Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Karışık Saptamalar "Vermischte Bemerkungen"...


Salvador Dali - The Hallucinogenic Toreador, c.1970

"İmgelem, geleceğin dünyasını ya yükseklere çıkarır, ya derinlere yerleştirir, ya da bizimle bağıntılı olarak bir ruh göçüne sürükler. Uzayda yolculukların düşünü kurarız - oysa uzay, bizim içimizde değil mi? Ruhumuzun derinliklerini tanımıyoruz - Gizemli olan, yolunu iç dünyamıza doğru sürdürmekte. Sonsuzluk, bütün dünyalarıyla, geçmişle ve gelecekle, sadece içimizdedir, başka hiçbir yerde değildir. Dış dünya, sadece bir gölgeler dünyasıdır - gölgelerini ışığın dünyasına yansıtır. Şimdi içimiz, bize doğal olarak çok karanlık, yalnız, biçimden yoksun görünüyor - Ama bu kararma geçtiğinde, ve gölge cisim kayıp gittiğinde, bize ne kadar farklı gelecek - O zaman her zamankinden çok daha fazla haz alacağız, çünkü ruhumuz yokluk çekti. "1




"Günlük yaşamımız, bir sürü koruyucu ve sürekli yinelenen eylemden ibarettir. Alışkanlıklardan oluşma bu çember, yalnızca asıl araca, yani yeryüzü yaşamımıza ulaşmaya yarayan bir alt-araçtır - burada sözü edilen yeryüzü yaşamı da varoluşun pek çok biçimlerinden meydana gelen bir karışımdır.

Gözlerinde at gözlüğü bulunanlar, sadece günlük denilebilecek bir yaşam sürdürebilirler. Onlar için tek amaç, göründüğü kadarıyla yeryüzü yaşamıdır. Her şeyi bu yeryüzü yaşamı uğruna yaparlar. Bunların arasına şiiri sadece bir tür gereklilik gibi karıştırırlar, çünkü günlük yaşam akışlarının belli kesilmelerine de alışkındırlar ... "2

1 Novalis, agy., No. 17.

2 Novalis: Vermischte Bemerkungen, No. 76.


Novalis/Geceye Övgüler...

Share/Save/Bookmark

Edebiyatta Romantizm Üzerine...

Bugün Romantizm kültür tarihi açısından değerlendirilirken, yapılan ilk saptamalardan biri onun Fransız Devrimi'nin ve Aydınlanma'nın aşırı akılcılığına, endüstrileşmenin ve madde bağımlılığının yol açtığı kültürel tekdüzeleşmeye bir tepki olduğunun vurgulanmasıdır. Bu tutumuyla Romantizmin ve onun en önemli kurucularından sayılan Novalis'in bugün bağlamında nelerin haberciliğini yapmış olduğu, günümüzdeki bazı uzantılara dikkatle eğilindiğinde daha iyi anlaşılabilmektedir. Novalis'ten yaklaşık yüz yıl sonra yaşayan ünlü Avusturyalı yazar ve düşünür Stefan Zweig, "Dünyanın Tekdüzeleştirilmesi" başlıklı ve 1925 tarihli olan, yani Novalis'in ölümünden 124 yıl sonra kaleme aldığı bir denemesinde şu görüşlere yer verir:

*"Günümüzde ulusların bireysel örf ve adetleri giderek aşınmakta; giysiler üniformaya dönüşmekte, adetler ise evrensel düzleme kaymakta. Ülkeler sanki gittikçe artan ölçüde birbirlerinin içine itilir gibi; insanlar eylemlerini ve canlılıklarını belli bir şemaya göre sergiliyorlar, kentler dış görünüş bakımından birbirlerine gittikçe daha çok benziyorlar. Bu bağlamda Paris'in dörtte üçü amerikanlaştı, Viyana, Budapeşte olup çıktı; kültürlerde kendine özgülüğün o kendine özgü rayihası gittikçe azalmakta; değişik renkler gittikçe daha hızlı dökülüyor ... altından ortaya mekanik bir işleyişin çelik rengi manivelası, modern denilen dünya aygıtı çıkıyor ... "
Zweig, bu girişin ardından, tek tek kültürlerin aşınarak/aşındırılarak, kendi zamanında henüz icat edilmemiş, ama bugünün gözde kavramı olan küreselleşmeye kayışın ne gibi sonuçlar verdiği üzerinde de duruyor:

*"Bilincine bile varılmaksızın, ruhlar arasında sakıncalı bir türdeşlik, yoğunlaştırılmış üniformalaştırma içgüdüsü aracılığıyla bir kitlesel ruh doğuyor ... bireysel olan, tip lehine yıkıma sürükleniyor. Söyleşi, konuşma sanatı yozlaştırılıyor ... edebiyatta hızlı modanın, 'sezonun başarılı kitabının' modası geçerli. Daha şimdiden artık insanlar için kitaplar değil, fakat giderek artan ölçüde 'sezonun kitabı' düşünülüyor.."
Zweig'ın bu tekdüzeleşme, bireysel yapıları yitirme yıkımı için öngördüğü kurtuluş yolu, kendisinden yüz yıl önce, yani dünyanın henüz böylesine tekdüzeleşmediği bir zaman parçasında yaşamış Novalis'inkinden çok farklı değildir:

*" ... bu durum karşısında yapabileceğimiz tek bir şey kalıyor: Kendimize kaçmak. İnsanın elinden dünyada bireysel olanı kurtarmak gelmez, insan sadece kendi içindeki bireyi savunabilir. Düşünce insanının en
büyük edimi, her zaman özgürlüktür, düşünceler karşısında, nesneler karşısında, kendi kendisinin karşısında özgür olmaktır. Ve bizim de görevimiz işte budur: Başkaları gönüllü olarak kendilerini bağımlı kıldıkları ölçüde, kendimizi daha özgür kılmak! Başkalarının eğilimlerinin tekdüzeleştiği, tek bir yolla yetindiği, makineleştiği ölçüde, ilgi alanlarımızı çok daha zenginleştirerek düşünce dünyasının bütün göklerine yaymak! ... bilmeye çalışmak ve ondan sonra bize ait olmayanı bilerek red etmek, kendimiz için zorunlu gördüğümüzü de yine bilerek korumak. Çünkü, ancak, bu dünyanın gittikçe artan tekdüzeliğine ruhumuzla da karşı çıktığımız takdirde, bu dünyada yıkılamaz olanın, her zaman tüm değişimlerin ötesinde kalanın sadık sakinleri olabiliriz ... "

* Stefan Zweig: Die Monotonisierung der Welt - Aufsatze und Vortrage, Bibliothek Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1976, s. 7vd.


Kaynak : Novalis/Geceye Övgüler ( Ahmet Cemal Önsözü)

Share/Save/Bookmark

The name of the rose "Gülün Adı"...





Gülün Adı
Yönetmen Jean-Jacques Annaud
Yapımcı Bernd Eichinger
Senarist Umberto Eco (Roman)
Müzik James Horner
Oyuncular Sean Connery, Christian Slater, Michael Londsdale, F.Murray Abraham
Ron Perlman, Valentina Vargas, Görüntü yönetmeni Torino Delli Colli,






-Muhtemelen keşişlerden biri iyilikleri karşılığında onu şu köylü kızına vermiştir.
-Kız mı? Şey, ne...
-Buradan hızla koşup çıkarken gördüğüm kız.
-çok çirkin bir keşiş olmalı.
-Neden çirkin?
-Genç ve yakışıklı olsaydı hiç şüphesiz kız ona bedensel iyiliğini karşılıksız yapardı.




-Efendim. Siz hiç aşık oldunuz mu?
-Aşık mı? Evet. Birçok defa.
-Öyle mi?
-Evet, elbette. Aristo'ya, Ovid'e, Virgil'e...
-Hayır, hayır. Benim kastettiğim
-Aşkla şehveti karıştırmıyor musun?
-Öyle mi?
-Bilmiyorum. Yalnızca onun iyiliğini istiyorum. Mutlu olmasını istiyorum. Onu yoksulluktan kurtarmak istiyorum.
-Ulu Tanrım.
-Neden “Ulu Tanrım”?
-Sen aşıksın.
-Bu kötü mü?
-Bir keşiş için bazı sorunlar yaratır.
-Ama Aziz Thomas Aquinas aşkı tüm diğer erdemlerden üstün tutmaz mı?
-Evet. Tanrı aşkını, Adso. Tanrı aşkını.
-Ya bir kadının aşkı?
-Kadın hakkında Thomas Aquinas çok az şey bilirdi. Ama Kutsal Kitabın sözleri çok acık.
Özdeyişler bölümü bizi uyarır.. “Kadın, erkeğin değerli ruhunu ele geçirir. “ Vaiz bölümü de, “Ölümden daha acı olan şey kadındır. “ der.
-Evet, ama...
-Siz ne düşünüyorsunuz efendim?
-Ben elbette, bende senin tecrübenin avantajı yok. Ancak Tanrı'nın böyle fena bir varlığı ona bazı erdemler bahsetmeden evrene takdim etmiş olabileceğine kendimi inandırmakta güçlük çekiyorum.
Hayat aşksız ne kadar huzurlu olurdu, Adso. Ne kadar güvenli.Ne kadar sakin.Ve ne kadar yavan.




“Üstadından fazla kötü örnekler öğrenmemeye bak. O fazla düşünüyor. O her zaman kalbinin kehanet gibi yetenekleri yerine aklının çıkarsamalarına güveniyor. Zekanı kontrol altına almayı öğren. Peygamberimizin acılarına ağla! Ve o kitapları çöpe at!”




-Daha kaç oda var acaba? Daha kaç kitap? Kimsenin bu kitaplara serbestçe başvurması yasaklanmamalı.
-Belki fazla değerli, fazla hassas oldukları düşünülüyordur.
-Hayır. Sebep bu değil, Adso.
-Bizimkinden farklı bir ilim ve Tanrı kelamının yanılmazlığından kuşku duymamızı teşvik edecek fikirler içerdikleri için.




“Aşk bir hastalık olarak ortaya çıkmaz. Ama saplantı halini alırsa hastalığa dönüşür. Müslüman teolog Ahmed Hasim der ki.. Mecnun kimse iyileşmek istemez. Rüyaları düzensiz nefeslere ve nabzın hızlanmasına yol açar. Melankolik aşkı, kurbanlarının kurt gibi hareket ettiği bir hastalık olan likantropi ile özdeşleştirir.Aşığın dış görünüşü değişmeye başlar. Kısa süre sonra gözleri görmez olur, dudakları büzüşür. Yüzü sivilce ve kabuklarla kaplanır. Yüzünde bir köpeğin ısırığına benzeyen izler olur ve günlerini mezarlıklarda gezinerek gecelerini ise bir kurt gibi geçirir. “




-Bu manastıra geldiğinden beri birçok şey keşfettin. Ama labirente acılan kestirme
yol onlar arasında değil. Şimdi, istediğin nedir?
-Hiç yazılmadığını söylediğin Yunanca kitabı görmek istiyorum. Tamamen komediye adanmış senin kahkaha kadar nefret ettiğin kitabı. Aristo'nun Poetika kitabının ikinci cildinin belki de geriye kalan tek kopyasını.
-William, senden ne muhteşem bir kütüphaneci olurdu. İşte hak ettiğin ödülün. Oku. Sayfa sayfa oku sırlarını. Sen kazandın.

Yaklaşın, şimdi!

“Şimdi komedinin bayağı insanları kullanarak ve onların kusurlarından zevk alarak, gülmekten aldığımız keyfi teşvik edişini tartışacağız. “

Değerli kardeşim, komediden bahseden pek çok kitap var. Neden bu seni bu kadar korkutuyor?

-Çünkü o Aristo'nun eseri. -Adso, bu taraftan.

-Fakat gülmeyi bu kadar korkutucu kılan nedir?

-Gülmek korkuyu öldürür. Ve korku olmadan inanç olamaz. Çünkü şeytan korkusu yoksa, Tanrı'ya ihtiyaç kalmaz.

-Ama o kitabı yok ederek gülmeyi yok edemezsin.

- Hayır, elbette. Gülmek basit insanların eğlencesi olarak kalacak. Ama ya bu kitap yüzünden, bilgili insanlar her şeye gülmenin kabul edilebilir olduğunu söylerse? Tanrı'ya gülebilir miyiz? Dünya yeniden kaosa sürüklenir. Bu yüzden, söylenmemesi gerekeni mühürleyeceğim ve mezarı ben olacağım.



“Doğaya hükmedebilmek için, önce ona itaat etmeyi öğrenmek gerekir.”

“Doğal bir açıklama getiremediğiniz için kesişleriniz bu duvarlar arasında doğaüstü bir güçten kuşkulanıyor.”

“Ne yazık ki, korkularım gençliğimden gelen hayal gücümün ürünü değildi.”

-Sizce burası Tanrı'nın terk ettiği bir yer mi?
-Sen hiç Tanrı'nın kendini evinde gibi hissedeceği bir yer biliyor musun?

“Bir keşiş sessiz olmalı. Sorulana kadar düşüncelerini söylememeli. Bir keşiş gülmemeli. Çünkü kahkaha ile sesini yükseltenler ancak aptallardır. “

“Çok bilgelikte çok acı vardır ve bilgisini artıran acısını da artırır. “

“Demek istediğim; beden, doğaya uygun olarak da tahrik olabilir ona aykırı olarak da.”

“Esriyerek hayal görme ile günahkar delilik arasındaki adım çok kısa.”

-Gülmek, yüz hatlarını bozan ve insanları maymuna benzeten şeytani bir rüzgardır.
-Maymunlar gülmez. Gülmek insana özgüdür.

“Bayağı insanları kullanarak onların kusurlarından zevk al... “

“Şeytana ait gördüğüm tek kanıt herkesin onu işbaşında görme isteği.”

“Sıçanlar parşömeni alimlerden de çok seviyor.”

“Ve kuşku, Adso, inancın düşmanıdır.”

“Üstadım basit insanların daima her şeyin bedelini ödediğini söyler.”

-Bu manastırın şimdiye dek olan ve hep olması gereken görevine dönelim.
-Bilginin korunması “Korunması” diyorum, “aranması” değil. Çünkü bilgi tarihinde hiçbir ilerleme yok. Yalnızca sürekli ve aşırı tekrarlama var.

-Latince'deki “idolum” değil, Yunanca'daki “eidolon”. Anlamı “görüntü” ya da “yansıma”. Bizim yansımamız.

Share/Save/Bookmark

Solyaris 1972 (Solaris)

İnsan doğa tarafından kendi yollarıyla öğrenebildiği için yaratıldı. "Gerçek" için sonsuz arayışında insan bilgiye mahkum edilmiştir.







Yönetmen : Andrei Tarkovsky
Oyuncular : Natalya Bondarchuk, Donatas Banionis, Jüri Järvet, Vladislav Dvorzhetsky
Yapım Yılı 1972
Dil Rusça
Türü Bilimkurgu









Utanç,insanlığı kurtaracak olan duygu...



300 metrenin altına ilk indiğimde, artan rüzgar yüzünden irtifayı korumakta zorluk çektim. Tüm dikkatimi gemimin yönetimine vermiştim. Kabinden dışarıya bakmıyordum. Sonuçta, bir sis kümesine girdim.

-Sıradan bir sis miydi?

Tabii ki hayır. Koloidal ve yapışkan görünüyordu. Tüm pencereleri kaplamıştı. Sisin direnci yüzünden, irtifa kaybetmeye başladım. Güneşi göremiyordum, ama güneşin bulunduğu yönde
sis kırmızı biçimde parlıyordu. Yarım saat sonra geniş, açık bir boşluğa çıktım. Neredeyse daire biçiminde, bir kaç yüz metre çapında. Bu noktada, Okyanusta bir değişiklik gördüm. Dalgalar görünmez oldu. Bulanık yama görünümlü yerler hariç, yüzey saydamlaştı. Suyun altında sarı, sümük gibi bir şey katılaşıyordu. İnce şeritler halinde yükseliyor ve cam gibi parıldıyordu. Sonra kaynamaya, köpürmeye ve sertleşmeye başladı. Şeker pekmezi gibi görünüyordu. Bu tortu ya da balçık geniş yumrular halinde topaklandı ve yavaşça değişik şekillere dönüştü. Sisin içine çekilmeye başladım, buna karşı bir süre direndim. Aşağıya doğru tekrar baktığımda, bir tür bahçe gördüm.

-Bahçe mi? Dikkat edin, lütfen.

Bitki örtüsünü, çalıları, akasya ağaçlarını, dar patikaları görebiliyordum. Hepsi aynı maddeden yapılmıştı.

-Peki bu bitkilerin yaprakları var mıydı? Şu çalılar, akasyalar?

Hayır, hepsinin gerçek boyutlarında ve plastikten yapıldığını söyleyebilirim. Sonra her şey çatlamaya kırılmaya başladı. Sarı çamur deliklerden dışarıya püskürmeye başladı. Her şey hızla kaynamaya başladı ve köpük belirdi.

-Kimdi o?
-10 yıl önce ölmüştü.
-Gördüğün şey onun hakkındaki düşüncelerinin cisimleşmiş haliydi. Adı neydi?
Hari.
-Her şey radyasyonla denemelerimizle başladı. Okyanus'un yüzeyini güçlü X-ışınlarıyla vurduk.
-Ama o...
-Aklıma gelmişken, kendini şanslı sayabilirsin. Her şeye rağmen, bu kadın senin geçmişinin bir parçası. Ya daha önce hiç görmediğin ama, tasarladığın ya da düşlediğin bir şey olsaydı?
-Anlayamadım.
-Anlaşılan Okyanus, güçlü radyasyonumuza hayrete düşüren bir yanıt verdi. Zihinlerimize sondaj yaptı ve bellek adaları gibi bir şey çıkardı.
-Geri dönecek mi?
-Dönecek ve dönen o olmayacak.
- İkinci Hari Sonsuz sayıda olabilir.
-Beni neden uyarmadın?
-Bana inanmazdın ki.

-Ne oldu?
-Yeniden doğuş yavaşladı. İki-üç saatliğine konuklarımızdan kurtulabiliriz.
-Gecenin bir yarısı bunu söylemek için mi geldin?
-Ne için geldiğimi söyleyeyim. Sartorius ve ben şöyle düşündük: Eğer Okyanus konuklarımızı bizden rüya gördüğümüz sırada türetiyorsa belki uyanıkken ki düşüncelerimizi kullanmamız daha mantıklı sonuçlar doğurabilir.
- Nasıl?
- Radyasyon ışınlarıyla.
-Belki (Okyanus) bizi anlar ve o can sıkıcı hayaletlerden kurtarır.
- Yine mi bilimin yüceliği hakkındaki şu gülünç x-ışını vaazları?
-Işınları içimizden birinin beyin dalgalarına göre ayarlayacağız. Ve tabi o "içimizden biri" ben olacağım. Bir ensefalogram! Tüm düşüncelerimin bir yazılı dökümü! Ya aniden onun ölmesini dilersem? Yok olmasını! Her şeyi emanet etmek istersem şu jöle kütlesine?
-O ruhumu zaten istila etti.
-Kris, zaman kaybediyoruz.
-Sartorius başka bir proje daha öne sürüyor: İmha Edici.
-Nötrino sistemlerinin kendi kendilerini yok etmesi.
-Nedir bu? Şantaj mı?
-Onu ensefalogram ile başlamaya ikna ettim. Ama şimdilik bunu unutalım.

-Biraz uyu.

-Nasıl uyunur bilmiyorum. Bu uyku değil. Her nasılsa etrafımda. Sanki (kaynağı) tam olarak içimde
değil de çok uzakta bir yerdeymiş gibi. Muhtemelen yine bir tür uyku.

-"Gece gelirler. Ama insan bazen uyumak zorunda."

-İşte bütün mesele. İnsanlık uyuma yeteneğini kaybetti.

-Sen daha iyi okursun. Ben biraz heyecanlıyım.

-"Efendim, bildiğim bir şey varsa o da şudur: Ben Ben uyurken, korku, umut, dert, mutluluk nedir bilmem. Uykuyu icat edene hayır dualar olsun. Her şeyi satın alan , çoban ile kralı, aptal ile
zekiyi eşitleyen ortak para birimini. Uykuya dair bir tek kötü şey var. Ölüme çok benzediğini söylerler."


Bilim mi? Boş laf.

İçinde bulunduğumuz durumda, sıradanlık ve deha aynı derecede yararsız. Evreni fethetmekle ilgilenmiyoruz. Dünya'yı evrenin sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Öbür dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Başka dünyalara ihtiyacımız yok. Bir aynaya ihtiyacımız var. "Bağlantı" için çabalıyoruz, ama onu asla bulamayacağız. Korktuğu ve ihtiyaç duymadığı bir amaç uğruna gayret sarf eden o "ahmakça insanlık durumu"ndayız. İnsanın insana ihtiyacı var.


Kris Kelvin'in ikinizden daha tutarlı olduğunu düşünüyorum. Gayrı insani koşullarda,
insanca davrandı. Ve siz, konuklarınızı -bize bu ismi vermişsiniz- harici bir şey ya da bir engel
gibi görüyorsunuz. Ama onlar sizin bir parçanız. Onlar sizin vicdanınız. Ve Kris beni seviyor.
Belki de beni sevmiyor, belki sadece kendisini koruyor. Benim canlı kalmamı istiyor. Asıl nokta bu değil. İnsanın neden sevdiği önemli değildir. Sebep herkes için farklıdır. Kris değil. Sizsiniz.

- Hepinizden nefret ediyorum.
- Size sormak istiyorum...

-Sözümü kesmeyin. Ne de olsa bir kadınım.

-Sen bir kadın değilsin, bir insan değilsin. Herşeyi anlama yeteneğin varsa, bunu da anla.

-Hari artık yok. O öldü. Sen sadece bir röprodüksiyonsun, mekanik bir röprodüksiyon. Bir kopya. Bir kalıp.

-Evet. Olabilir ama ben bir insana dönüşüyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. İnanın.
Şimdiden onsuz idare edebiliyorum. Ben onu seviyorum. Ben insanım. Siz siz çok zalimsiniz.
Kalk! Kalk hemen!

-Pek sevgili insanım. Hiçbir şey daha kolay olamaz. Tartışarak zaman kaybediyoruz. Vakarımızı ve insan karakterimizi yitiriyoruz.

-Hayır. İnsansın, ama kendi tarzında. İşte tartışmamızın nedeni.

-Umarım canınızı sıkmıyorumdur.

-Sen iyi birisin ama korkunç görünüyorsun. Gerçekten umudumu kaybettim. Bana birazcık yardım et. Daha fazlasını bilmek için kurulacak lanetli bir "temas" uğruna canından vaz geçmeye hazır bir adamın sarhoş olma hakkı yok mudur?

-Her şeye hakkı vardır.


- Onu seviyorum.
- Hangisini?

-Onu mu roketin içindekini mi? Onu uzaydan geri çekebilirsin. Tekrar ortaya çıkacak ve bu böyle devam edecek. Bilimsel bir sorunu basit bir aşk hikayesine çevirme. Bunun kötü biteceğine dair bir önsezim vardı.
-Ona yardım etmelisin. Dehşet bir şey, değil mi? Bu yeniden doğuşlara bir türlü alışamadım.

-Sorun ne?
-Hiçbir şey.

Dünya'ya geri dönmeyeceğim. Seninle bu istasyonda yaşayacağım. Anlıyor musun... Korkuyorum.
Bir hayli etkinlik gösteriyor gibi. Ensefalogramın yardımcı oldu. Bilirsin... Merhamet gösterdiğimiz zaman, kendi kendimizi harap ederiz. Hakikat olabilir... Istırap yaşamı kasvetli ve kuşkulu gösterir.
Ama bunu kabul etmiyorum. Hayır, kabul etmiyorum. Yaşam için vazgeçilmez olan aynı
zamanda yaşam için zararlı mı?

-Hayır, zararlı değil.
-Tabi ki değil..

-Tolstoy'u hatırlıyor musun? İnsanoğlunu bir bütün olarak sevmenin imkansızlığı üzerine çektiği ıstırabı?

Üzerinden ne kadar zaman geçti? Bir yolunu bulup çözemedim. Bana yardım et. Anla, seni seviyorum. Ama aşk asla izah edemeyeceğimiz ama deneyimleyebileceğimiz bir histir. İnsan aşk kavramını açıklayabilir. İnsan kaybedebileceğini sever: Kendini, bir kadını, bir vatanı. Bugüne dek aşk insanlık için, Dünya için elde edilemez oldu. Beni anlıyor musun, Snaut? O kadar azız ki.
Hepsi topu bir kaç milyar. Bir avuç! Belkide, insanları aşkın nedeni olarak deneyimlemek için buradayız. Ateşi var gibi.


Neden böyle işkence çekiyoruz?

Bence, evrensel anlamımızı kaybettik. Antik çağlarda yaşayanlar onu mükemmelen biliyordu.
Neden ve ya ne için diye hiç sormadı onlar. Sisifos efsanesini hatırla. Senin ensefalogramını
yayınladığımızdan beri, konuklardan hiçbiri geri dönmedi. Okyanusta anlaşılmaz bir şey
oluşmaya başladı. Yüzeyde adalar şekillenmeye başladı. Önce bir tane. Sonra ertesi gün
bir çok başkası ortaya çıktı.


Uzun zamandır mı buradasın?
- Hakkımdaki belgeleri görmüşsündür.
- Gördüm.
-İstasyonda bunca yıl yaşadıktan sonra hala aşağıdaki yaşamınla net bir bağlantın var mı?
-Dehşetli soruları seviyorsun. Yakında hayatın anlamını soracaksın sanırım.
-Dur biraz. Alaycı olma. O bayağı bir soru.

-İnsan mutlu olduğu zaman, hayatın anlamı ve diğer ölümsüz temalarla nadiren ilgilenir.
Bu sorular insanın ömrünün sonunda sorulmalı. Ama biz hayatın ne zaman sona ereceğini bilmeyiz.
Böyle acele etmemizin nedeni de bu. Acele etme. En mutlu insanlar bu lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir. Sormak daima bilme arzusundan. Henüz basit insanî gerçekleri korumak için gizeme ihtiyaç duyuyoruz. Mutluluğun, ölümün, aşkın gizemi.

-Haklısın belki. Ama şimdi bunu düşünmemeye çalış. Bunun hakkında düşünmek öleceğin
günü bilmek gibidir. O günü bilmek bizi ölümsüz yapmaz.

Peki, her neyse.


-Her halükarda, benim görevim sona erdi. Fakat sırada ne var? Dünya'ya dönmek mi?

Her şey yavaş yavaş normale dönüyor. Yeni ilgi alanları yeni tanışlar bile bulurum. Ama kendimi onlara tam olarak veremem. Asla. Irkımın on yıllardır anlamaya çalıştığı bu Okyanusla, hayali de olsa bir ilişki kurma olasılığını geri çevirmeye hakkım var mı? Burada kalmalı mıyım? İkimizin de dokunduğu bu nesnelerin arasında? Nefesimizin hatırasını taşıyan bu yerde?

Ne için? O'nun döneceği umudu mu? Ama bu umuda sığınamam. Bana kalan tek şey; beklemek.
Ne için olduğunu bilmiyorum. Yeni mucizeler için mi?

-Yorgun musun?
-Hayır, çok iyiyim.
-Biliyorsun, Kris...
-Bence Dünya'ya dönme zamanın geldi.

-Öyle mi düşünüyorsun?


* İleriye hareketimizin sınırlanması, geriye doğru hareketimizi kolaylaştırıyor.

* Rüzgarlı havada, kıpırdayan bir çalıyı yaşayan bir varlıkla karıştırmak kolaydır,

* Bilgi ancak ahlaki değerlere dayandıkça geçerlidir. Bilimi ahlaki ya da ahlak dışı hale getiren tek etmen insandır.

* Okyanus düşünen bir maddedir.
* Gizemli düzensizlikler başladığından beri hemen her zaman derin depresyon halindeydi.

* Korkmaktan daha kötü şeyler vardır. O umutsuzluktan dolayı öldü.

* İnsan doğa tarafından kendi yollarıyla öğrenebildiği için yaratıldı. "Gerçek" için sonsuz arayışında insan bilgiye mahkum edilmiştir.

* Bilirsin... Merhamet gösterdiğimiz zaman, kendi kendimizi harap ederiz. Hakikat olabilir... Istırap yaşamı kasvetli ve kuşkulu gösterir. Ama bunu kabul etmiyorum. Hayır, kabul etmiyorum. Yaşam için vazgeçilmez olan aynı zamanda yaşam için zararlı mı?

* Aşk asla izah edemeyeceğimiz ama deneyimleyebileceğimiz bir histir. İnsan aşk kavramını açıklayabilir. İnsan kaybedebileceğini sever: Kendini, bir kadını, bir vatanı. Bugüne dek aşk insanlık için, Dünya için elde edilemez oldu.

* Utanç -- insanlığı kurtaracak olan duygu.

* Bilirsin, sanki birisi bizimle oyun oynuyor. Ve bu sis ne kadar uzun sürerse sonuç senin için o kadar kötü olacak.

* İnsan mutlu olduğu zaman, hayatın anlamı ve diğer ölümsüz temalarla nadiren ilgilenir.

Andrei Tarkovsky

Share/Save/Bookmark

Azınlık-Azınlıklar...

Bir Çözümleme Denemesi (l)

1. Şimdiden belirtmekte yarar var: Bu yazıda söylediğim her şey, baştan düşünülebilir. Benimkinden başka bir düşün yapısal çerçeve içerisinde, bu çözümleme bambaşka bir kılığa girebilir. Böyle çözümlemelerin bile, yere, çağa bağlı olarak değişebilecek temellere oturduğu düşüncesine alışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Nermi Uygur'a

1. "Azınlık", ancak, bir "Çoğunluk" ile bir arada ele alındıkta anlam taşır. "Azınlık", bir adlandır/ıl/madır. (2)

(2.) Kendini örtük olarak adlandırmakta olan bir çoğunluğun belirtik olarak adlandırdığı bir öbektir.

2. Azınlık ile Çoğunluğun bu nitelikleri, ancak, bir ölçüt'ten dolayı var olabilir; bu ölçütün çizdiği sınır içerisinde kalındıkça bu niteliklerden söz edilebilir.

3. Ancak bu sınır içerisinde, bu ölçüt gereği, bir arada ele alınınca var olabilecek Azınlık ile Çoğunluk, sayılara dayalı görünse de, ancak, sayının bir güç/baskı düzeneğinin işlemesine yol açması durumlarında sözü edilir bir karşıtlık haline gelir.

4. Bu düzeneğin işlemesi, Azınlık ile Çoğunluğun dörtlü imge dizgelerinin etkileşimiyle sıkı sıkıya ilişkilidir.

Bu kesinlemeleri irdelemeğe çalışalım.

1.1. Azınlık ile Çoğunluk, biri birilerinin değillemeleridir. Belirtik ya da örtük olarak dile getirilen bir bütünün parçalarıdırlar. (3)

(3.) /Azınlık/, çoğunluk için, bir düz değişmece değeri taşır: Hem onunla birlikte oluşturduğu bütünlük içerisindeki parça niteliğiyle, hem azınlığın her üyesini hiçbir bireysel özellik tanımayan toptancılığından ötürü- tek bir bütüne sokan niteliğiyle ...

Bir önerinin oya sunulduğu bir toplantıda oy verenler bir bütünü; bu oyların karar gücü taşıyacak sayısını vermiş olanlar bir çoğunluğu oluşturur; bu çoğunluğun dışında kalan oy verenler (karşı-oy verenler, çekimserler) kendi aralarında da bir azınlık-çoğunluk bölüntüsü gösterse bile, azınlık adını alır.(4)

(4.) Azınlık da, çoğunluk da, durmaksızın ürer, sürer, durmaksızın da kılık (ya da, özne) değiştirebilir.

Aynı birey, çeşitli çoğunluklarla çeşitli azınlıkların üyesi olabilir. Aynı anda, ya da, ayn ayn zamanlarda ...

Belli bir "niteleyici" adı taşıyan bir topluluk (ya da o topluluğun bir parçası) bir yerde çoğunluğu oluşturabilirken başka bir (ya da birer) yerde azınlık(lar) oluşturabilir. Bireyler de, topluluklar da, "yabancı" diye nitelenebilirler: Örneğin, bir "yabancı" ülkede ("yurtdışı"nda) bir birey de yabancıdır, böyle bireylerden oluşan bir topluluk da ... Ama böyle bir topluluk, içinde yaşadığı ülkenin -şu ya da bu biçimde- insanı olma kararını verirse (bu "karar", o ülkece de verilebilir), "yabancı" olmaktan Çıkıp "azınlık" durumuna geçecektir. Buna karşılık, o topluluğun üyesi olmayan, gene de onun (aynı) "niteleyici" adını taşıyan birey ya da topluluklar orada "yabancı" olarak kalacaktır.

Birey, siyasal bakımdan hem "yabancı" hem "azınlık üyesi" olamaz. Buna karşılık, "yabancı" olduğu bir ülkede "siyasal" olmayan birçok azınlığın en doğal, en tartışmasız üyesi olabilir. Belki de en çok görülebilecek durum, bireyin pek çeşitli çoğunlukların azınlığı, ya da, yabancısı, buna karşılık çeşitli azınlıkların "üyesi" olması durumu olur. (Mantıksal bir nedenden söz edilebilir mi bu durumda?)

Buna karşılık, siyasal birimin bu azınlık/çoğunluk bölüntüsünde önemli bir yer tutmakla birlikte her durumu açıklayabilmekten de çok uzak durduğu, sanırım şimdiden ileri sürülebilir.

Azınlık, yabancı olmayan bir "başka" bir "aykırı"dır. Siyasal birim açısından "sınır-dışı" edil(e)meyecek bir topluluktur. Ama ona "yabancı "lık yüklen(ebil)diği zaman sınır-dışı da edilebilir. Biraz sonra sözünü edeceğimiz "ölçüt", burada özel biçimde işlemektedir. Az ileride bundan yine söz edeceğiz.
1.1.1. Çoğunluğun karan, Azınlığın istemediğidir. Azınlığın verdiği oylar, çoğunluğun istemediğine verilmiştir.

1.1.2. Azınlığın kendi içinde bölüntü gösteriyor olması, Azınlık ya da Çoğunluk diye adlandırmanın toptancılığını, ayrıntı üzerinde durmazlığını gösterir. Verdiğimiz örnekte ya da herhangi bir seçimde, azınlıktakilerin, değişik tutumlan değişik oy verme biçimleriyle dile getirmelerine karşılık, çoğunluğun karşısında, "eninde sonunda" azınlık olması, bunu doğrular; çoğunluktakilerin aynı oyu verdikleri halde, birçok kez, neden, niye, niçin öyle oy verdiklerini açıklamak istemeleri de bunu doğrular.

1.1.2.1. Azınlıktakiler de, çoğunluktakiler de, kendilerini bölmüş olan eylemin (burada, oy verme eyleminin) iki değerliliği karşısında ayırtılardan söz ederek özellikler, öznellikler, bireysellikler koyuyorlarsa ortaya, bu toptancılıktan tedirgin olduklarını da, onu kabul ettiklerini de göstermektedirler.

1.2. Bu toptancılık, Azınlık ile Çoğunluğun biribirilerinin değillemeleri olmaları durumunun vazgeçilmez bir niteliği olarak ortaya çıkar. Dikkat edilecek nokta, iki değerden her birinin ancak ötekini değilleyerek anlam taşıyabileceğidir. Ayrıntılar, yani iki kesimden her birinin içinde belirebilecek ayrılıklar, karşı kesim açısından ancak ikincil, güdümün belirlenmesinde kullanılabilecek bir önem taşır. Her kesimin ötekine bir bütün olarak bakması, kendi bütünlüğünün de bir inancasını ortaya koyması demektir. Ama bu iki bütün, ancak bir arada oluşturulan daha büyük bir bütünün çelişen parçalarıdır.



2.1. Çünkü büyük bütünün bu ikiye bölünüşü, bir ölçütün getirdiği iki değerliliğe dayalıdır. Şöyle olan, düşünen, inanan eyleyenlerle, böyle olan, düşünen, inanan eyleyenler arasındaki ayırım, "şöyle"nin karşısındaki "böyle"nin ancak "şöyle olmayan (düşünmeyen, inanmayan, eylemeyen)" anlamını taşıyor olmasıyla anlam kazanır.(5)

(5.) Ölçüt gereği "bizden olan/bizden olmayan" biçiminde ortaya çıkan bölüntü, ölçüt alanı dışında görülmez; ya da, ölçüt gereği ortaya çıkan bölüntü pek çok alanda kendini gösterir ama gene de, temel bir alanda, ortadan kalkar: Azınlık da, çoğunluk da, örneğin, "yasalar karşısında eşittir"; yani, belli bir siyasal birimin uyrukları söz konusudur, yasalar çoğunlukça kabul edilip "ayırım"ı pek çok alanda sürdürse, azınlığa karşı çeşitli baskılar yasalaşsa da, -yani haklar açısından büyük eşitsizlikler yaratılsa da- en azından ödevler, yükümler açısından "eşitlik" gözetilir.

"Yabancı", o birimin uyruğu değildir. Aykırılığı zaten o "yabancı" niteliğinin bir parçasıdır. Uzun yıllar da otursa o ülkede, yabancı kalır; bir başka siyasal birimin bir parçası, uyruğu niteliğini sürdürdükçe yasalara uyması beklenir ama azınlığa yol açan "ölçüt" ona işlemez.

Durum kuramsal olarak budur. Ancak bu yabancı, ölçütün uygulanabileceği bir kişi olarak görülmek istenirse, yabancılığı göz önünde tutulur ya da tutulmaz, ama azınlığa karşı uygulanan yaptırımlar ona da -bir biçimde- uygulanır. Siyasal açıdan bulunan gerekçe, diplomatik ilişkileri zedeler görünse bile (en azından zamanla) bunalım tavsar, tavsatılır. "Kışkırtma" iki yanın da başarıyla kullanacağı "büyülü" sözlerden biridir.

Buna karşılık, azınlık üyesi bir kişinin ya da bir öbek insanın, yıllarla oluşturulmuş kalıcı birtakım "kurallarının çiğnenmesi" durumunda, siyasal birim "oyunun bozulduğuna" karar verebilir, o kişi ya da öbeğe karşı önlem almakla yetinmez, o azınlığın tümüne karşı önlem uygulamağa girişir.

Gerekçe, ödevler, yükümler karşısındaki "eşitliğin" bozulmuş olmasıdır. Artık tanımadıkları, tanımak istemedikleri ileri sürülen yasalar gereğince bu insanlar o yasaların, dolayısıyla siyasal birimin dışına çıkarılır. Ama başka bir siyasal birimin yasaları da kendilerini korumadığı için bu insanlar "ortalık yerde" kalakalırlar. Ne azınlıktırlar artık, ne de yabancı; ya da hem yabancı hem azınlıktırlar: Usa sığmaz bir durumdur bu ama bu durumda kalmış olanlar dışında, durumun usa sığmazlığı kimseyi şaşırtmaz. Çeşitli "sığınma" biçimlerine yol açılır, ya da, açılmaz!

Dünyanın (şu anda) pek çok yerinde, yukarıdan beri sözünü ettiğim durumlara örnek olacak olguları, herkes kolaylıkla bulur sanırım.

Azınlığın "başka"lığı ile yabancının "başka"lığı, bu noktada, bize pek önemli bir ayırım olarak görünüyor. Bütün söylediklerimiz bu ayırımın ne kadar kaypak olabileceğini ya da kaypak hale getirileceğini göstermeğe yaramış olsa da ...

2.1.1. Siyasal ya da dinsel inançlar söz konusu olduğunda ortaya çıkabilecek azınlık/çoğunluk bölüntüsünde, örneğin, ölçüt, tek başına, "siyasal inanç" ya da "dinsel inanç" mıdır? Bu soruyu deşmedikçe ölçüt konusunda bir şey söylememiz pek güç olur.

Derinin rengi, tek başına, ölçüt müdür?

Bir ulusal öbeğin adını taşıyor olmak, tek başına, ölçüt müdür?(6)

6. "Elbette değil!" diyesi geliyor insanın ... Ölçütler oynaktır, belirsizdir; her ölçütün, ardından sürüklediği çok karmaşık tepkiler vardır. Tamam ... Ama kimi ölçüt "elle tutulur, gözle görülür" türdendir, kimiyse ancak yazılı ya da sözlü olarak dile getirilmesi halinde "varlık" kazanır. Kimi zaman da ölçüt uydurulur, bir kuruntu olarak atılır ortaya. Bu ayrımlar önem taşıyabilir, irdelememizi daha da inceltirsek. Ancak, daha önemlisi, sanırım şu: Hiçbir ölçüt -tek bir sözcük ya da niteleme kalıbı olarak ortaya konduğu zaman bile (ya da, konduğu halde)- yalın değildir, karışıklığı içinde taşıyan bir anlam "salkımı"dır; başat gibi görünen anlam, düz anlam, pek çok yan anlamla çevrilidir, bu anlamlar da, durmaksızın, biribirine "bulaşır", biribirini etkiler. Ayırım ölçütü olarak ortaya atılan niteliğin, bu ölçütle ilişkisiz, hatta, bu ölçütle "çelişiklik" taşıdığı görülmesi gereken başka bir ölçüt açısından "güçlükler yarat/tığı/acağı", "aklı başında" görünen insanların duraksamaksızın -herhalde düşünmeksizin de ... - söyleyebilecekleri şeylerdendir.

En yalın ölçüt bile kolaylıkla karmaşıklaşır, kullanılmak istendiği için kullanılan, siyasal inandırıcılığı hiç mi hiç kalmayabilen bir siyasa aleti haline gelebilir. İşin kötüsü ölçütler karmaşıklaştıkça baskıya, kıyaya daha da elverişli olur.

Ölçütle varedilen ulamlardan birine kendini katmak, ölçütü kabul etmektir, o ölçütle yaratılan ayrımı kabul etmektir. Oysa "ölçütü" kabul etmediğini (insanların bu ölçüte dayanılarak "ayrı" görülmelerini "saçma" bulduğunu) söyleyen pek çok kişi, sırası geldiğinde bu ayırımı "doğanın gereği" imiş gibi görür, kabul eder, gösterir. Ölçüt, "nesnel" bir niteliği göstermekte değildir, aldanmayalım; ölçüt, seçilmiş bir ayırımın ölçütüdür.

2.1.1.1. Bu ayrımların ölçüt olmasının gerekli koşullarından biri, bireyler söz konusu olsa bile, bunların birey olarak değil, bir öbeğin üyesi olarak görülmesi (görülebilmesi, gösterilmesi, gösterilebilmesi) ... (7)

(7.) Bizim açımızdan "soğuk" bir örnek vermeğe çalışıyorum:

Venedik şehri'ni düşünüyorum; şehir dışını, bölgeyi göz önüne hiç almaksızın ... Gezmenlerin ortalığı "bastığı" bir günü düşünelim ... Sayıca, Venedikliler, o gün, azınlıkta kalabilir kolaylıkla! ... Ama "ev sahibi" niteliklerinde herhangi bir değişme olmaz. "Yabancılar" bir öbek olarak da görünebilir, "Japon", "Alman", "Türk", "Amerikalı" olarak bölümlenebilir de. Bir Türk, "1 Türk"tür ama o anda Venedik'te bulunmakta olan Türkler'den biri olarak düşünülürse, sayıca azınlık oluşturan bir öbeğe bağlanır. Bu "yabancılar"ın hepsi yabancı'dır. Venedikliler bunların karşısında kendilerini "ev sahibi" diye görür, azınlık ya da çoğunluk terimleri içerisinde düşünmezler. Ama Venedikliler arasında, gezmenin çok geldiği mevsimde Venedik'e çalışmağa gelmiş (başka bölgelerden gelmiş) insanlar olabilir. Bunlar "İtalyan"dır ya da "değildir". İtalyan olanlar, Venedik bölgesinden gelmişse "yerli"dir, İtalya'nın ortasından, güneyinden gelmişse "biraz" yabancıdır. "Yerli "ler Venedik'te kalırsa, şehirde kalmışlardır; ötekiler kalır da Venedik yerlisinin "iş"ine ortak olursa zamanla "Venedikli"leşebilirler. Ama bir mahallede birkaç otel birden işletmeğe başlarlarsa "Fal anca-yerliler" olurlar. Duygu ortaklıkları, yeni bir bütünlüğün içindeki ayırımı yaratırlarsa, bir "Falancalılar azınlığı"na da dönüşüverirler. Artık bir karşıtlık söz konusudur.

2.1.1.2. Ölçüt, bu durumda, iki topluluk arasında bir ayrım gözetilebilmesini sağlamalıdır; aynca iki topluluktan her birinin, ötekinin başka olduğunu söyleyebilmesini sağlamalıdır. Başka, yani, "ben neysem, öyle olmayan" ...

Bu "duygu"nun katılması, ölçütün bütünleyici öğelerinden birini oluşturur. Anlatmak istediğim durumu en iyi özetleyen deyimlerden birkaçı, "o (falanca vb.) bizden değil... Onlardan ... " kalıbına girer.

2.2. Bu ayınının yapılması bir ölçütün ortaya konmuş olmasını gerektirir. Söz konusu ölçütün geçerli sayılan birtakım kurallara uyup uymadığı, "kabul edilir" olup olmadığı üzerinde şu anda durmak gereksiz. Ölçütün konması da, ossaat, ölçüt alanının sınırını belirler.

2.2.1. Ölçütün yalınlığı, bu sınırın açık seçik olmasını sağlar. Ölçüt karmaşıklaştıkça sınır da belirsizleşecektir.

2.2.2. Sınır, ölçütün hangi alan içerisinde işleyeceğini ortaya koyarken, ölçütün oluşturucu öğelerinden birinin daha açığa çıkacağı alanı belirler. Ölçütün burada söz ettiğimiz öğesi, eşitsizliktir; ölçütün uygulandığı alanda ortaya çıkan bölüntünün "eşit olmayan" iki yan yaratması, eşit-sizlik yaratması ...

Bu noktada, Azınlık ile Çoğunluk, bir bütünün eşit olamayacak (görülemeyecek, sayılamayacak) iki parçasıdır artık. (8)
(8.) Önceki notlar da göz önünde tutulursa kolaylıkla anlaşılabilecek birkaç şey ortaya konabilir: Gerek azınlık gerek çoğunluk, "Biz haklıyız", "doğru (doğal) olan, bizim yaptığımız (düşündüğümüz, inandığımız)," dediği halde (dediği için) karşı yanın da böyle "sanması"na şaşar. Oysa, bu şaşmaya şaşmak gerekir! Belli ki "çerçeve" içerisinde doğmak (davranmak, eylemek) bir yana "üstünlük bağışlar", karşı yanın alnına ise "yazık (aşağılanmışlık, suçluluk)" yazar. Oysa birçok durumda, bu tutum karşılıklı olarak benimsenmiştir. Birçok başka durumda ise bir yan, ötekine, kendi görüşünü benimsetir. İki öbek arasındaki gerginlik, bu durumlara göre, çok değişik biçimlerde kendini gösterir. Bu geniş anlamıyla yöneticiler (devlet yönetiminden başlayarak "patron"a dek, yönetimden sorumlu olan, yönetimin bir parçası olan, yönetimde görevli herkes) yönettikleri karşısında her zaman bir azınlık oluştururlar. İktidar ...

2.2.3. Bu eşitsizlik, örtük ya da belirtik, pek çok biçimde görülecek, yaşanacak, yaşatılacaktır. Tedirginliklere, yanıkmalara, uzlaşmalara yol açacaktır ... Yalnız, bütün bunlar, anlaşmaya varamayan, biribirine yabancı olduğunu duyan iki "taraf'ın, anlaşmaktan vazgeçip ilişkilerini kesmeleri, biribirleriyle artık hiçbir alacakları-verecekleri kalmaması, ya da açıkça, kıyasıya savaşa girişmeleri türünden gelişmelere yol açmaz ille de ... Aynı bütünün parçaları olmaktan vazgeçmeğe karar vermedikleri sürece, aynı bütünün iki parçası olarak (durumun incelikleri, ayrıntıları ne olursa olsun, sürtüşmenin hep iki taraf arasında ortaya çıktığını düşünerek "aynı bütünün iki parçası" diyoruz) bu iki kesimi biribirine bağlayan birçok şey vardır. İlişkinin bütünüyle koparıldığı belki çok az görülür. O zaman da durum, zaten değişmiştir. Açık çatışma, kıya, daha sık görülebilir; ama, gene tuhaf bir şey olur, çoğu zaman geçici, unutulması gerekli görülen, unutulmasına çalışılan, utancı bile duyulabilen (utanılır bir şey olarak görülen) bir "geçmiş olay'a dönüşür bu durum, geçen yıllarla ... Besbelli, ortaklıklar, göründüğünden, ya da sanıldığından çoktur. Paylaşılan, bağlanılan, belki de vazgeçilemeyen "ortaklık"lar ...

2.2.4. Böyle bir ortaklık varsa, iki olasılık düşünülebilir.

İlki, ölçütün çizdiği sınınn, çok önemli bir ayırım oluşturmakla birlikte, iki kesimin biraradalığında, bir arada yaşayışında, gene de "sınırlı" kalan bir alanı ayırdığı, bu alanın dışında kalan yerin küçüksenmez bir anlam taşıdığıdır.

İkincisi ise, bu alanın dışında, örtük de olsa, bir "biraradalık sözleşmesi"nin varolmasıdır.

2.2.4.1. Öyle bir sözleşme, ölçütün çizdiği sınır dışında "eşitsizlik" değil, tersine, "eşitlik" üzerine kurulu olacaktır. Gerçi, bu eşitlikte çoğunluğun "biraz (ya da, çok) daha eşit" olduğu yollu acı nüktelere yol açılabilir. Bu "eşitlik eşitsizliği" az daha ileride bizi düşündürecek. Bu noktada, önemli olan, iki yanın da, birleştirici bir düzlemde anlaşıyor, anlaşabiliyor olması...

2.2.4.2. İlk olasılık, daha çok, duygusal bir tutum, ikincisi ise, karşılıklı çıkarların ağır bastığı bir tutum olarak görülebilir. Bu iki olasılığın biribirinden seçilemeyecek biçimde kaynaşabileceği, bir "anlaşma" (örtük, dile getirilmesi kimsenin usunun ucundan bile geçmeyen, dünyanın "en doğal" durumuymuş gibi kabul edilen, sürüp giden bir anlaşma) içerisinde eriyip gidebileceği durumlar da düşünülebilir.

2.2.5. Bölüntü çizgisinin iki yanında biribirilerinin değillemesi olarak ortaya çıkan, biribirilerinden "başka", "biz neysek onlar öyle değil" olarak ortaya çıkan bu iki kesim, bir yandan, aşılmaz görünen, dirimsel görünen, çok önemli bir "başka" lığı karşılıklı olarak yaşıyor, bir yandan da, bu "başka"lığın ötesinde, iyi kötü, işleyen bir ortaklığı gerçekleştiriyor.

Tarihin değişik dönemlerinde, değişik çerçeveleri içerisinde gördüğümüz, görebileceğimiz Azınlık/Çoğunluk bölüntülerinin, o dönemlerde nasıl yaşanmış olabileceğini kestirmek pek güçtür.

2.2.5.1. Benimsenebilecek bir kuramsal tutum, bu bölüntünün, çağımızda ("çağımız" hangisi olursa olsun), ya da, çağımıza yakın olduğu, birtakım verilere, belgelere ulaşabildiğimiz için, "anlayabildiğimizi" varsaydığımız çağlarda, nasıl yaşandığına, yaşanmış olduğuna bakmaktır.

Bu yolda, yanılmak çok kolay olsa gerek. "Bakış"ın ne kadar çarpıtıcı olabileceğinin farkındaysak iyi de, değilsek, yanılgıları art arda dizmemiz işten değil.

2.2.5.2. Ama, daha önemli olan, bu bölüntüden ne zaman, hangi durumlarda, söz edildiğine dikkat etmektir. Kim kimin başkası, ya da, "yabancısı"dır? Bu başkalık ne zaman anımsanıyor, yaşanıyor, kayda geçiyor?

2.2.5.3. "Aşılmaz başkalık" ile "ortaklık" dengesinin (bu dengenin, içinde yer aldığı çerçeveyi nasıl, yani nite, tasarlayabiliriz?) bozulması ile bölüntünün "tarihte" sözü edilir hale gelmesi arasında bir bağıntı var mı?

Belli, bilinir bir örneğe başvurmaktansa, uygulanabilirliği çokça, gülümsetici bir örnek düşünelim: Dünyayı görmek, dünyadaki işlerini görmek için gözleriyle yetinenler çoğunluğu karşısında gözleriyle yetinemeyenler azınlığından söz edelim. Gerçi gözleriyle yetinemeyenler, hemen hemen tümüyle, gözleriyle yetiniyor olmanın "bilgisini", bir zamanlar, edinmişlerdir. (Ama bu bilgiyi neredeyse edinememiş bir "azınlık"tan da söz edebiliriz arada ... ) Buna karşılık, yetinenler, yetinemeyenleri "anlamakta" güçlük çekebilir. "Az temel" bir başkalık olmasa gerek gözleriyle yetinenler ile yetinemeyenler arasındaki ... İmdi, durup dururken, "protez" kullananlar azınlığından, kullanmayanlar çoğunluğundan kim söz eder?
Diyelim ki belli bir topluluk içerisinde "protez" kullanıp kullanılmaması, ya da nasıl bir protez kullanılabileceği (kullanılamayacağı) konusunda bir yasa, bir genelge, bir kural yürürlüğe girdi; çoğunluk (ya da azınlık) herhangi bir yoldan karşı kesimi sıkıştırmağa, yermeğe, gözden düşürmeğe başladı... İşte o zaman, "kesimlerden birinin karşısında öteki" durumu ortaya çıkar, söz konusu olur, tartışılır.

2.2.5.3.1. Bu örneği bir de şu amaçla kullanmak istiyorum: [Yetinmek],[protez], "soğuk" sözcükler değildir. Bunları kullananın iki kesimden hangisinde olduğunu kestirmenize (şu anda, bu yazıyı okumakta olana sesleniyorum) yarayacak bir ipucu karşısında mısınız? Gözü sapasağlam biri iseniz, gözlük takan bir arkadaşınızla, gözlük takan biri iseniz herhangi bir görme güçlüğü olmayan bir arkadaşınızla, bu "ipucu" sorusunu tartışın. Anlaşamayabilirsiniz. [ ( Sapasağlam ), (herhangi bir görme güçlüğü olmayanı, ) gözlük takanı sözcükleri, ya da, deyimleri de, "soğuk" değildir ki!] Bu "yansız" sözcükler bile "yansız" değildir; iki yanın aynı sözcükler karşısında duygusal tutumu aynı değildir. Bu da, "sanıldığından" çok daha derin tepkilere yol açar.

2.2.5.4. Dengenin bozulmasından ne zaman söz edebiliriz? Sanırım, "sayılar" yetmediğinde ...



3.1. A kesimi, B kesiminden bir kişi fazla; demek ki çoğunluk niteliği A kesiminde ...

Ama iş, çoğu zaman bu kadar düz ayak değil. Çünkü, "durup dururken" sayımlara kalkışılmaz, her şeyden önce.

İşe başından başlamış olmak için, "sayımı gerektiren bir durumun" oluşmasını (ya da oluştuğunun düşünülmesini) ilk adım olarak görelim.

Böyle bir durum da, genellikle, bir gücün, bir yetkenin, bir (ya da birçok) soruna yol açmasıyla ortaya çıkar.

[Eskiçağda, Ortaçağda, bir imparatorluk ordusunun bir ülkeyi "açması", bir azınlık yetkesi kurulması demek olurdu işin başında; zamanla kurumlarını yerleştiren, çoğu zaman bunları (daha iyi/uygun/işler/düzeltici oldukları ölçüde) benimseten, yerleştiren, çekildiği zaman bile, bir ölçüde, kalıcı olmalarına yol açabilen bir yetke ... O sıralarda, o ülkede zaten varolabilecek birtakım "yabancı" ya da azınlık öbekleri, yeni kurumlaşma içerisinde kendilerine seçtikleri yerle "azınlık" durumuna geçmiş midirler? Bu soruyu yanıt1ayabilecek durumda değilim.

Ancak, imparatorluğa katılmış bir ülkenin halkı "azınlık" değildir.

Meğer ki yerleştirilip yaygınlaştırılan bir kurumun içerisinde, yani oluşturulan bir ortaklık içerisinde, " ... olan/olmayan", " ... yapan/yapmayan" bölüntüsü ortaya çıka, bu bölüntü de birtakım sorunlara yol aça ... ]

3.1.1. Bu sorunlar, sayısı çok olanın kabul ettiği ya da etmediği ile, sayısı az olanın kabul ettiği ya da etmediğinin ayrılığı ölçüsünde büyüyecektir.

Ama bunun söylenmesi bile, sayılar açısından, tuhaf bir durumu açığa çıkarır.

a) Sayısı çok olanın, "isteğini", sayısı az olana kabul ettirmesi, bize pek doğal görünüyor; öyle görünmesinin nasıl bir düşün yapısal temele dayandığını düşünmeyiz bile; oysa, düşünmemiz gerekir.

b) Sayısı az olanın, isteğini, sayısı çok olana, şöyle ya da böyle kabul ettirmesi hali (tarihte de, günlük yaşamda da buna ne kadar sık rastladığımızı, gerçekten düşünmüş müyüzdür?) a)'daki durumun taban tabana karşıtıdır. Peki, niye bu da bize doğal görünür?

"İsteğini kabul ettirme"nin içinde zaten varolan "güç"ten ötürü. Öyle olsa gerek ...

imdi, bu güç, kendini çok değişik biçimlerde gösterebilir, çok değişik biçimlerde işleyebilir. Gücün kabul edilmesindeki doğallık da sayısız etmenin etkileşimiyle ister bireysel ister toplumsal yaşamın çok çeşitli düzeylerinde oluşturduğu "edinti "lerle açıklanmağa çalışılabilir.

3.1.1.1. Ama güç, bizi ilgilendiren alanda, baskı biçimine girse de girmese de, ya da, girecekse, girmeden önce, bölüntüyü istemek biçiminde işler.

Bölüntünün istenmesi de, hangi yandan gelirse gelsin, öte yanın da bunu istemesine yol açar.

Bundan sonra da güç, baskı yoluyla gerçekleştirilecek birtakım değişiklikler istediği ölçüde, bu değişikliği istemeyenlerin karşı gücüyle karşılaşır. Varolan durumu sürdürerek karşı koyma, ya da baskıya karşı çıkma biçimlerine bürünen bir karşı güçtür bu. Duruma göre, katlanır, yani sabreder, yani savaşmak için "bir uygun vakit" bekler, ya da çeşitli yollardan savaşmağa başlar, ölçütün uygulanmasıyla birlikte "yabancıymış gibi görülmeğe başlanan" taraf.

3.1.1.2. Yabancıymış gibi oluvermek, yeterince tuhaf bir durum. Ama bu tür bir yabancılığın kuşaklar boyu sürebilmesi büsbütün tuhaf. Sayılar durmadan değişebilir, bölüntünün herhangi bir anlamı kalmayacak ölçüde artabilir ya da eksilebilir. Koşullar, ölçütü tarihsel, toplumsal açılardan, daha birçok başka bakımdan, anlamsızlaştırabilir. Oysa böyle durumların birçoğunda bölüntü sürer gider; azınlık da, çoğunluk da, neredeyse kurmacalaşan bu niteliklerini, bekinerek sürdürürler.

3.1.1.3.İki yanın da tutumlan artık pek derinlere kök salmış, kuşaklar boyu "biz-bizimkiler/onlar" ayırımı, donup kalmış bir "durum" içerisinde sürdürülüp gitmektedir. Dünyanın değişmiş olması bu "pekişmiş başkalığı" ölçüt alanı dışında ortadan da kaldırsa, ölçüt alanı içerisinde her şey sanki dünyanın, yaşamın dışında, aynlığı sürdürmektedir.

3.1.2. Ayrılığın sürmesi, haklar konusunda da garip bir durumu ardı sıra sürükler. Bir yan kendinde hak~tanıma, hak-verme yetkesi görür; öbür yan hak-isteme hakkını ...

3.1.2.1. "Dış yabancı" ile yapılabilecek bir pazarlığa benzemeyen bir durum ... "İç yabancı" karşısında bu hak-tanıma, hak-verme işi, gücün yanı sıra kayırma, kollama, gönül yüceliği, hoşgörü gibi, karşı taraf için küçültücülüğü, yaralayıcılığı gitgide artan bir dizi renge bürünür. Bu "hak kaynağı" kendini yüceltmekle kalmamakta, kayrasını dağıttıklarından gönül borcu, iç yükü mü duymalarını beklemektedir. Bunu kendilerine de söylemektedir. Zaten herkese tanınmış hakları, onlar "gerçekte" bu hakları kullanamazlarmış gibi, onlara da tanımaktadır. Ya da, onlardan, kendilerini belli edecek, "biz"den ayırt edecek bir kılık benimsemelerini, bir im taşımalarını, belli bir yerde eğleşmelerini ister, bu isteğin çiğnenmemesini yaptırıma bağlar. Bunlar da, nedense, hak-tanıma olarak görülüverir. Kimi zaman, "iç yabancı"nın, istemek şöyle dursun, önerilse geri çevireceği birtakım şeyleri yapmak, kendisine hak olarak tanınır. Buna karşılık, toplumsal düzenek içerisinde "yararlı" görülen bir özelliği varsa bu "iç yabancı"nın, bu özelliğini geliştirmesi "hoşgörü" ile karşılanmakla kalmaz, gönül yüceliğimiz'in bir kanıtı olarak "dış yabancı"lara gösterilir.

3.1.2.2. Karşı tarafın tepkisi de, yukarıda sayılanlara bağlı kalarak, ya da kalmayarak, büyük bir çeşitlilik gösterebilir. Temel tutum hak istemek ise de, bu istekler, verilenler doğrultusunda bir artırma, verilmeyenleri isteme, istenmesi akla bile gelmeyecek olanları -kimi zaman bir "pazarlık" konusu bile saymaksızın- vazgeçilmez koşul diye ileri sürme biçimlerine girebilir. Haklar değil, yükümler istenebilir. Bölüntü kabul edildiği sürece bu tür istekler ileri sürülebilirken bölüntünün
reddi, ölçütün reddi durumlarında artık bir şey istenmez. "Herkesin" yaptığı yapılır. Ölçütün bir tarafça reddedilmesi, öbür tarafın bu reddi kabul etmesi anlamına gelmese de o (öbür) tarafın bu konuda yaptırıcı gücünün sona erdiği anlamına gelir.

3.1.2.3. Bu noktada şiddet dönemi başlayabilir. O güne dek çoğunluk, kendinde bir "saldırına hakkı", bir "adaleti yürütme" hakkı görmüş, tek yanlı, hiç değilse hemen hemen tek yanlı, bir şiddet göstermiş olabilir. Çoğunluk, çoğu zaman (genel olarak) bu şiddeti örtük tutmağa dikkat edebilir, öyle tutmağı yeğleyebilir. Tek tek kişilerin kendilerinde gördükleri kişisel bir "saldırına hakkı" ya da kişisel bir "adaleti sağlama (yerine getirme) hakkı" açık şiddete dönüşse de (bu bireysel eylemlere, sırasında, küçük toplulukların giriştiği öbeksel eylemler de katılabilir) çoğunluk, üyelerinden biri ya da birkaçının bu yaptığını, en azından "resmen", kınamağa yatkındır. Meğer ki çoğunluk olarak, bu eylemleri kışkırta, ya da, özendire, yüreklendire ... Açık şiddet genelleştiği zaman, çoğunluğun, şu ya da bu biçimde "üstünde" olan güçler, baskısını duyurmağa, yani duruma el atmağa başlar; azınlık da -değişik ölçülerde de olsa- şiddete başvurabilir. Bu noktaya gelindikten sonra "savaşma" başlarsa, bilinegelmiş azınlık/çoğunluk bölüntüsünden söz etmek, artık, anlamsız olacaktır belki de ...

Ne var ki bütün bu söylediklerimizi, "azınlık" ile "çoğunluk" sözcüklerinin yerini değiştirerek de okumamız, hiç yadırgamadan okumamız, olanaklıdır.

3.1.2.4. Şiddet, bölüntüyü ortadan kaldır, bölünmeye yol açarsa, ortaklık kalkmıştır. Er geç, iki ayn topluluk ortaya çıkar, "öteki"nden ayrılmış olarak her biri kendini yeniler (yeniden kurar/bağımsızlaşır). Yeniden bir araya gelmeleri, tarihsel gelişmelerin bir sonucu olarak, düşünülemeyecek bir şey değildir ama ayrı topluluklar olarak zamanla bir dostluk geliştirmeleri, daha olası gibi görünür.

Şu ya da bu ölçüde savaşma, bölünmeye yol açmadan durabilir, yepyeni bir sözleşmeye varılabilir. Hak-tanıma/hak-isteme örüntüleri, ölçütleri değişir, sayıca azınlık-çoğunluk oranı değişmese de bakıştaki değişme, zamanla yerleşir, kök salar. Güç-baskı düzeneği işlemez olabilir; gün gelir, ölçüt de unutulur gider.

3.2. Şiddet, güç-baskı düzeneğinin işleyişinin biçimlerinden biridir.

Bir başka biçimi de tarihsel-toplumsal çerçeve-nedenlerin "yazgı" kılığına girmesidir.

3.2.1. Çoğunluk/Azınlık durumunun, yani sayının, sayıların, göz önünde bulundurulmadığı bir durum düşünelim. Örneğin, kadın sayısının erkek sayısından "anlam" taşımayacak ölçüde artık ya da eksik olduğu bir toplumda kadının "eşitsizlik" durumunda olması, şu ya da bu ölçüde baskı altında tutulması, "kadınlar"a bir azınlık "imiş gibi" davranılması, sayı ile ilişkili bir şey değil. Erkekler de, kadınlar da, buna bir "yazgı" gözüyle bakıyorlardır; erkek doğmuş olmak birtakım üstünlükleri yanı sıra getirmektedir; kadın "yerini bilmek" zorundadır.

"Yerini bilmek" bize bir ipucu verebilir.

3.2.2. Birinin "yerini bilmesi"ni, dolayısıyla sizin "tam"lığınızı olduğu kadar kendi "eksik"liğini bilmesini, kabul etmesini istiyorsanız iki şeyi "kanıtlanmış" saymanız gerekir: Belli bir ölçüt uyarınca (bu ölçütü siz yaratıyorsunuz ama bunu, her zaman, her yerde, herkesin bilip kabul ettiği bir şey olarak gösteriyorsunuz) karşınızdakinden üstün olduğunuzu; bu üstünlüğünüzün de, doğal olarak, hakkı (doğruyu, "doğal" olanı, yetkeyi) tekelinize bıraktığını ...

Böyle bir durumun sonuçları olarak da, karşınızdakini, isterseniz "yaşatmayabileceğinizi", ama ona "katlanmak", onu "sinenizde tutmak" yüce gönüllülüğünü göstereceğinizi, onun da bu "sadaka"ya razı olmaktan başka yolu kalmadığını söyleyebilmeniz, onu, aynca, buna inandırmanız gerekir. Kısa erimde, güç kullanabilirsiniz bunu sağlamak üzere. Uzun erimde ise başvuracağınız yol, bir çeşit "eğitim" olacaktır.

Böyle bir erk (güç) ilişkisi, bir yöneten/yönetilen, buyurgan/uyruk ilişkisi, bireyler arası ilişkilerde, kişilikler arasında çeşitli etmenlerin etkileşimiyle ortaya çıkar, belli "rol"lerin benimsenmesiyle olanaklı hale gelir. Burada sayının söz konusu edildiği görülmez.

3.2.3. Böyle bir ilişkiyi topluluklar arasında düşündüğümüzde, sayının anlam taşımadığı gene ortaya çıkabilir. Çünkü "azınlık/çoğunluk" diye nitelenebilecek (yani, sayılar göz önünde tutulacak olursa öyle nitelenebilecek) bir bölüntünün görüldüğü topluluklar arası erk (güç) ilişkilerinde erki taşıyanın azınlık olduğunu, pek çok durumda görebiliriz. Buna bakarak erk (güç) ilişkileri kümesi içinde, sayının önem taşıyabileceği, dolayısıyla azınlık ya da çoğunluktan söz edilebileceği durumların bir alt küme oluşturduğu söylenebilir. Bu alt kümeyi de, erki elinde bulunduranın "azınlık" ya da "çoğunluk" olmasına bakarak, iki alt-alt kümenin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? En azından söylenebilecek, bu alt kümenin içinde o iki alt-alt kümenin yer aldığıdır.

3.2.4. İnsanlar, günlük yaşayışlarında, hangi alt-alt kümede olduklarını merak etmezler. Belki de şöyle demeli: Bu alt-alt kümelerin birinden ötekine geçmenin kolaylığının farkına varmadıkça, erk (güç) ilişkisinin erki taşıyan ucunda kaldıklarını sandıkça, merak etmezler.

3.2.4.1. Her şeyden önce şunu söylemek yerinde olur: Kişi, bu alt-alt kümelerin birinden ötekine geçerek yaşar. Günlük yaşamında bile bu "kümeden kümeye" geçişi sürdürür durur. Ne var ki, alışılmış günlük düzen içerisinde buna kimse dikkat etmez olur. Çeşitli astlıklar-üstlükler, yaşamın alışılmış kesimleridir. Ta ki düzenden, alışılagelmişlikten çıkıla, kabul edilegelmiş sınırlar aşıla ... O zaman sızlanılır/eleştiri karşısında kalınır.

3.2.4.1.1. Günlük yaşamda bu kadar kolay aşılan sınırlara karşılık, siyasal yaşamın, coğrafyanın, en geniş anlamıyla hukukun belirlediği sınırların aşılması belki biraz -ya da, çok- daha güçtür. Ama bu çok daha belli, durdurucu ya da denetim altında tutulan sınırlar da çeşitli biçimlerde aşılır. Sınırın bir yanında çoğunluk üyesi olan kişi, öte yanında kendini bir başka çoğunluğun azınlığı olarak bulabilir. Tersi de olur. Bu "sayısal" çoğunluk/azınlık ilişkisi, kimi yerde gerçek bir çoğunluk/azınlık ilişkisine dönüşebilir. "Yabancı" konumu, kimi durumda, hele aradan bir sürenin geçmesiyle, "azınlık" konumuna dönüşebileceği gibi, "tarih"in, bugünkü sınırlara uymayan "dağıtımı"ndan ötürü çeşitli yerlerde kalmış, bir ya da birkaç- sınır aşmakla "çoğunluk" durumuna geçebilecek "azınlıklar"ın bu niteliğinin dayandığı ölçütün çağlarla değiştiği de bilinmektedir.

3.2.4.2. İnsanlar "yazgım bu!" dedikleri zaman bile "yazgı"nın fazla acımasız oluşu karşısında sızlanırlar, haksızlığa uğradıklarını düşünürler. Alışılmış sınırlar. içerisinde kalındıkça günlük yaşamın ta kendi olan durum, o sınır aşıldığında, birden, farkına varılan, batan bir şey olur. Üzerinde durulan, düşünülen bir şey haline gelir. İşe "düşünme" de karışınca durumun olduğu gibi kalması/kabul edilmesi olanaksızlaşır. Durum, birçok bakımdan, us dışıdır çünkü.

3.2.4.3. Hukuksal açıdan eşitlik içinde olan kişilerin, içerisinde bulundukları belirli bir çerçeveden ötürü (astlık-üstlük ayırımı, gerçi her örgütlenmenin temelinde yatar. Toplumsal yaşam da iç içe girmiş sayısız örgütün içinden geçer. Bu oyunun kuralıdır ama her kural "zorlanabilir" ya da "kötüye" kullanılabilir.) gönüllü olarak kabul ettikleri, bir ölçüde de geçici olan durumları bir yana bırakmak gerekir. Astlar üst, üstler emekli olur. Geçici "yazgı"lan (hiç değilse, görünür bir uzaklıkta değişebileceği umulan, beklenen "yazgı"ları) bir yana bırakalım.

Bunu söylemek de, bizi değişmez, değişmeyecek gibi görünen durumlara geri götürecektir.

3.3. "Yazgı"yı değişik yerlerden görmeğe çalışalım.

Bu "yazgı", zaman içinde, yeni yaşama süresi içinde "başımıza gelen"i, "alnımıza yazılmış "la, "baştan yazılmış"la açıkladığımız yazgıya da benzemiyor, yapageldiklerimizin, edegeldiklerimizin oluşturduğu, günün birinde, ölümümüzle birlikte biricikliği ortaya çıkan, kapanmış, bütünlenmiş yazgıya da benzemiyor.

Doğduğu anda taşımakta olduğu ya da sonralan edinebileceği kimi özelliğin (herkes, doğduğu anda, biyolojinin, tarihin, toplumun, iktisadın alanına giren, girebilecek, birtakım özellikler taşır. Herkesin de bildiği bir şeydir bu ... ), kimi insan için, başkalarınca kararlaştırılan bir "yazgı"nın çerçevesini, sınırını çizmesinden, bu çerçeveyi, sının "hapsedici" kılmasından söz ediyoruz.

İnsanların derisinin renginde, gövdesinin "yapı"sında, belli bir yerde doğarak şu ya da bu dili konuşan, şu ya da bu inanca bağlı bir topluluğun üyesi olmasında, herhangi bir özellik yok. Herkesin düpedüz yazgısının düpedüz bir parçası bu!

Kimi özelliğimiz yaşamımızın sonuna dek hemen hemen hiç değişmeyecek, kimi özelliğimiz birtakım koşulların etkisiyle, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğrayacaktır.

Aykırı olan, kimi insanın değişir ya da değişmez özelliklerinin, başkalarınca, değişemez bir aykırılığın temelini oluşturduğuna karar verilmesidir. Çünkü bu "kimi insan", aykırıdır, yabancıdır, yani "bizim gibi" değildir. "Benim gibi" olunmaması, şaşılacak bir şey değildir, alışılmış bir şeydir hatta. .. Ama "bizim gibi değil", ardından birçok şeyi sürükler getirir. "Bizim gibi" diye düşünmek, karşıdakine yüklenen "yazgı"nın dışında kalmaktır, çünkü "biz", bir değeri imlerken "yabancı" o değeri taşımamağa yargılıdır. "Biz"in gücü bir çoğulluğa "aidiyet"indendir. Karşıdaki, tek başına da dursa, bir başka topluluğun adamı olduğu için tedirgin edicidir; "eksik"liği, sırasında, ürkütücü bile olur, dolayısıyla düşman sayılması kolaylaşır. "Hem zaten, bana sorarsanız, o da öyle olmaktan memnun değil, o da öyle olmak istemiyor ama ... " Yazgı işte! "Yabancı"mız, bu yazgıya nasıl karşı gelebilir? Kimi zaman, kimi yerde, bu yazgıya karşı gelmenin bir yolu vardır. Hem de kolay bir yol: Aykırılığı, ölçüt düzeyinde ortadan kaldırmak. Yani, ölçütün çizdiği sınırın o yanından kalkıp bu yanına geçmek. Herkesin istediği bu olduktan sonra!... Ne var, böyle bir şey yapılsa bile, yapanın ne düşünerek bunu yaptığını anlamak, "çoğunluk" üyesi için hiç de kolay olmayabilir. Başka güçlüklerden değil, bakış açısının iki yanda aynı olamayacağından ötürü ...

Bu süreci, sanırım, yeterince irdeledim. Ama okurun dikkatini şu noktaya çekmek isterim: Bir yandan söz ettim, karşıdaki dedim; /azınlık/ya da /çoğunluk/sözcüklerini, (tırnak dışında) kullanmadım. Çoğunluk için "normal" kendi yaptığıdır. Dolayısıyla azınlıkta şu ya da bu biçimde bir sapma görür. Azınlık için "normal", çoğunluğunki değil, kendininkidir. Çoğunluğunkini bir sapma olarak görmese bile (sınırlı durumlar dışında) kendininkini bir sapma olarak görmesi de beklenemez. Olsa olsa, çoğunluk başkadır.

Süreç, azınlık ile çoğunluğun her birinde aynı. Bir durumda bir yanın, başka bir durumda karşı yanın "olumsuz" bir tutuma girme işini başlatması, değişik süreçlere yol açmıyor.

Değişik durumlara bakıldığında, daha ilginç şeyler de görebiliyoruz. Kendini çoğunlukta gören bir azınlığın, kendinden çok daha kalabalık bir azınlığa, çoğunluk adına, ama çoğunluğun desteğini hiç görmeden (en azından açıkça görmeden), hatta çoğunluğun (kendini bir parçası olarak gördüğü çoğunluğun) tepkisine yol açarak o azınlığa saldırması...

Dikkati çeken şey, iki yanın da kendilerini (günün birinde) katı tutumlar içinde buldukları ...
Neden? Daha doğrusu, bu katı tutumun sürüp gitmesi neden? Bu soruyu irdelemeğe girişmeden önce, gerçek bölüntünün nerede görüldüğü üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.

3.3.1. İster azınlık, ister çoğunluk, bir yanın öteki karşısındaki davranışı değişmiyorsa, değişikliğin neye bağlı olduğunu düşünmemiz gerekir. Değişikliği yaratan, baskı uygulayan bir yanla bu baskının uygulanmasını -şu ya da bu ölçüde- kabul eden bir yanın ortaya çıkışı.

Buna karşı söylenebilecek şey ise, genellikle, bu baskıyı uygulayanın çoğunluk olduğudur. Bir ölçüde doğru: Çünkü baskı uygulayan azınlıklar ya kendilerini daha az belli eder, göze batmaları -birtakım alışılmışlıklar yüzünden- daha güçtür, ya da, şiddetle kınanırlar. Kınanmaları, durumda bir çarpıklık görüldüğünün, tutumlarının kabul edilmezliği karşısındaki öfkenin geniş ölçüde paylaşıldığının belirtisidir.

O azınlığın içinde "biz" diye konuşanlar, dışarıda kendilerini ya çoğunlukla özdeşleştirmeğe kalkarlar ya da "biz"liklerini, en azından, gizlemeğe çalışırlar. "Dalkavuk", "satılmış" nitelemleri, "biz"liği dışarıda da dile getiren, kimi zaman bu "biz"liği gözdağı olarak kullanmak isteyenlere karşı duyulan kızgınlığı dile getirir. Çoğunlukla özdeşleşme çabası ise, bir bakıma, ayrılığı ortadan kaldırma çabası olarak görülebilir: Çoğunluğun, azınlığı "kendinden/kendinden yana" görmesi istenmektedir. Daha da ileri gidildiği görülür: "Bizi sizden ayrıymış gibi göstermek isteyenler haindir," denir. Beklenen, çoğunluğun ayrılığı, bölüntüyü unutmasıdır.

Buna karşılık çoğunluğun baskısında bir çarpıklık görülmesi pek güçtür. Dolayısıyla, kınanması için gerçekten çok göze batan şeyler taşıyor olması, her türlü (kabul edilmiş, edilegelmiş) sınırı aşması gerekir. Çoğunluğun baskı SI neredeyse "doğal" görünüyor olmasaydı bu durumun açıklanması güç olurdu. Bu baskı o kadar doğal görünebilir ki çoğunluğun azınlığa yakıştırdığı "yazgı"yı azınlık da "yazgısı" olarak görüp kabul eder. Kabul ettiği, kendini, çoğunluğun gözüyle görmektir. Kendi "biz"liğini unutmasa bile, unutmaması için her türlü neden varolsa bile, kendini çoğunluğun gözüyle görmesi beklenmektedir kendisinden; yani kendini kendi "ayrılığı" içerisinde değil, çoğunluk açısından aykırılığı içerisinde görmesi, bu aykırılığın yarattığı "ikinci sınıf"lığı benimsemesidir beklenen ...


Bilge Karasu/Öteki Metinler..

Share/Save/Bookmark