Ölüm, kuru bir yerdir...

....Yapması gereken, başladığı şeyi bitirmekti, ve bunu bilmek hiç de kolay değildi.

... Bir kasabada iki asa, kavga çıkar sonunda...
..."Korktuğum tek bir şey var Estarriol," dedi. "Eğer sen benimle gelirsen, bundan daha da çok korkacağım. Orada, El Adaları'ndaki o içeri doğru giren derin koyun çıkmaz sonunda geri döndüğümde, gölge elimin erdiği bir yerde duruyordu ve onu yakaladım ... Onu yakalamaya çalıştım. Ama tutabileceğim hiçbir şey yoktu. Onu yenemedim. O kaçtı, ben kovaladım. Ama bu yine böyle olabilir ve hep böyle devam edebilir. O şeyin üzerinde, hiçbir gücüm yok. Bu avın sonunda şarkısı söylenecek bir zafer veya ölüm olmayabilir; bir son olmayabilir. Hayatımın sonuna kadar, bir denizden diğerine, bir karadan diğerine, bir gölge peşinde, sonu olmayan, anlamsız bir tehlike peşinde, ömrümü harcayabilirim."

..Eğer bir daha zayıflar, ondan kaçmaya çalışır ve bağı koparırsam, bana sahip olabilir.

... İnsan önünü sözle değil, ışıkla görebilir ancak...

...“Bana sadece şunu söyle, tabii eğer bu bir sır değilse: ışıktan başka hangi büyük güçler var?"

"Sır diye bir şey yok. Varolan bütün güçler, kaynağında ve sonunda tektir, bence. Yıllar ve uzaklıklar, yıldızlar ve mumlar, su ve rüzgar ve büyücülük, insanoğlunun elindeki yetenek ve ağacın kökündeki bilgelik: Hepsi bir bütün olarak yükselir. Benim adım, seninki ve güneşin gerçek adı veya bir su kaynağının veya doğmamış bir çocuğunki; bunların hepsi yıldızlar tarafından, yavaş yavaş söylenen, muazzam bir sözcüğün heceleridir. Bundan başka güç yoktur. Başka bir isim de yoktur."

Karabatak'ın elindeki bıçak, oymakta olduğu tahta üzerinde dondu, "Ya ölüm?" dedi.

Kız parlak, siyah başını önüne eğmiş, konuşulanları dinliyordu.

"Bir sözün söylenebilmesi için," diye cevap verdi Ged yavaşça, "sessizlik olması gerekir. Önce ve sonra." Sonra aniden ayağa kalkarak, "Bunlarla ilgili konuşmaya hakkım yok benim. Ben, söylemem gereken sözü yanlış söylemiştim. Susmam daha hayırlı; bir daha konuşmayacağım. Belki de karanlıktan başka, gerçek güç yoktur." Böyle diyerek cübbesini aldı ve ocak başını, sıcacık mutfağı terk etti.

...Demir, mıknatısın nerede olduğundan emin midir?..

...Duyabilmek için, susmak gerekir...

...Çok yavaş izledi. Benden kaçmanın yolunu buldu; böylece beni kötü bir sona mahkum etti. Benden kaçmaması gerek. Ne kadar uzağa giderse gitsin, onu izlemem lazım. Eğer onu kaybedersem, ben de kaybolurum...

... Güçlerimiz yabancı denizlerde değişebilir veya azalabilir. Gölge yorulmuyor, acıkmıyor, boğulmuyor...





...Utancın etkisiyle Ged "siz bana hiçbir şey öğretmezken, bunları bilmemi nasıl beklersiniz? Sizinle yaşadığımdan beri, ne bir şey yaptım, ne de bir şey gördüm ... " dedi.

"Şimdi bir şey gördün işte," dedi büyücü. "İçeri girdiğimde, kapının yanında, karanlıkta."

Ged sustu.

Ogion diz çöküp ocaktaki ateşi yaktı; ev soğumuştu. Sonra, hala dizlerinin üzerindeyken sakin bir sesle, "Ged, benim genç şahinim, sen bana veya benim hizmetime bağımlı değilsin. Sen bana gelmedin, ben sana geldim. Sen bu seçimi yapmak için çok gençsin ama yine de ben senin yerine karar veremem. Eğer istersen seni, bütün yüksek sanatların öğretildiği Roke Adası'na yollarım. İstediğin her şeyi öğrenebilirsin, senin çok büyük bir gücün var. Hatta gururundan da büyük; umarım. Seni burada tutmak isterim çünkü sende olmayan şey bende var; ama seni isteğinin dışında burada tutamam. Şimdi, Re Albi ile Roke arasında bir seçim yap," dedi.

Ged sesini çıkarmadan durdu, çok şaşırmıştı. Onu tek bir dokunuşuyla iyileştiren, içinde hiç kızgınlık olmayan bu adamı sevmeye başlamıştı. Onu sevdiğini bu ana kadar fark etmemişti. İçindeki parlaklıkla, karanlıktaki kötülüğü nasıl yaktığını hatırlayarak bacanın kenarına dayanmış olan meşe asaya bakınca, içinde Ogion'la kalıp, onunla ormanda uzun ve uzak yollara gitmek ve sessiz olmayı öğrenmek için bir istek duydu. Ama yine de, içinde, bastıramadığı başka arzular da vardı; zafere duyulan istek, bir şeyler başarma niyeti gibi. Deniz rüzgarlarının sayesinde, dosdoğru İç Deniz'e, havanın büyüyle pırıl pırıl parladığı ve Başbüyücü'nün akıl almaz mucizelerin arasında gezindiği Bilgeler Adası'na gitmek varken, Ogion'un yolu, ustalığa giden uzun bir yol gibi görünüyordu; yavaş ilerlenen, dolaylı bir yol.

"Usta," dedi, "ben Roke'a gideceğim."



...Fakat bir gün Ged, aklında Jasper'ı mahcup etme düşüncesiyle, Görüntü Avlusu'nda, El Usta'ya, "Hocam, tüm bu efsunlar hemen hemen aynı; insan birisini bildi mi öbürlerini de yapabilir. Sonra, büyünün etkisi geçer geçmez görüntü de kayboluyor. Mesela, bir taşı elmas haline dönüştürünce," dedi, elinin bir hareketi ve tek bir kelimeyle dediğini yaparak; "elmasın elmas olarak kalması için ne yapmalıyım? Dönüşüm büyüsü nasıl kilitlenir, nasıl sabitleştirilir?"

El Usta, Ged'in avucunda ışıldayan, ejderhaların bekçilik ettiği hazineler kadar parlak duran değerli taşa baktı. Yaşlı Usta "Tolk" diye mırıldanınca mücevherin yerini gri bir çakıltaşı aldı. El Usta bu taşı eline alıp uzun uzun tuttu. "Bu bir taş. Gerçek Lisan'da ise folk," dedi, Ged'in yüzüne tatlı tatlı bakarak. "Roke Adası'nı meydana getiren taşlardan biri, insanların üzerinde yaşadıkları kuru topraktan bir parça. O, kendisi. Dünyanın bir parçası. Gözbağı ile onu bir elmas ya da bir çiçek, bir sinek, bir göz ya da bir alev gibi gösterebilirsin ... " Usta anlattıkça, taş şekilden şekile giriyordu; sonunda tekrar taş oldu. "Ama bu sadece bir görüntü. Gözbağı, sadece onu gözleyenin duyularını kandırır; insanın onu gördüğünü, duyduğunu veya hissettiğini zannetmesini sağlar. Ama nesneyi değiştiremez. Bu taşı bir elmas yapabilmen için onun gerçek ismini değiştirmen gerekir. Ve bunu da yapmak demek oğlum, bu kadar ufak bir parçasını değiştirsen de, dünyayı değiştirmen demektir. Bu olmayacak bir şey değil. Gerçekten olmayacak bir şey değil. Bu Dönüşüm Ustası'nın sanatı; bunu öğrenmeye hazır olduğunda öğreneceksin zaten. Fakat sonucunun ne gibi bir hayır veya şer getireceğini bilmeden, tek bir şeyi bile, ne bir taşı ne bir kum tanesini dönüştürmemelisin. Dünya bir denge içindedir, Denge'dedir. Büyücülerin Dönüştürme ve çağırma güçleri dünyanın dengesini bozabilir. Bu güç, tehlikeli bir güçtür. Korkunç bir güçtür. Bilgiyi izlemeli, gereksinime hizmet etmelidir. Bir mum yakan bir gölge yaratır ... "



..."Ne yapmak istiyorsun?"

"Kalmak. Öğrenmek. Kötülüğü ... ortadan kaldırmak ... "

"Nemmerle bile bunu başaramadı... Hayır, senin Roke'tan ayrılmana izin vermeyeceğim. Seni, şu anda, buradaki ustaların güçleri ve kötülüğün yaratıklarını adadan uzak tutmak için oluşturulmuş savunma hattı koruyor sadece. Eğer şimdi gidersen, ortaya çıkmasına neden olduğun şey, seni hemen bulur, içine girer ve sana sahip olur. O zaman bir adam değil, bir gebbet olursun; gün ışığına çıkarmış olduğun kötü gölgenin isteklerini yerine getiren bir kukla. Kendini ondan koruyabilecek kuvvete ve bilgeliğe erişene kadar, burada kalmalısın - tabii eğer o seviyeye erişebilirsen ... Şu anda bile seni bekliyor. Emin ol, seni bekliyor. O geceden sonra onu bir daha gördün mü?"

"Rüyalarımda, efendim." Ged biraz durduktan sonra, acı ve utançla konuşmaya devam etti:

"Gensher Usta, büyüden çıkıp gelen ve bana yapışan şeyin ... ne olduğunu bilmiyorum."

"Ben de bilmiyorum. Onun adı yok. Senin içinde doğuştan çok büyük bir güç var ve sen o gücü, denetim altında tutamadığın, sonucunda aydınlık ile karanlığın, ölüm ile yaşamın, iyi ile kötünün dengesinin nasıl etkileneceğini bilmediğin bir büyüde uygulayarak, yanlış yerde kullandın. Ve bunu da nefret ve gurur yüzünden yaptın. Sonucun kötü olduğuna şaşmamak gerek. Sen ölüler arasından bir ruh çağırdın ama onunla beraber Yaşamsızlık Güçleri'nden biri de çıkıp geldi. İsimlerin bulunmadığı bir yerden, çağırılmadan geldi. Kötülük, senin aracılığınla kötülük yapmak istiyor. Onu çağırmakta kullandığın güç, onun yararına seni etkiliyor: artık birbirinize bağlandınız. O, senin kibirinin gölgesi, senin yarattığın bir gölge. Bir gölgenin adı olur mu?"



...Ustalarından ve eski kitaplardan, serbest bırakmış olduğu bu gölge ile ilgili öğrenebileceği her şeyi öğrendi Ged. Zaten öğrenecek çok az şey vardı. Bu tür bir yaratığın ne doğrudan tarifi yapılıyor, ne de sözü ediliyordu. En fazla eski kitapların orasında burasında, gölge-yaratığa benzeyebilecek şeyler hakkında ipuçları vardı. Gölge-yaratık bir insanın ruhu değildi; Dünyanın Kadim Güçleri'nin yaratıklarından da değildi; ama yine de bunlarla bir ilgisi olabilirdi. Ged'in büyük bir dikkatle okumuş olduğu Ejderhalar Hakkında adlı bir kitapta, kuzeydeki uzak ülkelerden birinde bulunan, Kadim Güçler'den biri olan, konuşan bir taşın etkisi altına giren eski bir Ejderhalar Efendisi'nin öyküsü vardı. "Taşın emriyle," diyordu kitap, "Ölüler aleminden ölü bir ruh çağırmak için konuşmuştu. Fakat taşın iradesiyle büyücülüğü yolundan çıktığından, ölü ruhla birlikte bir de onu içten içe kemiren, onun kılığına girerek hareket eden ve insanlara zarar veren bir şey çağrılmadan geldi." Fakat kitap ne o şeyin ne olduğunu, ne de öykünün sonunda ne olduğunu yazıyordu. Ayrıca Ustalar da böyle bir gölgenin nereden gelebileceğini bilmiyorlardı: Başbüyücü yaşamsızlıktan demişti; dünyanın yanlış tarafından demişti, Dönüşüm Ustası; çağrı Usta ise "Bilmiyorum," demişti. çağrı Usta Ged'in hastalığı sırasında sık sık onunla oturmaya gelmişti. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve suratsızdı ama Ged artık onun içindeki sevecenliği anlamıştı ve onu çok seviyordu. "Bilmiyorum. O şey hakkında bildiğim tek şey şu: sadece çok büyük bir güç onu çağırabilirdi; hatta belki tek bir güç ... tek bir ses ... senin sesin. Fakat bunun ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Bunu sen bulacaksın. Bunu senin bulman gerek, yoksa ölürsün, hatta ölümden de kötü ... " Sıkıntılı gözlerle Ged'e bakarken, yumuşak bir sesle konuşuyordu. "Çocukken, büyücülerin her şeyi yapabileceklerini sanıyordun. Ben de öyle sanırdım, bir zamanlar. Hepimiz öyle sanırdık. Fakat gerçek şu ki, insanın gerçek gücü, büyüyüp bilgisi arttıkça izleyebileceği yol, iyice daralıyor. Ta ki, en sonunda sadece ve sadece mutlaka gerekenden başka yapacak şeyi kalmayıncaya kadar..."



..."Sekiz oğlum vardı, küçük büyücü," dedi alaylı ve gür bir. sesle ejderha, "beşi öldü, biri de ölüyor: Yeter artık. Onları öldürerek benim hazineme sahip olamazsın."

"Ben senin hazineni istemiyorum."

Ejderhanın burun deliklerinden sarı bir duman süzüldü: Bu onun kahkahasıydı.

"Karaya çıkıp bir bakmak istemez miydin, küçük büyücü? Bir göz atmaya değer."

"Hayır, ejderha." Ejderhaların hısımlıkları rüzgar ve ateşledir, deniz üstünde dövüşrnek istemezler. Bu ana kadar bu, Ged için bir üstünlüktü; Ged bunu elinden kaçırmadı. Fakat Ged ile iri gri pençeler arasındaki tuzlu su şeridi, artık pek bir üstünlük sağlayabileceğe benzemiyordu.

Onu izleyen, yeşil gözlere bakmamak çok zordu.

"Çok gençsin," dedi ejderha, "insanların bu kadar küçükken güç sahibi olabileceklerini bilmiyordum." Ejderha, Ged gibi, Kadim Lisan'da konuşuyordu. Çünkü bu dil ejderhaların hala kullandıkları dildir. Kadim Lisan'ı kullanmak, bir insanı doğru söylemeye mecbur eder, ancak bu ejderhalar için geçerli bir kural değildir. Bu onların kendi dilleridir, bu dili konuşurken yalan söyleyebilirler; kelimelerin anlamlarını saptırıp yanıltabilirler; dikkatsiz bir dinleyiciyi, her biri gerçeği yansıtan ama hiçbiri bir yere varmayan ters sözcüklerle bir labirente çekebilirler. Ged, sık sık bu konuda uyarılmıştı; ejderha konuşmaya başlayınca, onu tüm güvensizliğiyle, şüpheci kulaklarla dinlemeye başladı. Fakat sözcükler basit ve yalın gibi görünüyorlardı: "Benden yardım istemeye mi geldin, küçük büyücü?"

"Hayır, ejderha."

"Yine de ben sana yardım edebilirim. Yakında yardıma ihtiyacın olacak; karanlıklarda seni avlamaya çalışan şeye karşı."

Ged'in dili tutulmuştu.

"Peşinde olan şey nedir? Bana ismini söyle onun."

"Eğer ismini söyleyebilseydim ... " Ged hemen sustu. İki ateş çukurunu andıran burun deliklerinden çıkan sarı duman, ejderhanın başından yukarı doğru, kıvrıla kıvrıla yükseldi.

"Eğer ismini söyleyebilseydin, ona hakim olurdun belki, küçük büyücü. Belki onu yakından görürsem, ben ismini söyleyebilirim. Ve eğer, benim adamın etrafında beklersen, o gelecektir. Senin gittiğin her yere gelecektir. Eğer sana çok yaklaşmasını istemiyorsan kaçman, kaçman ve durmadan kaçman gerekecektir ondan. Ama yine de seni takip edecektir. Onun ismini öğrenmek ister misin?"

Ged bir kez daha sessiz kaldı. Onun serbest bıraktığı o gölgeyi, ejderha nereden bilebilirdi? Veya gölgenin adını nereden tahmin edebilirdi? Ged bir türlü anlayamıyordu. Başbüyücü gölgenin bir ismi olmadığını söylemişti. Yine de ejderhaların kendilerine özgü bilgelikleri vardır; sonra kökleri insanlıktan daha eskilere dayanır. Çok az insan, ejderhaların neler bildiğini ve bu bilgileri nasıl edindiklerini bilebilir, bu insanlara da Ejderhaların Efendisi denir. Ged tek bir şeyden emindi: Ejderha doğruyu söylüyorsa bile -Ged'e gerçekten o gölge şeyin doğasını ve adını söyleyebilir ve Ged'in ona karşı üstünlük elde etmesini sağlayabilirdi de- öyle olsa bile, bunu kendi çıkarları için yapacaktı.

"Ejderhaların," dedi sonunda genç adam, "insanlar için bir iyilik yapmak istemelerine pek ender rastlanır."

"Ama öldürmeden önce," dedi ejderha, "kedilerin farelerle oynaması çok yaygındır."

"Ama ben buraya oynamak veya oynanmak için gelmedim.

Seninle bir pazarlık yapmaya geldim."

Ejderhanın bir kılıç kadar keskin ama bir kılıçtan beş kez daha uzun olan kuyruğunun ucu, akrep misali, zırhla kaplı sırtının üzerinden ve kulenin tepesinden aşarak havaya kalktı. İnceden inceye alay ederek konuştu: "Ben pazarlığa oturmam. Alacağımı alırım. İstediğim zaman senden alamayacağım, neyin var ki?"

"Güvenlik. Senin güvenliğin. Bana Pendor'un doğusuna doğru uçmayacağına yemin et, ben de sana bir zarar vermeden gideceğime yemin edeyim."

Ejderhanın boğazından, bir çığ veya dağların arasında yuvarlanan taşların sesini andıran bir gıcırtı sesi yükseldi. Üç çatallı dilinde alevler oynaştı. Harabelerin üzerinde biraz daha yükselerek tüm haşmetiyle durdu. "Bana güvenlik öneriyorsun! Beni tehdit ediyorsun! Ne ile?"

"İsmin ile, Yevaud."



...Ogion çocukken, tüm çocuklar gibi, insanın büyüyle, ister insan, ister hayvan, ister ağaç, ister bulut, istediği kılığa girmesinin ve böylece binbir çeşit varlığa katılmasının, çok eğlenceli olduğunu düşünürdü. Fakat büyücü olduğunda, bu oyunun bedelinin, oynarken gerçekten uzaklaşıp, benliğini kaybetme tehlikesi olduğunu öğrendi. Bir insan, kendine ait olmayan bir biçimde ne kadar uzun süre kalırsa, tehlike de o kadar büyük olurdu. Her sihirbaz çırağı, ayı kılığına girmekten çok hoşlanan Way'li büyücü Bordger'in öyküsünü öğrenir. Büyücü bu işi o kadar sık yapıyormuş ki, içindeki ayı büyümüş ve adam ölmüş; sonunda gerçekten bir ayı olmuş ve ormanda kendi küçük oğlunu öldürünce, halk tarafından yakalanıp öldürülmüş. Ayrıca kimse, İç Deniz'in sularında oynaşan yunuslardan kaçının bir zamanlar kıpır kıpır denizin eğlencesi içinde kendi isimlerini ve bilgeliklerini unutan akıllı insanlar olduklarını bilemez.

Ged, şiddetli bir çaresizlik ve öfke anında şahin kılığına girmişti. Osskil'den uçtuğunda aklında sadece ve sadece tek bir düşünce vardı: Evine dönebilmek için Taş'dan ve gölgeden hızlı uçmak ve bu hain topraklardan kaçmak. Şahinin vahşeti ve öfkesi sanki kendi vahşeti ve öfkesiydi; içindeki uçma isteği de şahinin isteğine dönüşmüştü. Böylece, tenha bir orman gölcüğünde su içmek için alçalıp sonra hemen, arkasından gelmekte olan gölgenin korkusuyla kanat açarak, Enlad'ın üzerinden uçmuştu. Enlad Ağzı denen büyük deniz yolunu geçip, güney yönünden doğuya doğru gitmişti; sağına Oranea'nın belli belirsiz dağlarını, soluna daha da belirsiz Anclrad dağlarını, önüne ise sadece denizi alıp, uçmuştu; ta ki sonunda, tam önüne, dalgalar arasında, hep daha yükseğe, hep daha yükseğe kabaran ama hiç değişmeyen bir dalga çıkıncaya kadar: Gont'un beyaz zirvesi. Bu büyü, uçuş süresince, gündüz ve gece, şahinin kanatlarını kullanmış, şahinin gözleriyle bakmış ve sonunda kendi düşüncelerinin ne olduğunu unutarak, sadece şahinin bildiği şeyleri bilmeye başlamıştı: Açlık, rüzgar ve uçtuğu yön.

Doğru sığınağa uçmuştu. Onu tekrar insan haline sokabilecek, Roke'ta ancak birkaç kişi, Gont'ta ise tek bir kişi vardı.

Uyandığında yabanıl ve sessizdi. Ogion onunla hiç konuşmadı, sadece et ve su verdi ve bıraktı ateşin yanında, büyük, yorgun ve küskün bir şahin gibi suratsızca, kamburunu çıkartıp otursun. Gece olunca uyuyordu. Üçüncü gün, büyücünün ateşi seyretmekte olduğu ocak başına geldi ve "Usta ... " dedi.

"Hoşgeldin, oğul," dedi Ogion.

"Sana, ayrıldığım zamanki gibi geri geldim: Bir aptal olarak," dedi genç adam; sesi sertleşmiş, kalınlaşmıştı. Büyücü hafifçe gülümseyerek, Ged'e ateşin yanında, karşısına oturmasını işaret etti ve çay demlemeye başladı.

Kar yağıyordu; burada, Gont'un aşağı yamaçlarındaki ilk kar.

Ogion'un pencereleri sıkı sıkı kapanmıştı fakat çatıya yumuşak yumuşak düşen ıslak karın sesini ve evin her tarafına yayılmış olan derin dinginliğini duyabiliyorlardı. Uzun bir süre orada, ateşin yanında oturdular; Ged eski ustasına, Gont'tan Gölge adlı gemiyle ayrıldığı günden beri olanların öyküsünü anlattı. Ogion hiç soru sormadı; Ged sözünü bitirince de, uzun bir süre, sakin ve düşünceler içinde, sessiz kaldı. Sonra ayağa kalkıp masaya ekmek, peynir ve şarap koydu; birlikte yediler. Yemeklerini bitirip odayı topladıktan sonra Ogion konuştu.

"Şu taşıdığın yaralar, acı yaralar oğul," dedi.

"O şeye karşı hiçbir gücüm yok," diye cevap verdi Ged. Ogion başını salladı ama bir süre daha konuşmadı. Sonunda,

"Garip," dedi, "Bir büyücünün büyüsünü kendi topraklarında bozabilecek kadar gücün varmış; orada, Osskil'de. Tuzaklara karşı koyabilecek ve Dünya'nın Kadim Güçleri'nin birinin hizmetkarlarını uzaklaştırabilecek kadar gücün varmış. Sonra Pendor'da, ejderhaya kafa tutacak kadar da gücün varmış."

"Osskil'de talih bana yardım etti, yoksa benim gücüm yoktu," diye cevap verdi Ged; Terrenon Sarayı'nın o düş gibi ölümcül soğuğunu hatırlayınca bir kez daha titredi. "Ejderhaya gelince, onun da adını biliyordum. O kötü şeyin, benim peşimde olan gölgenin bir adı yok."

"Her şeyin bir adı vardır," dedi Ogion. Bunu kendinden o kadar emin olarak söyledi ki Ged, Başbüyücü Gensher'in, onun serbest bırakmış olduğu şey gibi kötü güçlerin adı olmadığı yolundaki sözlerini, Ogion'a tekrarlama cesaretini bulamadı. Gerçekten de Pendor Ejderhası, gölgenin ismini söylemeyi önermişti, ama Ged o öneriye pek güvenmemişti; ne de Serret'in, Taş'ın ona öğrenmek istediği şeyi söyleyeceğine dair verdiği söze inanmıştı.

"Eğer gölgenin bir adı varsa," dedi sonunda, "durup da bana söyleyeceğini sanmıyorum ... "

"Hayır," dedi Ogion. "Ama sen de, durup ona ismini söylememiştin. Oysa o, yine de biliyordu. Osskil'deki bataklıkta seni isminle çağırdı, benim sana vermiş olduğum isimle. Bu garip, çok garip ... "

Tekrar düşüncelere daldı. En sonunda Ged, "Buraya danışmak için geldim, Usta, sığınmak için değil," dedi. " Bu gölgenin senin üzerine gelmesine izin vermeyeceğim ve eğer burada kalmaya devam edersem, kısa bir süre sonra burada olacaktır. Bir keresinde onu bu odadan kovmuştun ... "

"Hayır; o, bunun habercisiydi, gölgenin gölgesi. Şimdi onu kovamam. Bunu yalnız sen yapabilirsin."

"Ama onun karşısında hiçbir gücüm yok. Acaba emin bir ... " Daha sorusunu tamamlamadan sustu.

"Emniyetli bir yer yok," dedi Ogion kibarca. "Bir daha kendini dönüştürme Ged. Gölge senin gerçek benliğini yok etmek için uğraşıyor. Seni bir şahinin benliğine sokarak bunu neredeyse başarmıştı da. Hayır, nereye gitmen gerektiğini bilemiyorum. Ama yine de ne yapabileceğin hakkında bir fikrim var. Sana bunu söylemek zor."

Ged'in suskunluğu gerçeği duymak istediğini vurgulayınca, Ogion, "Geriye dönmelisin," dedi sonunda.

"Geriye mi dönmeliyim?"

"İleri doğru gittiğinde, nereye kaçarsan kaç, seni tehlike ve kötülük bekleyecek; çünkü seni yönlendiren o, senin ne yöne doğru gitmen gerektiğini o seçiyor. Bu yolu sen seçmelisin. Seni izleyeni izlemelisin. Avcıyı avlamalısın."

Ged hiçbir şey söylemedi.

"Seni Ar Nehri'nin kaynağında adlandırdım," dedi büyücü, "dağdan gelip denize akan nehrin kaynağında. Bir adam varmakta olduğu sonu bilir ama bir daha dönüp dönmeyeceğini, ilk başladığı yere geri dönüp o başlangıcı benliğinde tutup tutamayacağını bilemez. Eğer nehrin akıntısında döne döne sürüklenen bir çomak değilse, o zaman nehrin kendisi olmak zorundadır; kaynadığı noktadan, denize döküldüğü yere varasıya, tüm bir nehir. Sen Gont'a döndün, bana döndün, Ged. Şimdi ise gerisingeri dön, ve kaynağın kendisini, kaynağın da önündeki kaynağı ara. Elde etmek istediğin güç umudunu orada bulabilirsin."

"Orada mı Usta?" dedi Ged. Sesinde bir dehşet gizliydi. "Nerede?"

Ogion cevap vermedi.

"Eğer dönersem," dedi Ged, bir süre sonra, "eğer sizin söylediğiniz gibi avcıyı avlarsam, sanırım av fazla uzun sürmez. Onun bütün istediği benimle yüz yüze gelmek. İki kere bunu başardı ve her ikisinde de beni yendi."

"Üçte keramet vardır," dedi Ogion.

Ged, odada bir aşağı bir yukarı, ocaktan kapıya, kapıdan ocağa yürüdü. "Ve eğer beni tamamen yenilgiye uğratırsa," dedi, kendisiyle mi Ogion'la mı tartıştığı belirsiz, "benim gücümü ve benim bilgimi eline geçirerek kullanacak. Şu anda sadece beni tehdit ediyor. Ama eğer içime girip de benliğime sahip olursa, benim aracılığımla çok büyük kötülükler yapacak."

"Bu doğru. Eğer seni yenebilirse."

"Buna rağmen, eğer yine kaçarsam, beni yine bulacaktır ... Bütün gücümü kaçmaya harcıyorum." Ged biraz daha dolandıktan sonra birdenbire döndü ve büyücünün önünde diz çökerek, "Büyük büyücülerle beraber yürüdüm, Bilgeler adasında bulundum ama siz benim gerçek ustamsınız Ogion," dedi. Sevgiyle ve ağırbaşlı bir neşeyle konuşuyordu.

"Güzel," dedi Ogion. "Şimdi bunu anladın. Hiç yoktan iyidir.

Fakat sonunda, sen benim ustam olacaksın." Ayağa kalkarak ateşi besledi ve çaydanlığı kaynaması için üzerine astı. Koyun postundan yapılmış kabanını giyerek "Gidip keçilerime bakmam gerek; çaydanlığa göz kulak oluver oğul," dedi.

Tekrar, üstü başı kar içinde içeri dönüp de keçi derisinden yapılmış botlarındaki karı, ayaklarım yere vurarak silktiğinde, elinde porsuk ağacından yapılma, uzun ve kaba bir asa taşıyordu. Kısa akşamüstü boyunca ve yemekten sonra, lamba ışığında, zımpara taşı ve büyücülük hünerleriyle, asa üzerinde çalıştı durdu. Birçok kez, elini asanın üzerinde gezdirdi; sanki herhangi bir pürüzü var mı yok mu anlamak istermiş gibi. Çalıştığı sürece, yavaşça şarkılar söyledi sık sık. Hala yorgun olan Ged dinliyordu; uykusu geldikçe kendisini, Onakçaağaç köyündeki cadının, havası şifalı otların ve tütsünün kokusuyla ağırlaşmış kulübesinde, ateşin aydınlattığı karlı bir gecede, uzun ve yumuşak büyü şarkılarım ve karanlık güçlerle savaşıp onları yenmiş veya yıllarca önce uzak adalarda kaybolmuş olan kahramanların destanlarını dinlerken aklı hayal aleminde gezinen bir çocuk gibi hissediyordu.

"İşte," dedi Ogion, ve bitmiş asayı Ged'e uzattı. "Başbüyücü sana porsuk ağacı vermiş; iyi bir seçim, ben de bu seçime sadık kaldım. Ben asayı uzun bir yaya benzetmeyi düşünmüştüm ama böylesi daha iyi. İyi geceler, oğlum."

Teşekkür etmek için kelime bulamayan Ged kendi bölümüne giderken, Ogion onu seyretti ve Ged'in duyamayacağı kadar alçak bir sesle, "Ey benim genç şahinim, iyi uçuşlar!" dedi.

Ogion seher vakti, soğukta uyandığında, Ged gitmişti. Sadece, büyücülük usulünce, ocağın taşları üzerine, Ogion okudukça silinen yaldızlı harflerle bir mesaj bırakmıştı: "Usta, ben avlanmaya gidiyorum. "

Ursula K.Leguin/Yerdeniz Büyücüsü I...

Share/Save/Bookmark

Korkuyu Beklerken...




...Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korku; fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse.

...Duruşlar da gülünç Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba?

...Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra...

...Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey.
Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki... Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin...

...Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmediğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda.

...Köpekler evimin kapısına kadar gelemezler diye düşünüyordum; benim sokakta Üç ev vardı, yani üç çöp tenekesi vardı. Hayır, orada barınamazlardı. Bu sokakta ancak ben barınabilirdim. Benim de sebeplerim vardı. Köpeklerin böyle sebepleri olamazdı, onlar düşünemezlerdi. Ben, kendime göre durumu açıklayabiliyordum. Başkalarına anlatılması güç de olsa, bu açıklama düzenim, öyle her insanın kolayca ulaşabileceği cinsten değildi. Ayrıca köpek meselesinde olduğu gibi, bazı durumlarda kökten sarsılıyordu bu düzen. Bu nedenle, köpeklere gereğinden çok kızdım; bu kızgınlığımın büyük bir kısmı da havlamalar bittikten sonraki döneme rastladı.

...Garip kaderime gülümsedim; aynaya bakarak tabii. Tatlı bir gülümseme. Eski neşe mi kaybetmediğimi göstermek için. Sonra durgunlaştım. Neden? Unuttum. Dur, hayır; unutmadım. Yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça ... Aynadan uzaklaştım; fakat, biliyordum, böyle bir düşünceydi. Köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. Buldum: Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. Bu sefer gerçekten gülümsedim. İster görün, ister görmeyin; gülümsedim işte. Her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez., havlayan köpek ısırmaz. Hay Allah kahretsin!.

...İnsanın, sürekli yaşadığını hissetmesi için, bazı değişmez ölçülere başvurması iyi oluyordu...

...Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.

...Canım sıkıldı: Çünkü her zaman olduğu gibi, bütün tanıdıklarımı hatırlayamadım gene. Hafızam zayıflıyordu. Hizmetçi kadının geldiğini de unutmuştum. Köpeklere kadar gitmedim ya da gitmemiş gibi yaptım. Cep defterimi çıkardım. Üç yıl öncesinin takvimiydi; bankanın verdiklerini beğenmemiştim. Yabancı bir firmanın defteriydi bu. İşte yabancılara düşkünlüğümün sevmediğim bir örneği daha. Adres kısmını karıştırdım. Bazı isimleri artık silmeliydim; hayır, yeni bir deftere geçirmeliydim. Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı.

...Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır, dedim kendime. İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz.

...Köpeklerin yanından biraz tedirginlikle geçtim. Nedense, başlarını bile çevirip bakmadılar bana; belki de kedilerle, çöp tenekeleriyle meşgul oldukları için. Belki de dün gece bir yanlışlık oldu. Gergin oldukları bir sırada geçtim oradan. Belki, kimi görselerdi havlayacaklardı.

...Uyku, zamanımın dörtte birini, dakikaları saymadan geçirmemi sağlıyordu.

...Şimdi hatırlayamadığım bazı düşüncelere kapıldığım için kendimi birden büyük bir yapının önünde buldum ve kısa bir süre içinde üniversitenin koridorlarında kayboldum. Geçtiğim koridoru hemen unuttuğum için, aynı koridorlara, başka kapılardan girdim. Sonunda, gururu bir yana bırakıp, yolumu sormaya karar verdim. Bazılarına, çok hızlı yürüdükleri için yetişemedim. Arkalarından koşarak Ölü Diller Bölümünü soramazdım ya. Bazı tarifler de belirsizdi: Koridorun sonu ne demekti? Bir koridor bitmeden başka bir koridor başlıyordu. Mesele çıkarma dedim kendime. Bir iki yanlış kapı açtıktan ve başlarını kaldırarak gülümseyen insanlar gördükten sonra buldum. (Ben mi yanlıştım? Hayır, kapılar karışıktı. )

...Düşünmüyordum bile. Akşam eve dönünce yapacak bir işim yoktu da ondan aklıma geldi. Aynca ihtiyatlı olmalı; insan, kafasındaki meseleyi durmadan düşünmeli ki sonuçla birdenbire karşılaşmasın. Yalnızlığa dayanmanın en önemli şartı, her şeye karşı hazırlıklı bulunmaktır.

...Ölü diller uzmanı göndermiş: mektup ve çevirisi. Sol tarafıma o şey gene saplandı. Birden, bütün kavramlarımı kaybettim: Mektubu ve çeviriyi okudum, okudum. Bütünüyle kurtulmak istedim bu dertten. Daha birkaç gün öncesine kadar küçük ve endişeli olan yaşantımı özlemle andım. Demek ki dünya kötü piyangolarla dolu, dedim. (Bu sözümün bayağılığını görecek durumda değildim.) Yakmalı bu mektupları, yakmalı! Ölü diller uzmanını ve bu konuda görüştüğüm herkesi öldürmeli! Hayalimde daha önce çok insan öldürmüş olduğum için bu son ölümler beni fazla sarsmadı.

...bir kibrit çakıp yaktım hepsini. (Kağıtları demek istiyorum.) Alev sadece bir kere söndü. (Hemen yaktım gene.) Fakat taşlar karardı; küller, yanık parçalar her yana dağıldı. Deli gibi süpürdüm yerleri. Küller, kararmış kağıtlar süpürgenin tellerine yapıştı; süpürgeyi yıkarken de lavabonun deliği tıkandı. Bütünüyle bozguna uğramış durumdaydım. Sonra yerleri sildim bir süre, sabunlu bezlerle. Gene de bir leke, çok hafif de olsa bir dalga, bir gölge kaldı taşların üstünde. O kadar uğraştım çıkaramadım. Tam adamını buldunuz diye söyleniyordum. Daha basit bir mesele bile ortaya atsaydınız, gene içinden çıkamazdım. Bütün meselelerimi sıfıra indirdiniz. Yere baktım: Bu lekeyi ya da dalgayı ya da gölgeyi taşın üstünden silebilmek uğruna herkesi öldürmeğe, bütün dünyayı yok etmeğe hazırdım. Ondan sonra bütün işlerimi yoluna koyardım; bütün küçük dertlerimi, daha önce aptalca bir dar görüşlülük yüzünden gözümde büyüttüğüm zavallı sıkıntılarımı toz ederdim.

...Bunları hep yüksek sesle söyledim. İşte ne mal olduğum ortaya çıkmıştı. İşte savaşmadan yenilmiştim. Fakat zararı yoktu: Bütün korkaklar gibi hem ölüyordum, hem diriliyordum. Onyüzbin canlı olmuştum. (Ya da bana öyle geliyordu.) Gülümsedim. Neden? (Ne düşüncelerimin, ne de gülümsemelerimin hızına yetişemiyordum artık.) Evet, şundan gülümsemiştim: Artık yalnız kalacağıma göre, kimse artık benim yüksek sesle ya da içimden düşündüğümü bilemeyeceğine göre, bundan sonra her şey bana nasıl geliyorsa öyleydi. Yüksek sesle de düşünürdüm; istediğim kadar korkar, İstediğim kadar ölürdüm.

...Büyük bir fırtınaya tutulmuştum. Evet, yabancılarla dolu, bana yabancı olanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yalnız başıma kalmıştım. Düşündüm. Avcuma aldığım nohutlara bakarak hayatımı, ne işe yaradığını bilmediğim zavallı yaşantımı düşündüm. Nohut ve makarna gibi, bir araya getirilemeyen parçalardan oluşan günlerime acıdım. Sonra birden aklıma geldi: Aşure! Teyzemin anlattığı dini masallardaki Nuh Peygamber de bilmekte olan erzakla aşure yapmıştı. Ya da onun durumuna uygun bir aşure efsanesi yaratılmıştı ki, benim durumuma da uygundu; ben de (ucuz olsa bile) bir efsane yaşıyordum.

...(Onlara bütün imkanları tanıyordum. oyuna başvurmuyordum.) Sallanır koltuğumda uyuklarken bir yandan da elimdeki zamanla ne yapacağımı düşündüm. (En önemli dertlerimden biriydi zaman meselesi ve belki de 'onlar' en çok, bu işin içinden çıkamayacağımı hesaplamışlardı.) Kendime yararlı bir iş yapmalıydım.(Latince?) Başlayıp da yarım bıraktığım bir sürü teşebbüs, evin her tarafına dağılmıştı. (Sanki kafam da onlarla birlikte çekmecelere, dolaplara, sandık adasının eşyaları arasına dağılmıştı. Kafamı toplayamıyordum bu yüzden.) Her şeyi düzene koymaya, hayır daha önce ayıklamaya, hayır en önce nerede ne varsa bulup çıkarmaya. hayır hayır hepsinden önce evi dolaşıp, hafızamı yoklayıp nerede ne olduğunun tam listesini çıkarmaya karar verdim. (Her zaman böyle, tersine işlerdi kafam.)

...İnsan denilen yaratık çok kıvrak bir şey diye düşündüm ağır ağır. Seyretmek ve farkına varmak daha güzel...

...Sonra, fotoğrafları albümlere yerleştirmeğe başladım (Tarih sırasında bazı yanlışlıklar oldu herhalde.) Yüzüm, günden güne hiç değişmediği halde (bunu, her sabah aynada yaptığım gözlemlerle biliyordum), resimler arasında vahim farklar vardı. Bu değişikliği, yüzümde izleyemediğim için üzüldüm; hiçbir şeyin gelişimini (ya da çöküşünü) izlemek mümkün olmuyordu. Fotoğraflarımda, hep bir şey düşünüyor gibiydim. (Günlük tutmalıyım; hiç olmazsa düşüncelerimin gelişimini ya da çöküşünü izlemeliyim.) Birdenbire kendimi bu evde bulmuştum sanki. Daha önce ne olmuştu? Sanki, kime yazıldığı bile belli olmayan bu mektubu almadan önce yaşamamıştım, şimdi zaten yaşamıyordum. Bütün hafızamı, hayal gücümü zorluyordum; geçmişe ait bir şeyler hatırlamak, bir şeyler görmek istiyordum. Olmuyordu. Aslında düşününce, canım şu zamanda şöyle olmuştu, annemin yüzü beyazdı ve yatay çizgiliydi, okula başladığım gün ne kadar korkmuştum diyebiliyordum. Fakat, mesele bu değildi; mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti. Bense bunu hiç becerememiştim. Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemiştim; kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile.

...Hafızam zayıfladığı için, neyi nerede okuduğumu unuttuğum için, bana ait birtakım duygular olduğunu sanıyordum. Acaba, içine düştüğüm durum, daha önce nerede acıklı olmuştu? Mısır'da mı? Eski Yunan'da mı? Kendimi, romantik dönemin Fransızları, İngilizleri ya da Almanlarıyla mı karıştırıyordum? Ben bir şeyin taklidiydim; fakat, aslımı bile doğru dürüst öğrenememiştim. Belki de bana ne olduğunu sonuna kadar okumamıştım. Yarabbim ne korkunçtu! Belki de birilerinden duymuştum, onlar da başka birilerinden duymuştu, başka birileri de ... Ülkeme ve insanlarına kızmağa başladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı. Bu yüzden insan, duyduğu şeyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu. Belki bu zavallılığın, bu yarım yamalaklığın, bu gülünç durumun bile bir aslı, gerçek bir biçimi vardı. Albümü elimden bıraktım. Her şeye yeniden başlamak da mümkün değildi. İstesem de mümkün değildi. Nerede kaldığımı unuttuğuma göre, baştan başlamak için de birtakım yetenekler gerekliydi; daha talihli doğmuş olmak gerekliydi mesela. Yeni bir dil öğrenebilmek için, hiç dil bilmemek gerekliydi.

... Belki de ölürdüm. Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gitmiyordum. Böyle küçük çalışmaların üstüste eklenmesiyle doluyordu zaman. Ben de kelimeleri birbirine yapıştırarak yaratıyordum zamanı. (Bunu nerede okumuştum acaba? Ne yapayım? Aklıma gelenlerin içinde hangilerini okumadığımı bulmak için her şeyi okumaya girişemezdim ya.) Peki, nerede kalmıştım? Yarım bıraktığım işlerin' neresinde kalmıştım? Bunu da bilemez miydim? Bir liste yapmalıydım bunun için de. Aman yarabbi! Yapmam gereken ne kadar çok iş vardı! İyi ki şu mektubu almıştım. Yapacak bu kadar çok işimin olması birden sevindirdi beni: Yapmasam da önemli değildi; yapacak işlerim vardı ya. Acaba, yarım bıraktığım kitapların kaçıncı sayfasında kaldığımı hatırlayabilecek miydim? Acaba, bir zamanlar şu ay meselesi yüzünden sevmediğimi düşündüğüm tabiatı, sever gibi olmuş muydum hiç? Acaba ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden filan bir yerden sevmeğe başlamış mıydım? Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde.

...Okuduğum şeylere ya da tabiatı sevenlerden duyduğuma göre, günlük yaşantının akışı içinde sevmek gerekiyordu tabiatı. Son günlerdeki yaşantım içinde bu akışı sağlamak da oldukça zordu. Tabiattan, payıma düşen çok az şey kalmıştı. Ömrümü eşya ile geçiriyordum. Eşyayı da sevmiyordum galiba. Daha doğrusu, eşyayı insanlarla bir tutuyordum, ikisiyle de aram da, yalnız benim bildiğim ve başkalarına açıklanması güç meseleler vardı. (Genellikle, bana karşı çıkıldığını sanıyordum. Bir uzlaşmayı mümkün görmüyordum.) Gizli mezhep de belki bütün bunları uygun bulmadığı için ve benim hiçbir zaman bu şartlar altında düzelemeyeceğimi sezerek (bu bakımdan ben de katılıyordum onlara) bana sürekli bir ceza vermişti. Aslında, bütün düşmanca tavırlarım ve kötü düşüncelerim yüzünden nereden geleceğini bilmemekle birlikte bir ceza bekliyordum. İnsanlar için ve tabiat için iyi şeyler düşünmüyordum; dünyaya kendimden bir şey veremiyordum. Kendimi kendimi saklıyordum; kendiliğimden bir davranışta bulunmuyordum. Bu duruma daha fazla dayanamazlardı. Belki, yürürlükteki kanunlarla bana bir şey yapamazlardı; fakat, dünyanın düzeni çok yönlüydü, karmaşıktı.

...Yeteneklerimi, sevgisizlik yüzünden boşuna harcamıştım: Resim yapmayı becerebildiğim halde, resmini yaptığım şeyi bir türlü sevemediğim için, resimler biçimsiz olmuştu, yarım kalmıştı. Tabiatı sevdiğimi göstermek için, medeniyetten kaçan insanların görünüşüne bürünebilmek için, bu Allahın belası ıssız yerde bahçeli bir ev tutmuştum; fakat bahçeyi otlar sarmıştı. Hiçbir ağaç çiçek filan yetiştirememiştim buraya geldiğimden beri. İki kiraz ağacı da kurumuştu bu arada. Bir saksı bile koymamıştım; ne eve, ne de bahçeye. Gösterişten ibarettim. Bir gün trenle bir gecekondu mahallesinin önünden geçerken, bahçelerin çokluğunu, insanların ağaçlar ve çiçekler yetiştirdiğini şöyle bir görmüştüm; pencerelerin denizlikleri, saksıların ağırlığından eğilmişti. Dünya, benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düşündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum.

...Hep kötü olaylar, can sıkıcı yaşantılar tekrarlanıyordu; güzellikler, bir kere görünüp kayboluyordu.

...Heyecanlarımı hep gelecekteki günler için saklamıştım; babam öldüğü zaman yeteri kadar üzülmemiştim, mezarın başında küçük ayrıntılara takılmıştım. Bir ağacı, kuşu filan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim. Hayır belki de kendimi yaşanacak güzel günler için saklamamıştım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum. Babam öldükten iki yıl sonra bir akşam üzeri, biraz üzülür gibi olmuştum. Bazı kitapların da yıllar geçtikten sonra anlamlarını sezmeğe başladım. Babam ölmüştü. Eski kitapları da okuyamazdım artık. Bu konularda kendime fazla etki edemedim. Kötü bir öfke kaldı geriye; bahçedeki otların düzenlenmesine yararı olmayacak acı bir öfke. Bir kenara ittiler beni; işimiz acele, seni bekleyemeyiz dediler. (Oysa yıllarca beklemişlerdi beni; acele ettikleri söylenemezdi.) Bu kötü hayatı sanki doğmadan önce de yaşamıştım; kendime yakıştırdığım yaşantıları doğmadan önce de okumuştum. Kötülüklerimin bile kendime, öz varlığıma ait olduğuna inanmıyordum. Belki yüzyıllardır, yüzbinlerce insan böyle kasvetli bir tabiatın ortasında, gizli mezheplerden tehdit mektupları alıyordu. Geçmişimi pek iyi bilemiyordum, bu insanları belli belirsiz hayal edebiliyordum; fakat, bir noktayı çok iyi biliyordum: Onlar bu olayı da değerlendirmesini bilmişler, gerçekten korkmuş, gerçekten acı çekmişlerdi; gerçekten çaresiz ve yalnız kalmışlardı. Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile bir gerçekliği vardı: Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti. Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yanyana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! Çok insan için söylendi ama, sana da uygulanabilir denilseydi. (Bu sözleri başkalarıyla paylaşmaya razıydım. Başka çarem yoktu.) Kendime gerçekten acıyabilseydim, gerçekten ümitsiz olsaydım. (Olumlu durumları aklıma getirmeye cesaretim yoktu.) Sonra yavaş yavaş, adım adım doğrulurdum.

...(Beni görmediler herhalde. Kimler?) Yolumu görebiliyordum. Bir süre hiç gözümü kırpmadan gökyüzüne baktım; karanlığın uzaklaşmasını, renklerin ağarmasını izlemek istiyordum. Fakat bunu beceremedim galiba; arada başka şeyler de düşünmüş olmalıyım ki havanın birden aydınlandığını gördüm.

...Ayrıkotu denilen bir ot vardı ki, anlatıldığına göre toprağın bütün gücünü alıyordu. İnsan toprağa elini uzatınca, ilk bakışta bu otun hainliğini anlayamıyordu. Oysa, yere yapışık saplar uzayıp gidiyordu; çok ayaklı bir sürüngen gibi, köklerini toprağa saplayarak yürüyordu. Onları izlemenin sonu yoktu; fakat, öteki bitkiler soluk alacaktı bu kökleri sökersem. Sonra, (baş yıkıcının söylediğine göre) otlar bu kadar yükselmemeliydi; bir kere güzel değildi, ayrıca toprak bu kadar yüksek bir çimeni besleyemezdi.

... Burada paslanıp gidiyordum; hafızam paslanmaya başlamıştı bile. Yalnızlık hafızayı zayıflatıyordu.

... Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim. Bir yerlere başvurmalıydım.

Ben! diye bağırdım bütün gücümle. Sonra adımı tekrarladım birkaç kere. Ben, burada gizli bir mezhebin kurbanı olarak bir saksı çiçeği gibi kuruyup gidiyorum. Ben, çiçeklere bakmasını bilmediğim gibi, kendime bakmasını da bilmiyorum. Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim. Bu karara bütün gücümle muhalefet ediyorum. Ben yalnızlığa dayanamıyorum, ben insanların arasında olmak istiyorum. İnsanların düşmanlara da ihtiyacı vardır. (Dostlarının değerini bilmek için.)

...Yeni bilgiler öğrenmek bir yana, eski bildiklerimi unutmağa başladım. Düşüncelerimin doğruluğunu ölçmekten yoksun kaldım artık. Kimsenin gözünde, anlattıklarımın yansımasını göremiyorum, artık? Her şeyi unutuyorum, noktalamayı bile? Önlem işaretinin nerede kullanılacağını bilmiyorum? Üstelik ne ıstırap çekmeyi ne de gerçekten korkuyu öğrenebildim (ya da öğrenemedim). Hangi sözü kullanacağımı bilmiyorum. Yalnızlığımın yalnız hana zararı dokundu. (İşte, bir cümlede iki kere 'yalnız' kelimesi kullandım.) Yenildiğimi kabul ediyorum?

... Kitaplar kısaydı; kitaplar oradan buradan yapılan derlemelerden ibaretti.

...Aklın suçları daha hafif cezalara çarptırılıyordu; akılsızlığın suçlarına düşmandı.

... Kurban olmak için, her an uyanık bulanmak gerekiyordu; ayağına çarparak düşen bir taşın işlediği suçtan da sen sorumluydun.. Benden iyi kurban bulunamazdı. Onlar haklıydı; çünkü aklın işlediği suçlar azdı, çünkü toplumu düzeltme.k isteyenlerin karşısına çıkan ve bir çığ gibi büyüyen ihmal suçlarından kurtulmak gerekiyordu. Akıl, her şeyi bilerek yapıyordu; bugün kötülük yaparsa veya bir yanlışlığa düşerse, yarın iyi bir şey yapabilirdi. Akıldan ümit kesilmezdi. Rastlantılara ve kör kuvvetlere gelince, onlar hep kötülük saçacaktı, ezecekti, kıracaktı, ortadan kaldıracaktı; çünkü bilmiyordu. Akıl, çıkarını düşündüğü için, yararlanmak istediği için, büsbütün yok etmezdi. Fakat ben suçsuzdum; beni, bu toplumun hukuk anlayışı çileden çıkarmıştı. Bilerek işlenen suçlardan korkuyordum sadece; oysa beni her gün suçlu duruma düşürmek için binlerce tuzak kuruluyordu. Bununla başa çıkamazdım. Aslında, okuduklarımdan sezdiğime göre (hiçbir şey açıkça ifade edilmiyordu bu satırlar içinde), insanın bilmeden suç işlediğine de inanılmıyordu; raslantının, kör kuvvetlerin filan, kendini aldatmak olduğu kabul ediliyordu. Sonunda dayanamadım bunlara; bir köşeye büzüldüm kaldım.

...Bu duvarların (bahçe duvarları, demek istiyorum) bütün imkanlarını, sınırlarını denedim; biliyorsunuz, duvarların ötesi ancak düşünülebilir, hayal edilebilir.

...Mutlak yalnızlığın düzeni de yaramadı bana. Yıllardır özlediğim sessizlik de yıkıldı gitti. Tam gizli mezhebin korkusu bittiği sırada düzenim bozuldu. Evime bir daha uğramadım. Kitapları ve sağlam kalan bazı eşyayı çıkarmışlar; bir depoya koydurdum onları. Gidip görmedim. Kafamdaki düzen de eşyaya bağlıymış demek. Hiçbir şey düşünemiyorum. Kafamda belirleyemediğim bazı şeylere kızıyorum sadece. Bir ad veremediğim kişiye söylenip duruyorum. Bunu bana yapmalarına engel olsaydın, bunu bana yapmasaydın, neden sen de onlarla birlik oldun? Benimle neden uğraşıyorsunuz? Benden ne istiyorsunuz? Neden her şeyi, tam istemediğim sırada veriyorsunuz bana? Neden bu kadar bekletiyorsunuz? Neden bir şeyi elde etmenin anlamı kalmayıncaya kadar, onu vermemekte inat ediyorsunuz?

... Bir şey düşünmemek kadar normal bir şey olamaz; fakat belirsiz durumda kalmak, beni bütün hareketlerimde asıl şaşırtan işte bu...

...Yalnız yaşamanın da sayılmayacak kadar çok güçlükleri var. En basiti, sabahları sizi uyandıracak bir canlının bile bulunmaması, siz bilemezsiniz ne dayanılmaz bir şeydir. Ayrıca kalktınız diyelim -çünkü şimdi köpeğim var, sabah yedide odamın kapısını tırmalamağa başlıyor; ben öğretmedim tabii- çayı kim pişirecek? Bu köpek de ayrı dert; onu pek sevdiğim söylenemez. Bazı şeyler öğrettim -biraz tekmeleyerek. (Bundan üzüntü duyduğumu da belirtmeliyim.) Fakat tanıdığım biri -çok iyi bir insan olmakla birlikte çok iri yarı olduğu için biraz acımasız olduğunu sanıyorum hayvanlara iyilikle hiçbir şey öğretilemeyeceğini söylemişti bana, köpeği ilk aldığım zaman. Ben de dövdüm hayvanı. Ayılara kızgın tepsinin üstünde sıçrayıp oynamasını öğretiyorlarmış; ben o kadar ileri gitmedim. Hatta denebilir ki oldukça yumuşak davrandım ilk günlerde -o zaman o kadar küçüktü ki.- Sonunda bu yumuşaklığımın cezasını gördüm: Yorgun argın eve döndüğüm sırada üstüme atlayıp durmadan yalamaya başladı beni. İri yarı arkadaşım haklıydı: Ona, bu yumuşaklığım yüzünden, köpeklikten başka bir şey öğretemedim. Bir de yalnızlığı öğrettim ona. Şimdi gece yarısı, ikimizi de uyku tutmadığı zaman, kendi koridorlarımızda bir ileri bir geri, sinirli adımlarla dolaşıp duruyoruz. Tekmeleyerek, sadece çişini filan tutmasını öğretebildim. Bir de ön ayağını uzatmasını öğretmiştim -onu çabuk unuttu. Biraz gerizekalı bir köpek olduğunu sanıyorum. Kuduzdan korktuğum için veterinere götürüyorum; geceleri neden dolaştığını ve hiçbir hüner öğrenmediğini de sormak istiyorum veterinere, utanıyorum. Belki de ben suçluyum bu meselede. Çünkü onu aldığım zaman, ceketimin cebine girecek kadar küçüktü; az gelişmişliğinin benden başka sorumlusu olamaz. Şimdi, üzgün anlarımda, sebepsiz yere onu tekmelediğim oluyor. Üstelik ona bir şey öğretilemezmiş artık. Bu işte de, her zaman olduğu gibi çok geç kaldığımı hissediyorum.

...Ölmüyorum. Sevdiğim insan içimde yaşıyor. Geceleri sessiz köşelerde çok ağlıyorum. Ben suçsuzum diyemiyorum, kimseye anlatamıyorum, yapmadım ben diyemiyorum, suçu üzerime alıyorum. Doğruyu anlatsam hiç kimse inanmayacak. Yalancı diyecekler bana.

...Bize şimdi yeni bit hava getir, Tahta Atın nasıl yapıldığını anlat. Tuzak nasıl kuruldu, onun şarkısını söyle, Şehrin girişinde sağlamlığını bugün de koruyan duvarlar Romalılardan kalmadır, Sen bize güzel bir masal anlatırsan, dedim ona, ben de senin sayende dünyaya belki yeni bir şeyler söylerim, Gördüğünüz kuyuda bir zamanlar bütün şehre yetecek kadar su vardı. Ozan çok dertliydi anlaşılan; bu sözler üzerine öyle bir masala başladı ki bir daha onu susturmak elden gelmedi.

... Doğru yoldan saptığım için Tanrı yardımını esirgedi benden. Tanrı dürüst kullarını korumak için onları çarpık yollarda muzaffer kılmıyor...

...Bilindiği gibi başlangıçta zaman vardı ve her şey zamanla oldu. Nice yiğitler zamanla yıkıldı gitti de sabırla yerde sürünmesini bilenlere güldü talihin yüzü. Sonu belirsiz kavgalarda önceleri ihtiyar düşmanlarına acıyacak kadar güçlü görünen gençlere, günü gelince hiç aman vermedi ihtiyar kurtlar. Nice başı dik kavgacı kuru dallar gibi kırılıp telef oldu, hem de tam davasında haklı olmadığını sezdiği sırada. Tez davranıp inandıkları uğrunda ölmesini beceremeyenler, inanç değiştirmekten başları döne döne ihtiyarladılar. Haklı davalara taraftar bulmada çok zorluklar çekildi.

...Derler ki, denizi her tarafları kuşatmış olan ve tepelerinde ve düzlüklerinde sayısız çirkin yapının kaynaştığı ve tarihin her gün istimlake uğradığı büyük bir şehirde, gökyüzüne yükselen bir konağın belediye parkından kaç misli büyük bahçesinde demirden bir at heykeli varmış ve bu anıtın anlamı denildiğine göre şu demekmiş: Konağın ve daha nice varlığın sahibi, köşkünün önünden geçen halka demek istermiş ki: ey halk! siz böyle at gibi uysal kaldıkça, dünya davalarına at gibi baktıkça benim varlığım da gökyüzüne doğru yükselir de yükselir. Bu atın manası buymuş. Sizin atınızın temsili nedir? Sizin atınız hangi akla hizmettir? Bu başımıza gelen kaçıncı rezalettir? Yakın tarihimizi ve kültürümüzü ve edebiyatımızı ve sanatımızı ve imalatımızı ve siyasetimizi kemiren bu Tahta At zihniyeti, bu elem verici zavallı görünüşüyle bizi daha ne kadar tahta nalları altında inletecektir? Gövdesinde barındırdığı yarım yamalak sahte savaşçılarıyla bizi daha ne kadar tehdit edecektir? Hiç utanmak yok mudur?

...Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor...

...Şimdiki gençler başka türlü babacığım: Her sözden tek anlam çıkarıyorlar...

...İnsanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar...





...Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingodu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görümüyle 'varoluşçu bir bunalımı' yanyana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini 'deli saçması' mı bulurdun? Sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılması gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin 'bilinç akımı' denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın.

Maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin? Aslında 'ruhiyat'la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de 'ego'nun farkında değildin.) Bir yerde okumuş olsaydın da bana, "Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?" diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum. Hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gidip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar babacığım. Bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. Bense aslında sana benziyorum babacığım: Artık içiki de iyi gelmediği için böyle durumlarda koltuklara baykuş gibi tünüyorum.

Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: Medeniyeti sevmiyorum. Bu günlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir başkaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, "İşte bütün 'terakkinizi' gördüm ve 'aslıma rücu ediyorum' (yani Cemil Beye dönüyorum"), diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. Sen bunu Ziya Paşanın ya da Mehmet Akif'in tepkilerine benzetebilirsin. Annem duysaydı çok ağlardı. Sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak 'tavsif' etmezdin. Gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. Lukianos'u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, "Bu oğlan onun için Allaha inanmıyor, bana karşı geliyor," diye pek gerçekçi saymadığım bir yorumda bulunmuştun. Sen de Allaha bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde- son yıllarında inanmıştın babacığım. Son yıllarında cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. Acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir 'iman buhranı' geçirmiş miydin? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. Her zaman 'namazında niyazında' olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın. Benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak görürdün. Oysa ben kendimi modası geçmiş biri olarak 'telakki ettiğim' için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlılıkla ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum, önünde 'hayat' denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna 'şimdilerde' kaçış diyorlar babacığım; birtakım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi? Hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman -sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

Oğlun

Oğuz Atay...

Okuma : Karakutu... Korkuyu Beklerken 7 bölüm halinde...

Share/Save/Bookmark