Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Leolo...


Yönetmen:Jean-Claude Lauzon Senaryo:Jean-Claude Lauzon
Yapımcı:Lyse Lafontaine, Aimée Danis
Süre:1 saat 47 dk
Yapım:1992 ~ Fransa
Tür:Dram,
Göz alıcı, muhteşem ve eleştirmenler tarafından "Kanada'da yapılmış en özgün filmlerden biri" olarak övülen Léolo, nefis, garip, erotik, cüretli ve unutulması zor bir sinema yapıtı. Gecenin ortasında tek başına, küçük Léo, hatıralar, düşler ve kâbuslar sandığını açar. Diline doladığı temel mantık, "Hayal ediyorum, demek ki yokum"dur. İlginçlikle delilik arasında bir yerde duran ailesiyle kuşatılmış Léo, kendi hayaller girdabının hem efendisi hem de kurbanı olarak bir düşler ve takıntılar dünyasına kaçar. Düş dünyasında, güneşin ya da muzır bir "Sicilya" köylünün spermini taşıyan bir domatesin oğlu olduğundan emin, kendisine Léolo adını takar.

Kaynak : Vikipedi





* Düşlediğim için, ben o değilim.

* Yazmak için iki kelime yeter: En kısa yolu seçtim.

* Bir kitapta neler olduğunu hatırlamak için uğraşmam. Bir kitaptan tek istediğim... ...bana cesaret ve enerji vermesi,... ...sandığımdan daha fazla bir yaşamın olduğunu bana göstermesi...
...ve hareket etme ihtiyacını bana hatırlatmasıdır.

"Tek gerçek hazzı yalnızlıkta buldum."
"Yalnızlık benim kalemdir."
"Orası sandalyemin, masamın,
yatağımın,..."
"...imbatımın ve güneşimin
olduğu yerdir."
"Sürgündeyim."
"Sahte bir diyardayım."
DÜŞMÜŞLERİN DÜŞMÜŞÜ
"Düşlediğim için, ben ben değilim."
Düşlediğim için, ben ben değilim.

* Hatırlayabildiğim en eski şey, ilk anılarımla içiçe geçmiş olan, ışık ve kokuydu.

* O mısra terbiyecisiydi. Terbiyeci, gecelerini dünyanın çöplerini karıştırmaya harcıyordu.
Tek ilgilendiği sadece mektuplar ve fotoğraflardı. Her gülüşü, her bakışı, her aşk sözcüğünü ya da ayrılığı taşıyordu. Sanki kendi hikayesiymişçesine.

* Yarı saydam bile olsa hiçbir duvar beni engelleyemeyecek...

* Terbiyeci, kelimelerin ve imgelerin insanların hayallerinde, yeniden doğabilmesi için, mısraların küllerine karışması gerektiğine inanıyordu.

* Sabahları erken kalkarım. Uyanmak, rüyalar ülkesinden gerçekliğin ortasına sert bir zorunlu iniş yapmaktır.

* Büyükbabam huysuz bir adam değildi. Ama yine de beni öldürmeye çalıştı. Hiç korkmadığımı ve güzel bir hazine hakkında düş gördüğümü hatırlıyorum. Çoktan öldüğümü bildiğim içindi belki de...

* -Bugün ilk kim konuşacak?
- Neden sen istemiyorsun, Leo?
-Çünkü benim adım Leolo Lozone. Bu nedenle tanımadığın bir insan hakkında konuşamazsın...

* O sırada, aramızdaki birkaç yaş bana aşılamazmış gibi gelirdi. Ve arzularımı konuşmadan yaşardım...

* Yüzündeki derin çizgilerin yaşının dışında anlattığı bir şey yoktu. Günaydınla hoşçakal
arasında bir yer...Zamanın kıymığının battığı sonsuz, bakir bir ay...

* Diğer zamanlar,herkesi görmek için her yere gitmeniz gerekirdi. Ve koridorlar çok uzundu...

* Günışığında tuzağa yakalandı...Yapayalnız... Yeri yurdu olmadan...Onu sakinleştirecek
böcekler olmadan... Benim narin kızkardeşim, Kraliçe Rita kendini akıntıya bıraktı.

* Bir gece, ışığın nereden geldiğini nihayet anladım. Uzun zamandır dolabın arkasından benim için şarkı söyleyen Binaca'ydı o.

* Küçüklüğümde suyun altına saklanmayı severdim. Havuzumuzun dibi, gökyüzü mavisiydi.
Batık bir gemi enkazında korsanların hazinesi vardı.

* Yıkansalar bile kokuyorlar.

* Annem plastikten güzel bir çiçek verdi bize. Odanın içi aydınlandı sanki; çünkü bir çiçek, şekilden ziyade, doğanın bir tasavvurudur. Toz, al kırmızının üstünü örtüp, onu gün geçtikce yumuşatıyor. Keşke aileden biri, taç yapraklarından birinin altına "made in Hong Kong" etiketi yapıştırılmış olan bu çiçeğin yapma olduğunu fark etse. Tek yapılması gereken, benim ufak bir hareketle etiketi çıkarmam. Ve bir yanılsamaya inanmaya başlamak.

* Ama ona dokunmak istemiyorum. Yaşayan ölüler mezarlığında olmak istemiyorum.

* Battaniyedeki bir delikten dışarı çıkan ayak parmaklarım, hâlâ burada olduğumu hatırlatıyor bana.
Gün be gün, farkına varmadan bir parmağımı, hergün deliğe daha fazla soktum. Yarın tüm ayağım olacak. Sonra bacağım. Ve yakında da bütün vücudum. Bu delikle kendimi boğmadan önce bu hayatı bırakmam gerektiğini hissediyorum.

* Şiir, bir pistonu tamir etmeye yaramaz.

* O gün. Korkunun içimizdeki derin kuytularda yaşadığını ve bir kas dağının ya da binlerce askerin
hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anladım.

* Terbiyeci haklıydı. Yan yana getirilen kelimelerde bir sır vardı.

* Bir satıcı boşlukta bağırıyor. Bu sabah yüz sayfayı boyayacak kadar kan var. Ve öfkelerini bastırmak için onları satın alacak. Yeterince de insan. Tüfeğimi çekip bir arabaya ateş ediyorum.
Namluya bakıp, babama doğru nişan alıyorum. Samanyolu kadar kocaman kıçına bir fişek yapıştırmak istiyorum. Çünkü otobüs bekliyorum..Ve gelecek hafta da bekliyor olacağım. Yine bekleyeceğim...

* Rıhtımlarda geçip giden gemileri seyretmekten sıkılırız. Asla binemeyeceğimiz gemileri.

* Belki de namluyu burnuma dayayıp düşüncelerimi her yere savurmalıyım. Piçkuruları...
Köşeme çekilmeden önce havaya uçtuğumu görseler eminim şoke olurlardı.

* İçgüdülerim bana yol gösterirdi ama ben gene de onun oda numarasını sordum. Onun adını söylediğimde kendimi çok tuhaf hissettim... Çünkü o ad, benim de adımdı.

* O an tek düşünebildiğim harika bir film sahnesi olabileceğiydi. Her zaman ki gibi. Kendi yaşamımın seyircisiydim...


Düşlediğim için, ben ben değilim.
Çünkü düşlüyorum.
Düşlüyorum...
Çünkü onlar beni güne bırakmadan
önce, ben kendimi...

...düşlerime bıraktım.

Çünkü sevmiyorum...
Çünkü sevmekten korktum...
Artık düşlemeyeceğim.
Artık düşlemeyeceğim.

"Sen benim kadınım..."
"Kanlı hüznüm..."
"Yalnızlığın çığlığı,
tek başına bıraktığı,..."
"Bedenimi deliyor."
"Hayat yolumu şaşırdığımda..."
"Geceleri hep yanımdasın,"
"Borcumu, yüz katıyla
geri ödedim sana."

Düşün kehribar rengi...
Bana söylediğin yalanın
küllerinden...
Geriye kalandır.
Beyaz huzur...
Sonsuzlukta bir andır...
Bir bıçakla hüznümü delen...
Siyah saçlı, hain bir öksüz...
Ve yalnızlığımda...
Tekrar tekrar doğup,
bana pişmanlık bırakan...
Ak göğüs.
"Ve başımı dinlendireceğim
Yutan Yutulan'daki..."
"...iki kelime arasında."
"Leolo."

Leolo

Share/Save/Bookmark

Guguk Kuşu/One Flew Over the Cuckoo's Nest ...



Orjinal Başlık: One Flew Over the Cuckoo's Nest
Katagori Dram ,
Yıl: 1975
Yönetmen: Milos Forman
Oyuncular: Jack Nicholson, Louise Fletcher, William Redfield, Michael Berryman, Peter Brocco, Dean R. Brooks,Alonzo Brown,Scatman Crothers



Özgürlük üzerine işlenen film, arka planda toplumla birey arasındaki uyuşmazlığı dile getirirken, (özgürlük bir başkasının haklarına tecavüz etmek, zarar vermek değildir.) ön planda otorite ile beyinlerin uyuşturulmasının sistematik olarak yanlışlığını gözler önüne seriyor...

Otoriter bir sistemle düzen kurulan hastane de, sorunları çözmek yerine, sorunları koz olarak kullanarak, kontrol altında tutmaya çalışan bir hemşire ve baskı ve zorlamalara yanaşmayan, sürekli olarak sorgulayan McMurphy , içinden geldiği gibi davranışlar sergileyerek, arkadaşlarının içindeki özgürlüğü de bu şekilde perçinleyerek mücadele etmektedir...

“Ne yani, hepiniz durmadan buranın dayanılmazlığından yakındığınız halde, dışarı çıkacak kadar yüreğiniz yok mu?.. Tanrı aşkına, siz kendinizi ne sanıyorsunuz?.. Deli falan mı?.. Değilsiniz işte. Değilsiniz!.. Sokakta dolaşan ortalama gerzeklerden daha deli değilsiniz...”

Nitekim, kekeme olan Billy’in, geçirdiği gecenin de etkisiyle nasıl özgüvenin geldiğinin, dilinin bir anda çözüldüğü izleyicilerin gözünden kaçmamıştır herhalde... Ta kii hemşire onu korkularıyla tekrar ablukaya alarak annen diyesiye kadar... Sorunu çözüp, sorunlarla mücadele etmek yerine, sorunları koz olarak kullanıp kontrol altında tutmak... Ve tabii istenmeyen sonuçlardan biri... Çıkmaza giren çocuğun hayatını sonlandırması...

İlginç tiplemelerden biri de Kızılderili’ydi... Normalde sağır ve dilsiz olmayan Şef sağır ve dilsiz rolü oynamaktadır... Büyük ihtimalle babasının da bu şekilde uğraşılarak yok edildiğini ileri süren şef bu yüzden toplumdan kaçmakta, ve hatta sağır ve dilsiz rolü oynamaktadır...

“Şef, ben artık dayanamıyorum. Buradan çıkmam lazım.
Yapamıyorum. Yapamıyorum işte.
Bu sandığından daha kolay Şef.
Senin için belki. Sen benden çok daha büyüksün.
Aman Şef, sen neredeyse lanet bir ağaç kadar büyüksün.
Asıl babam çok büyüktü. O canının istediğini yapardı. Bu yüzden herkes onunla uğraştı.
Babamı son gördüğümde dut gibi sarhoştu. Şişeyi ağzına her götürdüğünde... o içkiyi tüketmiyordu. İçki onu tüketiyordu, ta ki küçülüp... büzüşüp, sararıncaya dek. O zaman köpekler bile onu tanımazdı.
Onu öldürdüler ha?
Ben öldürdüler demiyorum. Sadece onunla uğraştılar, seninle uğraştıkları gibi.”

Ve beklenmeyen son... Murhpley beyninin elektrikle uyuşturulması ve şef’in onu boğması...

Senin kaçtığını söylediler. Bensiz gitmeyeceğini biliyordum. Seni bekliyordum. Artık yapabiliriz Mac. Kendimi bir dağ kadar kocaman hissediyorum. Olamaz!

Sensiz gitmem Mac. Seni burada böyle bırakmam. Benimle geliyorsun. Hadi gidelim!

Ötenazi gibi bir şey... İyileşmeyeceğini bildiğin yakınının fişini çekmek... Bunu yapar mıydım?..

Çoğunluk yanım evet derken, evet demenin de uygulamada bu kadar kolay olmayacağını biliyorum sadece...
***

* Şimdi kalkmışlar bana delisin diyorlar. Neymiş efendim, lanet bir bitki gibi yerimde durmuyormuşum. Bu bana çok anlamsız geliyor. Eğer delilik buysa... o zaman ben kafayı yemişim, zıvanadan çıkmışım, tırlatmışım. Ama ne çoğu, ne de azı.

* Bu gürültüde düşündüklerimi bile duyamıyorum.

* Ne olduğunu bilmediğim bir şeyi içmekten hoşlanmam.

* Yuvarlanan taş yosun tutmaz.

* Hareket eden bir şeyin üstünde, bir şeylerin büyümesi zordur...

* En yakın olduğu kişi, en nefret ettiği kişi...


* -Başkalarıyla birlikte geçirilen zaman, çok iyileştiricidir. Oysa yalnız başına kara kara düşünmek yalnızca kopukluk hissini arttırır.

Yani demek istiyorsunuz ki, kendi başına olmayı istemek hastalıklıdır?

* Yapabileceğimiz en iyi şey, gündelik rutini sürdürmek.


Share/Save/Bookmark

Godot'yu Beklerken...



* Ömrümce, kendime, Vladimir, makul ol, henüz her şeyi denemiş değilsin, deyip karşı koymuştum o fikre. Sürdürüyordum mücadelemi.

* Sanki bir sensin acı çeken! Ben insan değilim çünkü! Yerimde olmanı çok isterdim. Neler derdin kim bilir!

* İnsan hayatta küçük şeyleri ihmal etmemeli...

* İşte tipik bir insan - ayağının kusurundan ötürü ayakkabısını suçlayan!

* Doğduğumuz için mi pişman olalım? Ürkütücü bir mahrumiyet bu...

* İnsan gülmeye cesaret bile edemiyor artık. Sadece tebessüme imkan var...

* Kutsal toprakların haritalarım hatırlıyorum. Renkliydiler. Çok güzel. Ölü Deniz soluk maviydi. Bakmak bile susatırdı beni.

* Tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğreninceye kadar bekleyelim...

* Neyse odur insan. Aslı değişmez insanın...

* Demiri tavında dövmek gerek...

* Yol herkesindir...

* İnsan tek başına seyahat edince yol bitmek bilmiyor...

* Benzerlerimden uzun süre ayrı kalamam, benzerlik kusurlu bile olsa...

* Teorik olarak kemikler, taşıyıcının hakkıdır...

* İkinci içiş harika olmaz... İlkine göre yani... Ama yine de hoştur...

* Ne kadar çok insan tanırsam o kadar artar mutluluğum. En zavallı yaratıktan bile çok şey öğrenir insan; zenginleşir, sahip olduğu nimetlerin önemini daha iyi idrak eder.

* Hep bir ağızdan konuşursak, hiçbir şeyi halledemeyiz...

* Herkes payına düşeni yaşar...

* Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerlidir...

* Zaten her şey yatışıyor...

* Ne beklemek gerektiğini biliyorsa insan eğer, sabretmekten yılmaz...

* Teşvik edilmeye öyle ihtiyacım var ki? Sonuna doğru biraz performansımda düşüş oldu fark etmediniz mi? Gördüğünüz gibi kusursuz değil...

* Ya yürür, ya sürünür...

* Herkes değişir, biz değişemeyiz...

* Ne olağanüstü oyunlar oynar hafıza!..

* İnsan halet-i ruhiyesine hakim olamaz ki.

* Ama önemli olan davranış tarzı, insan yaşamak istiyorsa buna dikkat etmeli.

* Aynı pisliği iki defa göremezsin.

* Ya çabuk unuturum ya da hiç unutmam.

* Tanımak mı? Nasıl tanıyacak mışım? Şu kepaze hayatımı çamurda geçirdim! Sen de tutmuş manzaradan bahsediyorsun!

* Her koyun kendi bacağından asılır. Ölene dek...

* Madem ki susmasını beceremiyoruz, beklerken sakin konuşmaya çalışalım.

* Başlamaktır zor olan.Evet ama karar vermek gerekir.

* Her noktadan yola çıkılabilir.

* İnsan ararken bir şeyler işitir. Bu da bulmayı engeller. Düşünmeyi engeller.

* Kararlı bir biçimde Doğaya dönmemiz gerekir.

* Başka kompartımanda. Boşluktan yana eksiğimiz yok.

* Daima bir şey buluruz, değil mi Didi, bize varolduğumuz izlenimini verecek?

* Kulaklarımızda hala çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük!

* Kollarımızı kavuşturup durumun eğrisini doğrusunu ölçüp biçerken de, türümüzü onurlandırdığımız doğrudur.

* Kaplan kaplanın yardımına hiç düşünmeden koşar ya da balta girmemiş ormanın derinliklerinde. Kaybolur.

* Bütün bildiğim şu: saatler geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü nasıl desem-ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar.

* Bekliyoruz. Sıkılıyoruz. (Elini kaldırır.) Hayır itiraz etme, sıkıntıdan patlayacağız, inkar edemeyiz bunu. Güzel. Peki. Bir değişiklik oluverince ne yapıyoruz? Fırsatı kaçırıyoruz. Hadi işe koyulalım. Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde.

* Körlerin zaman kavramı yoktur. Zamanla ilgili nesneleri de görmez onlar.

* Dün kimseyle tanıştığımı hatırlamıyorum. Ama yann da bugün biriyle tanıştığımı hatırlamayacağım. Yani aydınlanma konusunda bana güvenmeyin.

* Ne zaman!Ne zaman! Günün birinde! Yetmez mi işte! Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum. Günün birinde sağır olacağız. Günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. Aynı gün, aynı an, size yetmiyor mu bu kadarını bilmek?

* Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir.

* Uyuyor muydu m ben başkaları acı çekerken? Şu anda uyuyor muyum? Yarın uyanınca veya uyandığımı sandığımda, bugün hakkında neler söyleyeceğim?

* Peki sen kimin omzuna basacaksın.


Samuel Beckett

Çeviri : Uğur Ün-Tarık Günersel


Okuma : Epigraf 1.ci Perde (Hasan Anamur Çevirisi)

Share/Save/Bookmark

Godot'yu Beklerken...

ESTRAGON: Yapacak bir şey yok.
VLADIMIR: Al benden de o kadar. Ömrümce, kendime, Vladimir, makul ol, henüz her şeyi denemiş değilsin, deyip karşı koymuştum o fikre. Sürdürüyordum mücadelemi. İşte yine karşımdasın.

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON: İnsan hayatta küçük şeyleri ihmal etmemeli...
ESTRAGON : Ne desem bilmem ki; sen hep son ana kadar beklersin zaten.
VLADIMIR: Son an ... Ertelenen umutlar ... şeyi perişan eder. Kimin lafıydı bu?
ESTRAGON : Yardım etsene!
VLADIMIR: Bazen o son anın geldiğini hissederim, her şeye rağmen. O zaman iyice tuhaflaşırım. Nasıl diyeyim? Hem ferahlarım hem de korkuya kapılırım. KOR-KUYA! Komik! Yapacak bir şey yok.
Eee?
ESTRAGON : Hiç.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON : Doğduğumuz için mi pişman olalım?
VLADIM1R: İnsan gülmeye cesaret bile edemiyor artık.
ESTRAGON :Ürkütücü bir mahrumiyet bu.
VLADIMIR: Sadece tebessüme imkan var. Aynı şey değil. Ama yapacak bir şey yok. Gogo.

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON : Haklarımızı kaybettik ha?
VLADIMIR : Haklarımızdan kurtulduk.
ESTRAGON : Bağımlı değil miyiz? Yani-

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON: Şuna bak! Tuhaf, yedikçe tadı berbatlaşıyor.
VLADIMIR: Benim içinse tam tersi geçerlidir.
ESTRAGON: Yani?
VLADIMIR: Ben bir şeyin tatsızlığına gittikçe daha çok alışırım.
ESTRAGON: Şimdi bu dediğin tersi mi oluyor?
VLADIMIR: Mizaç meselesi.
ESTRAGON: Karakter.
VLADIMIR: Elden bir şey gelmez.
ESTRAGON: Çırpınsak da nafile.
VLADIMIR: Neyse odur insan.
ESTRAGON: Mücadele nafile.
VLADIMIR: Aslı değişmez insanın.
ESTRAGON: Yapacak bir şey yok


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket


POZZO : Artık varlığıma katlanamıyor! İnsani yönüm biraz zayıf belki, ama kime ne? Diyelim ki şimdi, hava aydınlıkken çekip gittiniz. Hava hala aydınlık, kimse inkar edemez bunu. Güzel. Yani giderseniz-yoruldum--o takdirde-bu durumda sizin şu Godet ... Godot... Godin ... neyse kimi kastettiğimi anladınız... istikbalinizin ... en azından yakın istikbalinizin ... bağlı bulunduğu şu adamla randevunuza ne olur?
VLADlMlR: Kim açtı bu konuyu size?
POZZO : Tekrar konuştu benimle! Böyle giderse yakında dost olup çıkarız.
ESTRAGON : Yükünü neden yere bırakmıyor?
POZZO: Onunla ben de tanışmak isterim. Ne kadar çok insan tanırsam o kadar artar mutluluğum. En zavallı yaratıktan bile çok şey öğrenir insan; zenginleşir, sahip olduğu
nimetlerin önemini daha iyi idrak eder. Siz bile ... kim bilir, belki siz bile bana bir şeyler katarsınız
ESTRAGON : Yükünü neden yere bırakmıyor?
ginleşir, sahip olduğu nimetlerin önemini daha iyi idrak eder. Siz bile ... (onlardan söz ettigini anlasınlar diye onlan art arda gösterişle süzer) ... kim bilir, belki siz bile bana bir şeyler katarsınız.
ESTRAGON : Yükünü neden yere bırakmıyor?
POZZO : Gerçi bu benim için şaşırtıcı olur.
VLADIMIR: Size bir soru soruluyor.
POZZO: Soru mu! Kim? Ne sorusu? Daha demin korkudan titreyerek Efendim diyordunuz bana. Şimdi kalkmış soru soruyorsunuz. Bu gidişten hayır gelmez.
...
..
.
POZZO: Anladığım kadarıyla yükünü niye yere bırakmadığını öğrenmek istiyorsunuz.
.
..
....
POZZO : Neden rahatına bakmıyor? Açıklamaya gayret edeyim. Buna hakkı yok mu? Kesinlikle var. Demek ki arzu etmiyor. İşte muhakeme diye buna denir. Peki neden arzu etmiyor? Beyler, sebebi şu.
VLADIMIR: (Estragan'a). İyi dinle.
POZZO: Beni etkilemek istiyor, onu yanımda tutayım diye.
ESTRAGON: Ne?
POZZO: Galiba pek anlatamadım. Kendine acındırmak ve beni ondan ayrılma fikrinden caydırmak için yapıyor bunu. Yo, aslında tam öyle de değil.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz?
POZZO : Beni yumuşatacak aklınca, avucunu yalasın.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz?
POZZO : Aklınca ne kadar iyi taşıdığını görünce onu hep bu görevde tutacağım.
ESTRAGON : Ondan bıktınız mı?
POZZO : Aslında uyuz eşek gibi taşıyor. Bu işin adamı değil.
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz?
POZZO : Yorulmadığını görünce kararımdan cayarım zannediyor. Sefil planı bu işte. Sanki köle sıkıntısı çekeceğim. (Üçü de Lucky'ye bakar.) Jüpiter'in oğlu Atlas, mübarek! (Sessizlik.) İşte bu kadar, kanaatimce. Başka bir husus var mı?
VLADIMIR: Onu def etmek mi istiyorsunuz?
POZZO: Dikkatinizi çekmek isterim ki benim yerimde o olabilirdi, onun yerinde de ben. Ama, neylersiniz, böyle buyurmuş talih. Herkes kendi payına düşeni yaşar.
VLADIMIR: Onu defmiyorsunuz?!
POZZO: Pardon!
VLADIMIR: Onu defetmek mi istiyorsunuz?
POZZO: Evet. Ama pekala yapabileceğim gibi kıçına bi tekme atıp kapının önüne koymak varken zahmete giriyorum, bari iyi fiyata satılsın diye panayıra götürüyorum. Ah bu yufka yüreğim! İşin aslı, bu tür yaratıkları kovmak imkansızdır. Yapılacak en iyi şey bunları öldürmek.
ESTRAGON : Ağlıyor!
POZZO: İhtiyar bir sokak köpeği bile bundan vakurdur. Yatıştırın bari, madem acıyorsunuz. Alın hadi. Silin gözlerinin yaşını. Terk edilme hüznü hafifler böylece.
.
..
....
POZZO: Ağlamayı kesti. (Estragon'a.) Onun yerini aldınız, bir bakıma. (Lirik.) Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı. Aynı şey gülmek için de geçerlidir... Bizim kuşak hakkında kötü şeyler-söylemeyelim öyleyse, önceki kuşaklardan daha bedbaht değiliz çünkü. İyi şeyler de söylemeyelim. En iyisi hiçbir şey söylemeyelim. Nüfusun arttığı bir gerçek.
...
..
.
POZZO: Lucky olmasaydı sıradan şeylere hapsolurdum, duygularım da incelmezdi. Mesleki kaygılar yüzünden! Neyse. Güzellik, iyilik, hepsi benim ötemdeydi. Ben de bir köle aldım kendime.
VLADlM1R: Köle mi?
...
..
.
VLADlM1R: Şimdi de onu kovuyor musunuz? Böyle sadık, ihtiyar bir uşağı?
ESTRAGON: Pis herif!
VLADlM1R: Onda iyi olan ne varsa hepsini vampir gibi emip iliğini kuruttuktan sonra ... fırlatıp atıyorsunuz demek ... muz kabuğu gibi! Yani ...
POZZO: Tahammülüm kalmadı ... artık ... yaptıklarına katlanamıyorum ... siz nereden bileceksiniz ... korkunç, korkunç ... gitmesi şart ... delirtecek beni ... tahammülüm kalmadı...yetti artık...

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Zaman durdu.
POZZO: İnanmayın efendim, inanmayın. Her şeye inanın, buna inanmayın.
ESTRAGON: Ona her şey kapkara görünüyor bugün.
POZZO: Gökkubbe hariç. Ama meseleyi anlıyorum, buralı değilsiniz, bizim alaca karanlıklar nelere kadirdir bilmezsiniz. Anlatayım mı?
...
..
.
POZZO: Ha, doğru ya! Gece. Ama lütfen kendinizi verin, yoksa hiçbir yere varamayız. Bakın! Göğe baksana, eşek! Güzel, yeter. Ne olağanüstülüğü var? Gökyüzü olarak yani? Günün bu saatindeki her gökyüzü dilimi gibi soluk bir aydınlığı var. Bu enlemdeki. Hava güzelken. Bir saat önce aşağı yukarı tepemizde sabahın onundan beri kızıl beyaz ışık sağanaklarını hiç azaltmadan boşalttıktan sonra, parlaklığını kaybedip soluklaşmakta hep biraz daha, biraz daha solar, ta ki (dramatik bir an, birbirinden açılan iki elin geniş yatay hareketi) püff! son! artık dinlenecektir. lakin-(elini uyarırcasına kaldırır)Lakin bu yumuşaklık ve huzur perdesi ardında gece dörtnala hücuma geçip (sesi çınlar) üzerimize atılır (parmaklarını şaklatır) paf! işte böyle! Onu hiç beklemediğimiz bir anda. (Sessizlik. Hüzünle.) İşte bu rezil coğrafyada böyle olur geceler.
ESTRAGON: İnsan biliyorsa eğer.
VLADIMIR: Sabretmekten yılmaz.
ESTRAGON : Ne beklemek gerektiğini biliyorsa.
VLADIMIR: Endişeye mahal yoktur.
ESTRAGON: Sadece bekler.
VLADIMIR: Artık alıştığımız gibi.
POZZO: Nasıl buldunuz beni? Parlak mı? Vasat mı? İdare eder mi? Berbat mı? Kesinlikle feci mi?
VLADIMIR: Ah, çok iyi, çok çok iyi.
POZZO: (Estragan'a). Peki ya siz, Bayım ...
ESTRAGON : Ah, gut gut, veri veri gut.
POZZO: (coşkuyla). Sağ olun beyler, sağ olun! Teşvik edilmeye öyle ihtiyacım var ki? Sonuna doğru performansımda biraz düşüş oldu, fark etmediniz mi?
VLADIMIR: Canım belki sadece azıcık birazcık.
ESTRAGON : Ben bilerek yaptınız sanmıştım.
POZZO : Gördüğünüz gibi, kusursuz değil.
POZZO: Eskiden farandol, jig, fandango, tango, mambo, hatta denizci dansları bile yapardı. Zıp zıp zıplardı. Zevk için. Artık ancak bu kadar dans edebiliyor. Ne diyor bu dansa, biliyor musunuz?
ESTRAGON : Günah Keçisinin Can Çekişmesi.
VLADIMIR: Kahreden Kabızlık
POZZO : Ağ· Kendini bir ağa dolanmış sanıyor.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



POZZO : Bir türlü... gidemiyorum.
ESTRAGON : Hayat işte.
VLADIMIR : Yanlış yöne gidiyorsunuz.
POZZO : Start için hız almam lazım..


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Yalınayak yürüyecek değilsin herhalde!
ESTRAGON: İsa yürümüştü.
VLADIMIR: İsa mı? İsa da nereden çıktı şimdi? Kendini onunla kıyaslamıyorsun herhalde.
ESTRAGON: Bütün ömrümce kendimi hep onumla kıyaslamışımdır.
VLADIMIR: Ama onun yaşadığı yer sıcaktı, kuraktı!
ESTRAGON: Öyle. Çarmıha germek de şipşaktı.
VLADIMIR: (sessizlik). Burada yapacak işimiz kalmadı.
ESTRAGON: Başka yerde de.
VLADIMIR : Aman, Gogo, öyle deme. Yarın her şey daha iyi olacak.
ESTRAGON : Nereden biliyorsun?
VLADIMIR : Ufaklığın dediğini duymadın mı?
ESTRAGON : Hayır.
VLADIMIR : Godot'un yarın kesinlikle geleceğini söyledi.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON : Bir dakika! Acaba beraber olmasaydık ikimiz için de daha hayırlı olmaz mıydı? Aynı yolun yolcuları değiliz aslında.
VLADIMIR : Orası belli değil.
ESTRAGON : Doğru hiçbir şey belli değil.
VLADIMIR : Her zaman ayrılabiliriz; bizim için daha iyi olacağına inanıyorsan.
ESTRAGON : Artık değmez.
VLADIMIR : Doğru, artık değmez.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



II.PERDE


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Seninle geçinmek çok zor Gogo.
ESTRAGON : Ayrılsak daha iyi olur.
VLADIMIR: Hep böyle dersin ve her seferinde de kuyruğunu kıstırıp geri dönersin.
ESTRAGON: En iyisi öldürülmem, öbürü gibi.
VLADIMIR: Öbürü mü? (Bir an.) Öbürü de kim?
ESTRAGON: Milyarlarcası gibi.
VLADIMIR: Her koyun kendi bacağından asılır. Ölene dek. Ve unutulur.
ESTRAGON: Madem ki susmasını beceremiyoruz, beklerken sakin konuşmaya çalışalım.
VLADIMIR: Haklısın, biz tükenmeyiz.
ESTRAGON : Düşünmeyelim diye.
VLADIMIR: Özrümüz var.
ESTRAGON: İşitmeyelim diye.
VLADIMIR: Nedenlerimiz var.
ESTRAGON : Bütün ölü sesleri.
VLADIMIR: Kanat çırpar gibi bir gürültü çıkarır.
ESTRAGON : Yapraklar gibi.
VLADIMIR: Kum gibi.
ESTRAGON : Yapraklar gibi.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Bir ağızdan konuşur hepsi.
ESTRAGON : Her biri kendi kendine.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Fısıldarlar daha çok.
ESTRAGON : Hışırdarlar.
VLADIMIR: Mırıldanırlar.
ESTRAGON: Hışırdarlar.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Ne derler?
ESTRAGON: Hayatlarından bahsederler.
VLADIMIR: Yaşamış olmak onlara yetmez.
ESTRAGON: Bir de bahsetmeleri gerekir.
VLADIMIR: Ölmüş olmak onlara yetmez.
ESTRAGON : Yeterli gelmez.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Tüy sesi çıkarırlar.
ESTRAGON : Yapraklar gibi.
VLADIMIR: Kül gibi.
ESTRAGON : Yapraklar gibi.

*VLADIMIR
Haklısın, biz tükenmeyiz. Özrümüz var. Nedenlerimiz var. Kanat çırpar gibi bir gürültü çıkarır. Kum gibi. Bir ağızdan konuşur hepsi. Fısıldarlar daha çok. Mırıldanırlar. Ne derler? Yaşamış olmak onlara yetmez. Ölmüş olmak onlara yetmez. Tüy sesi çıkarırlar. Kül gibi.

* ESTRAGON : Ayrılsak daha iyi olur. En iyisi öldürülmem, öbürü gibi. Milyarlarcası gibi. Madem ki susmasını beceremiyoruz, beklerken sakin konuşmaya çalışalım. Düşünmeyelim diye. şitmeyelim diye. Bütün ölü sesleri. Yapraklar gibi. Yapraklar gibi. Her biri kendi kendine. Hışırdarlar. Hışırdarlar. Hayatlarından bahsederler. Bir de bahsetmeleri gerekir. Yeterli gelmez. Yapraklar gibi. Yapraklar gibi.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Bir şey söyle!
ESTRAGON: Arıyorum.
(Uzun sessizlik.)
VLADIMIR: (korkuyla). Ne olursa olsun bir şey söyle!
ESTRAGON· Şimdi n'apıyoruz?
VLADIMIR: Godot'yu bekliyoruz.
ESTRAGON : Ha!
(Sessizlik)
VLADIMIR: Berbat bir şey!
ESTRAGON: Bir şarkı söyle!
VLADIMIR: Yo, yo! (Dalar.) Belki yeni baştan başlayabiliriz.
ESTRAGON: Kolay olmalı.
VLADIMIR: Başlamaktır zor olan.
ESTRAGON: Her noktadan yola çıkılabilir.
VLADIMIR: Evet ama karar vermek gerekir.
ESTRAGON: Doğru.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Yardım et!
ESTRAGON: Gayret ediyorum.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: İnsan ararken bir şeyler işitir.
ESTRAGON: Doğru.
VLADIMIR: Bu da bulmayı engeller.
ESTRAGON : Doğru.
VLADIMIR: Düşünmeyi engeller.
ESTRAGON: Yine de düşünür insan.
VLADIMIR: Hayır, hayır, imkansız.
ESTRAGON : Hah, tamam, hadi birbirimizin fikirlerini çürütelim.
VLADIMIR: İmkansız.
ESTRAGON: Öyle mi?
VLADIMIR: Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız.
ESTRAGON: Neden yakınıp duruyoruz öyleyse?
VLADIMIR: Düşünmek en kötüsü değil
ESTRAGON: Belki de değildir. Ama az şey mi?
VLADIMIR: Ne az şey mi?
ESTRAGON: Hah, tamam, sorular soralım birbirimize.
VLADIMIR: Ne demek istedin az şey mi demekle?
ESTRAGON : O kadar da kötü değil yani.
VLADIMIR: Doğru.
ESTRAGON: Öyleyse? Mutlu mu sayacağız kendimizi?
VLADIMIR: Korkunç olan düşünmüş olmak.
ESTRAGON : Ama bizim başımıza hiç geldi mi?
VLADIMIR: Nereden gelmiş bütün bu cesetler?
ESTRAGON: Bu iskeletler.
VLADIMIR: Söyle bana.
ESTRAGON: Doğru.
VLADIMIR: Biraz düşünmüş olmalıyız.
ESTRAGON: Başlarda.
VLADIMIR: Ölü mahzeni sanki! Ölü mahzeni!
ESTRAGON: İnsanın bakası gelmiyor.
VLADIMIR: Gözünü alıyor ama.
ESTRAGON: Doğru.
VLADIMIR: Yine de gayret etmeli.
ESTRAGON: Efendim?
VLADIMIR: Yine de gayret etmeli.
ESTRAGON: Kararlı bir biçimde Doğaya dönmemiz gerekir.
VLADIMIR: Bunu denedik.
ESTRAGON: Doğru.

* VLADIMIR
Bir şey söyle! Ne olursa olsun bir şey söyle! Godot'yu bekliyoruz. Berbat bir şey! Yo, yo! (Dalar.) Belki yeni baştan başlayabiliriz. Başlamaktır zor olan. Evet ama karar vermek gerekir. Yardım et!
İnsan ararken bir şeyler işitir. Bu da bulmayı engeller. Düşünmeyi engeller. Hayır, hayır, imkansız.
İmkansız. Artık düşünme tehlikesinden uzaktayız. Düşünmek en kötüsü değil Korkunç olan düşünmüş olmak. Nereden gelmiş bütün bu cesetler? Söyle bana. Biraz düşünmüş olmalıyız.
Ölü mahzeni sanki! Ölü mahzeni! Gözünü alıyor ama. Yine de gayret etmeli. Bunu denedik.
Ah, tabii, en köüsü değil bu. Düşünmüş olmak. Ama onsuz da yapabilirdik..


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON : Daima bir şey buluruz, değil mi Didi, bize varolduğumuz izlenimini verecek?
VLADIMIR: Evet öyle, büyücüyüz biz. Ama yapmaya karar verdiğimiz şey konusunda azimli davranalım, unutmadan.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Yani insafımıza mı kalmış
ESTRAGON : Evet.
VLADIMIR: Yani iyilikte bulunmak için şart mı sürelim öne?
ESTRAGON: Ne?
VLADIMIR: Akıllıca bir iş doğrusu.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



POZZO: İmdat!
VLADIMIR: Yardımına gidelim.
ESTRAGON : Biz ona yardım mı edelim yani?
VLADIMIR: Karşılığında bir şey verir belki.
ESTRAGON : Peki ya-
VLADIMIR: Burada vaktimizi ziyan etmeyelim. (Bir an. Telaşla.) Fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım! Her gün bize ihtiyaç duyan biri çıkmaz. Yo yo, şahsen bize ihtiyaç duyulduğunu söylüyor değilim. Başkaları belki çok daha fazla yarar işe. Kulaklarımızda hala çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük! Ama burada, zamanın bu noktasında insanlık biziz. Hoşumuza gitsin gitmesin. Bunun değerini bilelim, çok geç olmadan! Hadi gidip, bir kere olsun acımasız kaderin bize sunduğu bu görevi hakkıyla yerine getirelim. Ne dersin? (Estragon bir şey demez.) Kollarımızı kavuşturup durumun eğrisini doğrusunu ölçüp biçerken de, türümüzü onurlandırdığımız doğrudur. Kaplan kaplanın yardımına hiç düşünmeden koşar ya da balta girmemiş ormanın derinliklerinde. kaybolur. Ama mesele bu değil. Burada ne yapmaktayız, işte bütün mesele bu. Ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. Evet bu muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: Godot'yu bekliyoruz.
ESTRAGON : Ha!
POZZO:İmdat!
VLADIMIR: Ya da gecenin olmasını. (Bir an.) Biz randevumuza sadık kaldık, evet, bu kadar. Aziz değiliz, ama sözümüzde durduk. Kaç kişi bu olaya bizim gibi yaklaşabilir?
ESTRAGON: Milyarlarca.
VLADIMIR: Öyle mi dersin?
ESTRAGON: Bilmem.
VLADIMIR: Belki de haklısın.
POZZO: İmdat!
VLADIMIR: Bütün bildiğim şu: saatler geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü nasıl desem-ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru. Ama aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten? Bazen bunu soruyorum kendime. Akıl yürütüşümü takip edebiliyor musun?
ESTRAGON: Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız öyle kalır.
POZZO: Yardım edin! Para veririm size!
ESTRAGON: Ne kadar?
POZZO: Bir yüzlük
ESTRAGON : Yetmez.
VLAMIDIR : Yerinde olsam çok zorlamam.
ESTRAGON: Yeter mi sence?
VLADIMIR: Hayır, onu demek istemedim, dünyaya gelirken aklen zayıf olduğumun ileri sürülmesi bana aşırı gibi geliyor. Ama mesele o değil.
POZZO: İki yüzlük!
VLADIMIR: Bekliyoruz. Sıkılıyoruz. (Elini kaldırır.) Hayır itiraz etme, sıkıntıdan patlayacağız, inkar edemeyiz bunu. Güzel. Peki. Bir değişiklik oluverince ne yapıyoruz? Fırsatı kaçırıyoruz. Hadi işe koyulalım. Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



POZZO: Körüm ben.
Sessizlik.
ESTRAGON: Belki de geleceği görebiliyordur.
VLADIMIR: Ne zaman kör oldu gözleriniz?
POZZO: Eskiden mükemmel görürlerdi-ama sizler dost musunuz?
ESTRAGON: Dost muyuz diye soruyor?
VLADIMIR: Hayır, onun dostu muyuz demek istiyor.
ESTRAGON: Eee?
VLADIMIR: Ona yardım ederek ispatladık bunu.
ESTRAGON : Aynen. Dostu olmasak yardım eder miydik hiç?


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Eskiden gözlerinizin mükemmel olduğunu söylediniz, yanlış işitmedimse.
POZZO: Mükemmeldi! Her şeyi mükemmelen görüyordum.
Sessizlik.
ESTRAGON: İçinizi dökün! Anlatın hadi!
VLADIMIR: Rahat bırak adamı. Mutlu günlerini düşünüyor, görmüyor musun? (Bir an.) Memoria praeteritorum bonorum [geçmiş günlerin güzel anıları.çn] nahoş olmalı.
ESTRAGON: Nerden bilelim.
VLADIMIR: Birdenbire mi görmez oldu gözleriniz?
POZZO : Tam anlamıyla mükemmeldiler!
VLADIMIR: Başınıza birdenbire mi geldi diye soruyorum size.
POZZO: Güzel bir sabah uyandığımda bir baktım, Talih kadar körüm. (Bir an.) Bazen merak ediyorum, hala uykuda mıyım diye.
VLADIMIR: Ne zaman oldu bu?
POZZO: Bilmem.
VLADIMIR: Ama dünden önce olamaz.
POZZO: Beni sorguya çekmeyin! Körlerin zaman kavramı yoktur. Zamanla ilgili nesneleri de görmez onlar.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Dün tanışmıştık. (Sessizlik.) Hatırlamadınız mı?
POZZO : Dün kimseyle tanıştığımı hatırlamıyorum. Ama yann da bugün biriyle tanıştığımı hatırlamayacağım. Yani aydınlanma konusunda bana güvenmeyin.
....
POZZO: Gidiyorum.

VLADIMIR: Peki, her türlü yardımın imkansız olduğu bir yerde düşünce ne yapıyorsunuz?
POZZO: Kalkmayı başarana kadar bekliyoruz. Sonra tekrar yola koyuluyoruz. Haydi!
VLADIMIR: Gitmeden söyleyin de, şarkı söylesin.
POZZO: Kim?
VLADIMIR: Lucky.
POZZO: Şarkı mı söylesin?
VLADIMIR: Evet. Ya da düşünmesini. Ya da ezberden bir şeyler okumasını.
POZZO : Ama dilsiz o!
VLADIMIR: Dilsiz mi!
POZZO: Tabii. İnleyemez bile.
VLADIMIR: Dilsiz mil Ne zamandan beri?
POZZO: (birden öfkelenir). Şu uğursuz zaman hikayelerinizle bana yeteri kadar işkence yapmadınız mı? Anlamsız bir şey bu! Ne zaman!Ne zaman! Günün birinde! Yetmez mi işte! Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum. Günün birinde sağır olacağız. Günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. Aynı gün, aynı an, size yetmiyor mu bu kadarını bilmek? (Daha sakin.) Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



VLADIMIR: Uyuyor muydum ben başkaları acı çekerken? Şu anda uyuyor muyum? Yarın uyanınca veya uyandığımı sandığımda, bugün hakkında neler söyleyeceğim? Dostum Estragon'la, burada gece olana kadar Godot'yu beklediğimi mi? Pozzo'nun hamalıyla birlikte geçip bizimle konuştuğunu mu? Muhtemelen. Ama bütün bunların içinde ne kadar doğruluk payı olacak? (Estragon çizmelerini çıkarmayı başaramayıp yeniden uykuya dalmıştır. Vladimir ona bakar.) O hiçbir şeyin farkında olmayacak. Yediği tekmeler söz edecek, ben de ona havuç vereceğim. (Bir an.) Bir ayağımız mezarda, zor bir doğum doğrusu. Mezarcı çukurun dibinde forsepsi yerleştirir. İhtiyarlığa vakit var daha önümüzde. Hava çığlıklarımızla dolu. (Dinler.) Ama alışkanlıklar duyarsızlaştırıyor insanı. (Estragon'a bakar.) Bana da bir başkası bakarak, uyuyor diyor. Kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir şey bilmiyor. Uyusun bakalım diyor, benim için. (Bir an.) Böyle devam edemem. (Bir an.) Ne dedim ben?


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTAGON : Neyin var?
VLADIMIR : Hiç.
ESTRAGON: Ben gidiyorum.
VLADIMIR: Ben de.
VL ESTRAGON : Çok uyudum mu?
VLADIMIR: Bilmem.
(Sessizlik.)
ESTRAGON: Nereye gidelim?
VLADIMIR: Fazla uzağa değil.
ESTRAGON: Yok yok, buradan iyice uzaklara gidelim.
VLADIMIR: Gidemeyiz.
ESTRAGON : Neden?
VLADIMIR: Yarın buraya dönmemiz lazım da ondan.
ESTRAGON: Niçin?
VLADIMIR: Godot'yu beklemek için.
ESTRAGON : Ha! (Sessizlik.) Gelmedi mi7
VLADIMIR: Hayır.
ESTRAGON : Artık çok geç oldu.
VLADIMIR: Evet, şimdi gece.
ESTRAGON: Eksek onu. (Bir an.) Eksek nasıl olur?
VLADIMIR: Bizi cezalandırır. (Sessizlik. Ağaca bakar.) Her şey ölü, ağaçtan başka.
ESTRAGON: (ağaca bakarak). Bu ne?
VLADIMIR: Ağaç.
ESTRAGON: Evet, ama ne ağacı?
VLADIMIR: Bilmem. Söğüt.
ESTRAGON: Kendimizi assak diyorum.
VLADIMIR: Neyle?
ESTRAGON: Hiç ipin yok mu?
VLADIMIR: Yok.
ESTRAGON: O zaman asamayız.
(Sessizlik.)
VLADIMIR: Gidelim.


Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



ESTRAGON : Böyle devam edemeyeceğim ben.
VLADIMIR : Sana öyle geliyor.
ESTRAGON : Ayrılsak? Belki daha hayırlı olur.
VLADIMIR : Yarın asarız kendimizi.(Bir an) Godot gelmezse.
ESTRAGON: Ya gelirse?
VLADIMIR : Kurtuluruz...

Samuel Beckett...

Share/Save/Bookmark

Bozkırkurdu...



* “Görün işte, böyle soytarı kişileriz biz! Görün işte, böyledir insan!” Ve tüm şan ve şöhretler, tüm akıllıklar, tüm ussal kazanımlar, insanlığın yücelik, büyüklük ve kalıcılığına yönelik tüm atılımlar yıkılıp gidiyor, maskaraca bir oyuna dönüşüyordu!..

* İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez... Novalis Ne anlamlı bir söz değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur...

* Ortaçağ' da ki acımasızlıklara ilişkin bir söyleşinin ardından bana demişti ki: "Bu acımasızlıklar gerçekte acımasızlık değildir. Ortaçağ'ın bir insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek kendine özgü bir üslubu içerir, kendisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ'da yaşayacak antik dünyanın insanı havasızlıktan içler acısı bir şekilde boğulup giderdi, bizim uygarlık ortamında bir ilkelin havasızlıktan boğulup gideceği gibi tıpkı. Öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üslubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk duygusu çıkıp gider elden. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche gibi biri bugünkü sefaleti bir kuşaktan çok daha fazla süre önce yaşamak zorunda kaldı; onun tek başına, hiç anlaşılmadan yaşadığını bugün binlerce insan yaşamakta."

* Öğrenemediği tek şey, kendi kendisinden ve yaşamından memnunluk duymaktı, bunun üstesinden gelememişti bir türlü...

* Aynı kan ve aynı ruhu paylaşan iki varlık birbirinin can düşmanıysa, böyle bir yaşamın tadı yoktur...

* Yalnızlık bağımsızlıktır...

* Karanlık suskun bir duvardı o kadar...

* En mutsuz yaşamda bile yıldızın parladığı anlar, kum ve çakıl taşları arasında küçük çiçeklerin açtığı anlar vardır...

* Belki tümüyle insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ananın ölü doğmuş çocuğudur, doğanın başarısız kalmış çılgınca ve dehşet verici bir denemesidir...

* İnsan sadece yarım akıllı bir hayvan değil, Tanrıların bir çocuğudur ve kendisine ölümsüzlük bağışlanmıştır...

* Her insan başkalarında rastlanmayan özelliklerle, başkalarında rastlanmayan nişanlarla donatılmıştır; her birinin kendi erdemleri ve kendi kusurları vardır, her birinin bir 'büyük günahı vardır' öte yandan...

* Kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. Bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey daha yoktu...

* Güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir...

* Güçlü insan, gerçek bir içgüdünün ondan elde etmesini istediği şeyi hiç şaşmadan ele geçirir sonunda...

* ... kavuştuğu özgürlüğün ortasında birden şunu fark etmişti ki özgürlüğü ölümdü, tek başına kalmıştı, dünya onu korkunç bir şekilde kendi haline bırakmıştı; insanlar onu ilgilendirmemeye başlamış, hatta kendisi bile kendisini ilgilendirmez olmuştu; dış dünyayla ilintisizliğin ve yalnızlaşmanın giderek büyüyen havasızlığında yavaş yavaş boğulmaya başlamıştı. Çünkü artık ortada öyle bir durum vardı ki, yalnızlık ve bağımsızlık, istek ve amacı olma özelliğini yitirmiş, onun yazgısına ve mahkumiyetine dönüşmüştü...

* İntihar eden kişiye özgü bir şey varsa, kendi ben'ini, haklı ya da haksız, doğanın pek tehlikeli, kuşkuyla bakılacak ve tehlikelere açık bir tohumu olarak duyumsaması, kendisini her türlü korunmadan uzak, her an başına bir iş gelebilecek biri gibi görmesidir; sanki bir kayanın incecik ucunda durmaktadır da, dışarıdan bir itme ya da içteki ufak bir güçsüzlük, soluğu boşlukta almasına elverecektir.

* Metafizik açıdan bakıldığında ise daha değişik bir durumla karşılaşılır, daha bir açık seçiklik kazanır sorun, çünkü söz konusu açıdan bakıldı mı, "intihar edenler", bireyselleşmeden kaynaklanan suçluluk duygusuna yakalanmış kişiler olarak, kendilerini geliştirip mükemmelleştirmeyi yaşamlarının bir amacı saymayan, tersine kendi kendilerini çözüp dağıtmayı, anne'ye dönmeyi, Tanrıya dönmeyi, evrene dönmeyi amaç edinen varlıklar olarak karşımıza çıkarlar.

* Bir insandaki dayanma gücünün sınırını merak ediyorum doğrusu! Baktım ki katlanılabilirliğin sınırına gelip dayandım, kapıyı açıverir, esenliğe kavuşurum. İntihar eden pek çok kişi vardır ki, bu düşünce olağanüstü güç sağlar kendilerine.

* İnsanlığın her zaman varlığını bir durumu olarak “burjuvalık”, bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta ele geçirme çabasından başka bir şey değildir...

* Hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu faturayı ben'e ödetmektedir...

* Orta sınıftan biri için kendi ben'inden kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben’den değer bir şey yoktur. Dolayısıyla yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar, Tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı arar.. Bu yüzden, yaratılış bakımından, orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. Dolayısıyla güç yerine çoğunluğu, şiddet yerine yasayı, sorumluluk yerine oylamayı seçmiştir...

* Gerçekte burjuvazinin diri gücü asla normal üyelerinin özelliklerinden değil, ideallerinin silikliği ve esnekliği dolayısıyla kapsamı içine alabildiği olağanüstü çok sayıdaki outsider'lardan kaynaklanır...

* Hayli yüksek düzeye çıkarılmış bireyselleşme, ben’in karşısında yer alır, onu yeniden yok etmeye yönelir...

* Az kişi vardır ki burjuvaziden kendini koparıp her türlü kısıtlamadan uzak bir yaşamın yolunu ele geçirir, hayranlık uyandıracak bir şekilde yok olup gider...

* Ötekilere, çokluk el üstünde tuttuğu bağımlı kişilere gelince, bunlara üçüncü bir dünyanın kapısı açık bekler, hayali ama bağımsız bir dünyadır bu, mizah dünyasıdır...

* Yukarı ya da aşağı diye bir şey yalnızca düşüncede, yalnızca soyutlamada vardır... Dünyanın kendisi ne yukarı tanır, ne aşağı...

* Hiçbir insan yoktur ki, varlığının sadece iki üç temel öğeden oluştuğu söylenebilsin...

* İnsan yüksek düzeyde bir düşünme yeteneğiyle donatılmış değildir..

* Hiçbir ben gerçekte bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal öğelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır. Bu karmaşaya bütünlük taşıyan bir nesne gözüyle bakması, sanki yalın ve sağlam bir biçime sahip, açık seçik hatlarla belirlenmiş bir nesneymiş gibi ben'inden söz açması, her insanın (en yüksek düzeydekilerin bile) içine düşmekten kurtulamadığı bir yanılgı, bir zorunluluktur, adeta solumak ve yemek yemek gibi yaşamın bir dayatmasıdır.

Yanılgının nedeni basit bir aktarım olayıdır. Beden olarak her insan tektir, ruh olarak asla...

* Göğüs, beden her zaman tektir, içinde barınan ruhlar ise iki ya da beş değil, sayılamayacak kadar çoktur; insan yüz zardan oluşmuş bir soğana, pek çok iplikten dokunmuş bir kumaşa benzer...

* İnsan nihayet süreklilik taşıyan, yerinden oynatılamaz bir yapı değildir (böyle bir şey, bilge kişilerinin aykırı yöndeki sezinlemelerine karşın, Antik dünyanın idealiydi), daha çok bir deneme, bir geçittir, doğayla us arasındaki dar ve tehlikeli köprüdür sadece...

* İnsanı geriye götürecek bir yol yoktur asla...

* Nesnelerin başlangıç noktasında ne suçsuzluk yer alır, ne saflık; görünürde en ilkeli de olsa tüm yaratıklar daha yaratıldığı anda suçludur, kendi içinde çelişkilidir, pek çok parçaya bölünmüş durumdadır, oluşum sürecinin kirli ırmağına kaldırılıp atılmıştır, bundan böyle asla ama asla suyun akışına ters yönde yüzemez. Yol gerisin geri suçsuzluğa, yaratılmamışlığa, Tanrıya değil, ileriye götürür insanı; kurtluğa ya da çocukluğa değil, boyuna suçtan içerilere, boyuna insanlaşmanın daha derinliklerine taşır...

* Her doğuş, evrenden bir ayrılış demektir; belli sınırlarla çevrilmek, Tanrıdan kopup ayrılmak, acılı bir yeniden oluşum demektir. Evrene gerisingeri dönüş, acılarla dolu bireyselleşmenin yok edilmesi, tanrılaşmak demek, evreni yeniden kapsamına alacak gibi ruhun sınırlarını genişletmek demektir...

* Tüm çabalarımız, tüm uygarlığımız, tüm inancımız, alabildiğine hasta düşmüş kıvancımız ve yaşam isteğimiz, her şey çukuru boylayacaktı...

* Kültür dünyamız bir gömütlüktü...

* Söz dinlemek, yemek içmek gibidir. Kim uzun süre böyle bir şeyden yoksun kalmışsa, onun için bundan değerli bir şey yoktur...

* Ölüme karşı savaş, koşul tanımayan inatçı bir yaşam isteği, bütün seçkin kişilerin etkinlik ve yaşamlarının kaynağını oluşturmuştur...

* Ölüp gitmiş yaşlılar ciddiye alınmamalıdır, yoksa kendilerine haksızlık edilmiş olur...

* Ciddilik zamana aşırı değer verilmesinden kaynaklanır...

* Yaşamda ise, biliyor musun, zaman diye bir şey aranmaz; sonsuzluk dediğimiz yalnızca bir an'dır, bir şakanın yer alacağı kadar uzun bir süre yani...

* Senin için bir değer taşıyorsam, senin için bir ayna oluşturuyorum da ondan... Aslında bütün insanların birbirleri için bu tür aynalar oluşturması, birbirlerine böyle yanıt vermeleri ve uyum göstermeleri gerekir...

* Zevk alacağın bir şeyi yapmak için önce başkalarının iznine gereksiniyorsan gerçekten aptalın birisin derim...

* Canavarmış ya da yırtıcı hayvanmış; ne aptalca sözler bunlar!.. Hayvanları böyle sezgilerle nitelemek doğru değil. Öyle, çokluk korkutucu yaratıklardır, ama insanlardan daha dürüsttürler...

* Hiçbir hayvan yoktur ki, bir ara şaşırsın da ne yapıp edeceğini, nasıl davranacağını bilemesin... Hiçbiri sana yaranmak, kendini sana beğendirmek gibi bir amaç gütmez... Tiyatro nedir bilmez hayvanlar...Nasılsalar öyledirler...

* Bilindiği üzere, eskiyen ideolojilerin savunucuları kadar kötü yazı yazan kimse yoktur; kimse temizliğe bu kadar az dikkat ederek, bu kadar az çaba harcayarak mesleğini yürütmez...

* Uğraşıp didinmelerinin başarısız kalacağını bilmekle yaşamın sığ ve aptalca nitelik kazanmaz... İyi bir şey, ideal bir şey uğruna savaşıp amacına ulaşacağını sanman hayatını daha çok sığlaştırır Haryy. İdealler ulaşılmak için mi vardır?.. Bizler, biz insanlar ölümü yok etmek için mi yaşarız?.. Hayır, yaşamamızın nedeni ölümden korkmamız, sonra da onu yine sevmemizdir; özellikle ölümün varlığından dolayı elimizdeki birazcık yaşam bazen kısa bir süre işte öylesine güzel ışıldayıp durur..

* Bir kızın yanına sokulan kimse alay edilmeyi göze alır, alay edilmek bu işe yapılacak bir yatırımdır...

* Her zaman böyle insanlar vardır, yaşama en aşırı istekleri yöneltir, kendi salaklık ve kabalıklarına bir türlü katlanamazlar...

* Doğru, öyleyiz, şeytan us'tur, onun bahtsız çocukları da bizleriz. Doğadan kopuk, boşlukta asılı kaldık...

* Her insan bir değil, on ruhtan, yüz ruhtan, bin ruhtan oluşur...

* Müzikte önem taşıyan haklı olmak değildir, beğeni sahip olmak, müzik eğitimi görmek ve buna benzer şeyler değildir aslında... Müzik yapmak elden geldiğince doğru dürüst, elden geldiğince çok ve yoğun müzik yapmak!.. İşte önemli olan şey...

* Bazen cennet hissediyorum kendimi, bazen cehennemde, çokluk da aynı anda her ikisinde...

* Havasızlıktan boğulmak ise, çok acı bir ölümdür...

* Yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi...

* Oysa yaşam, gerçeklik, haksızlıktı...

* Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz...

* Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm..
“Hepsi o kadar mı?" "Hayır, ölümsüzlük ayrıca."

* Dini bütün kişiler Tanrının ülkesi derler buna. Benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar, bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte...

* Sonsuzluk içinde sonraki kuşaklar diye bir şeyden söz açılamaz, birlikte yaşamalar vardır sadece..

* Üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir.

* Hermine'yle aramda boy göstermiş düşünceler bana öylesine aşina, öylesine bildik, öylesine benim kendi mitolojim ve imge dünyamdan kaynaklanmış geliyordu ki! Zamansız mekanda yaşayan, bizlerden uzaklara kayıp imge niteliği kazanmış, kristal sonsuzluğun bir hava gibi sarıp kuşattığı ölümsüzler ve bu dünya dışındaki evrenin serin, yıldızsı parıltılar içindeki neşesi - bunlar nasıl oluyor da bana öylesine aşinaydı?..

* Kolay bir yaşam, kolay bir sevgi, kolay bir ölüm, bunlar asla bana göre değildi...

* Bu modern insan çakı gibidir, elinden kuş uçmaz, sağlıklı serinkanlı ve sırım gibi bir insandır, üzerine toz kondurulamayacak bir tiptir, bir sonraki savaşta ne yaman kişi olduğunu kanıtlayacaktır.

* Bense ne modern, ne de modası geçmiş biriydim; zamanın dışına düşmüş, sürüklenip gidiyordum, ölüme yakın, ölüme istekli...

* Hayvansı gözler, her zaman ciddidir...

* Benim küçük tiyatronun dilediğiniz kadar çok loca kapısı vardır, on, yüz, hatta bin kapı. Her kapının ardında da o anda aradığınız şey sizi bekler... Hoş bir hayal galerisidir...
Zamanın aşılmasının, gerçeğe bağımlılıktan kurtulmanın, özlediğiniz şeye ne isim verirseniz artık, bunun kişilik dediğiniz şeyi üzerinizden sıyırıp atma isteğinden başka bir anlam taşımadığını çoktan sezmişsinizdir. Kişiliğiniz içine kapatıldığınız bir hapishanedir...

* En yüksek düzeyde bir mizah yeteneğine kavuşmanın başlıca koşulu da, kendi kendini bundan böyle ciddiye almamaktır...

* Eski bir bilgece sözü biliyorsun: Eldeki bir aynacık duvardaki iki aynadan yeğdir...

* Taşlar olmadan oynayamam çünkü...

* İnsan bir yığın ruhtan, pek çok ben' den oluşur...

* Nasıl ki, delilik yüksek bir anlamda tüm bilgeliğin başlangıcıysa, şizofreni de tüm sanatın, tüm düşlerin başlangıcıdır...

* Kuşkusuz; zaten yaşam her zaman korkunçtur. Bizim suçum.uz da değildir böyle oluşu, ama yine de sorumlusu bizleriz. İnsan doğuyor, hemen o anda da suç yükleniyor üzerine. Bunu bilmiyorsanız, tuhaf bir din dersi almış derim sizin için...

* Ölümsüzler buz gibi havaya katlanabiliyordu...

* Koridorun beyaz ışığının parlak zeminde yansıdığını gördüm. Ölümsüzlerin arasında değildim, henüz değildim. Hala bilmecelerin, çilelerin, bozkırkurtlarının, eziyetli güçlüklerin dünyasındaydım. İyi bir yer değildi, katlanılacak gibi bir mesken değildi bulunduğum yer. Duruma bir son vermem gerekiyordu...

* Sıradan biri bile birkaç yüzyıllık bir koşudan sonra olgunlaşır...


Hermann Hesse...

Share/Save/Bookmark

Bozkırkurdu...

Oysa bizler bulduk birbirimizi
Yıldızların aydınlattığı buzunda havanın,
Ne gündüz biliriz ne saat tanırız,
Ne erkeğiz ne kadın, ne genç ne de yaşlı.
Soğuk ve değişimsizdir sonsuz varlığımız,
Soğuk ve yıldızsız sonsuz gülüşümüz.

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket
(.... )

İntihar eden kişiye özgü bir şey varsa, kendi ben'ini, haklı ya da haksız, doğanın pek tehlikeli, kuşkuyla bakılacak ve tehlikelere açık bir tohumu olarak duyumsaması, kendisini her türlü korunmadan uzak, her an başına bir iş gelebilecek biri gibi görmesidir; sanki bir kayanın incecik ucunda durmaktadır da, dışarıdan bir itme ya da içteki ufak bir güçsüzlük, soluğu boşlukta almasına elverecektir. Bu tip insanların kader çizgilerinin belirleyici özelliği, canına kıymanın kendileri için en olası ölüm çeşidini oluşturması, en azından kendilerinin bunu öyle bilmesidir. Hemen her vakit ilk gençlik döneminde kendini açığa vuran ve söz konusu insanlara yaşam boyu eşlik eden bu ruh durumunun önkoşulu, pek yetersiz bir yaşam gücü değildir örneğin, hatta "intihar edenler" arasında olağanüstü dayanıklılıkta, hırslı, aynı zamanda gözüpek kişilere rastlanır. Gelgelelim, en küçük bir hastalıkta ateşlenen kimseler gibi, bizim "canına kıyanlar" dediğimiz, her zaman pek içli ve duyarlı olan bu kişiler de, en küçük bir sarsıntıda ölümü yoğun olarak düşünmeye eğilim gösterirler. Salt yaşam belirtilerinin mekanizmalarıyla uğraşmayıp, insanın kendisiyle ilgilenme yürekliliğini ve sorumluluğunu gösterecek bir bilimimiz olsaydı, antropoloji gibi, psikoloji gibi bir bilimimiz, bu gerçekleri herkes bilip öğrenirdi.

Burada, intihar eden kişilere ilişkin bütün söylediklerimiz, doğal olarak, yüzeysel şeylerdir, psikolojidir, dolayısıyla biraz fiziktir. Metafizik açıdan bakıldığında ise daha değişik bir durumla karşılaşılır, daha bir açık seçiklik kazanır sorun, çünkü söz konusu açıdan bakıldı mı, "intihar edenler", bireyselleşmeden kaynaklanan suçluluk duygusuna yakalanmış kişiler olarak, kendilerini geliştirip mükemmelleştirmeyi yaşamlarının bir amacı saymayan, tersine kendi kendilerini çözüp dağıtmayı, anne'ye dönmeyi, Tanrıya dönmeyi, evrene dönmeyi amaç edinen varlıklar olarak karşımıza çıkarlar. Bu kişilerden pek çoğu gerçekten canına kıyacak güçten düpedüz yoksundur, çünkü böyle bir eylemde saklı günahı tüm derinliğiyle kavramışlardır. Ama bizim için yine de "canına kıyan" kişilerdir hepsi, çünkü yaşamın değil, ölümün onları esenliğe kavuşturacağına inanırlar hep; kendilerinden el çekmeye, kendilerini kaldırıp atmaya, kendilerini gözden çıkarıp yok etmeye hazır durumdadırlar.

Nasıl her güç bir güçsüzlüğe dönüşebilirse (hatta bazen dönüşmek zorunda kalırsa), bunun tersi olarak tipik intihar eğilimli biri de görünürdeki güçsüzlüğünü çok vakit bir güce, bir desteğe dönüştürebilir, hatta son derece sıklıkla yapar bunu. Harry' de de, Bozkırkurdu'nda da böyle bir durum söz konusudur; kendisine benzeyen binlerce kişi gibi o da, ölüme giden yolun her an önünde açık beklediği düşüncesinden yola koyularak, gençlere özgü, hüzün dolu bir hayal oyunu yaratmakla kalmamış, aynı düşünce temeli üzerinde kendisini avutacak, kendisine destek olacak bir yapı kurup çatmıştı. Kendi tipindeki bütün insanlarda olduğu gibi, her sarsıntı, her acı, yaşamın her kötü durumu, hemen ölüme başvurarak bundan yakayı sıyırma isteğini yüreğinde uyandırmışsa da, Bozkırkurdu özellikle söz konusu eğilimden yaşam için yararlı bir felsefeyi zamanla kotarmasını bilmişti. Darda kaldı mı başvuracağı bir çıkış yolunun önünde sürekli açık beklediği düşüncesiyle içli dışlı oluşu kendisine güç vermiş, bir merak duygusu kendisini acı ve sıkıntıları yaşamaya yöneltmişti. Pek tatsız durumlara düştüğü zamanlar bazen vahşi bir kıvanç, bir çeşit oh olsun duygusuyla şöyle düşünmüştü: "Bir insandaki dayanma gücünün sınırını merak ediyorum doğrusu! Baktım ki katlanılabilirliğin sınırına gelip dayandım, kapıyı açıverir, esenliğe kavuşurum." İntihar eden pek çok kişi vardır ki, bu düşünce olağanüstü güç sağlar kendilerine.

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket

(...)

Her ulusun, hatta tek tek her insanın uydurma politik 'suç sorunlarıyla' avunmayı bırakıp kendini sorgulaması, işlediği hatalardan, umursamazlıklarından ve kötü huylarından dolayı savaşta ve dünyanın içine düştüğü bütün sefalette ne ölçüde sorumluluk taşıdığını saptaması gerektiğini, ilerideki bir savaşı belki de önleyecek biricik yolun bu olduğunu belirttim. İşte bu açıklamalarımı bir türlü bağışlamıyorlar, çünkü kendilerini hiç mi hiç suçlu gördükleri yok: İmparator, generaller, dev sanayiciler, politikacılar, gazeteler suçsuz tümüyle, kimse kendisine en ufak bir toz kondurmuyor, kimse herhangi bir şekilde suçlu değil, dünyada her şey güllük gülistanlık, yalnızca birkaç milyon insan toprak altında yatıyor, o kadar. Bak Hermine, böyle aşağılayıcı yazılar beni artık kızdırmıyorsa da hüzünlendiriyor bazen. Yurttaşlarımdan üçte ikisi bu tür gazeteleri okuyor, sabah ve akşam gazetelerdeki bu havayı soluyor, her Allahın günü belli doğrultuda yönlendiriliyor, uyarılıyor, kışkırtılıyor, durumdan hoşnut olmayan kötü yürekli insanlara dönüştürülmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı da yeni bir savaş, yaşadığımız savaştan çok daha korkunç olacağı kuşku götürmeyen bir sonraki yeni savaş. Her şey açık, her şey basit duruyor ortada, buna akıl erdiremeyecek kimse düşünülemez; şöyle bir saat kadar üzerinde kafa yorsun, herkes aynı sonuca varacaktır. Gelgelelim, böyle bir zahmete katlanmak istemediğinden, kimsenin bir sonraki savaşı önlemek gibi bir niyeti yok. Milyonlarca insanın boğazlanmasına yol açacak savaştan kimse kendisini ve çocuklarını esirgemeye çalışmıyor. Bir saat kadar düşünüp taşınmak, gözlerini bir süre kendi içine çevirip dünyadaki bozuk düzende ve kötülüklerde ne ölçüde payı olduğunu araştırmak, işte buna kimse yanaşmıyor! Anlayacağın, böyle sürüp gidecek; bir sonraki savaş binler ve binlerce insan tarafından her gün harıl harıl hazırlanmakta.

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket

(...)
"O zamanlar, ne yalan söyleyeyim, pek mutsuzdum. Ama aptalca bir mutsuzluktu bu, kısır bir mutsuzluk."

"Neden?"

"Çünkü aptalca olmasaydı, ölümden o kadar korkmam gerekmezdi, oysa gerçekte özlediğim şeydi Ölüm! Benim gereksindiğim, benim aradığım bir başka mutsuzluktur; tutkuyla acı çekmemi ve hazla Ölmemi sağlayacak bir mutsuzluk. Benim istediğim böyle bir mutsuzluk ya da mutluluktur işte."

"Seni anlıyorum. Bu bakımdan seninle kardeşiz. İyi ama şu sıra Maria sayesinde elde ettiğin mutluluğa neden karşısın? Niçin memnunluk duymuyorsun bundan?"

"Bu mutluluğa karşı değilim. Ah hayır, seviyorum onu, şükranla karşılıyorum. Yağmurlu bir yaz mevsiminin ortasında günlük güneşlik bir gün kadar güzel. Ama kalıcı olmadığını da hissediyorum. Bu mutluluk da kısır nitelik taşıyor. İnsanı memnun ediyor ama memnunluk bana göre değil. Bozkırkurdu'nu yıpratıyor bu mutluluk, onu doymuş biri durumuna sokuyor, ama uğrunda ölmeye değer bir mutluluk olmaktan uzak."

"İlle ölmek gerekiyor yani."

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket


(...)

Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm.

"Hepsi o kadar mı?" "Hayır, ölümsüzlük ayrıca."

"İsmin ölümsüzlüğü mü söylemek istediğin, insanın kendisi bu dünyadan göçtükten sonra geride kalacak ünü mü?"

"Hayır kurtçuğum, demek istediğim ün değil. Ünün ne değeri var? Hem sanıyor musun, gerçek ve kusursuz insanların hepsi üne kavuşmuş, sonradan gelen kuşaklarca tanınıp bilinmiştir?"

"Hayır, elbette değil."

"Yani ün değil söylemek istediğim. Ün sadece eğitim için vardır, okul öğretmenlerini ilgilendirir. Yo, ün değil söylemek istediğim, yo hayır! Ölümsüzlük diye nitelediğim şey. Dini bütün kişiler Tanrının Ülkesi derler buna. Benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar, bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte. Mozart'ın müziği ve senin büyük yazarlarının yapıtları da bunun içinde, kerametler gösteren, idealleri uğruna can veren ve insanlık için yüce örnekler oluşturan ermişler de bunun içindedir. Ama her gerçek eğilim, her gerçek duygu da, isterse kimsenin bunlardan haberi olmasın, kimse bunları görüp bir kenara kaydederek gelecek kuşaklar için saklamasın, bu sonsuzluk kapsamına girer. Sonsuzluk içinde sonraki kuşaklar diye bir şeyden söz açılamaz, birlikte yaşamalar vardır sadece."

"Haklısın," dedim.

Hermine, "Dindarlar," diye sürdürdü konuşmasını düşünceli düşünceli, "söz konusu gerçeği herkesten iyi bilen kişilerdi; bu yüzden ermişler çıktı aralarından, 'ermişler topluluğu' denen topluluğu çıkardılar ortaya. Gerçek insanlardır ermişler, İsa'nın kardeşleridir. Bizler, bütün iyi işlerimiz, bütün yiğitçe düşüncelerimiz, bütün sevgilerimizle hayat boyu onların yolunda yürürüz. Ermişler topluluğunu eskiden ressamlar altın bir gökyüzü içinde betimlemişlerdi, görkemli, güzel ve barışçıl. Benim daha önce 'sonsuzluk' dediğim şeyden başkası değildir bu topluluk. Zamanın ve görüngüler dünyasının ötesindeki ülkedir. Bizim yerimiz de işte orası, yurdumuz arasıdır, gönlümüz oraya koşuyor Bozkırkurdu, bu yüzden de ölümü özlüyoruz. Sen Goethe'ni, Novalis'ini ve Mozart'ını orada karşında bulacaksın yine, ben de kendi ermişlerimi, Christoffer'i, Nerili Philipp'i ve bütün diğerlerini. Başlangıçta koyu bir günahkar yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da ermişliğe götüren bir yol işlevi görebilir, günah da kötülük de. Güleceksin ama, belki dostum Pablo da gizli bir ermiştir diye düşündüğüm oluyor çokluk. Ah Harry, evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor! Üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir."

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket


(...)

"Siz Pablo musunuz?" diye sordum.

"Ben hiç kimseyim," diye açıkladı adam nazikçe. "Bizim burada ismimiz yoktur, burada bizler bir kişilik taşımayız. Ben, bir satranç oyuncusuyum. Kişiliğin nasıl kurulacağını öğrenmek mi istiyorsunuz?"

"Evet, lütfen."

"O zaman bana sizin taşlardan birkaç düzine verir misiniz?..

"Benim taşlardan mı...?"

"Sözde kişiliğinizin dağılmasıyla oluşan taşlardan. Taşlar olmadan oynayamam çünkü."

Bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu, aynada kişisel bütünlüğümün dağılarak pek çok ben'e ayrılmış olduğunu gördüm yeniden, hatta bana sayıları daha da artmış gibi geldi. Ama ben'ler bu kez küçülmüştü, ele kolay gelecek büyüklükteydi. Adam, parmaklarının sessiz ve emin devinimleriyle içlerinden birkaç düzinesini çekip aldı ve satranç tahtasının yanı i başına koydu. Sık sık yaptığı bir konuşmayı ya da verdiği bir dersi tekrarlar gibi monoton bir sesle şöyle dedi:

"İnsanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlüğü içerdiğine ilişkin o yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz. Şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yığın ruhtan, pek çok ben' den oluşur. Sözde bütünlüğünü dağıtıp parçalayarak kişiliği pek çok ben' e ayırmak delilik sayılır, bilim şizofreni diye niteler bunu. Belli bir çokluğun belli bir düzen ve gruplandırma olmaksızın denetim altına alınamayacağı düşünülürse, bilim bu tutumunda haklıdır. Ancak, pek çok alt ben'in birkezliğine, bağlayıcı, yaşam boyu varlığını koruyacak bir düzene sokulabileceği inancında da haksızdır; bilimin söz konusu yanılgısı da bazı tatsız sonuçlara yol açıyor; taşıdığı değer, olsa olsa devletçe işe alınan öğretmen ve eğiticilerin çalışmalarını basite indirgeyerek düşünme ve denemelerden kendilerini uzak tutmalarını sağlamasıdır. Söz konusu yanılgının bir diğer sonucu da, aslında şifa bulmaz derecede aklından zoru olan pek çok insana 'normal', hatta sosyal açıdan üstün kişiler gözüyle bakılması, öte yandan aslında dahi pek çok insanın kaçık sayılmasıdır. Bu yüzden, bizler bilimin kimi boşlukları içeren ruh öğretisini kişiliğin inşa sanatı kavramıyla bütünlemekte, ben'inin parçalanıp dağılması olayını yaşamış kişiye, parçaları nasıl her zaman dilediği düzen içinde yeniden bir araya toplayıp yaşam oyununda sınırsız bir çeşitlilik sağlayabileceğini öğretmekteyiz. Bir yazarın bir avuç kişiden bir oyun yazıp çıkarması gibi, dağılmış ben'imizin parçalarından yeni oyunlar, gerilimler ve sürekli değişen konumlarla yeni gruplar oluşturmaktayız. Bana bakın şimdi."

Adam, sessiz ve zeki parmaklarıyla benim ben'in parçalarını çekip aldı önüne; bütün yaşlıları, gençleri, çocukları, kadınları, neşeli ve üzgün, güçlü ve narin, çevik ve hantal bütün parçaları önünde topladı, onları hemen satranç tahtası üzerinde düzene sokup bir oyun kurdu; oyunda ben'imin parçaları hemen aralarında değişik gruplar, değişik aileler oluşturdular, oyun oynayacak ve savaşacak gruplar, birbirine dost ve düşman gruplar. Sonunda küçük çapta bir dünya çatılıp çıktı ortaya. Adam, büyülenmiş gözlerimin önünde cıvıl cıvıl, öte yandan sıkı bir düzen içindeki küçük dünyayı bir süre hareket ettirdi, oyunlar oynattı bu dünyadakilere, onları savaştırdı, ittifaklar kurdurdu, flört ettirdi birbirleriyle, evlenip çoğalmalarını sağladı. Gerçekten de içinde çok kişinin yer aldığı devingen ve heyecanlı bir seyirlik oyundu bu.

Daha sonra elini neşeyle satranç tahtası üzerinde gezdiren adam, bütün taşları usulcacık devirdi, ardından düşüncelere dalarak titiz bir sanatçı tutumuyla aynı ben parçalarından bambaşka gruplandırmalar, ilişkiler ve çatkılarla yepyeni bir oyun kurdu. Bu oyun da birincisine benziyordu, dünya aynı dünya, kullanılan malzeme aynı malzemeydi, ama modülasyonlar değişik, tempo değişikti; motifler bir başka türlü vurgulanmış, konumlar bir başka türlü sergilenmişti.

Bu zeki mimar, her biri kendi ben'imin bir parçası olan figürlerden art arda yeni oyunlar kurmuştu; hepsi de uzaktan birbirine benzerlik gösteriyor, hepsinin yerinin de aynı dünya olduğu anlaşılıyor, hepsi de aynı kökenden çıkıp geliyordu; ama her biri de yeniydi.

Bir öğretmen edasıyla, "İşte size yaşam sanatı," dedi adam sonunda. "İleride kendiniz yaşamınızın oyununa dilediğiniz biçimi verebilir, onu dilediğiniz gibi canlandırabilir, karmaşık duruma sokabilir ve zenginleştirebilirsiniz, bu sizin elinizde. Nasıl ki delilik yüksek bir anlamda tüm bilgeliğin başlangıcıysa, şizofreni de tüm sanatın, tüm düşlerin başlangıcıdır. Hatta bilginler bile, Des Prinzen Wunderlıorn kitabında okunabileceği gibi, bunu biraz anlamış durumdadır; söz konusu kitapta bir bilginin zahmetli ve özenli çalışması, cinnet getirip akıl hastanesine kapatılmış bir grup sanatçının dahiyane katkısıyla soyluluk kazanır. Buyrun, taşlarınızı alıp cebinize sokun şimdi, oyun ileride sizi sık sık eğlendirecektir. Baktınız ki, bir figür, bir taş bugün çekilmez bir umacıya dönüştü de oyunbozanlık ediyor, ertesi gün onu ikinci derecede zararsız bir figür konumuna indirgeyebilir, bir süre başına gelmedik kötülük kalmayan zavallı ve gözde bir figürü ise bir sonraki oyunda prenses konumuna yükseltebilirsiniz. İyi eğlenceler size bayım...


Hermann Hesse/Bozkırkurdu...

Share/Save/Bookmark

Kum Kitabı...


* Yazarken her zaman uyuşuk ve ağır davrandım, her tümce kendini farklı şekillerde ortaya koydu: Bir sözcüğe varmadan önce birçok eş anlamlıyı elden geçirmem, sayısız eğretileme içinden seçim yapmam gerekiyor. (...) Başlarda şaşırtıcı sıfat ve eğretilemeler ararken, şimdi şaşırtıcılığın önlenmesi ve her şeyin okuyucu için kolaylaştırılması gerektiğini hissediyorum (...) bence eseri okuyucu kendi yaratır"
Zaman beni sürükleyen bir nehir; ama nehir benim;
beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki, Borges'im.

Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle, gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur. Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar.

Jarge Luis Borges

* - Bu sabah ve karşılaşma düşse, ikimizin de düşü görenin kendisi olduğunu sanması gerekiyor. Belki uyanacağız, belki de hayır. Ama bu arada düşe boyun eğmek zorundayız; dünyayı, doğmuş olmayı, görmeyi, solumayı kabullendiğimiz gibi.

- Ya düş sürerse, dedi kaygıyla .

Gerek onu, gerek kendimi yatıştırmak için, gerçekte hiç de öyle hissetmediğim halde kendine güvenen biri havasına büründüm.

- Benim düşüm yetmiş yıl sürdü. Sonuç olarak, yaşayan 1 hiçbir insan yok ki uyandığında kendini kendisiyle birlikte " bulmasın. işte bizim başımıza gelen de bu -tek fark bizim iki kişi olmamız. Benim geçmişimle, yani seni bekleyen gelecekle ilgili bir şey öğrenmek istemez misin?

* -Günümüzde şair çağına sırt çeviremez, diye devam etti. Bir süre düşünüp ona gerçekten kendini herkesin kardeşi gibi hissediyor mu diye sordum, örneğin bütün ölü gömücülerin, bütün posta dağıtıcılarının, bütün açık deniz dalgıçlarının, bütün çift numaralarda oturanların, bütün ses yitimine uğramışların ve başkalarının. Kitabın ezilen ve yabancılaşmış büyük yığına ilişkin olduğu karşılığını verdi.

- Ezilen ve yabancılaşmış büyük yığının soyut bir kavramdan başka bir şey değil, dedim. Yalnızca bireyler varolurlar -eğer herhangi bir insanın varolduğu söylenebilirse. "Dünün insanı, bugünkü insan değil," diye belirtmişti bir Yunanlı. Cenevre'de ya da Cambridge'de bir sıranın üzerine oturmuş olan biz ikimiz bunun kanıtıyız belki de.

* Unutulmaz olaylar, tarihin kuru sayfaları dışında, unutulmaz sözlere gereksinim duymazlar. Ölüm döşeğinde bir adam, çocukluğunda hayal meyal gördüğü bir oyma baskı resmi anımsamaya çalışır; bir savaşın eşiğine gelen erler çamurdan ya da çavuşlarından sözederler. Bizimki benzeri olmayan bir konumdu ve gerçekte hazırlıklı da değildik. Kaçınılmaz olarak edebiyattan konuştuk; korkarım genellikle gazetecilere söylediklerimden fazla bir şey söylemedim. Öteki benliğim yeni eğretilemeler kat etmeye ve keşfetmeye inanıyordu; ben ise çok açık ve yakın benzerliklerin karşılığı olan, hayal gücümüzün daha önce kabul etmiş olduğu eğretilemelere. İnsanların yaşlılığı ve gün batımı, düşler ve yaşam, geçen zaman ve su. Ona, yıllar sonra bir kitabında yer vereceği görüşü mü anlattım.

* Şiir, gerçekten olmuş olanı değil de, bir özlemi dile getirdiğinde güzeldir.

* Yarım yüzyıl boşuna geçmez. Gelişigüzel okumalar ve değişik beğenilere sahip insanlar arasında geçen bu konuşma sonucunda birbirimizi anlayamadığımızı kavradım. Çok farklı ve çok benzerdik. Birbirimizi aldatmamız mümkün değildi, bu da konuşmamızı zorlaştırıyordu. Her birimiz, öbürünün karikatürden bir kopyasıydı. Durum, daha uzun süremeyecek kadar anormaldi. Öğüt vermek ya da tartışmak yararsızdı, çünkü onun kaçınılmaz yazgısı, benim olduğum kişi olmaktı.

* Bütün bunlar bir mucize ve mucizeler korkunçtur...

* Batıl iki kez boy gösterirse, korkunçluğunu sürdürmez...

* Zaten söylediğimiz bize benzemez her zaman...

* Belirli yaştaki bir bekar için sunulan aşk artık beklenmeyen bir armağandır. Mucize koşulları da belirleme hakkına sahiptir..

* Her zaman, insanlara yasaklanmış bir sözcüktür...
* Yalnızlık bana acı vermiyor, insanın kendisine ve kendi huylarına katlanmasıyla hayat zaten yeterince zor...

* Yıllar özümüzü değiştirmez -özümüz varsa tabii...-

* Sınır, yan yana dizili taşlardan oluşan bir çizgiden başka bir şey değildi...

* Yok etmede gizemli bir zevk vardır...

* Sözcükler, paylaşılmış bir hafıza gerektiren simgelerdir.

* Burada aktarmaya çalıştığım yalnızca benim hafızam; anılarımı paylaşmış olanlar öldüler. Gizemciler bir gülden, bir öpücükten, bütün kuşlar olan bir kuştan, bütün yıldızlar ve güneş olan bir güneşten, bir şarap testisinden, bir bahçeden ya da cinsel ilişkiden yardım umarlar. Bu eğretilemelerin hiçbiri, bizi bitkin ve .mutlu gün ağarımına kadar götüren o uzun son geceyi anlatmama yardımcı olamaz.

* Kötülük yapmak istedim, iyilik yapmışım...

* Hayal meyal gördüklerimizden bazı ayrıntılar varlıklarını sürdürüyorlar...

* Önemli olan bir kereden çok alay ettiğimiz tasarılarımızın tüm evren ve bizler gibi gerçekten ve gizlice var olduğunu duymuş olmamız...

* İnsan, ölülerle konuşurken ölü olduğunu unutuyor...

* Alçaklık değişiklik biçimler alabilir...

* Başarısızlığımı önceden kestirmiştim, ama bir şeyi öngörmekle, gerçekleştiğini görmek arasında fark var. Kendi kendime birçok kereler, zamanın -şu geçmişin, şimdinin, geleceğin, her zamanın ve aslanın sonsuz örtüsü- dışında başka bir gizem olmadığını söyleyip durmuştum. Bu derin düşüncelerin yararsızlığı ortaya çıktı;

* Bir şeyi görmüş olmak için onu anlamak gerekir. Bir koltuk insan gövdesinin, eklemlerinin, öbür organlarının ön kabulünü gerektirir, bir makas ise kesme işlemini. Lamba ve araba için ne söylenebilir? Vahşi, misyonerin Incil'ini algılayamaz; gemi yolcusunun gördüğü halatlar tayfalarınkilerle aynı değildir. Eğer evrenin gerçek bir görüntüsüne sahip olabilseydik, belki de onu anlayabilirdik...

* Merak korkuyu bastırdı...

* Arzu eylemden daha az suçlu değilse, doğru yolda onların da kendilerini şehvetin en aşırısına bırakmalarında bir sakınca olamaz...

* Kimi istemli, kimi istem dışı oynayan, hepsi vazgeçilmez, hepsi zorunlu oyuncular vardı...

* Bir tek suçlu bile yoktur; bilinçli ya da değil. Bilgeliğin çizdiği yolda uygulayıcılıktan başka şey yapan bir tek kişi yoktur... Şimdi hepsi övüncü paylaşıyorlar...

* Bilgi sorunu üzerine tartışıyorduk. İçimizden biri sözü Platoncu kurama, yani her şeyi önceki bir dünyada görmüş olduğumuza, yani bilmenin yeniden öğrenmek olduğuna getirmişti. Yanılmıyorsam babam, Bacon'ın, öğrenmek anımsamaksa, bilmemenin yalnızca unutmuş olma anlamını taşıdığını ileri sürdüğünü söylemişti.

* Bir şey doğruysa, birinin yalnızca bir sefer söylemesi yeterlidir doğruluğunun o an anlaşılması için..

* Her şey her insana açınlanır -en azından bir insanın tanımasına izin verilen her şey-

* En parlak başarılar sözcüklerle perçinlenmezse ışıltılarını kaybederler...

* İnsan kaçınılmaz olarak düşmanına benzer...

* Kimse hiçbir şey öğretemez...

* Zaman içinde birçok kişi oldum, ama bu yalnızca hortum dediğimiz bir fırtınaydı...

* Herkese yaşam her şeyi verir ama çoğunluğu bilmez bunu...

* Birbirine tıpatıp benzeyen iki tepe yoktur, ama yeryüzünün her yanında ovalar aynıdır...

* Olguların artık önemi kalmadı. Zaten uydurma ve düşünme için basit başlama noktaları olmaktan öte bir şey de değiller...

* Önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır...

* Yüz yaşlarında, insan olgunlaştığında kendiyle ve yalnızlığıyla yüz yüze gelmeye hazırdır...

* İnsan, yaşamının efendisiyle, ölümünün de efendisidir...

* Dil bir alıntılar birliğidir...

* Zaten her yolculuk uzay yolculuğudur; bir gezegenden öbürüne olsun, buradan karşıdaki ambara olsun, hep aynı...

* Ağıt yazma dışında geçmişi unutmaya çalışıyoruz...

* Her kişinin kendine gereken bilim ve sanatları üretmesi gerekiyor...

* Yüzünü bilmediğim başkalarının belki benden daha iyi işledikleri toprağı işledim...

* Korku çılgın değil, öfkeyi de öldürüyor...

* Çizgi sonsuz sayıda noktadan oluşmuştur; düzlem sonsuz sayıda çizgiden; oylum sonsuz sayıda düzlemden; yüksek oylum ise sonsuz sayıda oylumdan...

* Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasıyız...

* Kişiyi aynı anda hem seyirci, hem de eylemli kılan bu hayaletimsi görünüş, herhalde madeni aynalardan, sudaki yansımalardan ya da basitçe insanın hafızasından kaynaklanıyordu...

Jorge Luis Borges...

Share/Save/Bookmark

Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi...

Oraya utopia adını verdi, öyle bir yerin olmadığı anlamına gelen Grekçe sözcük.
Quevedo

Birbirine tıpatıp benzeyen iki tepe yoktur, ama yeryüzünün her yanında ovalar aynıdır. Böylesine bir düzlükte yürüyordum. Pek önem vermeksizin, kendi kendime bu yerin Oklahoma mı, Teksas mı, yoksa edebiyatçıların pampa dediği Arjantin'deki yöre mi olduğunu soruyordum. Ne sağda ne de solda, bir tek çit bile yoktu. Bir kez daha yavaş yavaş Emilio Oribe'nin hep büyüyüp genişleyen şu dizelerini tekrarladım.

Bitmez korkulu ovanın yüreğinde Ve Brezilya sınırının yakınında.

Yol çukurlarla doluydu. Yağmur yağmaya başladı. iki-üç yüz metre kadar ötede, alçak, dört köşe ağaçlarla çevrili bir evin ışığını seçtim. Kapıyı açan adam öyle uzun boyluydu ki, korkar gibi oldum. Giysileri griydi. Birini beklediğini sezdim. Kapıda kilit yoktu.

Tahta duvarlı geniş bir odaya girdik, tavandan aşağı sarkan lamba sarımtırak bir ışık yayıyordu ve bilmem neden, masa bana garip geldi. Bu masanın üzerinde, eski birkaç oyma dışında hiçbir yerde görmediğim bir su saati bulunuyordu.

Adam bana iskemlelerden birini gösterdi.

Birkaç dilde konuşmayı denedim, ama anlaşamadık.

Sonunda söz aldığında Latince konuştu. Uzak okul günlerinden kalma bilgilerimi toparlayıp, söyleşiye hazırlandım.

- Giysilerinden başka bir yüzyıldan geldiğin anlaşılıyor, dedi bana. Dillerin çeşitlenmesi, toplumların, hatta savaşların çeşitliliğini kamçıladı; dünya Latince'ye döndü. Bazıları Latince'nin yeniden Fransızca, Lemosi ya da Papiamento'ya dönüşüp yozlaşacağından korkuyorlar, ama şimdilik böyle bir tehlike yok. Ne olursa olsun, beni ne geçmiş, ne de gelecek ilgilendiriyor.

Bir şey demedim, o ekledi:

- Birini yemek yerken seyretmek seni rahatsız etmiyorsa, bana eşlik eder misin?

Huzursuzluğumun farkına vardığını anladım, evet, dedim.

Her iki yanında kapılar sıralı ve her şeyin madeni olduğu küçük bir mutfağa çıkan bir koridoru geçtik. Bir tepsi Üzerinde akşam yemeği ile geri döndük: Kaplar dolusu mısır gevreği, bir salkım üzüm, tadının bana inciri anımsattığı yabancı bir meyve ve büyük bir sürahi su. Sanırım ekmek yoktu. Ev sahibim ince hatlıydı ve bakışında tuhaf bir şey vardı. Bir daha hiç görmeyeceğim bu sert ve solgun yüzü unutmayacağım. Konuşurken en ufak bir hareket yapmıyordu.

Latince konuşma zorunluluğu işi mi güçlendiriyordu; ama sonunda şunları söyleyebildim:

- Ansızın karşına çıkmam seni şaşırtmadı mı?

- Hayır, diye yanıtladı. Yüzyıldan yüzyıla böyle konuklar gelir. Fazla uzun kalmazlar. En geç yarın evine dönmüş olacaksın.

Sesindeki güven içimi rahatlattı. Kendimi tanıtmakta bir sakınca görmedim:

- Adım Eudoro Acevedo. lS97'de Buenos Aires'de doğdum.

Yaşım yetmişi geçiyor. İngiliz ve Amerikan edebiyatı öğretmeniyim ve gerçek dışı öyküler yazdım.

- İki gerçek dışı öyküyü zevkle okudum diyebilirim, dedi. çoğu kişinin gerçek diye kabul ettiği "Kaptan Lemuel Gulliver'ın Gezileri" ve Summa Theologiae. Boşver, kesin olgulardan söz etmeyelim. Olguların artık önemi kalmadı. Zaten uydurma ve düşünme için basit başlama noktaları olmaktan öte bir şey de değiller. Okullarımızda bize kuşku ve unutma sanatı öğretiliyor, her şeyden önce kişisel ve yerel olanın unutulması. Kesintisiz zamanın içinde yaşıyor, ama sub specie aeternitatis yaşamaya çalışıyoruz. Geçmişten bize birkaç ad kaldı ki, dil bunları da unutma yolunda. Gereksiz kesinlikleri atlıyoruz. Artık ne zaman dizini: ne de tarih var; sayılama da yok. Adının Eudoro olduğunu söyledin; ben adımın ne olduğunu sana söyleyemem, çünkü bana yalnızca Birisi derler.

- Peki babanın adı neydi?

-Adı yoktu.

Duvarlardan birinde bir raf gördüm. Rasgele bir kitap açtım; elle yazılmış harfler belirgin ve çözülemezdi. Köşeli çizikler bana eski İskandinav alfabesini anımsattı. Bu alfabe yalnızca kazılarak yazılırdı. Kendi kendime, gelecekteki insanların boyca daha uzun oldukları gibi, daha da becerikli olduklarını söyledim. Sezgisel olarak, adamın İnce uzun parmaklarına bakıyordum.

- Şimdi sana asla görmediğin bir şey göstereceğim, dedi ve 1518'de Basel'de basılmış, bazı yaprak ve resimlerin eksik olduğu, Thomas More'un Utopia'sının bir kopyasını uzattı.

Biraz kendini beğenmişlikle yanıtladım:

- Basılı bir kitap. Bende iki binden fazla var, doğal olarak bundan daha az değerli Ve daha az eski.
Başlığı yüksek sesle okudum,

Gülmeye başladı.

- Kimse iki bin kitap okuyamaz. Dört yüzyıldır yaşıyorum da yarım düzineden fazla okumamışımdır. Zaten önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır. Şimdi ortadan kalkan basımevi, insanlığın en beter afetlerinden biriydi, çünkü gereksiz metinleri baş döndürücü şekilde çoğaltmak yolundaydı.

- Benim zamanımda, daha dün, diye yanıtladım, bir günden ötekine insanın bilmemesinin ayıp sayıldığı olaylar olduğu boş inancı egemendi. Gezegen olarak hortaklarla doluydu: Kanada, Brezilya, İsviçre Kongosu, Ortak Pazar. Bu Platoncu kendiliklerin tarihlerini bilenler yok denecek kadar azdı, buna karşın, doğal olarak son eğitim bilimciler kongresinden, diplomatik ilişkilerdeki gerginleşmeden, başkanların beyanatlarından -sekreterin sekreterinin, bu türün en belirgin özelliği olan dikkatli bir belirsizlikle hazırladığı- haberdar olmayan yoktu.

Birkaç saat sonra başka bayağılıklarla silinip giden bütün bunlar unutulmak için okunuyordu. Yeryüzündeki tüm uğraşlar arasında politikacınınki hiç kuşkusuz en gözde olanıydı. Büyükelçi ya da bakan, bir yerden bir yere uzun gürültülü taşıtlarla, motosikletler ve koruma görevlileriyle çevrili olarak taşınma zorunluluğu olan, kaygılı fotoğrafçıların pusu kurdukları bir cins sakattı. Gören de ayaklarını kesmişler sanacak derdi anam. İmgeler ve basılı metinlerin bunlardan daha fazla geçerlilikleri vardı. Yalnızca yayımlanan doğruydu. Esse est percipi (varolmak fotoğraflanmaktır), bu benzersiz dünya görüşünün başı, ortası ve sonuydu. Benim geçmişimde insanlar kötülük düşünmezdi; yapımcısı tekrar tekrar söylüyor diye bir malın iyi olduğuna inanırlardı. Her ne kadar paraya sahip olmanın daha fazla mutluluk ya da erinç getirmediğini herkes biliyorsa da, hırsızlık oldukça yaygındı.

- Para mı, diye tekrarladı. Artık yoksulluğun acısını çeken kalmadı, kuşkusuz bayağılığın en sıkıcı biçimi olan zenginlikten yakınan da yok. Herkesin bir işlevi var.

-Hahamlar gibi, dedim.

Anlamamış gibiydi, devam etti:

- Kentler de yok artık. Bir zamanlar gezme merakına kapıldığım Bahia Blanca yıkıntılarını göz önüne alırsan pek bir şey kaybetmedik. Kişisel eşyalar yok şimdi, miras da yok. Yüz yaşlarında, insan olgunlaştığında kendiyle ve yalnızlığıyla yüz yüze gelmeye hazırdır. Bir çocuk dünyaya getirir.

- Yalnızca bir çocuk mu, diye sordum.

- Evet. Bir tek. İnsan cinsini çoğaltmak için bir neden yok. Bazıları insanın, Tanrı'nın evren bilincine kavuşmasına yarayan bir organı olduğuna inanırlar; ama kimse kesin olarak böyle bir tanrısallığın varolduğunu bilmiyor. Sanırım şimdi tüm yeryüzü sakinlerinin yavaş yavaş ya da aynı anda intiharının yarar ve sakıncaları tartışılıyor. Ama biz yine söyleşimize dönelim.

Kabul ettim.

- Yüz yaşında, insanoğlu aşksız ve dostsuz yapabilir. Acılar ve istem dışı ölüm artık korkutma değildir onun için. Bir sanat dalıyla, felsefeyle, matematikle uğraşır ya da tek başına satranç oynar. İstediği zaman, kendini öldürür. İnsan, yaşamının efendisiyle, ölümünün de efendisidir.

- Bir alıntı mı, diye sordum.

- Elbette. Bize yalnızca alıntılar kaldı. Dil bir alıntılar birliğidir.

- Ya benim zamanımın büyük serüveni -uzay uçuşları, diye sordum.

- Yüzyıllar önce bu aktarmalardan vazgeçildi. Kuşkusuz çok güzeldiler, ama asla bir buradan ve bir şimdiden kaçamadık.

Bir gülümsemeyle ekledi:

- Zaten her yolculuk uzay yolculuğudur; bir gezegenden öbürüne olsun, buradan karşıdaki ambara olsun, hep aynı. Sen bu odaya girdiğinde, ben bir uzay yolculuğu yapmaktaydım.

- Bu doğru, dedim. Ayrıca, kimyasal maddelerden ve hayvansal türlerden söz ediliyordu.

Şimdi adam sırtını bana dönmüş, camdan dışarı bakıyordu. Dışarıda, ova sessiz, kar ve ayışığıyla bembeyazdı.

Sormayı göze aldım:
- Hala müze ve kitaplıklar var mı?

- Hayır. Ağıt yazma dışında geçmişi unutmaya çalışıyoruz.

Anma törenleri, yıl dönümleri, ölü adam yontuları yok şimdi. Her kişinin kendine gereken bilim ve sanatları üretmesi gerekiyor.

- Öyleyse herkes kendi Bernard Shaw'u, kendi İsa'sı, kendi Archimedes'i olmak zorunda.

Başıyla onayladı.

- Hükümetlere ne oldu, diye sordum.

- Gelenek yavaş yavaş geçerliliklerinin kalkmasını istiyor. Seçimlere girişiyorlardı, vergi düzenliyorlardı, varlıklara el koyuyorlardı, tutuklama buyuruyorlardı ve sıkı denetim benimsetmeyi savunuyorlardı, ama dünyada kimse aldırmıyordu. Basın hükümet adamlarının söylev ve fotoğraflarını yayımlamaktan vazgeçti. Politikacılar dürüst mesleklerle uğraşmak zorunda kaldılar; kimileri iyi oyuncu ya da iyi ruh doktoru oldu. Kuşkusuz gerçek, verdiğim özetten daha karmaşık oldu.

Değişik bir ses tonuyla sürdürdü:

- Öbürleriyle aynı olan bu evi kurdum. Bu mobilyaları ve kap kaçağı yaptım. Yüzünü bilmediğim başkalarının belki benden daha iyi işledikleri toprağı işledim. Sana göstereceğim birkaç şey var.

Yandaki odaya doğru onu İzledim. Yine tavandan sarkan bir lambayı yaktı. Bir köşede, yalnızca birkaç teli olan bir, harp gördüm. Duvarda sarı tonların hakim olduğu dört köşe yağlı boya resimler asılıydı. Hepsi aynı elden çıkmamışa benziyordu.

- Benim yapıtlarım, diye açıkladı.

Resimleri inceledim ve en küçük olanının önünde durdum. Gün batımını betimliyordu ya da esinliyordu, sonsuzluğa ilişkin bir şey vardı.

- Hoşuna gidiyorsa alabilirsin, gelecekteki bir dostun anısı, dedi dingin sesiyle.

Teşekkür ederek resmi aldım, ama öbür resimler bana bir huzursuzluk verdi. Bütünüyle beyaz bırakıldıklarını söylemeyeceğim, ama hemen hemen öyleydiler.

- Onlar senin eski gözlerinin görmeyeceği renklerle boyanmıştır.

Elleri harpın tellerini hafifçe tıngırdattı ve bir ses dalgasını ancak algılayabildim.

İşte o zaman kapı vuruldu.

Uzun boylu bir kadın ve üç-dört adam eve girdiler. Kardeş oldukları ve zamanın onları birbirlerine benzettiği söylenebilirdi. Ev sahibim önce kadınla konuştu.

- Bu akşam gelmezlik etmeyeceğini biliyordum. Nils'i gördün mü?

- Arada bir. Resim yapmayı hala sürdürüyor.

- Babasından iyi başarmasını dileyelim.

Evi dağıtmaya başladık. El yazmaları, tablolar, mobilyalar, kap kaçaklar: Hiçbir şey bırakmadık.
Kadın adamlar kadar çalıştı. Onlara gerçekten yardım etmemi engelleyen zaafımdan utanç duydum. Kimse kapıyı kapatmadı ve tüm bu eşyaları yüklenerek .. oradan ayrıldık. çatının beşik biçiminde olduğunu fark ettim.

On beş dakikalık yürüyüşten sonra sola saptık. Uzakta, üzerinde kubbe gibi olan bir kule gibi bir şey seçtim.

Ölü yakma fırını dedi biri. İçinde bir ölüm odası var. Bir insan sever tarafından icat edildiği söyleniyor, sanırım adı Adolf Hitler'miş.

Boyuyla beni şaşırtmayan nöbetçi bize parmaklığı açtı. Ev sahibimin ona birkaç sözcük mırıldandı. Yapıya girmeden önce bize veda işareti yaptı.

-Kar devam edecek gibi görünüyor dedi kadın.

Buenos Aires'te, mexico Caddesindeki çalışma odamda, birinin binlerce yıl sonra, bugün yeryüzünde dağılmış maddelerle boyayacağı yağlı boya resmi saklıyorum.

Jorge Luis Borges/Kum Kitabı...

Share/Save/Bookmark