Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Sürgün...

"Öfke ile çaresizlik, insanın canını kimi zaman, öylesine acıtırdı ki, bağıramazlardı bile..."



“Çıkıldıkça boşluk da genişliyor ve gittikçe büyüyen, soğuk ve kuru, vahanın tüm seslerinin tek tek ve belirgin kulaklarına geldiği bir aydınlık üzerinde yükseliyor gibi oluyorlardı.”

“Sevginin kin dolu bile olsa, yüzü böyle asık suratlı değildir.”

“Düşman ne kadar kör, acımasız ve kendine güvenli, inancına gömülmüş olursa yanıldığını kabullenmesi de yenilgiye uğratanın egemenliğini o derece kesinlikle ilan etmiş olacaktı.”

“Yalnız tüfeklerin ruhu vardır; ah! Evet, dilimi kestikleri gün nefretin ölümsüz ruhuna tapınmayı öğrenmiştim.”

“Ölüm de serindir ve onun gölgesine hiçbir tanrı sığınmamıştır.”

“Efendinin iyisi yoktur.”

“Yalnız, hainliğin egemenliği tamdı.”

“Gerçek, kare biçiminde, ağır, yoğundur, ufak ayrımlara dayanamaz...”

“İyilik bir düştür, hiç durmadan ertelenen ve yıpratıcı bir çabayla kovalanan bir düş, hiçbir zaman ulaşılmayan bir sınırdır, egemenlik kurma olanağı yoktur... Yalnız kötülük, sınırlarına dek ulaşabilir ve mutlak egemen olabilir, gözle görülebilir krallığını yerleştirmek için hizmet edilmesi gereken, odur, sonra düşünülecektir, sonrası ne demek, sadece kötülük vardır...”

“Yalnız hain efendiler vardır ve kusursuz gerçeğin egemenliğini onlar sağlar. Evet yalnız put egemendir, o bu dünyanın tek tanrısıdır, kin onun buyruğudur, tüm yaşamın kaynağıdır, serin sudur, kin ağzı dolduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

“İlk ışık başka canlılar için gün, ve benim için ise amansız güneş, sinekler...”

“İnsan bir beceri edinme zahmetine katlanınca onu değiştiremez ki.”

“Öfke ile çaresizlik, insanın canını kimi zaman, öylesine acıtırdı ki, bağıramazlardı bile...”

“Savaşta insan her işi görür...”

“Aynı odayı paylaşan insanlar, asker olsun, tutuklu olsun, aralarında garip bir bağlantı kurarlar, sanki zırhlarından, giysileriyle birlikte arınarak, her akşam, aralarındaki başkalıkları çiğneyip düşün ve yorgunluğun o eski ortak yaşamında birbirleriyle buluşmuş gibi.”

“Yokuşta kar yer yer eriyordu. Taşlar yeniden ortaya çıkacaktı.”

“Görünmeyen zararlar mutlaka daha çok derine işlemiş olmalıydı...”

Tarih gösteriyor ki, diyordu, ne kadar az kitap okunursa, o kadar çok kitap satın alınır...

“İyi sindirmek için, yemeği yavaş yemek gerek...”

“Sanatta da, doğada olduğu gibi hiçbir şey ortadan kalkmaz...”

“(Solitaire et Solidaire ) Dayanışma mı, yoksa daima yalnız mı?

“Taş hep büyür,sen hep kırarsın...Tansıktır bu.”

“Guruluydum, şimdi ise yalnızım...”

Albert Camus





Share/Save/Bookmark




"Umarım çıkış eğlencelidir ve umarım asla geri dönmem..." Frida Kahlo

Share/Save/Bookmark

Prendimi l'anima...(Ruh Koruyucusu)(Esir Ruhlar)




Ruh Koruyucusu

Prendimi l'Anima (2005)

Yönetmen : Roberto Faenza
Senaryo : Gianni Arduini , Alessandro Defilippi , Roberto Faenza , Elda Ferri
Görüntü Yönetmeni : Maurizio Calvesi
Müzik : Andrea Guerra
Yapım : 2002, İtalya / Fransa / İngiltere , 90 dk.

Oyuncular: Iain Glen, Emilia Fox, Caroline Ducey, Craig Ferguson







Koruyucu melek...
Ruh Bekçisi

...annemle babam, Rusya'ya dönüp
beni burada bıraktılar...
...korku içinde.
Yalnız kalmak istemiyorum.
Yemeyi kesmeliyim...
...böylece, geri döndüklerinde,
tek bulacakları şey, elbiselerim olur...
...bir de ayakkabılarım.
Yüzlerini görmek için burada
olamayacağım için üzgünüm!
Anneme, Tumbalalaika'nın notalarını
bırakıyorum, en sevdiğim şarkı.
Babama hiçbir şey bırakmıyorum.
Yağmur olmadan, ne oluşabilir ki?
Yıllarca hiç sönmeden ne yanabilir?
Taş, yağmur olmadan oluşabilir...
...ve yalnız aşk, yıllarca hiç sönmeden yanabilir.


Tavşanlar...Hayır, yabani tavşanlar var odamda.
Hepsi simsiyah ve koyunlar gibi
uzun kulakları var!
Yatağıma yatıyorum,
orada bile beni bekliyorlar.
Beni görür görmez, gülmeye
başlıyorlar. Bağırıyorum onlara:..
..."Yorgunum, rahat bırakın beni!
Artık oynamak istemiyorum!"





Bazen bana öyle geliyor ki, hastalarının seni etkilemesine gereğinden fazla izin veriyorsun.
Benim bildiğim tek tedavi yolu bu.



Belki büyümek istemiyordur. Yine çocuk olmak istiyordur.
Çözümlenmemiş bir Ödip kompleksi olmasından şüpheleniyorum.
Ona kendini öylesine suçlu hissettiriyor ki, gerçekten de cezalandırılmak istiyor.
Öyleyse, ikiniz iyi anlaşıyor olmalısınız. Seninle Freud'u kastetmiştim. Yani, seni neredeyse oğlu ve mirasçısı yerine koyuyor.Sen de onu bir baba gibi görüyorsun. Bakalım ne zaman birbirinizi öldürmeye kalkışacaksınız.


Aşkının, korkundan güçlü olması gerekiyor.



Her yerde aşkı görüyorsun, değil mi?
Dünyayı döndüren kuvvet o.
Kendiniz de söylemiştiniz,
Aşksız tedavi olmaz diye.




Mantık ve aklın tutku üzerinde pek de fazla etkisi yoktur, değil mi?

"Aşk, insanın psikoza girmesiyle hemen hemen aynı şeydir."

Aşk, deliliktir!
Aşk, deliliktir!


Pasternak'ın şöyle bir şiiri vardır: "Birinin ruhunu göremiyorsan eğer,uzaklara gitmeyi dene,sonra da geri dön."


Vasiyetim.
Öldüğüm zaman, kafamı
Dr. Jung'un almasını istiyorum.
Onu sadece o açıp inceleyebilir.
Bedenimin yakılmasını istiyorum...
Küllerim de, üzerinde şu sözler yazan
bir meşe ağacının dibine serpilsin:..
"Ben de bir insandım."




Dr. Spielrein çocuk eğitimi konusundaki tüm teorilerini pratiğe döktü.
Ve o günlerde, bunlar çok ileri tekniklerdi!
Başlıca kuralı, çocuklara;
Mümkün olduğunca özgürlük vermek,
ve müzik öğretip, insan bedeninin
sırlarını keşfettirmek suretiyle...
...çoğunlukla yaratıcılıklarını teşvik eden
bir öğretim izlencesi uygulamaktı.



Sevgili dostum...

Rusya'dan ayrıldığımda, bir Çar vardı. Bir Devrim bulmak için geri döndüm. Lenin, bu kara cahil ülkeyi, çağdaş bir demokrasiye dönüştürmek için, işini yarıda kesmek zorunda kalacak! Ama herkes kollarını sıvamaya hazır görünüyor...Ben de üzerime düşeni yapmaya çalışacağım. Sanırım ilk kez bir psikanalist, bir anaokulunun başına getiriliyor.İspatlamaya çalıştığım şey şu ki, eğer bir çocuğa en başından özgürlüğü öğretirsen , gerçekten de özgür olmak için büyür. Fazlasını istemek bu, biliyorum, kolay da olmayacak.Ama tutkuyla istiyorum bunu.

Birkaç gece önce, rüyamda uçsuz bucaksız bir ovada dörtnala koşan bir at olduğumu gördüm. İşte benim hayatım da bu galiba. Uçsuz bucaksız bir ova. Geç oluyor, gözlerimi açık tutamıyorum. En iyi dileklerimle. Ruhunun bekçisi.




...Her geçen gün, karanlık biraz daha çöküyor.İnsanın en derinlerine işleyip, dehşet tohumları saçıyor...

..."Öldürseniz de, gömseniz de, ben yeniden doğarım."

...Yine de, benim geleceğe inancım tam. Hâlâ o her zamanki hayalperestim ben. Hayal etmekten vazgeçersem, hayatımın ne anlamı kalır ki?

...Dilencinin seçme hakkı yoktur.



Tumbalalaika...



Okuma : Sabina Spielrein Kimdir?

Share/Save/Bookmark

Yalnızlığın Diyalektiği...

Kişinin içinde yaşadığı dünyayı ve kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan yalnızlık Meksikalılara özgü bir duygu değildir. Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız bir kişi gibi duyumsarlar. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir. Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “Hayır” diyerek yaşar - kendi kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer. İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır.

Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Dünyaya gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden kopmuş oluruz. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız. Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama, bu yalnızlığı aşmak ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeğe çalışırız. Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık “kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden [yalnızlığımızdan] kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız.

Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır. Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır, bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi altındadır.

Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm kendinden önceki yaşama bir dönüş mü? Ölüm denen şey, günle gecenin, zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları, doğum öncesi bir yaşamın yeniden yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı bir varlığın sonu mu? Sakın ölüm, gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıcıysa; neden ölüm de bir doğum olmasın? Bilmiyoruz! Bilmiyoruz ama, bütün varlığımızla, bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmağa çabalıyoruz. Kendi varlığının bilincinde olmak, zaman, akıl, töre ve alışkanlıklar gibi hemen her şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmağa özendirirken; öte yanda, her şey bizi doğduğumuz yere, yaratıcı kucağa dönmeğe zorlamıyor mu? Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam, birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa, karşıtlıkların duyumsanmayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin -karşıt ama bütünleyici- iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an için de olsa insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur. Çağdaş dünyamızda aşk, ulaşılması hemen hemen olanak dışı gözüken yaşantılardan biridir. Yaygın ahlak değerleri, toplumsal sınıflar, yasalar, ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı çıkarlar. Kadın, karşıtı ve bütünleyici olan “öteki” varlık için, yani erkek için yaratılmıştır. Varlığımızın bir parçası onunla birleşmek istese de ötekisi kadını iter, ondan kaçar. Kadın, bazen değerli bazen korkulan, ama bize her zaman başka gözüken bir nesnedir. Kadını, kendi çıkarlarının, güçsüzlüğünün, kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan erkek, giderek kadını bir araç durumuna getirir: Anlayışlı, sevecen, doyurucu ve yaşatıcı, ama ne de olsa bir araç. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, “Kadın, bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiç bir zaman kendisi olamaz.” Aşk ilişkilerimiz de, bu yüzden, daha en baştan çarpıtılmış, kökten yukarı doğru yozlaştırılmış olur. Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal vardır. Toplumca yaratıp kadına zorla benimsettiğimiz bu hayal, kadın imgesidir. Kadın da o imgeyi benimser, ona sarınıp bürünür, onunla var olur.

Dokunmak için her uzandığımızda, o, yumuşak ama köle varlıkla karşılaşırız. Kadın da sanki aynı duygu içindedir. Kendini -bir varlık olarak değil de- başka bir varlığın uzantısı (nesnesi) yani “öteki” gibi algılar: Kendi kendisinin efendisi olamaz. Onun varlığı, gerçekte olduğu ile olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür. Ailesi, toplumsal sınıfı, okulu, dostları, dini ve sevgilisi el ele verip kadına o imgesel kişiliğini benimsetmeye çalışırlar. O da gerçek dişiliğini hiçbir zaman ortaya koyamaz. Çünkü erkeklerin onun için uygun gördüğü davranış kalıplarının dışına çıkamaz. Aşk, “doğal” değil, insan yapısı bir şey ve onların en yücesidir. Doğa’da olmadığı halde bizim bulduğumuz, hemen her gün yeniden yaratıp sonra da yok ettiğimiz bir şey!

Aşkla aramızdaki engeller yalnızca bunlar ya da bu kadar değil, Aşk bir seçimdir... belki de yazgımızın [yaşamdaki yörüngemizin] özgürce seçilmesi, varlığımızın en gizli, ama en bize bağlı parçasının birden bulunuvermesi gibi. Ama toplumumuzda aşkı seçmek [özgürlüğü] olanak dışıdır. Kara Sevda (*) adlı kitabında Breton, aşkın iki önemli yasakla kısıtlandığını söyler: Toplum direnci ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan bir günah anlayışı! Bu yüzden aşk -var olmak istiyorsa- dünyamızdaki yasakları çiğnemek zorundadır. Evrenin düzenine açıkça başkaldırıp, yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni bir uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi. Bir başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk türüdür; çünkü toplum güçleri, aşkın özgürce bir seçimine gerçekleşmesine -yani başka bir türlüsüne- izin vermez.

Kadın, erkek toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesinde tutukludur. Bu nedenle kadının özgür olabilmesi için o tutukevinden kaçıp kurtulması gerekir. Çoğu âşıklar: “Aşk, sevdiğim kadını değiştirdi, onu değişik bir varlık yaptı” derler ki, doğrudur. Aşk, kadını değiştirir, hem de nasıl! Eğer sevebilecek kadar yürekliyse kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı kafesi kırar, geçer.

Erkek de seçim özgürlüğünden yoksundur. Onun seçenekleri son derece sınırlıdır. Erkek, dişiliğin ne anlama geldiğini önce anasında ve kız kardeşlerinde görür; sonra aşkı, toplumsal yasaklarla özdeşlemeye başlar. Aşk duygumuz, ensest (fücur) çekimiyle ensest korkusu arasında bocalar durur. Ayrıca çağdaş yaşam koşulları isteklerimizi bir yandan kamçılarken öte yandan toplumsal, ahlaki, tıbbî yasaklarla aynı istekleri susturup sindirmeğe çalışır. Suçluluk duygusu, isteğin hem kırbacı hem de frenidir. Her şey aşkta özgürce seçimler yapmamıza karşı koyar. En derin [aşk] duygularımızı, toplum çevremizin uygun bulduğu kadın imgesine uydurmaya çalışırız. Başka ırktan, kültürden ve toplumsal sınıflardan kişileri sevmek zordur, suçtur. Gerçi, açık derili bir erkeğin koyu tenli bir kadını, esmer kadının bir sarı Çinliyi, bir “beyefendinin” hizmetçisini sevmesi olanaklıdır. Ama yalnızca bu olanaklardan söz edilmesi bile yüzümüzü kızartmağa yeter. Özgürce seçemediğimiz için, çevremizce bize “uygun” görülen kadınlardan birini seçeriz. Sevmediğimiz bir kadınla evlendiğimizi de asla açığa vuramayız; o öyle bir kadındır ki, belki bizi sevebilir ama kendisi olamaz. Bu konuda Swann şöyle diyor: “Ne acı bir gerçek ki yaşamımın en güzel yıllarını tipim olmayan bir kadınla birlikte geçirdim.” Erkeklerin büyük çoğunluğu bu cümleyi son soluklarında açıklayabilirlerdi. Çağımızın kadınları da aynı şeyi rahatça söyleyebilir - tek bir sözcük değişikliğiyle!

Toplum dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın doğasına karşı çıkmış oluyor. Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz. Bu kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti, topluma ve zamana göre değişiyor. Meksika’nın [uygunsuz] kadına verdiği ceza ölümdür. Çünkü bütün İspanyalılar gibi, “Senyo” için ayrı, kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı ahlak kurallarımız var. Eğer aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için aldığımız bu tür sert önlemler belki haklı görülebilirdi. Ama kişiye özgürlük tanımadığımıza göre, hiç olmazsa, evliliğin aşkı gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz. Evliliğin amacı, aşktan çok ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir. Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum varlığını sürdürmekten başka bir şey değildir. Böylece, doğası gereği evlilik son derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir eylemdir. Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar ve onu toplumun istemediği bir şeye dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak, anlamsız ve olağan dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Öyleyse aşk ile şiirin, toplumun önyargılarına karşı kendilerini bir skandal çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını, zamanı gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekiyor.

Evliliği sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir sonucu olarak, bir yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken, fahişelik ya açıkça kutsanır ya da görmezlikten gelinerek yaşatılmaktadır. Fahişeliğe karşı takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok anlamlıdır. Kimilerimiz onu kutsal sayarız. Ama onu tutanlar yanında, yerenler de var. Fahişe, aşkın bir kurbanı, karikatürü, dünyamızı aşağılayan güçlerin bir simgesidir. Ama aşkın başına gelenler yetmiyormuş gibi bazı toplumsal çevrelerde evlilik bağları o denli gevşektir ki, orada önüne gelenle yatıp kalkmak, olağan görülür. Bir yataktan öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz. Kişisel kaygılarının bir aracı gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan kendini alamayan çapkın erkek, Ortaçağ şövalyesi kadar çağdışı bir kişidir. Oysa, artık kurtarılacak kızlar olmadığı gibi baştan çıkarılacak kadın da kalmamıştır, örnek olarak, bugünkü müstehcenlik, [Marquis de] Sade’ın yazdıklarından, çok başka bir anlam taşıyor. Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran Sade son derece dramatik bir kişiydi. Bu yüzden onun yazıları, insan bunalımlarının bir patlamasıydı. Onun kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır. Oysa çağdaş anlamda aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir. İnsanın sağlıklı bir açıklaması değil, tersine, aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlayan belgelerdir. Boşanmak, artık bir yengi olmaktan çıktı. Boşanmak, kurulmuş bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden çok, erkeğe ve kadına daha özgürce seçim hakkı tanıyan bir kolaylık gibi görülüyor. İdeal bir toplumda, boşanmanın tek tüzel nedeni, aşkın sona ermesi, ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması olabilir. Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma -tıpkı fahişelik, hafifmeşreplik ve zina gibi- çağdışı bir olay sayılacaktır.

Toplum, kendisi için ve kendi başına varolan canlı bir bütün olduğu savındadır. Ama kendisini bölünmez bir birim (bütün) olarak da algılasa, içten içe varlığında bir ikilik duyar; bunun kendisini böldüğünü duyumsar. Bu ikilik, insanın hayvan olmaktan kurtulduğu, kendi kişiliğini, bilincini ve ahlakını kurduğu zamanlarda başlamıştır. “Toplum” dediğimiz, amaç ve gereksinmelerini haklı göstermek çabasının ağır yükü altında ezilen bir varlık alanıdır. Kimi zaman, -ahlaki ilkeler gibi de görünen- toplumsal amaçlar, toplumu oluşturan kişilerin istek ve gereksinmeleriyle çakışır. Kimi zamanlardaysa tersine bu amaçlar önemli azınlık ve toplum sınıflarının dileklerini hiç göz önüne almaz görünür; hatta, çoğunlukla, insanın en temel içgüdülerini yadsıyor olabilir. İşte bu duruma gelince toplum bunalıma düşmüştür. Ya bir patlama olur ya da bir yozlaşma başlar toplumda. Toplumun üyeleri birer yurttaş olmaktan çıkarlar, ruhsuz ve kişiliksiz araçlara dönüşürler.

Hemen her yerde doğuştan varolan bu ikilik -ki toplum bir topluluğa dönüşerek onu çözümlemeğe çalışır- olgusu varlığını türlü ikilemler biçiminde gösterir: iyi ve kötü, yasalar ve yasaklar, idealler ve gerçekler, akıllı ve akıldışı olanlar, güzel ve çirkin, uyumak ve uyanık durmak, yoksulluk ve varlık, burjuva ve proletarya, safdillik ve bilgelik, düşlemek ve düşünmek, gibi. Kendi varlığının kaçınılmaz bir istemi olarak toplum bu ikilemi yenmeğe, yalıtlanmış ve çatışan öğelerini birbiriyle uyumlu bir bütüne dönüştürmeğe çabalar. Ne var ki çağdaş toplum, aşkı yaratabilen tek şeyi -yani yalnızlığı- bastırarak bu birliği sağlamak ister. İdeolojileri, politikaları ve ekonomileri endüstrileşmiş olan toplumlar, nitel -yani insanca olan- ayrılıkları nicel bir tekdüzeliğe çevirmeğe çalışırlar. Yoğun üretim yöntemlerini ahlaka, sanata ve ulusal duygu alanına uygularlar. Karşıtlıklar ve toplumsal standarda uymayan örnekler ortadan kaldırılır. Ve de bu bizi, toplumsal yaşamın insana verebileceği en derin yaşantıdan -gerçeği, karşıtlıkların birliği olarak görme, yaratma olanağından- yoksun bırakır. Yeni güçler [devletler], yalnız yaşamayı bir yetki ya da, tüzel yaptırımlarla yasaklıyorlar; yalnızlığı yasaklamakla birlik ve beraberliğin gizemli, ama yürekli bir türü olan aşkı da yasaklamış oluyorlar. [Özgür] aşkı savunmak her zaman sakıncalı ve topluma meydan okuyan bir davranış olarak görülmüştür. Çağımızda devrimci bir eylem de sayılıyor. Dünyamızdaki aşk konusu, en anlamlı belirtileriyle yalnızlığın diyalektiği sorununun toplumca nasıl yozlaştırıldığını gösteriyor. Toplumsal yaşamımız gerçek bir aşk birliğine hemen hiç olanak tanımıyor, onu desteklemiyor.

Aşk, kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı bir başka kişide gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir. Bu ikili içgüdülerimiz, ölüm ve yeniden yaratma, yalnızlık ve birlikteliktir. Ama aşktan başka şeyler de var. Her insanın yaşamında hem ayrılma hem de birleşme, hem çatışma hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler vardır. Bu dönemlerden her biri bir yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki onun hemen ardından kişi kendini çok yabancı bir ortamda bulur.

Çocuk, çözümleyemediği her gerçeği göğüslemek, onunla başa çıkmak zorundadır. Önce, göz yaşlarıyla ya da susarak tepkisini gösterir. Onu yaşama bağlayan bağ aslında kopmuştur, çocuk bu kopukluğu duygu ve oyunla kapatmaya çalışır. Bu, kişinin ölüm sözleriyle sona erecek olan diyaloğun başlangıcıdır. Ama dış dünya ile olan ilişkileri, artık -doğum öncesi döneminde olduğu gibi- edilgen değildir. Çünkü dünya ondan bir tepki beklemektedir. Gerçek, onun eylemleriyle insanlaşacaktır. Oyunlar, düşler, büyüklerin olağan sayılan duygusuz dünyası -bir sandalye, bir kitap gibi her şey- birdenbire bir canlılık ve kişilik kazanır. Çocuk, dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü kullanarak nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına yanıt verebilen, canlı bir dünya yaratır. Soyut anlamlardan arındırılmış dil de bu yolla bir imgeler birikimi olmaktan çıkar, tatlı ve çekici bir canlı varlık olur. Tıpkı ilkel insanın yaptığı bir heykelciğin, nesnenin kendisi değil de bir kopyası olması gibi! Konuşma da, yeniden, gerçeklere -yani ozanca işlere- değin yaratıcı bir eylem olur. Gizem ve büyü ile çocuk, dünyayı kendine benzer bir biçimde yeniden yaratır ve böylece yalnızlık sorunu çözümler. Düşte yarattığımız nesnelerin etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymağa başladığımızda, bilinçlenme (kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.

Ergenlik adını da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. Spranger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi olan Nerkis (Narcissus), ergenin de simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.

Olgunluk döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık. Başkalarıyla, başka şeylerle savaşan kişi kendini işinde, yaratıcı çabalarında unutur. Onun kişisel bilinci böylece başkalarınınkiyle birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve amaç kazanır; böylece tarih olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur. Yaşamdaki tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan, bizi beslerken tüketen, belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez, ortadan kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de ancak çok yüksek bir bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir. Kişisel varlığımız, ozan Eliot’un dilinde “zamansız anlar” olan bir tarih parçasında yer alır. Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır. Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın ağırlığını da yansıtır. Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı bir dönemde, insan her zamankinden daha yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı işe [yarattığı şeye] bütünüyle veremez kendini. Onun -belki de en derindeki- bir parçası her zaman bağımsız, uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk yapar. Çağımızın tek tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir. İş güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin, büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı- ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. Çağdaş dünyanın yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan bir aynadır.

Yalnızlığın bir ucundan dünyadan koparken, öteki ucunda -kahramanlar, azizler ve günah çıkaranlarla ilgili tutum ve kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız. Söylence ve masallara, anılara, tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü kişilerin yaşam öyküleri, onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi geçirdiklerini belgeliyor. Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan oluşum yıllarıdır, ama sözün doğrusu, özveri, arınma, acı çekme ve kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun’un mağarası, Tarsuslu Paul’un, Buddha’nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli’nin ve Dante’nin yaşamları gibi. Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden dönmek üzere, hiç olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi ve yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.

Yalnızlığın diyalektiği -Toynbee’nin deyimiyle: “Kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket”- hemen her toplumun tarihinde açıkça görülür. Çağdaş toplumumuzdan daha az karmaşık olan kimi geleneksel toplumlar, belki de, bu ikili hareketi daha iyi yansıtan örneklerdir.

Yanlış olarak “ilkel” adı verilen geleneksel, küçük, yoksul ve “abece”siz toplumlarda yaşayan insanlar için, yalnızlığın korku ve dehşet verici bir durum olduğunu görmek hiç de güç değildir. Çağlar boyunca, kurallardan ve törelerden oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar düzeni, toplumun bireylerini yalnızlığa karşı başarıyla korumuştu. Topluluğun üyesi olan birey, dirlik ve sağlığın tek güvencesine de kavuşmuş demekti. Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm, gövdeden kesilip ayrılması, yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür. Çünkü öğelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi. Toplumdaki (dindışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile getirilmesi, yalnızca topluluğun geleceğini değil, onun birliğini ve iç tutarlığını da güvence altına alıyordu. Buna karşılık, dinsel törenlerle ölüm olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı, bağımsız (bireysel) eylemi sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor, bu yolla da hem bireyi yalnızlıktan koruyor hem de topluluğun çözülüp dağılmasını engelliyordu.

“İlkel” toplumun insanları için, sağlık ve toplum genellikle eşanlamlı sözcüklerdir, tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi, Lévy-Bruhl diyor ki: “Ülkesinden ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış olur. Ölür ve kendi toplumunun geleneksel ölüm törenine hak kazanır.” (1) Öyleyse bağışlanmayan bir sürgün cezası gerçekte ölüm cezası gibidir. Toplum kesiminin, kendini atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da anayurt toprağı ile özdeşlemesi, şu Afrika töreninde ne güzel simgelenmiştir. “Yerli adam Kimberley’den bir gelinle dönerken erkeğin yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte getirir. Kadın’ın her gün o topraktan birazcık yemesi gerekir, yesin ki yeni ve değişik çevresine daha kolay uyup alışabilsin.” Bu tür dayanışmanın “canlı bir görüntüsü var: Orada birey, sanki yaşayan bir bedenin parçasıdır.” Bu yüzden, din değiştirenler çok azdır. “Kimse kendi başına, salt kendi davranışlarına göre kargışlanmaz ya da güvenliğe kavuşmaz” ve de herkesin her türlü eylemi tüm topluluğu etkiler. Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Din çatışmaları, üretim yöntemlerindeki değişmeler, savaşlar ve fetihler gibi beklenmedik şeyler de olur. Topluluk bölünür bölünmez, parçalardan her biri yepyeni bir durumda karşılanır. Sağlığın kaynağı olan eski, kapalı toplum düzeni yıkılınca, artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan çıkar, değişmez bir toplum koşulu olur. Böylece yalnızlık, bir günah duygusuna yol açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de, kuralların doğası olur! Daha doğru bir deyişle, öteki kuralların doğası durumuna gelen bir nitelik. Yalnızlık ve “ilk günah” böylece birleşir ve özdeşleşir; ayrıca, sağlık ve birlik de yeniden aynı anlama gelen, ama çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler olurlar. Çünkü sağlık ile birlik tarihten (uygarlıktan, daha doğrusu yazıdan) önceki bir “Altın Çağ”ın öğeleriydi. Zamanın akış yönünü geri çevirebilseydik o altın çağa belki dönebilirdik. Bu yüzden, kendimizi bir günah duygusuna kaptırınca, ondan kurtulmak, onun bedelini ödemek gereksinmesini de duyarız.

Yeni mitoloji ile yeni din işte böyle yaratılıyor. Yeni toplum, yalnızca sürgüne gönderilmiş kişilerden oluştuğu için, eskisinden daha açık ve daha esnektir. Belli bir toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği, bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi yapmaz, bireyin hemşeriliğe uygun görülmesi de gerekir. Kutsala sığınma, geleneksel büyünün yerini almağa başlar. Aşama ve eriştirme törenlerinde bireyin arınmışlığına, giderek daha fazla ağırlık ve önem verilir. Günah duygusundan kurtulma düşüncesi, dinsel kuramlara, ilahiyata, zevk ve doyumdan kaçınmaya ve bir tür gizemciliğe yol açar. Özveri ve birliktelik, eğer gerçekten öyle idiyseler bile, birer totem simgesi olmaktan çıkarlar, yeni topluma girmenin yolu olurlar. Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski yaratıcı tanrılar soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman aralıklarıyla dirilip geri gelir. Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı zamanda bir koruyucu ve kurtarıcıdır da. Onun kendisini insanlara adaması, ölümün öte başında bizi bekleyen kusursuz toplumun bu dünyadaki bir kanıtı, habercisidir. [Ölümden] sonraki yaşamla ilgili bu umutlar, eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir. “Kurtuluş” sözcüğünde “Altın Çağ”a dönüş umudu saklıdır.

Kuşkusuz, bütün bu sayılanları her toplumda, her zaman görmek söz konusu değildir. Bununla birlikte, öyle toplumlar vardır ki hemen en küçük ayrıntısıyla yukarda anlatılan sürece uygun hareket ederler. Sözgelişi, Orfizm’in doğuşunu inceleyelim. Orphe inancı, eski Yunan Dünyası’nda büyük sarsıntılara ve kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol açan önemli bir tarih olayından -Achaean Uygarlığı’nın yıkılışından- sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, toplumsal ya da kutsal olsun eski ve geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin sonucu olarak, çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. Bu derneklerin kurucu üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş, ama böyle bir yıkıntıya bir kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş göçmenlerdi. “Orphans” (2) (yani yetim-öksüz) olmak, hepsinin ortak özelliği ve bu tür kişilere verilen genel bir addı. Burada hemen açıklamalıyım ki, Orphe inancı Yunancada “yetim-öksüz” ya da “boş-hiç” anlamına gelen Orphanos’ sözcüğünden türetiliyordu. Yalnızlık ile yetim-öksüzlük aynı türden boşluklardı - [Yunan düşüncesinde].

Orfik ve Diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan öteki proletarya dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık bir topluma dönüştüğünü açıkça gösterir. Suçluluk, yalnızlık ve dua -ya da tapınmayla- temizlenme duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir rol oynuyorsa, toplum üzerinde de aynı etkileri yapar.

Yalnızlık duygusu -dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt özlemidir. Hemen her toplumda gözlemlenen eski bir inanca göne, orası -özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)- dünyanın merkezi, evrenin göbeğidir. Bazen “cennet” diye de adlandırılır. Ama adı ne olursa olsun, o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur. Azteklerin inancına göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir kuzey ülkesi olan Miktlan’a dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken düzenledikleri tüm törenler, yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. Roma, Kudüs ve Mekke gibi dinsel başkentler ya da kâbeler, dünyayı, dünyanın merkezini simgelerler, ama dünyadan da önce gelirler. Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik geçmişte yaptıklarını yaparlar. Bir eve ya da kente girmeden önce onun çevresinde dolaşma (tavaf) töresi, buradan gelir. Labirent (dolanca) söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. Konuya ilişkin çeşitli yorumlara göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en zengin olanlardan biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara sağlık, toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi, kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman, bütün bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.

Zeus’un oğullarından Perseus’la ilgili söylencenin gizemli hiçbir yanı yoktur. Oysa Kutsal Çanak’ı [İsa’nın son yemekte kullandığı bardak] arayanların zevkten kaçınma çabaları, gizemci inançlarla çok yakından ilişkilidir: Fisher kralının topraklarında ve insanlarında kısırlığa yol açan günah, kendini arındırma törenleri, ahlak savaşı ve sonunda Tanrı’nın bağışladığı birleşme ya da birlik (vuslat), gibi.

Dünyanın merkezinden kovulduk. Ormanlarla çöllerde, dolancanın yeraltı dehlizlerinde işte o merkezî aramaya koyulduk. Ancak, zamanın yalnızca bir ardışıklık ve değişme olmadığı “zamanlar” da vardı. Öyle bir zaman ki, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. İnsan, bütün zamanların tek bir zaman olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu, ölçüsü hesabı belli olan zamanın) ve saatın kölesi oldu. Zaman denilen şey dün, bugün ve yarına, saate, dakika ve saniyelere bölününce, insanoğlunun zamanla kurduğu evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden koptu, onun dışında kaldı. “Bu an” dediğimizde o an geçip gitmiş, bitmiştir. Zamanın bu türden mekânsal ölçümleri, insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün “şimdi”leri, Bergson’un deyimiyle, “gerçek dışı düşlere dönüştürür”.

Bu karşıt düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek, takvim ve tarih zamanlarının bir özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıklık olduğunu görürüz (4). Takvim hep aynıdır, acıya da zevke de aldırmaz. Mitolojik zamanlar ise, yaşamımızın bütün özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir soluk kadar kısa, verimli ve kısır, korkunç ya da hayırlı olabilir. Bu gözlem, “sosyal zamanlar” kavramına yol açar. Oysa, yaşam ve zaman tek, büyük ve bölünmez bir birimdir. Azteklerde zaman, mekânla çağrışım yapan bir süreklilikti. Her yeni gün, belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı. Zaman-mekân çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. Fiesta, tarih ya da salt yıldönümünden daha değerli, anlamlı bir şeydir. Fiesta bir olayı kutlamaz, onu yeniden yaratır ve yaşar. Bu yolla, takvim yıkılır ve onun yerine -kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur. “Altın Çağ” geri gelir. Katolik papazı, kutsal cemaat (Mass) törenini yönettiği zaman, İsa, buraya ve bugüne ulaşır, kendini insana verir ve dünyayı yeniden kurtarır. “Gerçekten inananları” Kierkegaard’ın olmasını dilediği gibi, “İsa’nın çağdaşlarıdır”.

Zamanın akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel bayramlar değildir. Aşk ve şiir de bu konuda, yani “ilk zaman” konusunda, bize bazı ipuçları veriyor. Juan Ramon Jiménez, şiirsel anın sonrasızlığı konusunda bakınız ne yazıyor: “Daha çok zaman, daha çok sonrasızlık değildir.” Kuşkusuz, zamanın değişmez bir durum, salt güncellik olarak yaşanması, gerçeğin, kavranılmasından çok, bu akışın usa vurulması demek olan saatle ölçülen zamandan daha eskilere gider.

Zaman kavramımızdaki bu ikilik, tarihle mitos, tarihle şiir arasındaki kimi karşıtlıklarda da görülür. Mitos da -dinsel fiesta’larda ya da çocuk masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli değildir. “Evvel zaman içinde...”, “kalbur saman içindeyken...”, “Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...” diye başlayan öykülerde takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. Başlangıç, bütün başlamaları içine alan ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir zamana götürür. Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla, insanoğlu, karşıtların uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. Van der Leeuw’un dediği gibi, “bütün ritüellerde, törenleşmiş, töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın sanki şimdi ve şu anda yaşanıyormuş imgesi saklıdır.” (5) Okuduğumuz her şiir, bir yeniden yaratış (ya da yaradılış)’tır, yani törensel bir töredir, fiesta’dır.

Tiyatro ve epik de bir tür fiesta’dır. Tiyatro oyununda ya da şiir okumada, günlük zamanın tiktakı durur, ilk (özgün) zaman işlemeğe başlar. Katılma yoluyla bu mitolojik zaman -gerçeği gizleyen tüm zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel zamanımızla çakışır. Ardışlıklığın kölesi olan insan, görünmez kafesinden kurtulup yaşayan zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. Çünkü o dış zaman böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir “şimdi”ye dönüşmüştür. Mitoslar ve fiestalar -ister laik, ister dinsel olsunlar- insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden birleştirirler. Bu yüzden -kılık değiştirmiş, gizli ve saklı- mitos, tüm davranışlarımızda etkisini gösterir, yazgımıza etkin biçimde katışır, çünkü bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar.

Çağdaş insan mitoslarının aklın denektaşına vurur -kaç kırat olduklarını görmek için. Yoksul kişi ise onları yok edememiştir. Bilimsel gerçeklerimizin çoğu, ahlaki, siyasal ve felsefi kavramlarımız gibi, mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin yeni biçimde anlatımından başka bir şey değildir. Günümüzde “aklın dili”, adını verdiğimiz bilim, kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları ancak zar zor gizleyebilmektedir.

Ütopyalar -bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de çağdaş politik ütopyalar- her toplumu, kendisi için bir “Altın Çağ” arama yönünden zorlayan eğilimlerin [sorunların] dışa vurulmasından, dile getirilmesinden başka bir şey değildir. O “Altın Çağ” ki, serüvenimizin başında kovulduğumuz o yere, “Günlerin Günü”nde yeniden dönülecektir. Modern fiesta’lar -siyasal toplantılar, gösteri ve geçit yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler- gerçekte, kurtuluş gününün [Hıristiyanlara göre İsa’nın yere inişinin] yakın olduğunu duyuruyor. Herkes, toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel temizliğine yeniden dönebileceğini umuyor. O yere vardığımızda, yaşam bizi türlü kuşkularla iyi ile kötü haklı ile haksız, gerçek ile düş arasında bir seçim yapmamız için zorlamayacak. Değişmez şimdiler yani bir “Zaman Krallığı” kurulmuş olacak. Orada gerçek, maskesini çıkarıp atacak, bizler de hem gerçeği hem de hemşerimizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.

Kısırlayan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2- yaratıcılığı desteklemek için. Yalnızlık ve günah [sorunu] birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir. İçinde yaşadığımız çağdaş toplum da kendi mitoslarını yaratmıştır. Burjuva toplumlarının kısırlığı ya kendi canına kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir katılıma süreciye sonuçlanacak gibi görünüyor. Ortega y Gasset’in deyimiyle “çağımızın sorunu” kısaca budur. Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin anlamı işte bu sorunda düğümleniyor.

Çağdaş insan, uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak istiyor. Ama bu tür inanç ve düşünceler bizi karabasanlara soktu -akıl aynalarımızda, art arda işkence odalarını gördüğümüz karabasanlardı onlar. Bu karabasandan çıktığımızda, uyanık durumda düş gördüğümüzü ve usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki de fark edeceğiz. Ve ondan sonra, belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş görmeğe başlayacağız.

NOTLAR
(*) L’amour fou - Çev.
(1) Lucien Lévy-Bruhl : La mentalité primitive (Paris 1922)
(2) Amable Audin: Les Fétes Solaries (Güneş Baynamları), (Paris 1945)
(3) “Kutsal yer” kavramı konusunda, Mircia Eliade’ın Histoire des Beligions (Dinler Tarihi’ne) Bkz. (Paris 1949)
(4) Bu konuda Bkz: Bozkurt Güvenç’in Sosyal ve Kültürel Değişme yapıtı Ankara 1976. (Hacettepe Üniversitesi yayını D-21)
(5) Van der Leeuw: I’Homme primitif et la Religion (İlkel İnsan ve Din), (Paris 1940).

Octavio Paz/Yalnızlık Dolambacı
Çeviren: Bozkurt Güvenç

Share/Save/Bookmark

Dönek Ya da Kafası Karışığın Biri...

«Ne kargaşa, ne kargaşa! Kafamın içini düzene sokmam gerek. Dil mi kestiklerinden beri, başka bir dil mi ne, bilmem, hiç durmadan kafatasımın içinde dönüyor, bir şeyler konuşuyor, yahut birisi, sonra birdenbire susuveriyor, sonra her şey yeni baştan başlıyor, ah çok, çok fazla şeyler işitiyorum, ben, ama hiçbir şey söylemiyorum, ne kargaşa ve ağzımı açacak olursam, altüst edilen çakıl taşları gibi bir ses çıkıyor ancak. Düzen, bir düzen diyor dil ve aynı zamanda da başka şeyden söz ediyor, evet, her zaman düzen istemişimdir ben. Hiç olmazsa kesin olan bir şey var ki, o da, yerimi almak üzere gelecek olan misyoneri beklemekteyim. İşte burada, yoldayım, Taghasa'dan bir saat uzaklıkta, bir kaya yığınının dibine gizlenmiş eski tüfeğin üzerinde oturuyorum. Çölün üzerine güneş doğuyor, hava henüz çok soğuk, birazdan da çok sıcak olacak, şu toprak insanı deli eder ve ben, yıllardan beri, bunca yıldan beri, öyle çok ki, sayısını bile unutmuşum artık ... Hayır bir az daha gayret! Misyoner ya bu sabah, ya da bu akşam gelecektir mutlaka. Bir yol göstericiyle geleceğini duydum, belki de ikisi bir deveyle geleceklerdir. Bekleyeceğim, bekliyorum, soğuk, yalnız soğuk titretiyor beni. Azıcık daha sabret, pis köle!

Öyle uzun zamandır sabrediyorum ki. Daha anayurdumda, Masif Santral bölgesinin o yüksek yaylasındayken, o kasabada babam, o haşin anam şarap, her gün domuz yağına çorba, hele o buruk ve soğuk şarap ve upuzun kışlar, dondurucu rüzgar, boralar, o tiksindirici eğrelti otları, ah, gitmek istiyordum, tümünü bir anda, yüzüstü bırakıvermek ve sonunda, güneşte, duru suyla yaşamağa başlamak istiyordum. Papaza inanmıştım, bana papaz okulunu anlatıyordu her gün ilgileniyordu benimle, sokaktan geçerken duvar diplerine sürünerek yürüdüğü protestan köyde buna bol bol vakti vardı. Bana bir gelecekten ve güneşten söz ediyordu, katolik dini demek, güneş demektir diyordu ve okutuyordu beni, odun kafama latinceyi soktu: "Şu küçük akıllı ama, katırın biri», zaten kafam o kadar sertti ki, tüm yaşamın boyunca, o kadar çok öyle çok düşmüşümdür de bir defacık bile olsun kanamamıştır: Babam olacak o domuz da: "Öküz kafalı» derdi. Papaz okulunda hepsi pek gururlanıyorlardı, protestan köyden gelme bir öğrenci, bir zaferdi bu, Austerlitz güneşi gibi doğmuştum üzerlerine. Gerçi bu, soluk bir güneşti, alkol yüzünden, o buruk şarabı içtiler hep ve çocuklarının dişleri çürüdü, rap rap babayı öldürmeliydi, gereken buydu işte, ama sahi, onun da misyona katılma tehlikesi yok, çoktan öldüğüne göre. keskin şarap sonunda midesini deldi, o halde yapacak bir şey kalıyor, misyoneri öldürmek.

«Onunla görülecek bir hesabım var benim, onunla ve efendileriyle, beni o pis Avrupa'yla aldatan efendilerimle, herkes aldattı beni. Misyon, misyon, başka söz çıkmazdı ağızlarından, vahşilere gitmek ve onlara şöyle demek: «İşte benim Tanrım, bakın ona, o hiç vurmaz, hiç öldürmez tatlı bir sesle buyurur, öteki yanağını uzatır, Tanrıların en büyüğüdür o, onu seçiniz, beni olduğumdan daha iyi yaptı, aşağılayınız beni, kanıtını göreceksiniz söylediklerimin.» Evet, bu fasa fisoya inanmıştım ve kendimi daha iyi buluyordum, şişmanlamıştım, hemen hemen yakışıklıydım, beni aşağılasınlar istiyordum. Yazın, Grenoble güneşi altında, kapkara ve sık diziler halinde yürürken ve incecik giysiler giymiş genç kızlara rastladığımızda, ben onlardan gözlerimi kaçırmıyordum, onları küçümsüyordum ve beni aşalasınlar bekliyordum, onlar da kimi zaman gülüyorlardı. O zaman; «Ah, bana vursalar, yüzüme tükürseler» diye düşünüyordum, ama gerçekten de, kahkahaları sanki her yanımı yırtan sipsivri dişler, iğneler gibiydi, aşağılanma ve acı çekme, ne tatlı şeylerdi! Vicdan yöneticim, benim kendi kendimi suçlamamı anlamıyordu bir türlü: «Hayır, hayır, sizin içinizde iyilik var!» İyilik mi, içimde sadece buruk şarap vardı, hepsi o kadar ve böylesi de daha iyiydi, çünkü insan kötü olmazsa daha iyiye nasıl yönelebilir, bana tüm öğretiklerinden bunu anlamış bulunuyordum. Hatta bundan başka bir şey anlamamıştım, bir tek düşünce ve ben, akıllı katır, ta sonuna dek götürüyordum onu, cezalandırılmak için kural dışına çıkıyordum, olağanı çiğniyordum, kısacası, ben de bir örnek olmak istiyordum, beni görsünler ve beni görerek, olduğumdan daha iyiye götürene saygı duysunlar diye, benim aracılığımla Tanrımı selamlayınız!.

«Vahşi güneş! doğuyor işte, çöl değişmekte, artık dağların o eflatun rengini yitirdi, ey benim dağım, kar, o tatlı, yumuşacık kar, hayır hayır, bu azıcık kurşuniye çalan bir sarı, büyük parlayıştan, göz kamaştırıcı ışıktan önceki o nankör saat. Daha karşımda, ta orada; düzlüğün henüz tatlı renklere bürünmüş bir çemberde yok olduğu ufka değin, hiçbir şey yok. Arkamda yol, demirden adı yıllardan beri kafamın içinde güm güm öten Taghasa'yı gizleyen kum tepesine dek gidiyor. Ondan bana ilk söz eden, manastırda duaya çekilmiş o yarı kör, yaşlı papazdı, ne demek ilk söz eden, tek söz eden o olmuştu ve anlattıklarında beni etkileyen o tuz kenti de, kavurucu güneş altındaki bembeyaz duvarlar da değil, kentin vahşi halkının acımasızlığı, burasının tüm yabancılara kapalı oluşuydu; onun bildiği kadarıyla, kente girmeye kalkışanlardan yalnız bir kişi, bir tek kişi gördüklerini anlatabilmişti. Yaralarına ve ağzına tuz doldurduktan sonra kırbaçlamışlar ve çölde kovalamışlardı, nasılsa acıma gösteren göçebelere rastlamıştı, büyük bir talih eseri, ben de o günden beri hep anlattıklarını düşlüyor, tuzun ve gökyüzünün ateşini, put eviyle kölelerini, düşünüyordum, bundan daha vahşisi, daha kışkırtıcısı bulunabilir miydi, evet, işte benim görevim oraya gitmekti, oraya gitmeli ve onlara Tanrımı göstermeliydim ben.

«Bana papaz okulunda uzun uzun söylevler çektiler, beni yıldırmak için, beklemem gerektiğini söylediler, orası görevle gidilecek yer değildi, henüz olgunlaşmamıştım, kendimi özel olarak hazırlamalı, kim olduğumu. bilmeliydim önce, sonra beni denemek gerekiyordu, daha sonra düşüneceklerdi! Ama hep beklemek, ah! hayır, evet, özel hazırlığa ve denemelere evet, çünkü bunlar Cezayir' de olacak ve beni amacıma yaklaştıracaktı, ama gerisi için, odun kafamı sallıyor ve hep aynı şeyi yineliyordum, vahşilere ulaşmak ve onların yaşamını sürmek, söz gelimi, ta putun evine dek girmek ve Tanrımın gerçeğinin en güçlü gerçek olduğunu , örnekle göstermek. Hiç kuşkusuz beni aşağılayacaklardı ama aşağılamalar beni korkutmuyordu, gösteri için gerekliydi bunlar ve karşı koyuşum ile, bu vahşilere boyun eğdirecektim, tıpkı güçlü bir güneş gibi. Güçlü, evet, durmadan dilimde dolaşan sözcük buydu ve ben sınırsız egemenlik düşleri kuruyordum, önünde diz çöktüren, düşmanı teslim olmaya zorlayan, onu doğru yola getiren bir kuvvetin düşünü, ve düşman ne kadar kör, acımasız ve kendine güvenli, inancına gömülmüş olursa yanıldığını kabullenmesi de yenilgiye uğratanın egemenliğini o derece kesinlikle ilan etmiş olacaktı. Azıcık yolunu yitirmiş iyi yürekli kişileri doğru yola getirmek, bu bizim papazların acınası amacı idi, bunca şey yapabilecekleri halde bu kadarcığına yüreklilik gösterdikleri için onları küçümsüyordum, onlarda inanç yoktu, bende vardı, cellatlara üstünlüğünü tanıtmak, onlara diz çöktürmek ve «Tanrım, işte senin zaferin» dedirtmek, kısacası bir tek sözcük ile hainler ordusunu altetmek istiyordum ben. Ah bu konuda düşüncelerimin doğru olduğuna öylesine güvenmiştim ki, halbuki hiçbir zaman kendime güvenim olmazdı, ama bir kez bir düşünceye saplandım mı artık ondan bir daha vazgeçmem, benim gücüm budur işte, evet, hepsinin öylesine acıma duyduğu gücüm!»

«Güneş daha da yükseldi, alnım yanmaya başlıyor. Çevremde taşlar belli belirsiz çıtırdıyor, yalnız tüfeğin namlusu serin, çayırlar gibi, akşam yağmuru gibi serin, eskiden, çorba yavaş yavaş kaynarken, beni beklerlerdi, babamla anam, hatta zaman zaman gülümserlerdi de bana, belki de seviyordum onları. Ama bitti artık, yoldan bir sıcak sisi yükselmeye başladı, gel misyoner. seni bekliyorum, şimdi o isteğe ne karşılık verilmesi gerektiğini biliyorum artık, yeni efendilerim öğrettiler bana ve biliyorum ki onlar haklı, insan, sevginin hesabını görmelidir. Cezayir'deki papaz okulundayken, bu vahşileri başka türlü düşlerdim ben, düşündüklerimden sadece biri gerçek çıktı; hepsi hain. Ben ise, okulun kasasını soymuş, papaz giysilerini fırlatıp atmış, Atlasları, yüksek yaylaları ve çölü aşmıştım, Sahra otobüsünün şoförü benimle alay ediyordu: «Oraya gitme sakın» o da, kuzum nesi vardı böyle tümünün ve yüzlerce kilometre uzanan salkım saçak, rüzgar altında bir ilerleyen, bir gerileyen, kum dalgaları, ve yeniden dağlar, kapkara doruklarıyla, demir gibi keskin mahmuzlarıyla, ve ondan sonra da, esmer, sonu gelmez, sıcaktan uluyan, binlerce aynayla alev alev yanan çakıl taşı denizini geçip zenci topraklarıyla beyazların toprakları arasındaki bu sınıra, tuz kentinin yükseldiği bu yere gelmek için bir yol gösterici gerekmişti. Ya yol göstericinin benden çaldığı para, saflık, hep saflık, ona parayı göstermiştim ama beni yolda bırakıverdi, tam şuracıkta, bir güzel de dövdükten sonra: «Köpek, işte yol, seni buraya getirmek onuru. bana düştü a it, hadi git oraya, git de sana öğretsinler» ve öğrettiler de, ah evet, onlar tıpkı vurmaktan bir an bile geri durmayan güneş gibidir, güneş dışında, evet hep gururla ve şiddetle vurur, işte şimdi de vuruyor bana, hem de fazlasıyla sert vuruyor, birdenbire topraktan çıkıveren yakıcı mızraklarla vuruyor, aman gölge, evet, koca kayanın altındaki gölgeye, her şey birbirine karışmadan.

«Burası pek iyi. Tuz kentinde, bembeyaz sıcakla dolu o havuzun dibinde nasıl yaşanır? Kazmayla kasabada düzenlenmiş, dimdik duvarların her birinde kazmanın bıraktığı yarıklar, göz kamaştırıcı pullarla çevriliydi, dağınık sarışın kum onları azıcık sarartırdı, ancak rüzgar estikçe dümdüz duvarlar ve teraslar temizlenir, o zaman her şey kör edici bir beyazlıkla, masmavi kabuğuna dek temizlenmiş gökyüzünün altında parıldardı. O kıpırtısız yangının apak teraslar üzerinde saatler boyu çatırdadığı. günler gözlerim görmez olurdu; o teraslar ki, sanki eskiden bir gün, hep birlikte bir tuz dağına saldırmışlar, önce onu düzlemişler ve sonra da yığının içerisine, sokakları, evlerin içini ve pencereleri kazmışlarcasına veya daha iyisi, ve evet, daha iyisi, bembeyaz ve yakıcı cehennemlerini bir kaynar su fıskıyesiyle biçimlendirmişler gibi; salt hiç kimsenin yaşayamayacağı bir yerde, her tür yaşam belirtisinden otuz günlük yolda, çölün ortasındaki bu çukurda, gündüz sıcağının yaratıklar arasındaki her tür ilişkiyi engellediği, aralarında göze görünmez alevlerden ve kaynar billurdan çitler çektiği ve gece soğuğunun da hiç haber ve ara vermeksizin bunlan teker teker kaya tuzundan kalıpları içinde dondurduğu, onları bir kuru bankizin gece halkı, birdenbire kübik iglolarında titreşen kara eskimolar haline getiriverdiği bu çölün ortasındaki bu çukurda yaşayabildiklerini göstermek için Kara, evet, çünki uzun kara kumaşlarla giyinirler ve tırnaklara kadar dolan tuz, gecelerin kutup uykusunda acı acı çiğnenen tuz, parlak bir kaya yarığının tek kaynağından gelen suyla birlikte içilen tuz, kimi zaman koyu giysileri üzerinde yağmurdan sonra sümüklü böceklerin bıraktığı izlere benzeyen izler bırakır.

«Yağmur, ey Tanrım, bir tek gerçek yağmur, uzun, sert, göğünün yağmuru! İşte o zaman iğrenç kent, yavaş yavaş kemirilerek karşı konulmaz bir etkiyle çöker ve kaygan bir selde tümüyle eriyip, vahşi halkını kumlara doğru sürüklerdi. Bir tek yağmur, Tanrım! Ama ne diyorum ben, hangi Tanrı; Tanrı da, efendi de onlar. Kısır evleri üzerinde, madende ölüme gönderdikleri zenci köleleri üzerinde egemen olan onlar, ve Güney ülkelerinde topraktan kopartılan her tuz katmanı bir insana bedeldir; onlar, efendiler, sokakların madensel beyazlığında, yas örtüleri içersinde, sessizce geçerler ve gece olduğunda, tüm kent süt gibi bir hortlağa benzediğinde, tuzdan. duvarların belli belirsiz parıldadığı evlerin gölgesine iki büklüm olarak girerler. Deliksiz, rahat bir uykuyla uyurlar ve uyanır uyanmaz da buyuruk verirler, vururlar, tek bir ulus olduklarını, tanrılarının gerçek olduğunu ve boyun eğmek gerektiğini söylerler. Onlar benim efendilerimdir, acıma nedir bilmezler ve tanrılar gibi, yalnız olmak, yalnız başlarına ilerlemek, yalnız başlarına egemenlik sürmek isterler çünki yalnız onlar tuz ile kumların içinde soğuk ve yakıcı bir kent kurma gözü pekliğini göstermişlerdir. Ya ben ...

«Sıcak arttıkça ne kargaşa, terliyorum, onlarsa hiç terlemezler, artık gölge de ısınmaya başladı, başımın üzerinde, taşta, güneşi duyuyorum, vuruyor, tüm taşların üzerine bir çekiç gibi vuruyor ve bu, bir müzik, geniş öğlen müziği, yüzlerce kilometre uzanan alanda, taşların ve havanın titreşimi, rap eskisi gibi sessizliği dinliyorum. Evet, yıllar önce oluyor, nöbetçiler beni güneşe bir araya toplanmış terasların yavaş yavaş, çukurun kenarlarına dayanan sert mavi gökten kapağa doğru yükseldiği alanın ortasına götürdüklerinde beni karşılayan da bu sessizlik olmuştu işte. Orada, bu bembeyaz kalkanın çukuruna dizüstü atılmış, tüm duvarlardan çıkan tuz ve ateş kılıçlarıyla gözleri kemirilmiş, yorgunluktan sapsarı, yol göstericinin dayağından kulağım kan içinde, dizüstü çökertilmiştim ve onlar kocaman, kapkara,hiçbir şey söylemeden bana bakıyorlardı. Gün ortasına ulaşmıştı. Demirden güneşin vuruşları altında, gökyüzü uzun uzun yankılanıyordu, akkor haline getirilmiş bir teneke levha gibi; aynı bu sessizlikti işte ve beni seyrediyorlardı, zaman geçiyor, onlar bir türlü beni seyretmekten vazgeçmiyorlardı, ve ben, onların bakışlarına dayanamıyordum, gittikçe daha şiddetli soluyordum, sonunda ağladım ve birdenbire bana sessizce arkalarını dönüverdiler, hep birlikte aynı yöne doğru uzaklaştılar. Dizüstü, sadece tuzdan parıl parıl ayaklarının kırmızı ve kara sandalları içinde, uzun, koyu renk giysiyi biraz kalkık ucuyla kaldırışını ve topuğun toprağa hafifçe vuruşunu görebiliyordum ve alan bomboş kalınca, beni putun evine sürüklediler.

«Bugünkü gibi, kayanın., dibine çömelmiş ve başımızın üzerinde taşın kalınlığını delen ateşle put evinde birkaç gün gölgede kaldım; burası, öteki evlerden az daha yüksekti, bir tuz duvarla kuşatılmıştı ama penceresi yoktu, parıl parıl bir. gece dolduruyordu içerisini. Birkaç gün kaldım öyle. Bir tas deniz suyu tadında su veriyorlar, tavuğa atar gibi önüme tane atıyorlardı, topluyordum onları. Gündüzleri de kapı kapalı kalıyordu ama gölge biraz daha hafifliyordu gene de, sanki karşı konulmaz güneş tuz yığınları arasından akmayı başarıyormuş gibi. Fener mener yoktu ama, duvarlar boyunca el yordamıyla yürüyerek onları süsleyen kurumuş hurma yaprağından çelenklere ve dipte parmaklarımın ucuyla mandalını yokladığım, kaba yontulmuş küçük kapıya dokunuyordum. Birkaç gün, uzun süre sonra, günleri de saatleri de sayamıyordum ama önüne kadar bir avuç tane attıkları on kez kadar oluyordu ve dışkım için bir delik açmıştım, boşuna örtmeye çabalıyordum, o hayvan ini kokusu gene de gitmiyordu bir türlü, çok zaman sonra, evet, kapının iki kanadı birden açılıverdi ve içeri girdiler.

<<İçlerinden bir tanesi, bir köşeye çömelmiş olan bana doğru ilerledi. Yanağımda tuzun ateşini duyuyor, hurma yapraklarının tuzlu kokusunu alıyor, üzerime gelişini seyrediyordum. Bir metre ötemde durdu, sessiz, gözlerini bana dikmişti, bir işareti üzerine ayağa kalktım, esmer beygir suratında, hiçbir anlam taşımayan parıl parıl maden gözlerini üzerimden ayırmıyordu, sonra elini kaldırdı. Hep öyle kayıtsız, alt dudağımı yakalayıp ağır ağıp büktü, büktü, parmaklarını hiç gevşetmeden, ta etimi kopartıncaya dek, beni kendi çevremde döndürdü, odanın ortasına kadar geri geri götürdü, dizüstü çökeyim diye dudağımı daha da çekti, oracığa, kendimden geçmiş, ağzım kan içinde, dizüstü çökeyim diye dudağıma asıldı, sonra sırtını dönüp, duvarlar boyunca sıralanmış ötekilerin yanına gitti. Ardına kadar açılmış kapıdan giren gölgesiz gün ışığının dayanılmaz sıcağında, benim inleyişimi seyrediyorlardı ve birdenbire bu ışıkta başına hasırdan saç takmış, göğsünü inciden bir zırhla örtmüş, samandan eteği altında bacaklan çıplak, yüzünde, sadece gözleri için kare biçimi iki delik açılmış, tel ile kamıştan yapılma bir maske, büyücü beliriverdi. Ardından çalgıcılar ve vücud yapısını hiç belli etmeyen ağır, renk renk çizgili giysiler giyinmiş kadınlar geliyordu. Dipteki kapının önünde oyuna başladılar, ama bu uyumsuz, kaba bir oyundu, ancak kıpırdanıyorlardı, hepsi o kadar ve sonunda büyücü, arkamdaki küçük kapıyı açtı, efendiler kımıldamıyor, beni seyrediyorlardı, arkama döndüm ve putu, çift balta kafasını, bükülmüş demirden yılan burnunu gördüm.

«Beni önüne götürdüler, heykelin tabanının ta dibine, kapkara, acı mı acı bir su içirdiler, o an kafamın içi alev alev yanmaya başladı, gülüyordum, işte aşağılanma, aşağılanıyorum işte. Beni soydular, kafamı ve vücudumu tıraş ettiler, zeytinyağıyla yıkalar, suratıma tuz ve suya batırılmış iplerle vurdular, ben ise hep gülüyor ve başımı çeviriyordum ama her defasında iki kadın, kulaklarımdan yakalayıp suratımı, ancak kare biçimi gözlerini görebildiğim büyücünün vuruşlarına döndürüyordu, ben ise kan içinde, hep gülüyordum. Durdular, benden başka kimse konuşmuyordu, kafamın içinde kargaşa başlıyordu artık, sonra beni ayağa kaldırdılar ve gözlerimi puta doğru çevirmem için zorladılar, artık gülmez olmuştum. Şimdi hizmet etmek, tapınmak için ona adandığımı anlamıştım, hayır, artık gülmüyordum, korku ve acı boğuyordu beni. Ve orada, o beyaz evde, güneşin dışarıdan dikkatle yaktığı o dört duvar arasında, Yüzüm ona doğru kalkmış, belleğim tükenmiş, evet, puta dua etmeye çalıştım, yalnız o vardı artık ve o korkunç suratı bile, dünyanın geriye kalan şeylerinden daha az korkunçtu. İşte o zaman ayak bileklerimi ancak adını atabilecek kadar, iple bağladılar, gene oynadılar ama bu kez putun karşısında, efendiler birer birer çıkıp gitti.

«Kapı arkalarından kapandı, gene çalgı çaldı, ve büyücü yaktığı bir ateşin çevresinde tepindi, kocaman silueti apak duvarların köşelerinde kırılıyor, düz yüzeyler üzerinde titreşiyor, odayı dans eden gölgelerle dolduruyordu. Bir köşeye bir dikdörtgen çizdi, kadınlar beni oraya sürüklediler, kuru ve yumuşacık ellerini duyuyordum, yanı başıma bir tas su ile küçük bir yığın tane bıraktıktan sonra, bana putu gösterdiler, gözlerimi ondan ayırmamam gerektiğini anlamıştım. O zaman büyücü, kadınları birer birer ateşin başına çağırdı, birkaçını dövdü, dövülenler inildiyor, sonra gidip tanrım olan putun önünde diz çöküyorlardı, bu arada büyücü oyunu sürdürüyordu, tümünü de odadan dışarıya çıkardı,ancak çok genç bir tanesi kaldı, henüz dayak yememiş tek oydu, çalgıcıların yanına çömelmişti. Büyücü onu saçının örgüsünden yakalayıp bileğine doladı ve gittikçe bükmeye başladı, kız, gözleri yuvalarından dışarı uğramış, geriye doğru eğildi, eğildi sonunda sırtüstü düşüverdi. Büyücü, saçını bırakırken bağırdı, çalgıcılar duvara doğru döndüler ve bu arada kare gözlü maskenin ardında çığlık, inanılmaz derecede büyüyor, büyüyor, kadın ise bir tür bunalım içerisinde yerlerde yuvarlanıyordu, sonunda, dört ayak, başını kavuşturduğu kollarının arasına gizlemiş halde, o da haykırdı ama hafif bir sesle ve böylece ulumasını kesmeden, gözlerini puttan ayırmadan, büyücü alelacele, haince ona sahip oluverdi, kadının şimdi giysisinin ağır etekleri altında kalmış suratı görünmüyordu. Ya ben, yalnızlıktan, şaşkın, yolumu yitirmiş, ben de haykırmadım mı sanki, evet, puta doğru dehşet içinde uludum, ta ki biri beni bir tekmeyle duvara fırlatıncaya dek, o zaman tuzları ısırdım, tıpkı bugün, öldürmem gereken o adamı beklerken, dilsiz ağzımla kayayı ısırışım gibi.

«Şimdi güneş, göğün ortasını birazcık geçti. Kayanın yarıkları arasından, güneşin, gökyüzünün fazlasıyla ısınmış madeni üzerinde açtığı deliği görüyorum, benimki gibi koskocaman bir ağız, renksiz çölün üzerine durup dinlenmeden alev ırmakları kusuyor. Karşımda, yolda hiçbir şey yok, ufukta toz moz görünmüyor, arkamda, beni arıyor olmalılar, hayır hayır daha değil, ancak akşama doğru kapıyı açıyorlardı ve ben de gün boyu putun evini temizledikten, adakları yeniledikten sonra, biraz dışarı çıkabiliyordum ve akşam tören başlıyor, beni kimi zaman dövüyor, kimi zaman dövmüyorlardı ama hep puta hizmet ediyordum, imgesi belleğime ve şimdi de umuduma demirle dağlanmış olan puta. Hiçbir zaman bir Tanrı bana ne böylesine sahip olabilmiş, ne de böylesine köleleştirmişti, tüm yaşantım gece gündüz ona adanmıştı ve acı da, acının olmaması da, ki bu sevinç demektir, hep ondan geliyordu ve hatta, evet, cinsel istek bile, hemen hemen her gün o kişiliksiz ve haince birleşmeye tanık ola ola, ama artık görmüyor, sadece işitiyordum çünki dayak atma tehdidiyle duvara bakmaya zorluyorlardı beni. Ama suratım tuza yapışmış, duvarda kıpırdanan hayvansı gölgelerin altında ezilerek, o uzun haykırışı dinliyordum, boğazım kupkuru, yakıcı, cinsellikten uzak bir istek, şakaklarımı ve karnımı sıkıyordu. Böylece günler günleri kovalıyordu, onları birbirinden güçlükle ayırt edebiliyordum, sanki cehennem sıcağının ve tuz duvarların sinsi yansımalarının altında, eriyip sıvılaşıyor gibiydiler, zaman ancak düzenli aralıklarla, acı ve cinsel birleşme haykırışlarının patladığı biçimsiz bir şapırtıdan ibareti, şu vahşi güneşin kayadan evim üzerinde egemen oluşu gibi, putun egemen olduğu, yaşı bulunmayan upuzun bir gündü zaman, ve şimdi de o zaman ki gibi mutsuzluk ve istekten ağlıyorum, haince bir umut yakıyor içimi, ihanet etmek istiyorum, tüfeğimin namlusunu ve içindeki ruhunu yalıyorum, yalnız tüfeklerin ruhu vardır, ah! evet, dilimi kestikleri gün nefretin ölümsüz ruhuna tapınmayı öğrenmiştim.

«Ne kargaşa, ne öfke, rap rap, sıcaktan ve hiddetten sarhoş, iki büklüm, tüfeğimin üzerine yatmışım. Burada güçlükle soluk alan kim? Bu bitmek bilmeyen sıcağa dayanamıyorum artık, bu bekleyişe, mutlaka öldürmeliyim onu. Tek kuş bile yok, tek bir ot parçası, taş, kurak bir istek, sessizlik, onların çığlıkları, içimde konuşan bu dil ve beni sakat ettiklerinden beri, gecenin suyundan, tanrı ile birlikte tuzdan inime kapanmış, düşlediğim geceden bile yoksun dümdüz ve ıssız, upuzun acı. Yalnız gece, serin yıldızları ve karanlık çeşmeleriyle, beni kurtarabilir, sonunda insanların hain tanrılarından kaçırabilirdi ama hep dört duvar arasına kapalı olduğundan onu seyredemiyordum. Eğer öteki daha da gecikirse, hiç olmazsa gecenin çölden yükselip gökyüzünü kapladığını, karanlık başucundan soğuk bir asma yaprağı gibi sarktığını görebilecek, canımın çektiği gibi onu içebilecek, hiçbir canlı ve yumuşak et parçasının artık serinletmediği bu karanlık deliği ıslatacak, sonunda çılgınlığın dilimi aldığı o günü unutacağım.

«Aman ne sıcaktı, ne sıcak, tuz eriyordu, yahut bana öyle geliyordu, hava gözlerimi kemiriyordu ve büyücü içeriye maskesiz girdi. Kurşunimtrak paçavralar altında hemen hemen çırılçıplak, yüzü, putun maskesini andırır bir dövmeyle kaplı, kötü bir heykel aptallığından başka hiçbir şey ifade etmeyen yeni bir kadın peşinden geliyordu. Kadının ancak, incecik ve yamyassı bedeni yaşıyordu ve büyücü kapıyı açınca, tanrının ayağı dibine yığılmıştı. Sonra büyücü bana bakmadan çıktı gitti, sıcak artıyordu, kıpırdamıyordum, put bu hareketsiz ama kaslan tatlı tatlı kımıldanan vücudun üzerinden beni seyrediyordu, ve kadının yanına yaşlaştığımda, o heykel suratı hiç değişmedi. Sadece üzerime diktiği gözleri büyüdü, ayaklarım ayaklarına değiyordu, o zaman sıcaklık, ulumaya başladı ve heykel kadın, hiçbir şey söylemeksizin, hep o büyümüş gözleriyle bana bakarak, yavaş yavaş sırtüstü devrildi, ağır ağır bacaklarını büktü ve yukarı kaldırarak dizlerini ayırdı. Ama, hemen ardından rap, büyücü beni gözlüyormuş, hepsi içeri girdiler beni kadından kopartıp ayırdılar, günah işlediğim yerimi korkunç dövdüler, günah! ne günahı, nerede günah, nerede erdem, beni bir duvara yasladılar, bir çelik el çene kemiklerimi sıktı, bir başkası ağzımı açıp dilimi kanatıncaya dek çekti, bu hayvan uluması benden mi çıkıyordu yoksa, dilimin üzerinden kesici ve serin, evet, sonunda serin bir okşayış geçti. Kendime geldiğimde, gecenin içerisinde yapayalnız, duvara yapışmış, kurumuş kanla kaplıydım, tuhaf kokulu, kuru ottan bir tıkaç ağzımı dolduruyordu, ağzım kanamıyordu artık, ama içi boştu ve bu boşlukta sadece korkunç bir acı yaşamaktaydı. Kalkmak istedim, düştüm, mutluydum, sonunda öleceğim için, umutsuzca mutluydum, ölüm de serindir ve onun gölgesine hiçbir tanrı sığınmamıştır.

.. «Ölmedim, günün birinde gepgenç bir kin ayağa kalktı, benimle birlikte, dipteki kapıya doğru yürüdü, açtı, ardımdan kapadı, benimkilerden nefret ediyordum artık, put oradaydı, ve içinde bulunduğum kuyunun dibinden ona dua etmekten de daha ileri gittim, ona inandım ve o güne dek tüm inanmış olduklarımı tanımazlıktan geldim. Selam, o, kuvvetti, egemenlikti, onu yok edebilirlerdi ama inancını değiştiremezlerdi, bomboş ve paslı gözleriyle başımın üzerinden bakıyordu. Selam, o efendiydi, tek tanrıydı, tartışmasız niteliği hainlik olan tanrı; efendinin iyisi yoktur. ilk kez olarak, aşağılanmalar. sonucu ve tüm bedenim tek bir acıyla haykırarak, kendimi ona bıraktım ve o kötülük düzenini onayladım, onda dünyanın kötülük ilkesine tapındım. Onun krallığının tutsağı, bir tuz dağına oyulmuş kısır kentin, doğadan ayrı düşmüş, çölün kaçamak ve seyrek çiçeklerinden yoksun, güneşin ve kumların bile tanıdığı beklenmedik bir buluta, öfkeli ve kısacık bir yağmura bu rastlantılara veya bu sevecenliklere boyun eğmiş kentin, kısacası, dümdüz açıları, dört köşe odaları, dimdik adamlarıyla, bu düzen kentinin tutsağıydım, kendimi seve seve bu kentin kin dolu ve işkence görmüş vatandaşı yapmış, bana öğretmiş oldukları upuzun geçmişi tanımazlıktan gelmiştim. Beni aldatmışlardı, yalnız hainliğin egemenliği tamdı, beni aldatmışlardı, gerçek, kare biçiminde, ağır, yoğundur, ufak ayırımlara dayanamaz, iyilik bir düştür, hiç durmadan ertelenen, ve yıpratıcı bir çabayla kovalanan bir düş, hiçbir zaman ulaşılmayan bir sınırdır, egemenlik kurma olanağı yoktur. Yalnız kötülük, sınırlarına dek ulaşabilir ve mutlak egemen olabilir, gözle görülebilir krallığını yerleştirmek için hizmet edilmesi gereken, odur, sonra düşünülecektir, sonrası ne demek, sadece kötülük vardır, kahrolsun Avrupa, mantık, ve onur ve haç. Evet, efendilerimin dinini kabullenmeliydim, evet evet ; köleydim ben, ama mademki ben de hainim, o halde pıranga vurulmuş ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın artık köle değilim demektir. Ah! şu sıcak çıldırtıyor beni, çöl her yandan, dayanılmaz bir ışık altında haykırıyor ve o, öteki, adı bile beni tiksindiren o yumuşak tanrı, onu bilmezlikten geliyorum çünki artık şimdi onu tanıyorum. O düş kuruyordu ve yalan söylemek istiyordu, sözleriyle dünyayı aldatmasın diye dilini . kestiler, kafasına varıncaya dek çiviler çaktılar, zavallı kafasına, benim şimdiki kafam gibi, ne kargaşa, yorgunum, ve deprem olmadı, bundan eminim, öldürdükleri, hak bilir biri değildi, buna inanmayı reddederim, hak bilir değil yalnız hain efendiler vardır ve kusursuz gerçeğin egemenliğini onlar sağ-lar. Evet yalnız put egemendir, o bu dünyanın tek tanrısıdır, kin onun buyruğudur, tüm yaşamın kaynağıdır, serin sudur. kin ağzı donduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

"O zaman değiştim, anladılar, karşılaştığımda ellerini öpüyordum, onlardandım artık, bıkmadan usanmadan onlara hayranlığımı gösteriyor, güveniyor, beni sakatladıkları gibi benimkileri de sakatlayacaklarını umuyordum. Ve misyonerin geleceğini öğrendiğim zaman ne yapmam gerektiğini anladım. O gün de ötekilere benzer bir gündü, bunca zamandır süregelen o ayni kör edici gün. Akşama doğru, çukurun yukarısından koşarak gelen bir nöbetçi belirdi, ve birkaç dakika sonra, beni putun evine sürükleyip kapıyı kapattılar. İçlerinden biri beni karanlıkta yere yatırmış, haç biçimindeki kılıcıyla korkutarak kıpırdamamı önlüyordu ve sessizlik uzun sürdü, genellikle sakin kenti alışılmamış bir gürültü dolduruncaya dek, anadilimi konuştukları için tanımakta epeyce güçlük çektiğim seslerdi bunlar, işitilir işitilmez de kılıcın ucu gözlerimin üzerine indi, başımdaki bekçim sessizce beni kolluyordu. O zaman bugün bile kulağımdan gitmeyen iki ses, yaklaştı, birisi şu evde neden nöbetçi bekliyor acaba, kapıyı kırsak mı teğmenim, diye soruyor, öteki de kısaca «Hayır» dedikten sonra, biraz susup ekliyordu, bir anlaşma yapılmıştı, kent, yirmi kişilik bir garnizonu kabul ediyordu ama, surların dışına yerleşmesi ve törelere saygı göstermesi şartıyla: Asker güldü, yelkenleri suya indiriyorlar demek, ama subay bilmiyordu, bildiği tek şey vardı ki o da ilk kez olarak, çocuklara bakmak üzere birinin gelmesine olur demişlerdi ve bu da ordu papazıydı, sonra toprakların gereğine bakılacaktı. Öteki, eğer askerler olmasa anlarsınız ya, ordu papazının şeyini keserler, dedi, subay karşılık verdi: «Ah, hayır! hatta peder Beffort garnizondan bile önce geliyor, iki gün içinde burada olacak o. «Artık bir şey işitmez olmuştum, kılıcın altında, toprağa çökmüş, canım ,acıyor çevremde iğne ve bıçaktan yapılmış bir tekerlek dönüyordu sanki. Deliydi bunlar, deliydi, kentlerine, yenilmez güçlerine, gerçek tanrıya el uzatılmasına izin veriyorlardı ve ötekinin, o gelecek olanın dilini kesmeyeceklerdi, karşılığını ödemeksizin, aşağılanmalara katlanmaksızın küstah iyiliğini ortaya serecekti o. Kötülüğün egemenliği geciktirilmiş olacaktı, gene kuşkular uyanacak, gerçekleşebilir tek krallığın gelişini çabuklaştırmak için acele edecek yerde olanaksız iyiliği düşlemekle boşuna zaman harcanacaktı ve beni korkutan kılıca bakıyordum, ey dünyaya tek egemen olan güç! Ey güç ve kent yavaş yavaş gürültülerinden boşalıyordu, sonunda kapı açıldı, kavrulmuş, acımış, put ile yalnız kaldım ve yeni inancımı, gerçek efendilerimi, despot Tanrımı kurtaracağıma, ne bahasına olursa olsun, iyice döneklik edeceğime onun uğruna and içtim.

«Rap, sıcak' azıcık çekildi, taş titreşmez oldu, artık deliğimden çıkabilir, çölün birer birer sarı, toprak sarısı, sonra da mor renklere bürünüşünü seyredebilirim. Bu gece uyumalarını bekledim, kapıyı kapanmasın diye sıkıştırmıştım, her zamanki iple ölçülü adımlarımla dışarı çıktım, sokakları biliyordum, eski tüfeği nereden alacağımı, hangi çıkışta nöbetçi bulunmadığını biliyordum, ve çöl azıcık koyulaşırken, gecenin bir avuç yıldız çevresinde renksizleştiği saatte buraya ulaştım. Şimdi de bana sanki şu kayalıklara sineli günler, günler geçti gibi geliyor. Çabuk, çabuk, ah çabuk gelse! Az sonra beni aramaya başlayacaklar, dört bir yana, yollar üzerinde uçar gibi uçacaklar, onlar için ve onlara daha iyi hizmet etmek için gittiğimi bilmeyecekler, açlıktan ve kinden sarhoş olmuşum, bacaklarım tutmuyor. Hey, hey, orada, yolun ucunda iki deve gittikçe büyüyor, rahvan koşarak, şimdiden kısacık gölgeler yanı başlarında, her zamanki o canlı ve düşlere dalmış tavırlarıyla koşuyorlar. İşte sonunda geldiler, işte!

«Tüfek, çabuk, hemen doldurayım. Ey put, oradaki tanrım, gücün eksilmesin, aşağılanma büsbütün artsın, kin, bir lanetliler dünyasına, acımasızca egemen olsun, hain, her zaman efendi olsun, bir de, sonunda tek bir tuzdan ve demirden kette kara tiranların acımasızca köleleştirdiği ve sahip olduğu o krallık gelsin artık! Ve şimdi de, rap rap, acımaya ateş, güçsüzlüğe ve iyilikseverliğine ateş, kötülüğün gelişini geciktiren her şeye ateş, iki kez ateş ve işte devrildiler, düştüler, develer değişmeyen gökyüzüne bir kara kuş fıskıyesinin fışkırdığı ufka doğru dümdüz kaçıyorlar. Gülüyorum, gülüyorum, beriki nefret edilesi cübbesi içinde kıvranıyor, başını azıcık kaldırıyor, beni görüyor, beni gücü sonsuz, ayağı köstekli efendisini, niçin gülümsüyor bana, bu gülüşü eziyorum! İyiliğin suratına inen kabzanın çıkardığı ses ne güzel, bugün, sonunda bugün olup bitti işte ve çölün her yanında ta buradan saatler süren yerlere dek, çakallar, olmayan rüzgarı derin derin kokluyorlar, sonra küçük, sabırlı adımlarla kendilerini bekleyen leş şölenine doğru yola çıkıyorlar. Zafer! kollarımı, tatlılaşan gökyüzüne doğru uzatıyorum, karşı kıyıda belli belirsiz bir mor gölge seçiliyor, ey Avrupa geceleri, vatan, çocukluk, niçin zafer anında ağlıyorum sanki?

"«Kıpırdadı, hayır gürültü başka yerden geliyor ve öte yanda, orada, onlar, işte kara kuş sürüsü gibi koşarak geliyorlar, efendilerim, üzerime atılıyorlar, beni yakalıyorlar, ah! ah! evet, vurun, kentlerinin yağma edilmiş halde ulumasından korkuyorlar, kutsal siteden öç almak için çağırmış olduğum askerlerden korkuyorlar, öyle yapmak gerekirdi. Şimdi savunun kendinizi, vurun, önce bana vurun, gerçeğe eriştiniz! Ey benim efendilerim, sonra da askerleri yenecekler, sözü ve sevgiyi yenecekler, çöller boyunca çıkacaklar, denizleri aşacaklar, Avrupa'nın aydınlığını kapkara peçeleriyle dolduracaklar, karına vurunuz, evet, gözlere vurunuz, tuzlarını kıtaya ekecekler, tüm bitki yaşamı, tüm gençlik sönecek, ve ayağı pırangalı dilsiz kalabalıklar dünya çölünde, gerçek inancın hain güneşi altında yanı başımda yürüyecekler, artık yalnız olmayacağım. Ah! ne kadar, ne kadar canımı yakıyorlar, öfkeleri ne güzel ve şimdi çarmıha gerer gibi beni gerdikleri şu savaşçı eğerinin üzerinde, merhamet, gülüyorum, beni çarmıha çivileyen, bu vuruşu seviyorum.

«Çöl ne kadar da sessiz! Gece indi bile, ve yalnızım, susadım. Daha beklemek, kent nerede, uzaktan gelen bu gürültüler, ve belki de askerler kazandı, hayır kazanmamalı, askerler kazanmış olsalar bile yeterince hain değildirler, hüküm sürmesini bilmeyeceklerdir, gene daha iyi olmak gerektiğini söyleyeceklerdir ve gene hep iyilikle kötülük arasında, parçalanmış, şaşkın milyonlarca insan, ey put niçin terkettin beni? Her şey bitti artık, susadım, bedenim yanıyor, karanlık gece gözlerimi dolduruyor.

«Bu uzun, bu uzun düş, uyanıyorum, ama hayır, öleceğim, şafak söküyor, ilk ışık başka canlılar için gün, ve benim için ise amansız güneş, sinekler. Kim konuşuyor, hiç kimse, gök aralanmıyor, hayır, hayır, Tanrı çöle seslenmez, peki öyleyse: «Eğer sen kin ve güçlülük uğruna ölmeye boyun eğersen bizi kim bağışlayacak?» diyen bu ses nereden geliyor? İçimdeki başka bir dil mi bu, yoksa ayaklarımın dibinde, hala ölmek istemeyen ve: «Cesaret, cesaret, cesaret» diye yineleyen beriki mi? Ah! Ya gene yanılmış isem? Eskiden kardeş olan insanlar, tek sığınağım, ey yalnızlık, bırakmayın beni! İşte, işte kimsin sen, parçalanmış, ağzın kan içinde, sensin, büyücü, askerler seni yenmiş, orada tuz yanıyor, sevgili efendim sensin benim! Bu nefret dolu suratı bırak, şimdi iyi ol, yanılmışız biz, baştan başlayacağız, iyilik sitesini yeniden kuracağız, yurduma dönmek istiyorum. Evet, yardım et bana, işte böyle, uzat elini, ver ... »

Albert Camus/Sürgün...

Share/Save/Bookmark

Yoldaş...

...Tüm korkularda, yasak bir düşünce, buyrukları veren gizli bir çıkar vardı.




...Ben her zaman müziğimi anlayabilecek kimseler için çalmaktan hoşlandım, oysa bunların yalnızca bağırıp çağırmaya hevesleri vardı.

....Eğer çalmasını biliyorsa, diye düşündüm, koltuk değnekleriyle çıkıp dilencilik yapabilir...

...Dansta hiçbir zaman insan yalnız değildir...

...Işıkta odayı tanıyamıyor, kendimi hiç bilmediğim bir yerde sanıyordum.

...Yaşlandığımda uyumaya bol bol vaktim olacak..

...Nerde yatacağını bilmeyenle gün doğmadan sokağa fırlayan arasında fark var mı? Her ikisi de soğuktan büzülmüşlerdir...

...Kimileri dans ederken orkestrayı dinler, kimileriyse çalınanın farkında bile olmaz.

...Çalarken hoş olan budur: İnsanlar istemeseler bile onları peşimden sürüklemek. Durduğum zaman: 'Haydi devam et' demeleri de hoşuma gider. Sonra sanki bıkmış gibi numara yapılır. Tam güldürü oyuncusuna göre meslektir.

...Siz çalgıcıların, çalgı değiştirmekten hoşlanmadıklarını bilirim.

...Aşırı kurnazlığın sonunda insan kendini de aldatmaya başlar...

...Kar yağdığı zaman denizin rengi değişmez mi?..

...Kadınlar çok şeylerin ardından koşarlar. Yalnız paranın değil. Bak dinle, dedi sanki işten konuşuyorlarmış gibi, bu kuralın dışı yoktur. Ben kadınların ne olduğunu görmek için soyarım. Tereddüt etmezler. Ne değerde olduğunu bilen bir kadın soyunur. Ama bu yüzden bilmem neyi düşünmen gerekmez. Kadınlar başka şeyler isterler. Hepsi hırslıdır. Yalnız kendileri için bir erkeği ister kimileri. Delileri vardır. Sarhoş bir kadın gördün mü hiç? Kimileri sırf gurur yüzünden arkadaş değiştirir. Onlar paranın üstüne tükürürler.

...Kurulu düzenin içinde savaşmak yasaklanırsa alanların dışına çıkılır...

...Yalnız başına olunduğunda sarhoşluk boş yere harcanmış bir zevktir...

...Bir kadın her zaman yaşından daha fazlasını bilir...

... Eğer kadınlar için gerçekten bütün erkekler birse, onların bir tek erkeğe kendilerini oldukları gibi vermeli ve onu köpeğin sahibini izlemesi gibi izlemeleri gerekiyordu. Oysa hayır, tam tersine, onlar seçmek istiyorlardı, ve bu seçimi de bütün erkekleri bir araya katıp, hepsiyle oynayıp, hepsinden bir çıkar sağlayarak yapıyorlardı. Böylece bütün erkekler mutsuz oluyorlar, kadınlar da işin sonunda arkadaşsız kalıyorlardı.

...Ancak alışkanlıkla yapılan şeyler hatırlanır... Söylenenler ve düşünülenler kalmazlar..

...Öldüren sevendir...

...Çalmama karşı para alacak olursam, bunun zevki neresinde...

...Tiyatroda insan tırnakları ve dişleri ile yaşar.

...Bir kadın sizi oğlu gibi kabul ederse bu ya onun daha önceden evli olmasından ya da sizin kambur olmanızdandır...

...Eğer günün birinde evin olmasını istiyorsan olduğun yerde kalman gerek...

...Bir tepenin yamacından bakılınca tüm ülkeler birbirinin aynıdır.

...Papazı yapan giysisidir...

...Okuyanlara güvenebilmek için okumak gerek.

...Okumuş olanlara bağlı kalmamak için okumak gerekliydi. Onların bizleri aldatmalarını olanaksız kılmak için okumak gerekliydi.

...Gelecek kestirilemez. Ancak insan yaptıklarına bakıp ne yapacağını söyleyebilir.

...Saklanmaktansa görünmek daha iyidir.

...Ne zaman durulacak olsam savaş başlıyor. Ya başkalarının savaşı ya da bizimki, hep bir tane var.

...Bir hikaye tam bitmesi gerektiği gibi bitmez.

...Aynı hikayenin iki kez tekrarlandığını bilmez misin? Önce gerçekten, sonra şakadan. Boğulmuş, ölmüş bir insanın su üstüne çıkması gibi...

...Şeyleri değiştirmek için deliler gereklidir.

...Hapse girersen hep kötü gider işler. Başka şey de var; eğer orda uzun süre kalırsan insanları unutursun. Dışarı çıktığında her şeye rağmen dünyanın yaşamakta olduğunun farkına varırsın. Ölmüş olmanın ne olduğunu anlarsın.

...Yalnızca aranıldığında bir yerde duraklayabilmek çok yazık...

...Kaçmak ya da yakalanmak aynı şey diyordu. Önemli olan geriye başkalarının kalabilmesi. Ama öyle bir an geliyor ki yakalanıp hiç kıpırdamamak geliyor insanın içinden.

...Korktuğumuz zamanlar hepimiz burjuvalaşırız. Fırtınayı görmemek için, gözleri kapamak korkudan başka bir şey değildir, burjuva korkusundan başka. Marxçılık, şeyleri oldukları gibi görmek ve bunlara bir çare aramaktan başka nedir ki?

...Bir erkeğin olduğu yerde onun için hazır bir kadında vardır. Zamandan yararlanmak gerektiğinde hepsi aynıdır.

...Tüm korkularda, yasak bir düşünce, buyrukları veren gizli bir çıkar vardı.

...Tutulamaz hale gelen halk yığınları çok ölü verir.

...Tellere kopararak çalınmaz, onlara hafiften dokunarak çalınır.

...Herkesin daha iyi yaşayabilmesi için siz daha kötü yaşamakla işe başlıyorsunuz.

...Kendimi toprak düzeyinde hissetmek, ezilmişe benzeyip gene de boyun eğmemekten zevk alıyordum.

Cesare Pavese




Share/Save/Bookmark

Nosce Te Ipsum...

Richard Oelze, Foto: Richard Doddenhoff

Mehdi ve aşireti, General Gordon tarafından savunulan Hartum'u kuşatıyordu. Düşmanlardan birkaçı savunma hatlarını geçti ve kuşatma altındaki kente girdi. Gordon onları tek tek ele geçirdi ve her birine kendilerini görebilecekleri bir ayna gösterdi.
Herkesin ölmeden önce kendi yüzünün nasıl olduğunu bilmesi gerektiğini düşünüyordu.


Fergus Nicholson,Antologia de espejos


Jorge Luis Borges&Adolfo Bioy Casares
Olağanüstü Masallar
Nosce Te Ipsum : Kendini Bil...

Share/Save/Bookmark