Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Zehirli Örümcekler Üstüne…

Bak, bu zehirli örümceğin mağarasıdır… Örümceğin kendisini görmek ister misin?... İşte asılı ağı: Dokun ona titresin…

İşte kendi isteğiyle geliyor… Hoş geldin örümcek!... Üçgenin ve simgen kara kara duruyor sırtında… Ben senin gönlündekini de bilirim…

Öç var senin gönlünde : Isırdığın yer kara kabuk bağlar… zehirin gönle baş dönmesi verir öcüyle!…

Böyle sesleniyorum size benzetme diliyle… Ey gönle baş dönmesi verenler, ey eşitsizlik vaizleri!... Siz zehirli örümceklersiniz bence… Gizli gizli kin besleyenlersiniz!...

Ama sizin saklandığınız yerleri yakında ışığa çıkaracağım… Bunun için doruklar gülüşümle gülüyorum yüzünüze karşı…

Bunun için koparıyorum ağınızı, öfkenizi sizi yalan-mağaranızdan dışarı uğratsın diye… Öcünüz “doğruluk” sözünüzün arkasından ileri sıçrasın diye…

Çünkü insanın öcden kurtarılması, bence en yüksek umuda köprü budur… Uzun fırtınalardan sonraki gökkuşağı budur işte…

Ama zehirli örümcekler, başka türlü olsun isterler… “Dünyanın öcümüzün fırtınalarıyla dolması, doğruluğun ta kendisi olsun…” böyle konuşurlar birbirleriyle…

“Bize benzemeyenlere karşı öç ve alçaklama kullanacağız…” böyle sözleşir örümcek yürekleri…

Ve “eşitlik istemi” erdemin adı bu olacak bundan böyle, ve gücü olan her şeye karşı haykıracağız!...

Ey, eşitlik vaizleri, yetersizliğin zorba çılgınlığı “eşitlik” uğruna böyle haykırıyor sizde… En gizli zorba özlemleriniz, erdem sözlerinin kılığına böyle giriyor işte!...

İncinmiş büyüklenme ve saklanmış kıskançlık, belki de babalarınızın büyüklenmesi ve kıskançlığı… Bunlar bir yalım ve kin çılgınlığı gibi kopar sizden…

Babanın gizlediği şey, oğulda açığa çıkar… Babanın açıklanmış sırrını buldum oğulda sık sık.

Esinli kişilere benzer onlar… Fakat onları esinleyen yürek değil, kindir… Ve inceldikleri, soğuklaştıkları zaman, ruh değildir onları incelten ve soğuklaştıran… Kıskançlıktır…

Kıskançlıkları, düşürürler yoluna da yöneltir onları… Kıskançlıklarının belirtisi de şudur: Hep fazla ileri giderler… Öyle ki yorgunlukları, en sonu, karda uyumak zorunda kalır…

Kin çınlar bütün yakınmalarında, bütün övgülerinde kötü niyet vardır… Ve yargıçlık onlarca mutluluktur…

Ama şunu salık veririm size, dostlarım… Cezalandırma eğilimi güçlü olanların hiçbirine güvenmeyin!...

Bunlar soyu sopu bozuk kişilerdir… Cellat ve av köpeği bakar suratlarından…

Doğruluktan çok söz edenlere güvenmeyin!... Gerçek, gönüllerinde eksik olan bal değildir yalnız…

Kendilerine “iyiler ve doğrular” dedikleri zaman unutmayın… Ferisi olmaları için hiçbir eksikleri yoktur, güçten başka!...

Dostlarım, başkalarıyla karıştırılmak, başkaları yerine konmak istemem…

Benim hayat öğretimi vazedenler var… Onlar aynı zaman da eşitlik vaizidirler… Zehirli örümcektirler…

Hayata sırtlarını çevirip mağaralarında otursalar da, bu zehirli örümcekler hayatı överler… Ama zarar vermek için yaparlar bunu…

Şimdi gücü olanlara zarar vermek isterler… Daha ölüm vazı en çok onları yadırgamaz da ondan…

Öyle olmasaydı zehirli örümcekler başka türlü öğretirlerdi… Kendileri eskiden, dünyaya en çok kara çalanlardı, aykırı inançlıkları yakanlardı…

Bu eşitlik vaizleriyle karıştırılmak, onların yerine konmak istemem ben… Çünkü doğruluk şöyle der bana: “İnsanlar eşit değildirler…”

Eşit olmamalıdırlar da!... Başka türlü konuşursam üst insana sevgim nerde kalır benim?...

Binlerce köprü ve yol üstünde koşuşmalıdırlar ve geleceğe, ve hep daha çok savaş ve eşitsizlik olmalıdır insanlar arasında… Bana böyle dedirtir ulu sevgim!..

Görüntüler ve hayaletler yaratmalıdırlar düşmanlıklarında… Bu görüntüler ve hayaletlerle birbirlerine karşı en yüksek savaşa girişmelidirler daha!...

İyi ile kötü, zengin ile yoksul, yüksek ile alçak, ve bütün değerlerin adları, silahlar olsun, çın çın öten simgeler olsun bunlar, hayat kendini atletsin, yine yine atletsin diye hep!...

Sütun sütun, basamak basamak yükseğe kurmak ister kendini, hayat kendini: Geniş uzaklıklara bakmak ister, ta mutlu güzelliklere doğru… Bundandır yükseği gereksinmesi!..

Ve yükseği gereksindiğinden, basamaklar ister, basamaklar çıkanlar arasında çelişme ister!...Ağmak ister hayat… Ağarken alt etmek ister kendini…

Hele bakın dostlarım!... Burada şu zehirli örümcek mağarasının olduğu yerde, eski bir tapınağın yıkıntıları yükselir… Aydın gözlerle bakın ona!...

Gerçek, burada düşüncelerini bir zamanlar böyle taş taş yükselten, bütün hayatın sırrını en bilge kişiler kadar biliyordu!...

Güzellikte bile uğraşma ve eşitsizlik, erk ve üstünlük uğruna savaş olduğunu, bunu öğretiyor o bize burada, en açık benzetmeceyle…

Bu güreşte kubbeyle kemer nasıl tanrıca direniyor birbirlerine… Işık ve gölgeyle nasıl karşı koyuyorlar birbirine, bu tanrıca karşı koyanlar…

Böyle sağlam ve güzel, düşmanlar olalım biz de dostlarım!... Tanrıca karşı koyalım birbirimize!...

Ah, işte ısırdı beni, eski düşmanım zehirli örümcek!... Tanrıca sağlam ve güzel parmağımdan ısırdı!...

Ceza ve doğruluk olmalı… Böyle düşünür o… Burada boş yere türkü söylemesin düşmanlık şerefine!...

Evet öcünü aldı… Ah öçle gönlümü de sersemletecek şimdi!...

Fakat başımın dönmemesi için, dostlarım beni şu sütuna sımsıkı bağlayın!... Kin çevrintisi olmaktansa, sütun ermişi olurum daha iyi!...

Gerçek, ne hortum, ne kasırgadır Zerdüşt… Hora tepen biriyse de, hiç mi hiç örümcek horancası değildir!...

Böyle buyurdu Zerdüşt…

F.Nietzsche...

Share/Save/Bookmark

Yaratıcının Yolu Üstüne…

Yalnızlığa çekilmek mi istersin kardeşim?... Kendine varan yolu aramak mı istersin?... Biraz dur da beni dinle…

“Arayan kolay yiter… Her türlü yalnızlık suçtur….” Böyle der sürü… Ve sen sürüdendin uzun bir süre…

Sürünün sesi daha sende çınlayacak… Ve sen desen: “Artık sizinle ortak vicdanım yok benim”, yakınma ve ağrı olacak bu…

Bakın, aynı vicdan doğurdu bu ağrıyı; o vicdanın son pırıltısı daha senin derdinde yanmaktadır…

Derdinin yolunu, yani kendine varan yolu yürümek mi istersin?... Öyleyse hakkını ve bu işi becerecek gücünü göster bana!...

Sen yeni bir güç ve yeni bir hak mısın?... Bir ilk devinme misin?... Bir kendi kendine döner tekerlek misin?... Yıldızları kendi çevrende dönmeye zorlayabilir misin?...

Yazık yüksekliğe tutkunluk öyle çok ki!... Gözü doymaz kişilerin çırpınmaları öyle çok ki!... Tutkun ve gözü doymaz bir kişi olmadığını göster bana!...

Yazık körükten fazla bir iş görmeyen büyük düşünceler öyle çok ki: Körüklerler ve daha da boşaltırlar…

Özgür mü diyorsun kendine?... Egemen düşünceni işitmek isterim ben senin, boyunduruktan kurtulduğunu değil…

Sen boyunduruktan kurtulmaya yetkili bir kişi misin ki?... Nice kimseler, uşaklıklarını atarken, son değerlerini de atmış olurlar…

Neden özgür?... Zerdüşt’e ne bundan!... Gözlerin apaçık söylemeli bana: Neye özgür?...

Kendi kötün ile kendi iyini kendine sağlayabilir misin?... Kendi istemini bir yasa olarak kendi üstüne asabilir misin?... Kendi kendinin yargıcı olabilir misin ve kendi yasasının öç alıcısı?...

Korkunçtur, kendi yasasının yargıcı ve öç alıcısıyla yalnız kalmak… Yıldız işte böyle fırlatır ıssız uzaya, yalnızlığın buzlu soğuğuna…

Bugün kalabalığın acısını çekersin, daha ey tek kişi : Bugün yürekliliğin tam daha… Ve umutların…

Ama bir gün yalnızlık yoracak seni... Bir gün eğilecek gururun ve yürekliliğin yılacak…Bir gün haykıracaksın: “Yalnızım ben!...”

Bir gün artık görmeyeceksin yüksekliğini, alçaklığını ise pek yakından göreceksin… Kendi yüceliğin bir hayalet gibi korkutacak seni… Bir gün haykıracaksın: “Her şey düzme!...”

Yalnızı öldürmek isteyen duygular vardır… Başaramazlarsa kendileri ölürler sonra!... Ama sen buna yeterli misin?... “Katil olmaya?...”

Kardeşim “ horgörme” sözcüğünü tanıdın mı?... Peki doğruluğun, seni hor görenlere karşı doğru olmanın ağrısını?...

Nice kimseleri senin için başka türlü düşünmeye zorlarsın, bunu yanına koymazlar senin… Onlara yaklaştın, ama geçip gittin : Hiç bağışlamazlar bunu…

Onların ğstüne ve ötesine geçersin: Ama sen yükseldikçe, kıskançlığın gözü daha küçük görür seni… Fakat ucundan nefret edilir en çok…

“Bana karşı nasıl doğru olabilir siniz!...” demelisin sen… “Ben kendi payıma sizin haksızlığınızı seçtim…”

Onlar haksızlık ve çamur atarlar yalnıza: Ama böyledir diye, kardeşim yıldız olmak istersen, daha az ışık saçmamalısın onlara!...

Ve iyilerle doğrulara karşı tetikte ol!... Onlar kendi erdemini yaratanları çarmıha germeye can atarlar… Onlar yalnızlardan nefret edeler…

Kutsal yalınlığa karşı dahi tetikte ol!... Yalın olmayan her şey kutsuzdur onca, ateşle oynamaya da bayılır… Kazığın ateşine…

Kendi sevginin baskınlarına karşı dahi tetikte ol!.. Her önüne gelene elini uzatmaya pek hazırdır yalnız kişi…

Elini değil, yalnızca pençeni uzatmalısın nice kimselere… Hani pençenin de tırnakları da olursa… Yok mu?...

Ama karşına çıkabilecek en çetin düşman, kendin olmalısın hep… Sen mağaralarda ve ormanlar da kendine pusu kurarsın…

Ey yalnız kişi, sen kendine varan yolda yürürsün!... Ve kendinden ve yedi şeytanından geçer yolun senin!...

Yadsıyıcı olmalısın kendine karşı, ve büyücü ve falcı ve deli ve kuşkucu ve uğursuz ve alçak..

Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini, önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!..

Ey yalnız kişi, sen yaratıcının yolunda yürürsün: Sen bir tanrı yaratacaksın o yedi şeytanından!...

Ey yalnız kişi, sen sevenin yolunda yürürsün: Kendini seversin sen, bu yüzden kendini hor görürsün, ancak sevenlerin hor gördüğü gibi tıpkı…

Yaratmak ister seven kişi, hor görür de ondan!... Sevdiğini hor görmek zorunda kalmamış kişi ne bilir ki sevmeyi!...

Sevginle git yalnızlığına, kardeşim, yaratmanla git… Doğruluk ancak daha sonra topallar ardın sıra senin…

Benim gözyaşlarımla git yalnızlığına, kardeşim… Kendinden öte yaratmak isteyeni severim ben… Ve böylece yok olanı…

Böyle buyurdu Zerdüşt…

F. Nietzsche...

Share/Save/Bookmark

Korku - Hiçlik Ve Ölüm...

Heidegger’e göre temel deneyim olan varoluşsal korkunun altında yatan şey, kendi ölüme-doğru-varlığımızı kavramamızdır… Ve ölümle bu karşılaşma aynı zamanda hiçlikle de bir karşılaşmadır… Varlık ve Zaman da şöyle yazar: ‘Bizi “yokluk” [hiçlik, das Nichts] ile yüzyüze getiren korku, Dasein’ın tam kendi temelinde onun yoluyla tanımladığı hiçliğin örtüsünü kaldırır; ve bu temelin kendisi de ölüme fırlatılmışlık olarak tanımlanır…

Korku da ve ölümle karşılaşmadadır ki hiçliğin olgusllığının, ya da daha iyisi, ‘olgusallığın’ (Wirklichkeit-nedensel yasalar altında ki şeylerin dünyası) hiçliğin ve aynı şekilde kendi özsel hiçliğimizin farkına varırız… Korkuda, varlıkların dünyası, günlük yaşamımızı üzerine kurduğumuz, güvendiğimiz ve genellikle onun aracılığıyla kendilerimizi tanımladığımız dünya kayıp gider ve tutumumuz varlıkların dünyasına bir kayıtsızlık tutumuna döner… ‘Şeylere tutunamadığımız bir kayıtızlık… Varlıkların kayıp gitmesinde, yalnızca bu ‘şeylere tutunamama’ üzerimize yapışıp kalır… Korku yokluğu açığa serer…’

Varlıklara olan büyülenmişliğimiz kesildiği zaman, “tüm şeyler ve biz kendimiz kayıtsızlığa gömüldüğümüz” ve ‘varlıklar artık yanıt vermedikleri’ zaman hiçlikle karşılaşma korku halinde ortaya çıkar… Bunun anlamı, Dasein ile varlıklar arsında alışıldık ilgi bağının korku durumunda koptuğudur… Dasein varlıklara hatta kendisine bile alışıldık tarzda yanıt vermez… ‘Kişi’ yani dasein terkedilmiş olduğunu, evinde olmadığını hisseder… Bu şekilde kendini rahatsız hisseden tikel ‘sen’ ya da ‘ben’ değildir… Ama doğrusu kişiyi huzursuz hissettiren şey, o halin kendisidir… Korku halinde ki Dasein varlıklardan uzaklaşır ve anlamlığın yokluğundan ötürü artık tutunamadığı varlıkların üzerine yükselip havada asılı kalır… Korkuda ve ölümle karşılaşmada Dasein tek başına ve varlıklarla ilişkisiz durmaya zorlanır ve bu konumda, varlıkların bütünlüğünün çökmesinden hiçlik ortaya çıkar… Bu temel ruh halinde, hiçliğin anlam ve önem taşımayı sürdüren tek fenomen olduğu görülür…

Korkuda hiçlikle bu yüzyüze gelme bizden konuşma yetimizi çalar ve onun yakınlığıyla sersemleriz… Gerçekten de, bu yüzyüze gelme karşısında, geleneksel biçimiyle anlaşıldığında, mantığın görüş noktası dağılıp gider… Hiçliğin karşısında aslında us ve mantığın sınırlarını görme noktasına varırız… Onun karşısında us ve mantık güçsüzdürler, çünkü hiçlik kesinlikle us ya da mantığın bir nesne olarak alabileceği bir şey değildir… Bu bakımdan çok açıktır ki, Heidegger’e göre, varlıklar hakkında ki, bilgimizin türü her günkü yaşamda tanıtlanan ve bilimsel tutumda örneği verilen bir bilgi, bir varlık olmayanın, hiçliğin bilgisini içeremez… Bu yüzden hiçlik ile böyle sıradan bilginin temelinde karşılaşamaz, ne de çünkü o böyle bilginin (sıradan varlıklarla karşılaşabileceğimiz tarzda bilginin) nesnesidir… Aşağı yukarı aynı irdelemeler biyolojik bir fenomen olarak değil, ama bizim ‘en kendi olanağımız’ olarak anlaşılan ölüm düşüncesi için de geçerli görünürler… Ölüm herhangi bir sıradan olayın anlaşıldığı şekilde bilinmez ya da anlaşılamaz… Gerçekten de ölüm bu anlamda bir olay bile değildir…

Dasein’in kendi ölümünü yalnızca varoluşunun olumsuzlaması olarak kavramaması dikkate değerdir… Bunun yerine ölüm Dasein’in ‘en kendi olanağını’ belirten şey diye anlaşılır… Benzer olarak, Dasein’in hiçliği de yalnızca varlıkların olumsuzlaması olarak, sözgelimi varlıkların bundan böyle ilgi çekici olmalarının sona erdiği anlamda kavramaz… Doğrusu hiçliğin kendisi öne çıkar, bundan böyle varlıklara ve onların varlığına olan her zaman ki büyülenmemiz tarafından gizlenmiş değildir… Korku durumunda Dasein ile hiçliğin yakınlıkları, korktuğu şey aslında hiçbir şey değilmiş ifadesiyle canlı biçimde anlatılır… ‘ Gerçekten de ; yokluğun kendisi –yokluk olarak- oradaydı…’ Kişinin türdeşi insanlar ve kişinin kendisi de dahil tüm varlıkların tam da önemsizlikleri hiçliğe bu tanık olmada açık seçik belli olur… Yokluğa tanık olmasında Dasein dünyaya olan her zaman ki ilgisi düzeyini aşar ve bu aşma daha ezeli bir olgusallığı kavramasına izin verir… Dasein varlıkları –kendi varlığı dahil- bütünlükleri içinde ve dolayısıyla özünlü “varlık-olmamaları’ içinde de düşünmesine izin veren, dünyanın daha temel bir koşulunu algılar…

Peter Kraus

Share/Save/Bookmark

Solgun Suçlu Üstüne…

Ey yargıçlar ve kurban edenler, hayvan başını eğmeden öldürmek istemiyor musunuz?... Bakın, solgun suçlu başını eğdi… Büyük hor görme konuşuyor gözlerinden…

‘Benin ben’im alt edilmesi gereken bir şeydir… Benim ben’im insanın büyük hor görülmesidir bence…’ böyle diyor bu gözler…

Kendi kendini yargılaması, onun en yüksek anıydı… Yücelmiş olan, aşağılık durumuna düşmesin yine!...

Böylece kendi elinden acı çeken için kurtuluş yoktur… Meğer ki tez bir ölü gele…

Sizin öldürmeniz, ey yargıçlar acıma olmalıdır… Öç alma değil… Ve öldürürken, kendiniz hayatı haklı çıkarmaya bakın!...

Öldürdüğünüzle barışmanız yetmez… Üzüntünüz üstinsan sevginiz olsun… Böyle haklı çıkarırsınız… Böyle haklı çıkarırsınız sağ kalmanızı!...

‘Düşman’ demelisiniz, ‘alçak’ değil… ‘Sayrı’ demelisiniz, ‘düşük’ değil… ‘Deli’ demelisiniz, ‘günahkar’ değil…

Ve sen, ey kızıl yargıç, aklından geçenleri açığa vursan, şöyle haykırır herkes… ‘Defolsun şu pislik ve ağılı böcek!...’

Oysa düşünce başka, eylem başka, eylemin tasarımı yine başka… Nedensellik çarkı bunlar arasında dönmez…

Bu solgun adamı solduran tasarımdır… İşlerken eylemin eriydi… Ama eylem bittikten sonra, bu eylemin tasarımına dayanamadı…

Artık kendini hep bir eylemin yapıcısı olarak görüyordu… Delilik derim buna… Kuraldışı, onda kural oldu çıktı…

Bir çizgi tavuğu büyüler… Onun indirdiği vuruşta, zavallı usunu büyüledi… Eylemden sonra ki çılgınlık derim buna…

Dinleyin ey yargıçlar!... Bir başka çılgınlık daha vardır… O da eylemden önce ki çılgınlık… Ah siz bu gönlün derinliklerine yeterince sokulmadınız!...

Şöyle buyurur kızıl yargıç: ‘ Bu suçlu neden öldürdü?... Çalmak istiyordu da ondan…’ Ama ben size derim ki: Onun canı kan istiyordu, yağma değil… Bıçağın mutluluğuna susamıştı o!..

Fakat zavallı usu, bu çılgınlığı kavrayamadı ve onu kandırdı… ‘Kan da neymiş’ dedi, ‘hiç değilse, bir şey çalsan?... Ya da öç alsan?...’

O da, zavallı usuna uydu : Sözleri üstüne kurşun gibi çökmüştü… Bu yüzden öldürürken çaldı da… Çılgınlığından uyanmak istemiyordu…

İşte suçu yine kurşun gibi üzerinde… Zavallı usu yine öyle uyuşmuş… Öyle inmeli, öyle ağır…

Kafasını bir sallayabilse, yükü düşüverecek üzerinden… Fakat bu kafayı kim sallayabilir ki?...

Bu adam nedir?... Kendi aralarında binde bir sessiz duran bir azgın yılanlar yumağı… Bu yüzden ayrı ayrı çıkarlar ve dünya da av ararlar…

Şu zavallı gövdeye bakın!.. Onun çektiklerini ve isteklerini zavallı can kendine göre yorumladı… Öldürme tutkusu ve bıçak mutluluğuna duyulan hırs diye yorumladı…

Şimdi sayrı düşeni bastırır şimdi kötü olan kötülük, kendine acı çektirenle acı çektirmek ister… Ama başka çağlar da vardı, başka bir kötü ve iyi de…

Bir zamanlar kötüydü kuşku ve kendi istemi… O zaman sayrılar zındık ve büyücü oldular… Zındık ve büyücü olarak acı çektiler ve acı çektirmek istediler…

Fakat bu sizin kulağınıza girmez ki: İyi kişilerinizi incitirmiş… Bana öyle diyorsunuz… Peki ama bana ne sizin iyi kişilerinizden!...

İyi kişilerinizin birçok şeyi beni tiksindiriyor, gerçek kötülükleri değil… Keşke delilikleri olsaydı da, bu delilik yüzünden yok olabilselerdi şu solgun suçlu gibi!...

Evet deliliklerine gerçek, ya da bağlılık, ya da doğruluk denseydi keşke… Oysa onların erdemi çok yaşamak, acınacak bir rahatlık içre yaşamak içindir…

Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım… Tutunabilen tutunsun bana!... Fakat koltuk değneğiniz değilim ben…



Böyle buyurdu Zerdüşt…



F.Nietzsche

Share/Save/Bookmark

E.Cioran Nihilizm Üzerine Seçmeler...

* Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : Hiçbir şeye inanmıyorum…

* Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… “İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…”

* Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir… Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz…

* Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz…

* Kimim ben?... Gerçekten ben’im hangisi?... Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!...

* Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir…

* Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…

* Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?... Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?...

* Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?...

* Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…

* Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır…

* Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?...

* Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum… Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…

Sadık Erol Er

Share/Save/Bookmark

E.Cioran Tanrı ve Kötülük Problemi Üzerine Seçmeler...

* Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her nevi tapınma saçmalığından koruyun, beni sizin elinizden hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun… Kalbimle gökyüzü arasında ki boşluk genişlesin!... Issızlıklarımı mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç temenni etmiyorum… Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen ellerinizin aksine… Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece… Sözlerinize ihtiyacım yok, bunları bana dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum… Siz yoklukta bir gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene oluştaki aşağılamaya ve utanca mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden devşirilmiş mucizeyi gösterin bana…

* Hiçlik beni sardığında ve doğulu bir söyleme göre “boşluğun boşluğuna” ulaştığımda, böylesi bir aşırılıktan yıldırım çarpmış gibi, son çare olarak Tanrı’ya başvurduğum olur… Bu ancak kuşkularımı çiğneme, kendimle çelişme ve ürpertilerimi çoğaltarak orada bir uyarıcı arama arzusundan olsa bile… Boşluk deneyimi inançsızın mistik eğilimidir, yalvarma olanağıdır, onun doluluk anıdır… Sınırlarımızda bir Tanrı çıkıverir ortaya, ya da onun yerini tutan bir şey…

* Kendine inançları yıkmakla görevli sanan felsefe, Hıristiyanlığın yayılma ve zafer dönemini yaşadığı zaman, boş inançlarını bu dinin üstün saçmalıklarına tercih ettiği paganizmle işbirliği yaptı… Tanrılara saldırarak ve onları geçersiz addederek ruhları özgür bırakmış olduğunu sanan felsefe, gerçekte ruhları yeni bir köleliğe teslim ediyordu, eskisinden de kötü bir köleliğe… Ne hoşgörü ne de alay için özel bir zaafı olmayan Tanrıların yerine kendini koyan Tanrıya teslim ediyordu… Felsefenin bu Tanrı’nın gelişinden sorumlu olduğu ileri sürülebilir, onun önerisinin bu olmadığı söylenebilir… Kuşkusuz ama felsefe Tanrılara dokunmadan onların çökertilmediğini, başkalarının onların yerini almaya geleceklerini ve bu değişimimde kendisinin hiçbir kazancı olmadığını düşünmeliydi…

* Gizli yaşamımızı Tanrı’ya atfetmekten vazgeçeceğimiz zaman, mistiklerin kendinden geçişleri kadar etkili durumlara ulaşabileceğiz… Öbür dünyaya başvurmadan bu dünyayı alt edebileceğiz… Yine de başka bir dünya takıntısı bize musallat olmak zorunda kalsaydı, duruma göre onlardan birini oluşturmak, tasarlamak elimizde olacaktı, sadece görünmez bir ihtiyacımızı gidermek için olsa bile… Bunun için aklı uzun bir suskunluğa zorlamak bize yetecektir… Uçuruma doğru çıkıyor, göğe doğru iniyoruz… Neredeyiz?... Anlamsız bir soru… Artık yerimiz yok…

* Kaygılı insan, sıkıntısını yüreklendiren, yoğunlaştıran her şeye Tanrı yollamış gibi yapışır… Ondan kurtulmasını istemek, dengesini bozmaktır, varoluşun ve gönencin temeli olan kaygıyı alt üst etmektir… Kurnaz günah çıkarıcı, bu kaygının zorunlu olduğunu, onun ne olduğu bilindiği zaman ondan vazgeçilemeyeceğini bilir… O, iyiliklerden söz etmeye yanaşmazken, dolambaçlı yoldan giderek, benimsenmiş onur verici kaygıyı, vicdan azabını över… Müşterileri ona minnettardır… Onun laik meslektaşları birbirleriyle tartışıp, bu insanları kendi hallerine bırakırken, bu açıkgöz de, onları bu kadar kolayca elinde tutmayı başarır…

* Hiçbir şeyin henüz doğmaya tenezzül etmediği bir dünyaya dalıp gitmek, sonsuzca… Bilincin istemeden sezinlendiği dünyaya, oraya daha varlığa bürünmemiş döl yatağına, benden önceki bir ben’in sıfır varlığının tadının çıkarıldığı dünyaya doğru hayali bir yolculuk… Doğmuş olmamak, sadece onu düşünmek, ne mutluluk, ne özgürlük, ne sonsuzluk!...

* Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum… Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmişim… Henüz belirsiz bir varlık iken, doğmak bana o zaman, başıma gelmediği için avunamayacağım bir felaket gibi görünür…

* Tanrı bizim pasımızdır ve tözümüzün akıl almaz çürümesidir…



Sadık Erol Er

Share/Save/Bookmark

Varlık ve Hiçlik…

Korku yoluyla ve dolayısıyla hiçlik ve ölümle karşılaşma yoluyladır ki Dasein kendi Varlığına ve dolayısıyla varlık olarak varlığa içgörü kazanabilir… Heidegger’in yazdığı gibi, böylece “insan varoluşunda o olagelmeye ulaştık ki yokluk [ve öyle görünecektir ki varlık] onda açığa serilir ve ondan soruşturulmalıdır”… Fakat sonra sorar: “Peki ama yokluk ile ilgili durum nedir?...” – Biz de şunu ekleyebiliriz: Ya varlık ile ilgili olarak?... Ya metafizikle ilgili durum ne?...

Dasein’ın varlığın kendisinin açılmasını sağlayan varlık olduğu olgusuna rağmen, yine de açıktır ki hiçlik ile karşılaşmak için ve dolayısıyla varlığın açığa serilmesi için zorunlu olan varoluşsal korku haline, istemekle sahip olunamaz… Bunun böyle olması Dasein’ın sonluğunun göstergesidir ve yalnızca ender görü anlarında hiçlikle karşılaşılabileceğini düşündürür… Dasein’ın ölüme-doğru-asıl-varlık olarak özerkliği ve öz-belirlemesinin hiçlik ile karşılaşmaların görünürdeki keyfiliğiyle sınırlı olduğunu düşündürür… Görmüştük ki, bu anlamda Dasein kendini hiçliğe teslim eder – kendini onun “içine bırakır”… Bu düşünceyle bağlantılı olarak Heidegger şunları yazar :

Dasein’ın yaptığı gibi, gizli korku temeli üzerinde kendini yokluğun içine bırakmak, insanı yokluğun bir bekçisi yapar [Platzhalter des Nichts]… O kadar sonluyuzdur ki kendi kararımız ve irademizle kendimizi köklü bir biçimde yokluğun önüne getiremeyiz bile… Sonlu, kendine varoluşta öyle derin siperler kazar ki, en öz ve en derin sınırlılığımız özgürlüğümüze teslim olmayı rededer… Dasein’ın yaptığı gibi- gizli korku temeli üzerinde kendini yokluğun içine bırakmak bir bütün olarak varlıkların ötesine geçmektir… Aşmadır…

Heider hiçlikle karşılaşmada varlıkların aşılmasının “bizi metafiziğin kendisi ile yüzyüze getirmesi gerektiğini” söyler… O halde, metafizik nedir?... Metafizik varlıkları varlıklar olarak ve bir bütün olarak kavramak üzere yeniden elde etmeyi amaçlayan, varlıkların ötesi hakkında ya da varlıklar üzerinden geçerek [Varlık hakkında] soru sormak demektir… Yoklukla ilgili soru da, varlıkların ötesi hakkında ya da onlar üzerinden geçerek, yani bir bütün olarak varlığı sorgulama gerçekleştirir… Öyleyse “metafiziğin” amacı varlıkların karşılaşmamıza açık olan zeminine dikkat yönelterek, Varlık olarak varlığı anlaşılabilir kılmaktır…

Jünger’e bir mektubunda Heidegger şöyle yazar: “Metafizik nedir?” dersi “hiçliği” … düşünür, ki özü açısından varlıktır*… Hiçlikle karşılaşma yoluyla kendi ölümlülüğümüzün anlam ve önemini kavramak aslında… Varlığın anlamı ve gerçekliğine ilişkin bir kavramdır ve öyle görünecektir ki, işte bu metafiziktir… O halde metafiziğin olanağın temeli Dasein’ın özsel hiçliğinin ve varlıkların hiçliğinin açığa çıktığı, ölümün kavranmasında yatar… Gerçekten de Heidegger’in iddiasına göre, “gerçek” metafizik hiçlik üzerinde temellenir ve Hristiyanlığın Tanrı anlayışıyla ilgili olarak bile bu böyledir… Yaratıcı olarak Tanrı’nın her şeyi yokluktan yarattığı düşüncesi Hristiyanlığın tanrı ve varlıklar anlayışı içinvazgeçilmezdir ve “yokluğun yorumunun varlıklara ilişkin temel anlayışı belirlediğini”** gösterir… Bununla birlikte, Heidegger belirtir ki, Hristiyanlığın varlıklara yönelik irdelemesinde “yokluk tam anlamıyla varlığın karşı-kavramı [olarak gösterilir], yani onun değillemesi olarak”, ve varlık olarak varlık ve yokluk olarak yokluk sorunları ortaya konmaz…” Yokluğun bu şekilde ele alınışı aynı zamanda Hristiyan Tanrı bilimsel düşüncesinin ve önceki metafiziğin sınırını da gösterir… Ama eğer yokluk kavramı geleneksel metafizikte sorunsal haline gelirse, o zaman varlıklar ile yokluk arasındaki karşıtlık “ilk kez olarak, varlıkların varlığı ile ilgili metafiziksel sorunun gerçek formülasyonunu uyandırır… Heidegger’e göre, “metafiziksel tartışmanın yalnızca varlıklarla değil ama varlık ile ilgili olması doğrudur ve hiçliğin varlıklarla karşıtlığı –ve hiçliği düşünme girişimi- yoluyladır ki, metafiziğin asıl ilgisi, yani varlık, gözler önüne serilir…

Heidegger üsteler: “Yokluk varlıkların belirsiz karşıtı olarak kalmaz, ama kendini varlıkların varlığına ait olarak açığa serer…” Her ne denli, Heidegger hiçliğin varlıkların varlığına ait olduğunu bildirse de, yine de aynı zamanda Hegel’in “arı varlık” ile “arı yokluk” aslında aynıdırlar düşüncesine katılır… Burada imlenen şey, varlığın varlıkların varlığına ait olmasıdır… Ve varlığın varlıkların varlığına ait olduğu içermesi beylik bir söz gibi gelse de, yine de kendisi varlıkların varlığına ait olarak hiçliğin, ve varlığın nasıl birlikte anlaşılmaları gerektiğini gösterir… Nitekim Heidegger şöyle yazmaktan memnundur:

“Arı varlık” ve “Arı Yokluk” öyleyse aynıdırlar… Hegel’in bu önermesi (Mantık Bilimi, cilt 1, Bütün yapıtları III, 74) doğrudur… Varlık ve yokluk birbirlerine aittir, fakat –Hegel’in düşünce kavramından bakıldığında –belirsizlik ve dolaysızlıkları açısından uyuştukları için değil, ama daha ziyade varlığın kendisi özsel olarak sonlu olduğu [weil das sein selbst im wesen endlich ist] ve yalnızca kendini yokluğun içine bırakan Dasein’ın aşmasında kendini açığa serdiği için…

“Birbirlerine ait olan… Varlık ve yokluğun” açılmasında Dasein’ın can alıcı rolü, Heidegger’in varlık “sonlu”dur öne sürümünde açık kılınır… Varlık, ortaya çıkması için sonlu bir varlığı gerektirmesi anlamında “sonlu”dur… Heidegger, Hristiyan doğmayı tartışırken şöyle belirtir: Eğer Tanrı, Tanrı ise yokluğu bilemez, çünkü varsayılır ki, “Saltık” tüm hiçliği dışarıda bırakır… Ancak sonlu, ölümlü bir varlık hiçliği bilebilir ve öyleyse ancak sonlu bir varlık ile ilişki içinde varlığın kendisi açılabilir…

Heidegger, varlık sorusu metafiziğin kuşatıcı sorusudur der ve devamında yokluk sorusu metafiziğin bütününü kapsayan bir soru türü olduğunu gösterir vargısında bulunur… Hiçlik konulu derse girişte metafizik nedir?... sorusunun yanıtlanması için metafiziğin temel sorusunun “varlığın gerçekliğinden çıkarak hiçlik” üzerine düşünülmesi gerektiğini ifade eder… Dasein’ın işlevi açısından “varlığın gerçekliğinden çıkarak hiçlik”*** ne demektir?... Bunun anlamı, varlığın gerçekliğini keşfeden varlık bilimin yaşama bir anlam verdiği ve böyle yapmakla da “kendinde köklü etik”**** olduğudur… Buna göre varlıkbilimsel olarak düşünmek ve böylelikle yaşam için bir anlam elde etmek aynı zamanda, “etik yapmak”tır… David Krell de benzer bir vargıda bulunur: “Nihilizm yokluğa aşırı derecede kafa yorulmasından kaynaklanmaz… Tersine yokluk sorusu sorularak ancak nihilizme karşı gelinebilir”***** Heidegger’in yazdığı gibi:

Eski ex nihilo nihil fit [yokluktan yokluk gelir] önermesinin öyleyse bir başka anlam içerdiği görülür… Varlığın kendisi sorusuna uygun bir anlam şöyledir : ex nihilo omne qua ens fit [Yokluktan tüm varlıklar olarak varlıklar ortaya çıkar]… Ancak Dasein’ın yokluğundadır ki [yani ölümde] en kendini özgü olanakları ile uyum içinde –yani sınırlı bir tarz da- bir bütün olarak varlıklar kendilerine gelirler…******

Peter Kraus



* Martin Heidegger, Gesamtausgabe, cilt IX, op cit., ‘Zur Seinfrage’ s.240
** What is Metaphysics?, op cit. S.109
*** Martin Heidegger, Einleitung zu ‘What is Metaphysik? (1949) op cit. S.381 Kaufmann çevirisinde op cit. S.219-20
**** Letter on Humanism Martin Heidegger : Basic Writings op cit. S.231-6
***** What is Metaphysics? Op cit. S.93
****** Martin Heidegger : Basic Writings op cit. S.110-11

Share/Save/Bookmark

Hepimiz Birer Agnostik=Bilinemezciyiz…

Gerçeklik ve hakikat yalan makinesine sokulunca, bir gerçeklik ve hakikatin var olduğuna inanmadıklarını itiraf etmişlerdir…

Hepimiz birer agnostik/bilinemezciyiz… Eskiden Tanrı ya inananlar ve inanmayanlar vardı… Şimdi gerçekliğe inananlar ve inanmayanlar var… Bir de gerçeklik agnostikleri vardır…

Bunlar gerçekliği tamamen reddetmemekle birlikte, gerçekliğe inanmayı yadsıyorlar: “ Eskiden Tanrı konusunda söylendiği gibi, gerçeklik diye bir şey var ama ben inanmıyorum” diyorlar… Bu düşüncelerde çelişkili ya da saçma bir yan yok… Burada ilke düzeyinde, bilinçli şekilde fetişistleştirilmiş gerçekliğe ait göstergelerin tuzağına düşen bir gerçekliğin yadsınmasından söz ediyoruz…

Aslına sadık, yalın, kendini ifade edebilen göstergelerden önce var olmuş bir gerçeklikten söz edilebilir mi?... Who knows?... Gerçeklik adlı belirginliğin üzerinde, geçmişe özgü bir kuşku dolaşmaktadır…

Agnostik, bir yandan o ilk başlangıçtaki dünya ya da gerçekliği yadsımaya çalışırken, bir yandan da gerçekliği tartışılmaz bir varsayım olarak kabul etmekte, o arada da; gerçeklik diye bir şey bulunmadığını gizlemeye yarayacak göstergelerin varlığını onaylamaktadır… Ortalığı hızla kapsayan göstergeler sonuç olarak kendilerine olan inancın yok olmasına neden olmaktadırlar… Belki de agnostik gerçeklik yerine göstergeleriyle yetinmeyi tercih ediyor… Belki de bu belirsizlikten hoşlanıyor… Zira bu hiçbir şeyi temsil etmeyen göstergelerle istediğiniz gibi oynayabilirsiniz… Oysa “nesnel” denilen gerçeklikle böyle bir şey olanaksızdır…

Gerçekten göstergeye doğru gidiş çok geniş bir oyun ve belirsizlik alanının oluşmasına yol açmaktadır… Özellikle de iktidarın gerçekliği konusunda…

Zira göstergeler ve imgeler düzeyinde iktidar lehine bir anestezi ve güdülmeme tehlikesi söz konusuyken, iktidar açısından tam tersine iktidar göstergelerine indirgenme gibi bir tehlike vardır… Giderek çoğalan göstergeler ve imgeler iktidarla kurulan simgesel ilişki konusunda önemli değişikliklere yol açmaktadır….

İktidar tek yönlü verme/bağışlama (yasalar, kurumlar, iş, güvenlik, v.s) üzerine oturmaktadır… Varlığını şiddet ve zorlamadan çok bu simgesel yükümlülüğe borçludur… Oysa bize yalnızca imgelerini sunan bir iktidara olan borcumuz da o ölçüde azalmaktadır… Bize göstergeleri aracılığıyla seslenen iktidara biz de yalnızca göstergeler aracılığıyla karşılık verdiğimiz için ona karşı olan bağımlılığımızda bir gevşeme olmaktadır… Hiç kuşkusuz manevi düzeyde bir doyum duygusu söz konusu değil, ancak bu durum iktidara karşı olan yükümlülüklerimizi azaltıyor ve göstergeler düzeyinde karşılaştığımız rahatlığa biz de benzer bir duyarsızlıkla yanıt veriyoruz… İktidara karşı basit bir inançsızlık numarası çekerek onu görmezden gelip, yok sayabilir ve bize göstergelerini sunan iktidara biz de ona olan bağımlılık göstergelerimizi sunabiliriz… “Düşünsel zayıflık” denilen şey belki de budur…



Sanal gerçeklikle birlikte, bu ilgisizlik ya da soğuma daha da radikal boyutlara ulaşmaktadır… Dolayısıyla neredeyse toptan denilebilecek bir kopuş, özgüvenini yitirme evresi içine girmiş bulunuyoruz…

Sanal evrende kendisine karşı bir yükümlülük duygusu hissetmek zorunda olduğumuz bir şey var mı?...

Gerçeklik, amaçlar ve nihai anlam konusunda tümden agnostik olduğumuz bir anda (tıpkı agnostiklerin Tanrı nın varlığı konusunda içine düştükleri durum gibi) bu belki de teknik güdülmeme ve performans açısından bir koz olarak kabul edilebilir… Agnostiklerin kendi konularında oldukça bilgili ve uzman kişiler olduğu söylenmektedir!... Burada asıl sorulması gereken soru: Sözü edilen şeyin daha özgür olmak mı yoksa daha önce rastlanmamış boyutlara ulaşan bir teslimiyet biçimi olup olmadığıdır…

Simgesel meydan okuma sorunu hayati bir öneme sahiptir… Herkes bir şeyler talep etmektedir… Talep edilen iktidar, anlam ve göstergeye boyun eğme, isterse başkaldırma, ister inanç, isterse inançsızlık aracılığıyla olsun muhakkak bir yanıt verilmesi gerekmektedir…

İktidar rastlantısallaşıp, belirsizleştikçe göstergeler giderek anlamlarını yitirmekte ve yanıtlanmaları güçleşmektedir… Halbuki iktidar artık bizi sorgulamakla (gerçek soruların dolayısıyla gerçek yanıtların söz konusu olmadığı sondajlar dışında) uğraşmamaktadır… Değiş tokuş edilen göstergeler karşılıklı etkileşim, iletişim ve haber süreci dışında bizi sorgulamamaktadır, ki bu süreç gerçek ikili bir ilişkiyi gerektirmediği için gerçek bir yanıt da söz konusu değildir… Bu ikili ilişkinin sona ermesiyle birlikte ortaya topyekun bir soyutlama girişimi ve bir egemenlik biçimi çıkmaktadır…

Egemenlik stratejisi tüm iletişim teknikleri/teknolojileriyle hiç kesintiye uğramadan, dört bir yandan saldıran haber üzerine oturduğundan yanıt verebilmek olanaksızdır… Öte yandan anlamsızlık da benzer bir kayıtsızlık ve direnişe yol açmaktadır… Hızlandırılmakla birlikte göstergeler düzeyinde değer kaybına uğrayan toplumsal bir dolanım süreciyle sorusuz ve yanıtsız bir karşılıklı etkileşim oyununda, iktidar ve bireylerin birbirlerini etkileyebilmeleri olanaksız olup, aralarında herhangi bir politik ilişki bulunması da söz konusu değildir… Sanal soyutlamaya başvurmanın böyle bedeli vardır ama bunun gerçek kayıp olduğu söylenebilir mi?...

Günümüzde bunun kolektif bir tercih olduğu söylenebilir… Belki de makineler tarafından yönetilmeyi insanlar tarafından yönetilmeye yeğliyoruz… Belki de anonim ve otomatikleşmiş bir egemenlik biçimini insan iradesine bağlı, hesaba kitaba dayalı egemenlik biçimine yeğliyoruz… Yabancı irade yerine bizi emip, her türlü sorumluluğu üzerimizden alan integral hesaba boyun eğmeyi yeğliyoruz…

Belki de asgari özgürlük tanımı budur… Aslında bunun daha çok bir yoksunlaşma, beklentiden yoksun bir kayıtsızlık, makinelerinkine benzeyen zihinsel bir ekonomi yapma biçimi olduğu söylenebilir… Bizler de giderek bu sorumluluktan tamamıyla bihaber makinelere benzemeye başladık…

Bunun bilinçli bir davranış ya da yadsıma biçimi olduğu söylenemez… Bunun için yeterli enerjiye sahip değiliz… Bu daha çok belirsiz, yani olumsuz bir tercihe benzemektedir…


Jean Baudrıllard

Share/Save/Bookmark

Anti-Peygamber...

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar...
vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. her insan, kendinin bir şey önereceği ânı bekler: ne önerdiği önemli değildir. bir sesi vardır ya, o yeter. ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz...
çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak "benliği"ni yok sayar: evrensel oyunun kurbanıyızdır...
varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafilelikleriyle mukayese edilebilir. tarih: ideal imalathanesi... huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu açlığı...
fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir...
bütün fiiliyatımız –soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik sistemler kurmaya kadar– kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan, bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
"ideal"siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet hasreti... cennet... fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: içimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.
ideal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır... onu işittiğimi farzediyorum: "amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım; arzularımın ve burukluklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. sonuca bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi... insanın seyri – ne mide bulandırıcı şey! aşk – iki tükürüğün karşılaşması... bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden bakan bir tebessümdedir yalnızca.

(vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim... yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. içimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hâlâ bir yerim olabilir ki?)

Çürümenin Kitabı E.M.Cioran

Share/Save/Bookmark

Fanatizmin Şeceresi...

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona, saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır,
Bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler,
doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar…

İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız
şartsız şeyler haline getiririz…Tarih bir sahte mutlaklar geçidinden, bahaneler adına dikilmiş bir
tapınaklar dizisinden, zihnin gayri muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir… Dinden uzaklaştığında
bile insan, dine tabi kalır… Bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır… Sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçinde ki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir…
Bütün cinayetlerin sorumluluğu tapma gücündedir… Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da
onu sevmeye zorlar… Buna razı olmazlarsa, onları yok etmeye de hazırdır… Hiçbir hoşgörüsüzlük,
ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvani temelini açığa vurmasın… Hele insan ilgisizlik melekesini bir yitirsin : Potansiyel bir katil haline gelir… Hele fikrini tanrıya dönüştürsün : Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur… Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür… Akıl Tanrıça’sının ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar engizisyonun ya da reformunkilerle akrabadır… Kanlı marifetler konusunda çoşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Terasa ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi… Luther’de köylü katliamlarıyla… Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine pareleldir… Darağaçları, zindanlar, hücreler ancak bir imanın gölgesinde çoğalır… _Ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde… Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında, şeytan bile epey soluk kalır… Neronlar’a, Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiçte onlar icat etmemiştir… Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece… Hakikati katiller, dini ve siyasi düzeyde bir Ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır…

Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar… Kesin kararların altından bir hançer yükselir… Alevli gözler cinayet habercisidir… Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır… Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği “bütün faziletlerinden daha soylu zaafları” alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus’vari megalomanisindedir… Orada kesinlikler çoktur… Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız… Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleştirme değilse nedir?... Bundan fanatizm doğar…_İnsana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur; o lirik cüzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir, onları ezer ya da taşkınlaştırır… Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler)… Çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü “insanlığın hakiki velinimetleri olan onlar” tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler…Bir Pyrrhon’un* yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim… Nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle… Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz… İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satırıdır, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister… Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selamet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır… Etrafınıza bakının: Her tarafda vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir… Tapınaklar gibi belediyelerinde mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri –maymunların kullanımına yönelik metafizik… Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar… Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar… Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lanet gibi etki eder… Toplum –bir kurtarıcılar cehennemi!... Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı ilgisiz birisiydi…

Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni andığını duymam… Kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir… Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır… Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir… Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için, ne yüreklerinize, ne de art düşüncelerinize karışırlar, sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yarasızlığınızın eline bırakırlar… İnsanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur… Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları kurtaran onlardır… Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır… İlkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar… Zira hayattaki bütün kötülükler, bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir… Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski sofistlerin çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır… -Bir de yolsuzluk dersleri…

Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekala ölebilir de… Her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır… Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur… En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar… Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihinde kendini bir soytarının meclisinde, bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur… Yücelik ve kan dökmekten bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının, şüphenin bir olay ve ümidin bir müsibet gibi görüneceği değişmezlikte bir tarihin hayalini kurar…

* Kuşkuculuk okulunun M.Ö 365-275 yıllarında yaşamış olan kurucusu (ç.n)

E.M.Cioran

Share/Save/Bookmark

Yeni Bir Hayat'ın Acı Alayı...

Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan, doğuştan gelen ümitsizliğimizin çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur... Hayat bizim ortamımız değil diye, kendimizi hayattan muaf mı tutturalım?... Var olmama belgesi veren kimse yoktur...Soluk almada sebat etmek, havanın dudaklarımızı yaktığını hissetmek, temenni etmediğimiz bir gerçekliğin bağrında pişmanlıkları biriktirmek ve mahvımıza sebep olan derte bir açıklama bulmaktan vazgeçmek zorundyızdır... Zamanın her anı üzerimize bir hançer gibi atıldığı, arzuların ayarttığı tenimiz taşlaşmayı reddettiği vakit, bahtımıza eklenecek tek bir anla bile nasıl yüz yüze gelebiliriz?... Hangi hünerlerin yardımıyla başka bir hayatın, yeni bir hayatın peşinden gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?...

Şu ki, geçmiş yıkımlarına bir göz atan bütün insanlar "gelmekte olan bütün yıkımlardan kaçınabilmek için" kökten yeni bir şeye başlayabilme gücünde olduklarını hayal ederler... Kendi kendilerine görkemli bir vaatte bulunur ve kaderin onları batırdığı o vasat uçurumdan çıkartacak bir mucize beklerler... Ama hiçbir şey olmaz... Herkes aynı olmaya devam eder; sadece hepsine damgasını vurmuş olan o düşkünlük temayülünün sivrilmesiyle değişirler... Etrafımızda yoğunluğu azalmış ilham ve çoşkulardan başka birşey görmeyiz: Her insan her şeyi vaat eder; ama her insan kıvılcımın dayanıksızlığını ve hayattaki deha noksanlığını öğrenmek için yaşar... Bir varoluşun aslına uygunluk derecesi kendi yıkımından ibarettir... Oluşumuzun çiçeklenmesi : Muzaffer görünümlü olup, başarısızlığa götüren yol... Yeteneklerimizin serpilmesi : Kangrenimizin kamuflajı... Güneşin altında leşlerle dolu bir bahar hüküm sürmektedir; bizzat güzellik, tomurcuklarının içinde şişinen ölüm den başka birşey değildir...

Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir yeni hayat görmedim şimdiye kadar... Her insan zamanın içinde ilerleyip, bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm...

E.M Cioran

Share/Save/Bookmark

Sahteliğin Çekiciliği…

Mutfak personeline duyulan bir amor intellectualis [düşünsel aşk] vardır, kendilerini kurumsal çalışmalara ya da sanatlara adamış kişileri hep bekleyen tehlike, bir tür günaha çağrı : Kendilerine yönelik tinsel taleplerini gevşetme, standartlarını düşürme ve hem konularında, hem de ifade biçimlerinde, salim zihinle reddetmiş oldukları her türden kötü alışkanlığa yeniden dönme çağrısı… Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, gerantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir… Bu yüzden bugün biraz olsun kayda değer bir şeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba nerdeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır… Uyumluluğun bütün üreticilerle hissedilen basıncı da, aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir başka etmendir… En genel anlamıyla, zihinsel öz-disiplin merkezidir bugün çözülme sürecine giren… Kişinin düşünsel yeterliliğini oluşturan tabular, bütün o yaşanmış deney birikintileri ve açıkca dile getirilmemiş sezişler, her zaman bir takım iç dürtülere karşı mücadele halindedirler; mahkum etmeyi öğrendiğimiz ama ancak sormayan ve sorgulamayan otorite tarafından kontrol altına tutabilecek kadar güçlü dürtülerdir bunlar… İç güdüsel yaşam için geçerli olan, zihinsel yaşam için de geçerlidir: Belirli bir renk ya da ses bileşimini bayağı ve yavan bularak kullanmaktan kaçınan ressam ya da besteci de, bazı basmakalıp ya da bilgiççe ifade biçimlerinden acı duyan yazar da, aslında kendi içinde ki bir bölgenin bunlara doğru aktığını bildiği için bu kadar şiddetli bir tepki gösteriyordur…

Bugünkü kültürel çamuru yadsıyabilmek için, parmak uçlarımızda uyandırdığı o rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, ama aynı zamanda onu reddedebilecek gücü de yine bu buluşma içinde kazanmış olmak gerekir… Bu güç kendini bireysel direnç olarak ortaya koysa da sadece bireysel bir olgu değildir : Güçlü bir düşünsel vicdanın içinde, ahlaki süper ego kadar, toplumsallık anın da payı vardır… İyi topluma ve iyi yurttaşa ilişkin bir anlayıştan doğar böyle bir vicdan… Bu anlayış sönmeye, silinmeye yüz tutarsa ‘kim hala körce inanabiliyor ki ona!...’ zihnin alçalma dürtüsü de frensiz kalır ve barbar kültürün getirip bireyin içine yığdığı bütün tortu yüze çıkar : Yarım eğitim, gevşeklik, teklifsizlik, kabalık… Genellikle ‘insanlık’ olarak, başkalarınca anlaşılma isteği ya da dünyevi sorumluluk olarak gerekçelendirilebilir bu… Ama zihinsel öz-disiplinden vazgeçiş fazla kolay bir fedakarlıktır… Bu fedakarlığa katlanan kişinin kendine duyduğu güveni ciddiye almamız mümkün olmaz… En çarpıcı örnek de maddi durumları değişmiş aydınlardır… Sadece yazıyla para kazanmanın doğru olacağına kendilerini sözüm ona zorla inandırdıkları anda, geçmişte tantanalı sözlerle reddettikleri ucuz şeylerden zerre kadar farklı olmayan bayağılıklar üretmeye koyulurlar… Tıpkı eski-zengin mültecilerin kendi ülkelerinde yapmak isteyip de göze alamadıkları o bencil cimriliğe yabancı topraklarda başlamaları gibi, ruhsal yönden yoksullaşanlarda kendi cennetleri olan cehenneme sevinçle dalarlar…

Adorno

Share/Save/Bookmark

Yaşamak ve İcat Etmek...

Bir insan kendisi hakkında ne kadar geniş bilgiye sahip olursa olsun, varlığını oluşturan dürtülerin tümü hakkında pek birşey bilmez... En önemsizlerinin adlarını bilmenin dışında: Sayıları, güçleri, gelişleri, birbirleriyle ilişkileri ve zıtlıkları, ve hepsinden önemlisi beslenme kuralları onun için bilinmeyen şeyler olarak kalır... Yani bu beslenme tesadüf eseri olur: Günlük yaşadığımız olaylr bazen bu, bazen o dürtüyü yemler... Dürtü yemi hırsla yakalar... Ancak bu olayların geliş ve gidişlerinin tümü, dürtüler toplamının beslenme gereksinimleri ile mantıklı bir bağ içinde değildir... Öyle ki, iki farklı şey ortaya çıkar... Biri açlıktan ölüp körelirken, diğeri aşırı beslenir... Yaşamımızın her anı, o anın içinde barındırdığı ya da barındırmadığı besine göre varlığımızın birkaç ahtapot kolunu büyütür, diğer bazılarını yok eder... Söylediğimiz gibi deneylerimiz bu anlamda gıda maddesidir... Ama bu gıda kimin aç, kimin aşırı beslenmiş olduğuna bakılmaksızın biinçsizce dağıtılmıştır... Ve organların gelişigüzel beslenmesi sonucu, gelişimini tamamlamış ahtapot da, kendi oluşumu gibi biraz rastlantısal olacaktır...

Daha açık söylemek gerekirse: Bir dürtünün tatmin edilmeyi beklediği bir noktada olduğunu varsayalım... Ya da gücünün denendiği, ya da bu gücün boşaltıldığı ya da bir boşluğun doldurulduğunu... Bunların hepsinin sembolik bir anlamı vardır: O günün olaylarını kendi amacı için nasıl kullanabileceğine bakar... İnsan ister yürüyor, ister dinleniyor olsun, ister kızıyor, ister okuyor, konuşuyor, mücadele veriyor ya da sevinç çığlıkları atıyor olsun, susamış olan dürtü insanın yaşadığı her durumu aynı şekilde inceler ve ortalama olarak kendisine uygun hiçbir şey bulamaz... Beklemek ve susamaya devam etmek zorunda kalır... Bir zaman sonra güçsüz düşecektir... Tatminsizliğin birkaç gün ya da ay sürmesi durumunda, yağmursuz kalan bir bitki gibi kuruyacaktır...

Eğer tüm dürtüler, hayal edilen yiyeceklerle tatmin olmayan açlık gibi ciddi davransalardı, belki de gelişigüzelliğin bu acımasızlığı daha bir göze batardı... Ama bu dürtülerin bir çoğu, özellikle de sözde ahlaksal olanlar özellikle şunu yaparlar... Eğer tatmin etmeme izin verirseniz, düşlerimiz 'gıdanın' gelişigüzel yokluğunu, gün içerisinde bir dereceye kadar dengeleyecek değere ve anlama sahiptirler... Neden dünkü düş şefkat ve gözyaşlarıyla dolu, önceki günkü neşeli ve çoşkulu, daha da önceki macera dolu ve kasvetli bir arayış içindeydi?... Neden bir düşte müziğin tarifsiz güzelliklerinin tadını çıkarıyor, bir başkasında bir kartalın eşsiz keyfi ile uzak dağların zirvelerine uçup süzülüyorum?... Şefkat, neşe, macera dürtülerimizin ya da müzik ve dağ özlemimize oyun alanı ve boşaltım sağlayan bu hayallerimiz 've herkesin yaşadığı çarpıcı örnekler vardır', gerginliklerimizin uyku sırasındaki yorumlarıdır, kan dolaşımının, iç organların hareketinin, kolun ya da yorganın ağırlığının, klise çanlarının seslerinin, rüzgar güllerinin, gece kelebeklerinin ve diğer benzer şeylerin yarattığı çok özgür, çok keyfi yorumlardır...

Genelde bir gece için ne ise diğeri için de neredeyse aynı kalan bu konu o kadar farklı yorumlanır ki, icat yetisine sahip akıl aynı uyaranlar için, dün ve bugün farklı nedenler hayal eder... Bunun nedeni, bu aklın suflörünün dünkünden farklı olmasıdır... Başka bir dürtü tatmin olmak, etkn olmak, egzersiz yapmak, canlanmak ve boşaltmak istemiştir... Şu anda o taşma noktasına gelmiştir, dün ise o durumda olan bir başkasıdır... Gerçek yaşamda düşlenen yaşamdaki yorum özgürlüğü yoktur, o kadar hayalci ve sınırsız değildir... Ama dürtülerimiz uyanıkken bile gerginlikleri yorumlamaktan ve onların gereksinimleri doğrultusunda ' nedenlerini' ortaya koymaktan başka birşey yapmadıklarını; uyanık olmakla düş görmek arasında önemli bir farkın olmadığını, çok değişik kültür düzeylerinin kıyaslanmasında bile uyanıkken yapılan yorum özgürlüğünün birinde özgürlük, diğerinde ise düş konusunda hiçbir ödün vermediğini; ahlaksal değerlerimizin ve değer yargılarımızın bizce bilinmeyen fizyolojik bir olayın sadece sembolleri ve hayalleri, bazı gerginliklerin ifade edilmesinde kullanılan bir çeşit alışılmış dil olduğunu; bizim sözde bilincimizin, bilinmeyen belki de bilinemeyen ama hissedilen bir konunun az ya da çok fantastik yorumu olduğunu da anlatmalı mıyım?...

Küçük bir olayı ele alalım... Birgün pazardan geçerken, birisinin bize güldüğünü fark ettiğimizi varsayalım... O anda içimizdeki herhangi bir dürtünün zirvede olması durumuna göre, bu olay bizim için herhangi bir anlama gelecek, ve ne tür bir insan olduğumuza bağlı olarak çok farklı bir olay olarak yorumlanacaktır... Birisi bunu bir yağmur damlası gibi kabul edecek, diğeri bir böcek gibi üzerinden silkeleyecek, biri bunun ticaretini yapmaya çalışacak, bir başkası gülünecek bir şey var mı diye üzerindeki elbiseyi kontrol edecek, bunun sonucu olarak bir diğeri gülünç olan üzerine düşünecek, birinin ise dünyanın neşesine ve mutluluğuna katkıda bulunmuş olmak hoşuna gidecektir... Bu ister kızma, ister mücadele, ister düşünme, isterse de hoşgörü dürtüsü olsun, her durumda dürtü bunlarla tatmin sağlayacaktır... Bu dürtü olaya kendi avıymış gibi sahip çıkacaktır... Peki niye özellikle o?... Çünkü o aç ve susuz pusuda beklemiştir...

Geçenlerde öğleden önce saat on birde bir adam gözümün önünde sanki yıldırım çarpmış gibi yere yığıldı... Çevredeki tüm kadınlar çığlık attılar... Bizzat ben onu ayağa kaldırıp, tekrar konuşana kadar başında bekledim... Bu olay sırasında yüzümdeki hiç bir kas hareket etmedi... Ne korku, ne merhamet, hiçbir şey hissetmedim... Aksine en akıllıca olanı ve yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlılıkla oradan uzaklaştım... Bana birgün önce, sabah on birde birisinin yanımda bu şekilde yere düşeceğinin bildirildiğini varsayalım... Bunun öncesinde her türlü eziyeti çeker, gece uyuyamaz ve belki de o önemli anda adama yardım edecek yerde, onun gibi ben de yere yığılırdım... Çünkü bu arada olası tüm dürtülerin, bu olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu...

Peki yaşadığımız olaylar nedir?...

Onların içerdiği anlamdan çok, bizim onlara yüklediğimiz anlamdır!...

Belki şöyle de denebilir mi?...

Aslında hiçbir anlamı yoktur... Yaşamak hayal etmek midir?...

F.Nietzsche Tan Kızıllığı

Share/Save/Bookmark

Sanal Evren ve Haber Dünyası...

Kafanızda iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde bulunan kavrulmuş insan bedenlerinden birini andıran ve çökmüş kulelerden yağan toz toprağın altında kalmış teknokratın görüntüsü olsun.

Bu teknokrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını basan bir görüntüdür.

Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı., kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup, bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir.

11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.

Burada: İstisnai, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olay-olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylüldür.
İnsan bedenleri, akıp giden zaman ve konuştuğumuz dile özgü tüm işlevleri iletişim ağı örneğinde olduğu gibi bir araya getiren, bütün kafalarda zihinsel bir perfüzyona yol açılmış olunan bir aşamada, en önemsiz bir olay hatta tarihin kendisi bile bir tehdide dönüşmektedir.

Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.
Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz bir önlem/tedbir ve caydırma stratejisi güdülmektedir.
Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu/Minority Report başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır.
Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler (precogs) aracılığıyla suçluyu suçu işlemeden yakalayıp, etkisiz hale getiren komandolar (pré-crimes) vardır.

Buna benzeyen bir başka film de: Dead Zone’dur. Bu filmdeki kahraman da geçirdiği bir kaza sonucu insanüstü yeteneklere kavuşmakta ve öykünün sonunda, gelecekte savaş suçlusu olacağını öngördüğü bir politikacıyı öldürmektedir.
Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir. Henüz gerçekleşmemiş bir eylem (yani Saddam’ın kitle imha silahlarını kullanma iddiası) bahane edilerek‘suç’ daha kuluçka aşamasındayken saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun gerçekten işlenip işlenemeyeceğini tespit edebilmektir.Ancak bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun sözcüğün gerçek anlamında cezalandırılmış olmasıdır.

Burada bir genelleme yapacak olursak, yalnızca her türlü suçu değil aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın sistemli bir şekilde engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir şey haline gelmiştir. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sistemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir.
Bu strateji yalnızca geleceği değil aynı zamanda geçmişte yaşanmış olayları da kapsamaktadır. Örneğin 11 Eylül olayının neden olduğu eziklik Afganistan ve Irak savaşlarıyla örtbas edilmeye çalışılmaktadır.
İşte bu yüzden bu savaşın aslında bir amaç ya da hedeften yoksun bir yanılgı, sanal yani “gerçekleşmemiş bir olay”, bir tür lanet okuma, bir şeytan kovma biçimi olduğu söylenebilir.
Bu savaş zaten bu yüzden bitmeyecektir çünkü bu lanet okuma süreci bir türlü bitmek bilmemektedir. Bu savaşın önlem amaçlı olduğu söylenmektedir – oysa geçmişi hedeflediği yani 11 Eylül’de gerçekleştirilmiş terör eyleminin o gezegen boyutlarındaki denetim üzerinde yaratmış olduğu etkileri silip, yok etmeye yönelik bir girişim olduğu söylenebilir.
Sıfır ölü zorunluluğu üzerine oturtulmuş olan güvenlik saplantısı nedeniyle: Eylem, düşman ve ölüm dümdüz edilip, ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır.
En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.

Acaba bu ironide soğuk savaş ve terör dengesindekini anımsatan özgü bir şeyler mi vardır? Oysa günümüzdeki caydırma girişimi soğuk savaşla ilişkisiz, dengesini yitirmiş bir terör üzerine oturmaktadır. Daha doğrusu bu tüm toplumsal ve politik yaşantıyı kılcal damarlarına kadar darmadağın eden evrensel bir soğuk savaşa benzemektedir.
İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşme çabası Moskova’da yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!
Örneğin, Stockholm sendromunun yaşandığı sıralarda, ölülerin birbirine karıştırılması hepsini sanal anlamda suçluya dönüştürmüştür (keza Azınlık Raporu adlı filmde suç işleyeceği öngörülen, suçlu olmayan ‘suçlunun’, suçu işlemeden cezalandırılması ona daha sonra masum insan muamelesi yapılmayacağını göstermektedir).
Durum gerçekten de böyledir zira iktidarlar açısından kendi halkları potansiyel teröristtirler. Oysa iktidarlar cezalandırma yöntemine başvurarak kendilerine rağmen bu terörle suç ortaklığı yapmaktadırlar. Terör ve ceza arasındaki bu eşdeğerlik ilkesi hepimizin iktidarın sanal rehinesi olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle tüm iktidarların, tüm halklara karşı bir koalisyon oluşturduklarını ileri sürebiliriz – bunun bir ilk örneğini Irak işgali sırasında yaşadık çünkü bu işgal olayında tüm iktidarların rızaları az çok üstü kapalı bir şekilde alınmışken, dünya kamuoyu hiçe sayılmıştır. Dünyada bu savaşa karşı gerçekleştirilen gösteri yürüyüşlerinin ortaya koyduğu bir şey varsa, o da ortada olası bir karşı iktidarın varlığından çok Amerikanın “Realpolitique” uygulaması karşısında “Uluslararası toplumun” herhangi bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı gerçeğidir.

Bundan böyle karşımızda herhangi bir egemenlik ya da temsil edilme sorunu olmayan eylem halinde saf bir güç bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu tamamıyla olumsuz bir güçtür. Egemenliğini temsil edilme/etme üzerine oturtan, politik amaçlara sahip bir iktidarın dengesini koruyabileceğini söyleyebiliriz – en azından böyle bir iktidarla mücadele edebilir, varlığını tehlikeye sokabiliriz. Oysa bu tür bir egemenlik biçiminin sona ermesi durumunda meydanın ölçü kavramından yoksun, karşısında dengeyi sağlamaya yönelik bir karşı gücün bulunmadığı, vahşi (bu doğal değil teknik bir vahşiliktir) bir iktidara kaldığı görülmektedir.

Böyle bir toplumunsa, tuhaf bir şekilde dönüp dolaşıp sonunda iktidarın ne olduğunu bilmeyen ilkel toplumlara benzediği söylenebilir. Lévi-Strauss’a göre bunlar tarihsiz toplumlardır. Peki ya günümüz dünya toplumu olarak, bizler, küresel boyutlarda kendini dayatan bu güçten çekinip, yeniden tarihsiz bir topluma dönüşürsek ne olur?

Oysa küresel iktidar adlı gerçeklik demek, bu iktidarın sonu demektir. Öngörü ve olayları denetleyen bir güvenlik gücü üstüne oturan ve karşısına çıkan hayaletleri saf dışı etmekten başka bir şey düşünmeyen bir iktidar da bir hayalete dönüşmüş olup, kendisine her an zarar verilebilecek hassas bir varlık gibi görülebilir. Bu iktidar sınırsız bir sanal güce sahiptir. Bir başka deyişle dünya çapında enformatik programları üretme ve işleme koyma, borsalar oluşturma, haber ve hizmet, vs programlayabilmektedir. Oysa bu güç onun oyunun bir parçası olmasını engellemekte, kendi iç çelişkileri ve boşlukları nedeniyle de ancak kendi kendinin rakibi olabilmektedir.
Gücünün doruğundaki bu iktidar herkese rezil olmaktadır.

“İktidar Cehennemi” denilen şey sözcüğün gerçek anlamında bu türden bir şeydir.
Olaylar temelde haberler aracılığıyla denetlenmektedir. Gündelik haberler tarihin yok olmasına hizmet eden en etkili tezgahtır. Ekonomi-politik nasıl değer yaratmaya yarayan devasa bir tezgahsa; haber sisteminin tamamı da gösterge niteliğine sahip olay üretmeye yarayan bir düzendir. Bu gösterge/olaylar evrensel ideoloji, gösteri, felaket, vs pazarında bir değere sahip mal örneği değiş tokuş edilmektedirler – özetle bu sistem olaysızlık üretmeye yaramaktadır. Buradaki haber soyutlaması, ekonomi alanındaki soyutlamaya benzemektedir. Bu soyutlama sayesinde nasıl tüm mallar kendi aralarında değiş tokuş edilebiliyorlarsa, tüm olayların da aynı şekilde kültürel haber pazarında birbirlerinin yerini alabildikleri söylenebilir. Sahneye konulması ve kodlanmış bir görüntü silsilesine indirgenmesi mümkün olmayan özgün bir olay yani olayı olay yapan şey bu yöntemle ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni “canlı yayın” adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır- olaylar bu “canlı yayın” denilen haber adlı boşluk içinde kaybolup gitmektedirler.

Kafanızda iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde bulunan kavrulmuş insan bedenlerinden birini andıran ve çökmüş kulelerden yağan toz toprağın altında kalmış teknokratın görüntüsü olsun.

Bu teknokrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını basan bir görüntüdür.

Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı., kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup, bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir.

11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.

Burada: İstisnai, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olay-olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylüldür.
İnsan bedenleri, akıp giden zaman ve konuştuğumuz dile özgü tüm işlevleri iletişim ağı örneğinde olduğu gibi bir araya getiren, bütün kafalarda zihinsel bir perfüzyona yol açılmış olunan bir aşamada, en önemsiz bir olay hatta tarihin kendisi bile bir tehdide dönüşmektedir.

Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.
Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz bir önlem/tedbir ve caydırma stratejisi güdülmektedir.
Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu/Minority Report başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır.
Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler (precogs) aracılığıyla suçluyu suçu işlemeden yakalayıp, etkisiz hale getiren komandolar (pré-crimes) vardır.

Buna benzeyen bir başka film de: Dead Zone’dur. Bu filmdeki kahraman da geçirdiği bir kaza sonucu insanüstü yeteneklere kavuşmakta ve öykünün sonunda, gelecekte savaş suçlusu olacağını öngördüğü bir politikacıyı öldürmektedir.
Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir. Henüz gerçekleşmemiş bir eylem (yani Saddam’ın kitle imha silahlarını kullanma iddiası) bahane edilerek‘suç’ daha kuluçka aşamasındayken saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun gerçekten işlenip işlenemeyeceğini tespit edebilmektir.Ancak bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun sözcüğün gerçek anlamında cezalandırılmış olmasıdır.

Burada bir genelleme yapacak olursak, yalnızca her türlü suçu değil aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın sistemli bir şekilde engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir şey haline gelmiştir. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sistemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir.
Bu strateji yalnızca geleceği değil aynı zamanda geçmişte yaşanmış olayları da kapsamaktadır. Örneğin 11 Eylül olayının neden olduğu eziklik Afganistan ve Irak savaşlarıyla örtbas edilmeye çalışılmaktadır.
İşte bu yüzden bu savaşın aslında bir amaç ya da hedeften yoksun bir yanılgı, sanal yani “gerçekleşmemiş bir olay”, bir tür lanet okuma, bir şeytan kovma biçimi olduğu söylenebilir.
Bu savaş zaten bu yüzden bitmeyecektir çünkü bu lanet okuma süreci bir türlü bitmek bilmemektedir. Bu savaşın önlem amaçlı olduğu söylenmektedir – oysa geçmişi hedeflediği yani 11 Eylül’de gerçekleştirilmiş terör eyleminin o gezegen boyutlarındaki denetim üzerinde yaratmış olduğu etkileri silip, yok etmeye yönelik bir girişim olduğu söylenebilir.
Sıfır ölü zorunluluğu üzerine oturtulmuş olan güvenlik saplantısı nedeniyle: Eylem, düşman ve ölüm dümdüz edilip, ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır.
En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.

Acaba bu ironide soğuk savaş ve terör dengesindekini anımsatan özgü bir şeyler mi vardır? Oysa günümüzdeki caydırma girişimi soğuk savaşla ilişkisiz, dengesini yitirmiş bir terör üzerine oturmaktadır. Daha doğrusu bu tüm toplumsal ve politik yaşantıyı kılcal damarlarına kadar darmadağın eden evrensel bir soğuk savaşa benzemektedir.
İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşme çabası Moskova’da yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!
Örneğin, Stockholm sendromunun yaşandığı sıralarda, ölülerin birbirine karıştırılması hepsini sanal anlamda suçluya dönüştürmüştür (keza Azınlık Raporu adlı filmde suç işleyeceği öngörülen, suçlu olmayan ‘suçlunun’, suçu işlemeden cezalandırılması ona daha sonra masum insan muamelesi yapılmayacağını göstermektedir).
Durum gerçekten de böyledir zira iktidarlar açısından kendi halkları potansiyel teröristtirler. Oysa iktidarlar cezalandırma yöntemine başvurarak kendilerine rağmen bu terörle suç ortaklığı yapmaktadırlar. Terör ve ceza arasındaki bu eşdeğerlik ilkesi hepimizin iktidarın sanal rehinesi olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle tüm iktidarların, tüm halklara karşı bir koalisyon oluşturduklarını ileri sürebiliriz – bunun bir ilk örneğini Irak işgali sırasında yaşadık çünkü bu işgal olayında tüm iktidarların rızaları az çok üstü kapalı bir şekilde alınmışken, dünya kamuoyu hiçe sayılmıştır. Dünyada bu savaşa karşı gerçekleştirilen gösteri yürüyüşlerinin ortaya koyduğu bir şey varsa, o da ortada olası bir karşı iktidarın varlığından çok Amerikanın “Realpolitique” uygulaması karşısında “Uluslararası toplumun” herhangi bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı gerçeğidir.

Bundan böyle karşımızda herhangi bir egemenlik ya da temsil edilme sorunu olmayan eylem halinde saf bir güç bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu tamamıyla olumsuz bir güçtür. Egemenliğini temsil edilme/etme üzerine oturtan, politik amaçlara sahip bir iktidarın dengesini koruyabileceğini söyleyebiliriz – en azından böyle bir iktidarla mücadele edebilir, varlığını tehlikeye sokabiliriz. Oysa bu tür bir egemenlik biçiminin sona ermesi durumunda meydanın ölçü kavramından yoksun, karşısında dengeyi sağlamaya yönelik bir karşı gücün bulunmadığı, vahşi (bu doğal değil teknik bir vahşiliktir) bir iktidara kaldığı görülmektedir.

Böyle bir toplumunsa, tuhaf bir şekilde dönüp dolaşıp sonunda iktidarın ne olduğunu bilmeyen ilkel toplumlara benzediği söylenebilir. Lévi-Strauss’a göre bunlar tarihsiz toplumlardır. Peki ya günümüz dünya toplumu olarak, bizler, küresel boyutlarda kendini dayatan bu güçten çekinip, yeniden tarihsiz bir topluma dönüşürsek ne olur?

Oysa küresel iktidar adlı gerçeklik demek, bu iktidarın sonu demektir. Öngörü ve olayları denetleyen bir güvenlik gücü üstüne oturan ve karşısına çıkan hayaletleri saf dışı etmekten başka bir şey düşünmeyen bir iktidar da bir hayalete dönüşmüş olup, kendisine her an zarar verilebilecek hassas bir varlık gibi görülebilir. Bu iktidar sınırsız bir sanal güce sahiptir. Bir başka deyişle dünya çapında enformatik programları üretme ve işleme koyma, borsalar oluşturma, haber ve hizmet, vs programlayabilmektedir. Oysa bu güç onun oyunun bir parçası olmasını engellemekte, kendi iç çelişkileri ve boşlukları nedeniyle de ancak kendi kendinin rakibi olabilmektedir.
Gücünün doruğundaki bu iktidar herkese rezil olmaktadır.

“İktidar Cehennemi” denilen şey sözcüğün gerçek anlamında bu türden bir şeydir.
Olaylar temelde haberler aracılığıyla denetlenmektedir. Gündelik haberler tarihin yok olmasına hizmet eden en etkili tezgahtır. Ekonomi-politik nasıl değer yaratmaya yarayan devasa bir tezgahsa; haber sisteminin tamamı da gösterge niteliğine sahip olay üretmeye yarayan bir düzendir. Bu gösterge/olaylar evrensel ideoloji, gösteri, felaket, vs pazarında bir değere sahip mal örneği değiş tokuş edilmektedirler – özetle bu sistem olaysızlık üretmeye yaramaktadır. Buradaki haber soyutlaması, ekonomi alanındaki soyutlamaya benzemektedir. Bu soyutlama sayesinde nasıl tüm mallar kendi aralarında değiş tokuş edilebiliyorlarsa, tüm olayların da aynı şekilde kültürel haber pazarında birbirlerinin yerini alabildikleri söylenebilir. Sahneye konulması ve kodlanmış bir görüntü silsilesine indirgenmesi mümkün olmayan özgün bir olay yani olayı olay yapan şey bu yöntemle ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni “canlı yayın” adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır- olaylar bu “canlı yayın” denilen haber adlı boşluk içinde kaybolup gitmektedirler.

Çünkü bu haber düzeni önce olayları tözlerinden arındırmakta, daha sonra yapay bir yer çekimi ortamı yaratıp onları “gerçek zamanlılık/eş zamanlılık” adlı yörüngeye oturtarak bu kez de tarihsel özlerini emmekte ve ardından politika-ötesi bir yer haline gelmiş olan haber sahnesi aracılığıyla seyircisine sunmaktadır.
Olay-olmayan-olayla hiçbir şeyin olup bitmediği bir yerde karşılaşamazsınız.

Tam tersine olay-olmayan-olayla her şeyin durmadan değiştiği, sonu gelmeyen bir güncellemeyle gerçek zamanlı kesintisiz bir sürekliliğin yaşandığı yerde karşılaşılmaktadır. Bu her şeyi her şeyi aynı düzeye indirgeme anlayışı, bu duyarsızlık, olayın sıfır derecesi denilebilecek bu pespayeliğe yol açan şey de zaten budur
Bu dur durak tanımayan tırmanış, aynı zamanda bir tür üretim artışı anlamına gelmektedir – ya da buna bir tür moda diyebiliriz ki, modanın yaşamın bütünüyle ilgili kusursuz bir eskime ve (kompulsif) zorlayıcı değişim örneği olduğu söylenebilir. Modellerin egemenliği altına giren bir farklılık kültürüyse her türlü tarihsel sürekliliğe son vermektedir. Olaylar tarihsellik çizgisine uygun bir şekilde olup bitmek yerine boşlukta art arda dönüp gelmektedirler.

Söylev ve imgelerin bu bolluğu karşısında savunmasız, çok yakında çıkabilecek bir savaş tehlikesi karşısındaki kadar çaresiz, şaşkınlıktan donup kalmış bir vaziyetteyiz. Bu bir yalan haber ya da habere boğma sorunu değildir. FBI birimlerinin haberleri belli amaçlar doğrultusunda güdümlemeyi hedefleyen bir Yalan Haber Ajansı kurmak istemeleri saflıktan başka bir şey değildir – bu tamamen yararsız bir girişimdir çünkü yalan haberi doğuran şey haber bolluğu, haberin büyüleme gücü ve durmadan yineleniyor olmasıdır ki, böyle bir süreç nötron bombası ya da çevredeki tüm oksijeni yutan bomba örneklerinde olduğu gibi paramparça ve bir şey algılamanın mümkün olmadığı bir uzamsal boşluğun oluşmasına yol açmaktadır. Burada savaş dahil her şey imgeler ve yorumların gerçeğin yerini alması sayesinde başlamadan bitmektedir. Belki de olup bitmekte olan olay konusunda, gerçekten sözü edilebilecek bir şey yoktur. Tıpkı acımasız bir senaryoya uygun bir şekilde sürdürülen ancak nasıl sonuçlanacağı konusunda en ufak bir fikre sahip olunmayan şu savaşta olduğu gibi.

Olaya naklen sunulan olay görüntüleri tarafından kısa devre yaptırma işleminin en açık ve seçik şekilde görüldüğü yer medya evrenidir.
Haberciler sanki olaydan önce olay yerine ulaşmış gibidirler.

Bir felaket yaşandığında gazeteciler ve foto muhabirleri (/kameramanlar) yardım ekiplerinden önce olay yerine ulaşmaktadırlar. Ellerinden gelse felaket öncesinde orada olurlar. Ancak en iyisi olayı yaratmak ya da olay kışkırtıcılığı yaparak taze taze sunma ayrıcalığına sahip olmak.

Bu olay spekülatörlüğü gelişe gelişe sonunda Pentagon önderliğinde oluşturulan “Olay Borsasında” suikast ya da felakete biçilen değer üzerinden bir alım satım işlemine dönüşmüştür.
Bir olayın gerçekleşebileceğine inanıp, onun gerçekleşeceğine inanmayanlarla bahse tutuşuyorsunuz. Bu spekülasyona dayalı piyasa tıpkı soya ya da şeker piyasası gibi çalışmaktadır. Afrika’da AİDS’ten ölenlerin sayısı konusunda spekülasyon yapabileceğiniz gibi. San Andrea’daki fayın çökmesi konusunda da yapabilirsiniz (burada Pentagon’un spekülasyona dayalı bu serbest piyasanın öngörülerine gizli servislerinkinden daha çok değer verdiği söylenebilir).

Bu açıklamalar doğrultusunda bir uzmanın işlediği suç konusunda konuşmak kolaylaşmaktadır. Bir olayı gerçekleştirmeden önce olayın değeri üzerinden bahse tutuşmaksa en uygun çözümdür (Bin Ladin’in 11 Eylül’den önce TWA hisse senetleri üzerinde bu tür bir spekülasyon girişiminde bulunduğu söylenmektedir).
Bu olay insanın karısını öldürmeden önce onun adına bir yaşam sigortası yaptırmasına benzemektedir.
Tarihsel zaman süreci içinde ortaya çıkan (çıkmış olan) olayla naklen yayınlanan haber şeklindeki olay arasında çok büyük bir fark vardır.
Gezegen düzeyinde bir denge bozukluğuna yol açan bu elektronik sinyal yönetimi ve piyasalarına uygun olay “dünya çapında” olmak ya da daha doğrusu dünya boyutlarına taşınabilen bir olay-olmayan-olay olmak durumundadır: Dünya Kupası, 2000 yılı kutlamaları, Diana’nın ölümü, Matrix, vb şeyler.

Bu olaylar üretilmiş olsalar da olmasalar da, haber ağları tarafından sessiz bir salgın hastalık gibi yönlendirilmişlerdir. Bunlar sahte olaylardır.
François de Bernard, yaptığı çözümlemede Irak savaşını sinema kuramı ve pratiğinin birebir karşılığı şeklinde sunmaktadır. Gördüğümüz şeyler oturduğumuz koltuklarda sürekli kasılmamıza yol açmıştır. Bu “ bir filme benzeyen bir şey” değil filmin ta kendisidir. Bu savaşın dekupajı yapılmış bir senaryosu vardır, bu yüzden sahneye koyma sürecinde bu metne uyulması bir zorunluluğa benzemektedir.
Oyuncu seçimi, teknik ve mali olanaklar çok titiz bir çalışmanın sonucudur . Bu bir profesyonel işidir. Bu ekip filmin yayınlanması ve kanallara dağıtım sürecine de hakimdir. Sonuç olarak bu işlemsel savaş devasa bir özel efekte, sinema bir savaş paradigmasına dönüşürken, bizler, bu filmin “gerçek” olduğunu düşünüyoruz. Oysa bu yansımalar sinematografik bir varlığa dönüşmüş savaş imgelerinden başka bir şey değildir.

Öyleyse sanal savaş bir metafor değildir.

Bu, gerçeklik denilen şeyin sözcüğün gerçek anlamında düşselleştirilmesi ,daha doğrusu gerçeğin derhal/anında bir kurmacaya dönüştürülmesidir.
Böyle değerlendirildiğinde gerçeğin bittiği yerde, sanal, onunla çakışması mümkün olmayan ancak ona neredeyse yapışık denilecek kadar yakın bir mesafede, bu birinciye koşut ikinci bir evren oluşturmaktadır.

Zaten bu hikayede yalnızca gerçeğin gerçekliği değil aynı zamanda sinemanın sunduğu gerçeklik de önemlidir. Bu olayın biraz Disneyland’ı anımsattığı söylenebilir. Şöyle açıklayalım: Eğlence parkları sıradan yaşamı Disneyland türü bir eğlence parkına dönüştürme konusunda bir bahane işlevi görmüşlerdir – aslında bu parklar yaşama ait tüm alanların bir eğlence parkına benzetilmeye çalışıldığını bir şekilde gizlemeye çalışmaktadırlar.

Sinema için de benzer şeyler söylenebilir. Günümüzde karşımıza sinema olarak konulan şey, söz gelişi toplumsal ve politik yaşamdan, manzaraya, savaşa, vs kadar hemen her şeyi ele geçirmiş olan bir sinematografik biçimin somut alegorisinden başka bir şey değildir – buna yaşamın bütünüyle senaryolaştırılmış biçimi de diyebilirsiniz.
Sinema hiç kuşkusuz bu yüzden giderek sinema olma özelliğini yitirmektedir çünkü gerçeğin yerini almaya çalışmaktadır. Gerçek giderek sinemayı yok ederken; sinema da giderek gerçeği yok etmektedir. Bu olay her ikisinin de özgünlüklerini yitirmelerine yol açan bir tür karşılıklı kan alış verişi işlemine benzemektedir.
Tarihi bir filme benzetecek olursak –ki, tarihin bize rağmen bir filme dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz-, bu durumda habere ait gerçekliğin, tarih adlı filmin ses-görüntü eşleştirme (post-senkronizasyon), dublaj, altyazı gibi işlemlerinden ibaret bir şey olduğunu söyleyebiliriz.

Federal Almanya Cumhuriyeti merhum Demokratik Almanya’ya özgü toplumsal yaşantı ve dekorun yeniden yaratılıp, sahneye konulacağı bir eğlence parkı inşa edecek (bir “nostalji” biçimi olarak “ostalji= Doğu Bloku yaşantısına duyulan özlem”!). Öyleyse henüz tamamıyla ortadan kalkmamış bir toplumun canlı canlı bir anıta dönüştürülmeye çalışıldığı söylenebilir.
Aktüaliteyle iç içe girmekle yetinmeyen simülakrın, “Gerçeğin” yakın bir gelecekte hem şimdiki zaman dilimi hem de tarihi dışlayıp yalnızca “gerçek zamanlı” (yani naklen yayın/canlı yayına benzeyebileceği) türünden bir izlenim bıraktığı da söylenebilir.

Bu durumda tarih bizler için, doğal olarak yeniden nostaljik bir nesneye dönüşmekte ve herkes tarih, tarihe yeniden saygınlığını kazandırma (rehabilitasyon), anı alanları oluşturma sevgisiyle yanıp tutuşmaya başlamaktadır – sanki bir yandan tarihin sonunu yaşarken diğer yandan onu ayakta tutmaya çalışır gibiyiz.

Tarihse amaçlarının ötesine geçmiş gibidir. Bir zamanlar tarihsel olayın da bir tanımı vardı. Devrimse tarihsel bir olay modeliydi.Olay ve tarih kavramları bize o günlerden miras kalmıştır. Tarihsel olayı, sürüp giden bir zaman sürecinin önemli aşamalarından biri gibi çözümleyebilmek mümkündü. Zamansal sürecin kesintiye uğramasıysa bütünsel bir diyalektiğin parçası olarak algılanmaktaydı.
Her türlü ideolojiyi dışlayan, yalnızca sinyallerin dolanımı ve onların dolandığı ağlara önem veren bir dünya düzeninin kendini dayatmasıyla bu süreç sona ermiştir. Bu genel dolanım düzeni içinde tarihsel açıdan onun atası sayılabilecek Aydınlanma çağına ait tüm amaç ve değerlerin yok oluşuna tanık olunmaktadır. Zira modernleşme bir düşünce, bir ideal ve bir düşgücüne sahipti. Oysa azgın bir maddi gelişme süreciyle birlikte hepsi ortadan kaybolup gitti.

Tarih konusunda da gerçeklik konusunda söylenenlere benzeyen şeyler söylenebilir. Bir zamanlar bir gerçeklik ilkesi vardı. Sonra bu ilke ortadan kalkıp, gerçeklik kendisini belirleyen ilkenin elinden kurtulunca, şuurunu yitirmiş bir halde oradan oraya yalpalamaya başladı. Logaritmik bir şekilde gelişip ilkesiz, başı sonu olmayan ancak olasılıkların hepsini yaşama geçirmeye çalışan, bütünsel bir gerçekliğe dönüştü. Ürettiği ütopyayı yok eden bu gerçeklik ilkesini, öldükten sonra yaşayamaya devam eden bir şey gibi görebiliriz.
Oysa tarihin sonu demek tarihin son sözünü söylemiş olduğu anlamına gelmemektedir.

Zira bu sonsuza dek programlanmış olduğu sanılan olmayan-olay düzeninde karşımıza bir başka olay tipinin çıktığı görülmektedir.
Bunlar tarihe özgü terimlerle açıklanması mümkün olmayan, tarihsel nedenlerle ilişkisiz, öngörülemeyen, bunalıma yol açan olaylardır – bunlar sanki kendi temsil ettikleri şeyleri hatta kendi simülakrlarını yok etmeye çalışan olaylara benzemektedirler

Bunlar medyanın oluşturduğu, şu insanı canından bezdiren aktüalite akışını devre dışı bırakan ancak tarihin yeniden ortaya çıkmasına ya da (11 Eylül konusunda söylendiği gibi) sanal evrenin içinden bir gerçeğin çıkmasına yol açamayan olaylardır. Bunlar tarihi değil, tarih-ötesi olaylardır çünkü tarihe son vermiş bir sistemde olup bitmektedirler. Bunlar bu sisteme özgü ani içsel sarsıntılara benzemektedirler.

Bu şekilde ortaya çıktıklarındaysa bilinçli bir düzensizlikten çok mutlak bir kargaşaya yol açan Kötülük adlı güçten esinlenmiş olaylara benzemektedirler.
Tuhaflıkları nedeniyle bu olayları açıklayabilmek mümkün değildir. Ölçüsüz bir şekilde dört bir yana tehlikeli bir şekilde yayılmış bir sistem kadar ölçüsüzdürler.
Yeni Dünya Düzeninde devrimler sona ermiştir. Bundan böyle içsel sarsıntılardan söz etmek gerekecektir.
Kusursuz bir şekilde çalışan bir mekanizma gibi, kusursuz bir sistemde de bunalımlardan söz edilemez. Olsa olsa işlevsel bozukluklar, boşluklar, eksiklikler, damar genişlemelerinden söz edilebilir.
Bu arada olayla kazanın aynı şey olmadığını bilmek gerekiyor.

Kaza bir semptom, geçici bir işlevsel bozukluk, (doğal ya da) teknik öngörülebilir anormal bir durum olup, güncel risk ve öngörü politikası tümüyle onun üstüne kuruludur.
Oysa olay işlevsiz kılma özelliğine sahip , anormal bir şeydir zira ulaşabileceği en üst nokta, en kusursuz aşamaya ulaşmış bir sistemde içsel olumsuzluk ve ölümü yeniden devreye sokabilmektedir. Olay, böyle bir gücün kendine karşı bir güce dönüşmesine yol açan bir yöntemdir. Burada sanki sistemin tamamı gücünü oluşturan unsurların yanı sıra, gelip kendini alt üst edecek bir kötülük meleğini gizlice besleyip büyütüyor gibidir.

İşte bu anlamda olayı bir kaza gibi öngörebilmek mümkün değildir zira hiçbir olasılık oyunu içine sokulamamaktadır.

Marx’ın devrim ve komünizmin hayaleti sayılabilecek şey konusunda yaptığı çözümlemeyle güncel durum arasında belli benzerlikler vardır. Marx, proletaryanın kapitalizme son verecek tarihi aktör olduğunu söylüyordu – bir anlamda onu kapitalin kötülük meleği gibi görüyordu çünkü kapitalizmin, proletaryanın yükselişiyle birlikte, kendini yok edecek içsel virüsü yaratmış olduğunu düşünüyordu. Oysa komünizmin hayaletiyle terörizminki arasında radikal bir fark vardır. Zira kapitalizm, bünyesinde barındırdığı çözme/bölme özelliğine sahip mayayı gizli bir düşmana, sınıfsal anlamda bir rakibe dönüştürüp, sonra da ticari sömürünün ötesinde bir noktaya taşıma becerisi göstererek, bu tarihi devinimi kapitalin daha gelişmiş bir üst aşamasında yeniden bir araya getirici güç olarak kullanmayı bilmiştir.

Kapitalizmden çok daha kesin sonuçlar elde etmeye çalışan terörizm ise tarihi boyuttan yoksun, kendisiyle uzlaşma olanağı bulunmayan bir düşmandır. Sınıf mücadelesi denilen şey tarihsel olaylara yol açmışken, terörizm denilen şey başka tip olaylara neden olmaktadır.
Küresel güç (bu gücü kapitalizm olarak nitelendirmek pek doğru değildir) günümüzde artık yalnızca kendi kendisiyle boğuşmak durumundadır. Bundan böyle bu güce komünizmin hayaleti değil kendi hayaleti kafa tutacaktır.

Devrimlerin (ve daha genelinde tarihin) sona ermesi, dünya çapındaki bu güç açısından kesinlikle bir zafer olarak değerlendirilemez. Bu zaferden çok onun sonunu haber veren yazgısal bir işarete benzemektedir.

Tarihse, bizim ortaya attığımız iddialardan biri olup, onu olabilecek en yoğun şekliyle yaşadık.

Oysa değişim için minimal yoğunlaşma yeterlidir - değişim süreci içinde her şey peş peşe ortaya çıkmakta ve sırayla birbirinin yerine geçmekte ve bu hızlı akış sonunda, sanki hiçbir kıpırdamanın görülmediği bir tür durağanlığa yol açmaktadır: Örneğin şu aktüalite girdabına saplanan izleyici sanki hiçbir şeyin değişmediği gibi bir izlenime kapılmaktadır.
Her türlü akım, ağ değiş tokuşunun genelleştirildiği evrensel bir iletişim sürecinde, bizim tehlike sınırını çoktan aşmış olduğumuz bu değiş tokuş biçiminin, artık gelişme içerikli basit bir bunalım olmaktan çıkarak bir felaket, ani bir içe göçmeye benzediği ve kendi kendini yadsıdığı bir noktaya geldiği söylenebilir. Bütün bunları: (tıpkı haber miktarındaki aşırı bollaşmanın bilgi düzeyinde bir düşüşe yol açması gibi) gerçeklik kat sayısındaki bir azalma eğilimi olarak adlandırabiliriz.

Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir dünyada değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir.

Küreselleşme kusursuz bir düzene benzedikçe tüm çelişkilere bir son verebileceğini sanmıştı – oysa bu gıyabında konuşulan düzende her şey bir sonuç elde edilemeyen denkleme ait eşdeğer birimlere benzemektedir.

Bundan böyle diyalektik, sentezle sonuçlanan tez ve antitez oyunu sona ermiştir. Tüm çelişkiler aynı düzeye indirgendiğinde karşıt terimler birbirlerini karşılıklı olarak çürütmeye başlamışlardır. Oysa bu karşılıklı çürütme olayının sonsuza dek sürüp gideceği düşünülemez zira her türlü diyalektik çözümlemenin ortadan kalktığı bir dönemde aşırı uçların tırmanışa geçtiği görülmektedir
(“In progress”) Sürekli gelişen bir tarih anlayışı, yönlendirici bir şema, ya da işlerin bunalımlar aracılığıyla götürülmesi artık mümkün değildir. Ne akılcı bir süreklilik ne de çelişkileri çözümleyebilecek bir diyalektik vardır. Yalnızca aşırı uçların paylaşımından söz edilebilir.
Evrenseli ezip, yok eden bu küresel güçle tarihsel mantığı dümdüz eden şu baş döndürücü değişim hızını bir kenara koyacak olursak geriye sanal bir tanrısal güçle ona vahşice karşı koyanlardan başka bir şey kalmamaktadır.

Küresel güç ve terörizm karşıtlığı bu türden bir şeydir – Amerikan hegemonyası ve İslâmi terör arasındaki güncel karşılaştırma, bu küresel güçle onun küreselliğini reddedenler arasındaki düellonun yalnızca küçük bir parçasıdır.
Bu karşıt güçler arasında bir uzlaşma olasılığı yoktur çünkü karşıt güçler arasında asla barış olmadığı gibi, bir gücün bütün dünyayı egemenliği altına alabilmesi de mümkün değildir.
Vahşice direnen bir düşünceyle bir barış olasılığı yoktur. Bu bağlamda olayların sona ermesi de söz konusu olamaz. Olsa olsa geçici bir süreyle durdurulabileceği ve bir gün aniden yeniden başlatılabilecekleri söylenebilir.

Bu hiç yoktan iyidir çünkü yok edilemeyen İyilik İmparatorluğu bu yolla sürekli başarısızlığa uğratılmaktadır.
Olayın kesin bir tanımını yapmak ve düş gücü üzerindeki etkilerini belirlemek gerekmektedir. Bütün boyutlarıyla ele alındığında, olay, paradoksal bir şekilde ürkütücü bir tuhaflığa sahiptir çünkü olay beklenmeyen ve gerçekleşmesi olanaksız bir şeyin aniden ortaya çıkmasıdır- olay öylesine alışkın olunan bir şeydir ki, sanki (yazgısal anlamda) önceden tasarlanmış, bu yüzden de gerçekleşmesini engellemenin mümkün olmadığı ürkütücü bir sıradanlığa sahiptir.
Olayda başka bir gezegene özgü, yazgısal, hiçbir gücün engellemeyeceği bir takım özellikler vardır.
İşte bu anlamda olay karmaşık ve çelişkili bir şey olup, düşgücünü çok derinden etkileyebilmektedir. Olay bir yandan şeylerin akış sürecine müdahale ederken, bir yandan da insanın ağzını açık bırakan bir kolaylıkla gerçeğin bir parçası haline gelebilmektedir.

Bergson Birinci Dünya Savaşını bu şekilde açıklamaktadır. Savaş çıkmadan önce savaşın hem çıkabileceği hem de çıkabilmesinin olanaksız olduğu söylenmiştir (bu açıdan Irak Savaşıyla tam bir benzerlik göstermektedir). Bergson bu kadar müthiş bir olasılığın soyuttan somuta, sanaldan gerçeğe bu kadar kolay bir şekilde geçebilmesi karşısında hayretler içinde kalmaktadır.
11 Eylül olayı gerçekleştiği sırada açıkça belli etmeden yaşanan coşku ve dehşet karışımı atmosferde de benzer bir paradoks vardır.
İmkansız bir olayın gerçekleştiği bir durumda insan böyle bir duyguya kapılabilmektedir.

Çünkü genelde şeylerin gerçekleştirilmeden önce zihinsel açıdan kabul edilmesi gerekmektedir. Mantıksal ve kronolojik düzen bunu zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle olduğunda sözcüğün gerçek anlamında bir olaydan söz edebilmek güçleşmektedir.

Irak savaşı böyle bir olaydır. Savaş öncesi o kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde programlanmıştır ki, daha başlamadan tüm olasılık hesapları tüketilmiştir. Herkesin her an olabileceğine inandığı bir savaşın olmasına gerek yoktu. Çünkü bir olay olma özelliğini yitirmişti. Irak olayında 11 Eylül’deki radikal olayın yol açtığı ve Kant’ın sözünü ettiği anlamda hayranlık uyandıran o coşku ve ürkütücülükten eser yoktur. Savaş adlı bu “olay olmayan-olay” insanda bir kandırılmışlık duygusu ve mide bulantısından başka bir şeye yol açmamaktadır.
Tam da bu noktada devreye, Bergson’da izlerine rastladığımız, olay metafiziği denilen şeyin sokulması gerekmektedir.

Bergson, büyük bir yapıt yoktan var olabilir mi sorusuna: Hayır, bu mümkün değil, büyük bir yapıttan söz edebilmek için önce somutlaştırılması gerekir yanıtını verdikten sonra: Yetenekli bir insan ya da bir deha aniden ortaya çıkıp bir eser tasarlayıp, yarattığında bu gerçek bir yapıt olarak algılanabilir ve ancak o zaman geriye dönük olarak büyük bir yapıttan söz edilebilir demektedir.
Olaya bu mantıkla yaklaştığımızda, bir anlamda, olayın öngörülmesinin mümkün olmayıp, yoktan var edildiğini ve ancak bir tasarı aşamasından sonra gerçekleştirilmesinin mümkün olabildiği söylenebilir. Zamansal paradoks bu türden bir şeydir. Bu zamansal tersine çevrilme özelliği bir olaya olay denilmesini sağlamaktadır.

Genelde düşünce biçimimiz imkansızdan, mümküne sonra da gerçeğe doğru yükselen bir hattı izlemektedir. Gerçek bir olayda gerçek ve olası aynı anda algılanmak ve düşgücü de aynı zaman dilimi içinde devreye girmek durumundadır. Bu gerçek zamanlılık denilen şeyin sahip olmadığı bir zamansal derinliğe sahip, tanık olunan olayın olup bittiği zaman dilimi için geçerli olan bir özelliktir.
Çünkü gerçek zamanlı sunum zamana ve olaya karşı bir tür saldırı olarak yorumlanabilir. Sanal görüntünün anındalık özelliği ve modellerin gerçeğin yerini aldıkları bir ortamda zamanın psikolojik boyutuyla olayın başı ve sonu denilen şey elimizden alınmaktadır – canlı olarak sunulamayan zaman dilimi(banttan yayın gibi) gerçek zamana (canlı yayına) oranla, bir anlamda kayıp zaman olarak nitelendirilmektedir.

Dünya üzerindeki bütün bilgi ve haber ağlarının aynı anda güncel olaylar üzerinde yoğunlaştığını düşündüğünüzde, zamanı olabilecek en küçük birimine yani: An’a indirgeyebilmek mümkün olmaktadır – ki, bu artık bizim yaşamakta olduğumuz (şimdiki zamana ait )bir An değil tüm gerçekliğiyle canlandırılan, tamamıyla soyutlanmış bir zaman dilimidir-. Böyle bir “An”, aniden ortaya çıkan her türlü olay ve ölüm olasılığının önüne geçmiştir.

İletişim, haber ve şu bitip tükenmek bilmeyen karşılıklı etkileşim alanına özgü “gerçek zamanlılık”(eş zamanlılık) denilen şey, zaman ve olay denildiğinde akla gelebilecek en kusursuz ikna aracıdır.
Her şeyin eş zamanlı bir şekilde olup bittiği ekran üzerinde, birkaç tıklamayla gerçekleştirilen dijital müdahale sayesinde, insana mantıklı görünen her şey sanal düzeyde mümkün olmaktadır - tabii bu da olayların gerçekten olup bitme olasılığını ortadan kaldırmaktadır.

Elektronik ve sibernetik sayesinde tüm arzular, tüm özdeşleştirme oyunları ve interaktif olasılaştırma süreçlerini programlamak ve kendi kendilerini programlamalarını sağlamak mümkündür. Her şeyi anında gerçekleştirme olanağı sıra dışı/özgün olayların ortaya çıkmasını engellemektedir.
Haber ya da eş zamanlı sunuma (gerçek zamana) özgü şiddet bu türden bir şeydir.
Gerçek Zamanlı sunum gelecek ve geçmiş adlı zamansal boyutların yanı sıra tarihsel zaman ve gerçek olayın da ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Örneğin: Shoah, 2000 Yılı gibi. Bunlar hiç var olmamış, hiç var olamayacak olaylardır.

Gerçek zamanlı sunum, haberler içinde yer alan ve bir olayın hemen o an, imge olarak sunumundan başka bir şey olmayan gerçek olayı bile yok etmektedir.
Haber/olay bize bir anlamda gerçekten o anda bir olay oluyormuş illüzyonu sunmaktadır- bu aslında gerçek olayı ortadan kaldıran, canlı yayın aracılığıyla aktarılan medyatik bir dünya illüzyonudur.
Bu noktadan hareketle izlediğimiz tüm görüntüler: olayın gerçekliğinden kuşku duyulması ve haber dünyasını suçlama gibi bir sorunsala yol açmaktadırlar.
Haber dünyası olaysal akış konusunda hem suçlayan hem de suçlanan taraf olduğu andan itibaren haber de bir olay yaratma sürecine dönüşmüştür.
Olay-haberin yerini sunulan-haber almış gibidir.

Olayın tarihselliği, izleyici üzerinde bıraktığı psikolojik etkinin süresi, olayı yorumlama ve değerlendirme konusunda harcanan öznel zamanla, gerçekliğe özgü nesnel zaman sunulan habere özgü eş zamanlılık tarafından işleme tabi tutulmaktadır.

Bir zamanlar bir tarih, bilim, iktidar öznesi olduysa bile bütün bunların günümüzde, dünyayı sunduğu haberler aracılığıyla yeniden yaratıp mesafeyle mesafe duygusunu ortadan kaldıran medyaya özgü gerçek zamanlı sunum tarafından yok edildikleri söylenebilir.
Olay yaşanmadan önce bir olay olasılığı yoktur.
Olay yaşandıktan sonraysa iş işten geçmiş demektir.

Bu yüzden olayın yeniden canlandırılmış biçimini sunmanın bir anlamı yoktur çünkü olayın kendisini sunabilmek imkansızdır. Örneğin 11 Eylül olayı önce gerçekleşmiş ve ardından olasılıklarla, nedenler üretilmiştir. Bütün söylevler onu açıklamaya çalışmıştır. Oysa olayın öngörülmesi ne kadar imkansızsa, yeniden canlandırılması da o kadar olanaksızdır. Keza CIA uzmanları saldırının gerçekleşmesinden önce konuyla ilgili bütün bilgilere sahip olmakla birlikte böyle bir olasılığa inanmamışlardır. Çünkü bu düşgücünün sınırlarını aşıp geçen bir şeydi. Bu türden olaylar her zaman düşgücünün sınırlarını aşıp geçmiştir. Böyle bir olay akla gelebilecek tüm olası nedenlerin ötesine geçmektedir ( Svevo’ya inanmak gerekirse bu nedenler dünyayı kendine haline bırakmak istemeyen bir yanlış anlamanın ürünüdür).
Bu durumda haber tarafından sunulan olay-olmayan-olayın ötesine geçerek, ona karşı direnen şeyin ne olduğunu tespit etmek gerekmektedir. Bir şekilde olaydaki “geçer akçe” tespit edilmelidir. Olayı etkisiz hale getirmekten başka bir şey yapmayan tüm yorum ve sahneye koyma biçimlerinin nesnel bir çözümlemesi yapılmalıdır.

Yalnızca haber niteliğinden arındırılmış olayların (bizim de katkımızla) düşgücümüzü inanılmaz bir şekilde harekete geçirebildikleri söylenebilir. Yalnızca bu olayların “gerçek” olarak kabul edildikleri çünkü onları doğrulayacak bir şey ya da birilerinin olmadığı söylenebilir. Bu yüzden de düşgücümüz onlara karşı hiçbir şekilde direnmemektedir.
Habere doymak bilmeyen insanlar olduğumuz için yaşadığımız düş kırıklığının da bir sınırı yok zira iletişim araçlarının gücüne oranla sunulan haberin düzeyi insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar zayıftır. Bu orantısızlıksa en sıradan olay ya da felaketin değerini hızla düşürüp, yok eden bir zorunluluğa yol açmaktadır.

Kalabalıkları şu ya da bu nedenle (Diana’nın ölümü, Dünya Kupası,vs) peşinden sürükleyip götüren bulaşıcı duygusallığın başka bir nedeni yoktur. Bu bir röntgencilik ya da psikolojik rahatlama olayı değildir.
Bu ahlaksız bir duruma karşı gösterilen doğal tepkidir çünkü aşırı miktarda haber gerçek olayda bir benzeriyle karşılaşmadığımız ahlaksızca bir duruma yol açmaktadır. İnsan otomatik olarak yaşamı inanılmaz bir şekilde sıradanlaştıran haber programlarının, bu sıradanlığa bir son verecek muazzam, baştan çıkartıcı bir haber vermesini arzulamaktadır. İnsan kendini bu anlam diktatörlüğüyle nedenler adlı zorunluluğun elinden kurtarıp, akıl havsalaya sığmayacak türden olaylar düşlemektedir.

Çünkü biz aynı zamanda aşırı anlam bolluğuyla, kusursuz bir anlamsızlığın yol açtığı bir korku düzeni içinde yaşıyoruz.
Toplumsal ve kişisel yaşantının sıradanlığı içinde bu abartılı olaylar Lévi-Strauss’a göre dil düzeyindeki abartılı gösterenin eşdeğerlisidir. Çünkü dile simgesel bir işlev kazandıran şey gösterenleridir.
Olay arzusuyla olay-olmayan-olay arzusu: Bunlar her biri diğeri kadar güçlü ve aynı andalık özelliği taşıyan iki içtepidir.
O coşku ve dehşet karışımı atmosferle belli edilmemeye çalışılan heyecan ve pişmanlığın nedeni de zaten budur.
Bizi peşinden koşturan bu heyecanın kökenindeyse ölümün kendisinden çok olayın öngörülememe özelliği vardır.

İleri sürülen bütün kanıtlar kesinlikle, bu açıklanamaz olay ve şeylere özgü düzenlerin tümünü allak bullak etme arzusunu gizlemeye çalışmaktadırlar.
İyilik ve Kötülük arasındaki güç dengesinin, gizli bir oyun kuralı gereği tamamıyla rastlantısal denilebilecek bir olay (doğal felaket örneklerinde olduğu gibi) şeklinde aniden ortaya çıkan Kötülük tarafından yeniden oluşturulmasını öngören günahkarca bir arzu.

Ahlaki bir içeriğe sahip tüm protestolarımızla, Kötülüğün, bu her şeyi otomatik bir şekilde tersine çevirme gücünün, ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek büyüleyiciliği arasında doğru bir orantı vardır.
Diana’nın “gösteri toplumunun” kurbanı, bizimse bu ölümün pasif röntgencileri olduğumuz söylenmektedir. Oysa bu olay sanıldığından çok daha karmaşık bir dramatik yapıya sahiptir. Diana bile (teşhirciliğe özgü terimlerle) bu kolektif çaba ürünü senaryonun suç ortağıdır. Medyanın da çanak tutmasıyla, bu olayda, kitleler kamusal yaşamla Lady Di’nin özel yaşamının gerçek bir reality-show’a dönüşmesinde doğrudan bir rol oynamışlardır.

Burada paparazziler, bu ölümcül karşılıklı-etkileşim sürecini medyayla birlikte yönlendirirken, sergilediğimiz arzunun yoğunluğu iletişim araçları için bir tür uyarıcı görevi yapmıştır – biz aynı zamanda hem izleyici kitlesi hem de iletim aracı, hem iletim hem de elektrik ağının ta kendisiyiz.
Oyuncu ve seyirci ayrımının ortadan kalktığı bu evrende herkes aynı gerçekliğin, aynı sorumluluk çarkı ve yazgının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumdadır. Bu kolektif arzunun ta kendisidir.Burada da Stockholm sendromuna yakın bir noktada bulunduğumuz yani haberlerin rehinesi olduğumuz ancak bu rehin alma eylemini gizlice onayladığımız söylenebilir

Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne kadar yoğun bir şekilde arzuluyorsak; bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını da o ölçüde arzuluyoruz – bunun doğal uzantısı: coşku ve dehşet gibi çelişkili duygular ve ani iç sarsıntılarıdır.
Bu yüzden de iki çözümleme tipine başvurmak gerekmektedir. Bunların biri sıra dışı olayın inanılmaz yanlarıyla ilgilenirken, diğeri onu sıradanlaştırmaya çalışacaktır. Biri Ortodoks diğeriyse paradoksal bir düşünceye benzeyecektir. Bu ikisi arasına eleştirel düşünceyi sokabilmek olanaksızdır.

Biz istesek de istemesek durum giderek daha tehlikeli bir hal almaktadır. Bunun kötülüğün bir sonucu olduğunu düşündüğümüz takdirde- zira kötülük tüm uzlaşma olasılıklarının ortadan kalkarak yerini aşırı uçlar arasında bir çatışmaya bırakmak demektir- bu durumun bilincine varmak ve onunla mücadele etmek gerekmektedir.
Bu iki seçenekten birini tercih edemeyiz.

Olay ve olay-olmayan-olay bizi aynı anda hem bir mıknatıs gibi kendilerine çekiyor hem de midemizi bulandırıyorlar. Tıpkı Hannah Arendt’a göre gerçekleştirdiğimiz her eylemde karşımıza öngörülemeyecek ve karşılık verilemeyecek türden bir şeylerin çıkması gibi.

Ancak günümüz dünyası (karşılık verilemeyen=) tek yönlü bir sanal gelişmenin egemenliği altındadır. Bütün dünyayı denetleyebilen ve teknoloji aracılığıyla her yere ulaşabilen bu gelişmenin yanı sıra, bir tedbir alma zorbalığı ve kusursuz güvenlik tekniklerini bir kenara koyduğumuzda geriye öngörülemeyenle olayın ortaya çıkma olasılığından başka bir şey kalmamaktadır.
Mallarmé bir zamanlar: Günün birinde kusursuz bir zar atma tekniği geliştirip, istediğiniz sayıları atabilirsiniz ancak rastlantıya bir son veremezsiniz demişti. Bir başka deyişle rastlantıya son verebilecek kusursuz bir zar atışı söz konusu olmadığından, sanal programlamanın olaylara asla bir son veremeyeceği düşünülebilir.

Elinden kaçmanın mümkün olmadığı bir olaydan kaçıp kurtulmamızı sağlayacak kusursuz bir teknik ve tedbir aşamasına asla ulaşılamayacaktır.
Küresel düzenin ürkütücü monotonluğuna karşın, insanı ürkütecek cinsten olayların gerçekleşme şansı her zaman vardır.

Bu durumun en güzel metaforu, hiçbir şeyin olup bitmeyeceğini kaydetmek, olay-olmayan-olayın filmini çekmek amacıyla kamerasını 2001 Eylül ayı boyunca Manhattan yarım adasının karşısına yerleştiren şu video sanatçısıdır.
Hiçbir şeyin olup bitmeyeceğine inandığı bir sırada İkiz Kulelerle birlikte sıradanlığın da darman duman oluşuna tanık olmuştur.



Jean BAUDRILLARD

Çeviren: Oğuz ADANIR
(Bu metin Baudrillard'ın 28 Nisan 2004 tarihinde İzmir'de yaptığı konuşmanın çevirisidir.)



Share/Save/Bookmark