Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Tolstoy İtiraflarım IV...

Hayatım durma noktasına gelmişti. Soluk alabiliyor, yiyebiliyor, içebiliyor, uyuyabiliyordum. Bunları yapmamak zaten elimde olan bir şey değildi. Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu. Bir şeyi arzu ettiğim takdirde peşinen biliyordum ki, bu arzumu tatmin edeyim ya da etmeyim, sonuçta bundan hiçbir şey çıkmayacaktı. Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirmeyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum. Sarhoşluk anlarında bir arzu değil, ama eski arzularımdan kalma bir alışkanlık gibi bir şey hissetsem de, ayık olduğum anlarda bunun bir vehimden ibaret olduğunu ve gerçekte arzu edilecek hiçbir şeyin olmadığım bilirdim. Hakikati bile bilmeyi arzu etmiyordum, çünkü hakikatin içeriğini tahmin edebiliyordum. Hakikat hayatın anlamsız olduğuydu. Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, yürüyeceğim kadar yol yürümüştüm de bir uçurumun kenarına gelmiştim, önümde yok oluştan başka hiçbir şeyin olmadığını apaçık bir şekilde göre biliyordum. Durmam imkansızdı, geri dönmem imkansızdı, gözlerimi kapamam ya da önümde ıstıraptan ve ölüm gerçeğinden -tamamen yok oluştan- başka hiçbir şeyin olmadığını görmezden gelmem imkansızdı .

Bu rahatsızlık öyle bir raddeye varmıştı ki sağlıklı, talihli bir adam olan ben, daha fazla yaşayacak gücü kendimde bulamıyordum; karşı koyamadığım bir güç şu ya da bu şekilde beni bu hayattan kurtulmaya zorluyordu. Kendimi öldürmeyi arzuladığımı söyleyemem. Beni hayatın uzaklarına sürükleyen şey basit bir arzudan daha güçlü, daha esası, ve daha büyük bir şeydi. Bu şey eski yaşama çabama benzeyen, ama onun tam zıddı bir güçtü. Bütün gücümle hayattan kopuyordum. Öz yıkım düşüncesi şimdi bana hayatımı güzelleştirmeye yönelik eski düşüncelerim kadar doğal geliyordu. İşin baştan çıkarıcı tarafı ise bu düşünceyi yaşama geçirmekte acele davranmamak için kendi kendimi kandırmak zorunda oluşumdu. Acele hareket etmek istemiyordum, çünkü sorunu çözmek için her türlü çabayı göstermek istiyordum. "Sorunlarımı şimdi çözüme kavuşturamasam da ileride bunun için vaktim hep olacak."

İşte o gün, talihin yüzüne güldüğü bir adam olan ben, her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum. Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum.

Bütün bunlar başıma talihin tam anlamıyla yüzüme gülmüş olduğu bir dönemde geliyordu. Henüz elli yaşına basmamıştım, çok sevdiğim iyi bir karım, iyi çocuklarım ve ben fazla bir gayret göstermeden gelişen ve büyüyen geniş bir malikanem vardı. Akrabalarımdan ve eşimden dostumdan, hiç olmadığı kadar saygı görüyordum. İnsanlar beni övüyorlardı. Ben de ünlü biri olduğumu düşünmekle kendimi hiç de kandırmış olmazdım. Deli ya da ruhsal yönden rahatsız olmak şöyle dursun, tam tersine benim gibi insanlarda nadir rastladığım bir şekilde zihin ve beden melekelerim son derece güçlüydü. Beden gücü olarak ekin biçmede köylülerden geri kalmazdım, zihin olarak da ara vermeksizin sekiz-on saat çalışabilir, böyle bir zorlanmadan dolayı da hiçbir rahatsızlık duymazdım .

İşte bu noktaya -artık yaşayamayacağım ve ölmekten de korktuğum için kendi canıma kıymamak adına kendi kendimi kandırma noktasına- böyle bir durumdayken geldim. Ruhsal durumum kendisini bana şu şekilde açığa vuruyordu: Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden 'birisinin' varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş -birisinin beni bu dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu- bana tam da en doğal gelen irade şekliydi.

Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğrendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl ulaştığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altında uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu ...

Ancak o 'birisi' varsa da yoksa da ben kendimi hiç daha iyi hissetmiyordum. Ne tek tek yaptıklarıma, ne de hayatımın bütününe hiçbir mantıklı anlam veremiyordum. Beni şaşırtan tek şey bu gerçeği en başında anlamayış oluşumdu -bu herkesçe ne zamandır bilinen bir şeydi-o Bugün ya da yarın hastalık ya da ölüm, sevdiklerime ya da bana uğrayacak (ki bu çoktan olmuştu) ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye? ... İnsan bu gerçeği nasıl olur da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder? Şaşırtıcı olan işte budur! İnsan ancak hayattan sarhoş olmuşsa yaşamaya devam edebilir; kişinin ayılır ayılmaz her şeyin basit bir aldatmaca ve de aptalca bir aldatmacadan ibaret olduğunu görmemesi imkansız! İşte aynen böyle: bunda ne eğlendirici ne de nükteli bir yan var, bu sadece zalimce ve aptalca.

Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kurumuş bir kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmekten korkusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiği, ne de ejderha tarafından yenilmekten korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden, kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. Ellerinde gitgide güç kalmamakta, o da az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmekte, ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmektedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Fareler sürekli onun tutunduğu dalın üzerinde gezinmekte ve dalı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığım anlar. Dala tutunmaya devam etmekte, ama aynı zamanda etrafına da bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar. Ben de aynı şekilde hayatın dalına tutunmuştum, biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu, ondan kaçış yoktu ve o beni paramparça edecekti. Böylesi bir işkencenin içine neden düştüğümü anlayamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum, ama o bal bana artık bir tat vermiyordu ve o siyah-beyaz, gece-gündüz fareleri benim tutunduğum dalı kemirmeye devam ediyorlardı. Ejderhayı apaçık bir şekilde görebiliyordum ve baldan da artık bir tat alamaz olmuştum. Sadece, kendisinden kaçış olmayan o ejderhayı ve de fareleri görüyor, onlara odaklanmış olan bakışlarımı bir başka yana çeviremiyordum. Ve bu bir mesel de değil, herkesçe anlaşılabilecek, o çürütülemeyecek hakikatin ta kendisidir .

Daha önceleri ejderha dehşetimi yatıştıran, hayata dair mutluluklar aldatmacası artık beni kandıramıyordu. "Hayatın anlamını anlayamazsın, o yüzden düşünme, sadece yaşamaya bak!" Bu sözü ne kadar çok işitmiş olursam olayım, artık yaşamaya bakamıyorum; zaten gereğinden fazla bir süre öyle yaptım. Artık gece ve gündüzün boyuna yer değiştirip bana ölümü getirişleri karşısında gözlerimi kapayamıyorum. Tek gördüğüm bu, çünkü tek gerçek bu. Geri kalan ne varsa yalan.

Gözlerimi o acımasız gerçekten, diğer şeylerin yapabildiğinden daha uzun bir süre başka yöne çevirmemi sağlayan o iki damla baldan, aileme ve yazmaya olan düşkünlüğümden de bir tat alamıyordum artık.

'Ailem ... " dedim kendime. Ama ailem, yani karım ve çocuklarım da sadece birer insan. Ben nasıl geldiysem bu dünyaya, onlar da öyle geldiler; onlar da ya bir yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Neden onları sevmem, korumam, yetiştirmem ve de onlara göz kulak olmam gerekiyor ki? Onlar da benim hissettiğim çaresizlikle yüz yüze gelsinler ya da aptal olsunlar diye mi? Onları seviyorsam eğer, onlardan hakikati saklayamam. Bilginin her bir basamağı onları hakikate kılavuzlar. Hakikat ise ölümün kendisidir.

"Ya sanat?" Kazandığım başarıların ve aldığım övgülerin etkisiyle sanatın yaklaşan ölüme -eserlerimi ve eserlerimle ilgili hatıralar dahil, her şeyi yok eden o ölüme- rağmen icra edilebilecek bir şey olduğuna kendimi uzunca bir süre inandırmıştım. Ama çok geçmeden bunun da bir aldatmacadan ibaret olduğunu anladım. Sanatın hayatın süsü, albenisi olduğu gerçeği benim için . apaçıktı. Ancak hayat benim için cazibesini yitirmişken, benim eserlerim başka insanları nasıl cezbedecekti? Kendi hayatımı yaşıyor olmadıkça, başka bir hayatın dalgaları beni taşıyor oldukça hayatın bir anlamı olduğuna inandıkça, ama bu anlamı tanımlayamadıkça- hayatın, sanatın her türündeki yansımaları bana zevk veriyordu; hayata sanatın aynasından bakmak zevkli bir uğraştı. Ne var ki, hayatın anlamını aramaya başlayıp da kendi hayatımı yaşama zorunluluğunu hissetmeye başlayınca, o ayna benim için gereksiz, lüzumsuz, saçma ve acı veren bir şey oldu. Artık aynada gördüklerimle kendimi avutamıyordum, çünkü aynada durumumun aptalca ve ümitsiz olduğunu görüyordum. Ruhumun derinliklerinde hayatımın bir anlamı olduğuna inandığım vakitler, gördüğüm manzaranın keyfini pekala çıkarabiliyordum. O zamanlar. hayatın - gülünç, acıklı, dokunaklı, güzel ve korkunç - ışık oyunları . beni eğlendirebiliyordu. Ejderhayı ve tutunduğum dalı kemiren fareleri gördüğümde ise artık hiçbir baldan tat alamaz oluyordum.

Hepsi bu kadarla da kalmıyordu. Şayet basitçe, hayatın hiçbir anlamı olmadığını düşünüyor olsaydım, bunun benim kaderim olduğunu bilerek bu duruma sessizce katlanırdım. Ancak durumum beni hiç tatmin etmiyordu. Çıkışı olmayan bir ormanda yaşayan birisi gibi olsaydım, hayatımı sürdürmeye devam edebilirdim. Ama ben ormanda yolunu kaybeden ve yolunu kaybettiği için de dehşete kapılan ve yolunu bulmak umuduyla oraya buraya koşuşturan birisi gibiydim; attığı her adımda kafasının daha da karıştığının farkında olan, ama elinden oradan oraya koşuşturmaktan başka bir şey de gelmeyen birisi gibi.

Bu, gerçekten korkunç bir durumdu. Yaşadığım dehşetten kurtulmak için ölmeyi istiyordum. Beni bekleyen son karşısında dehşete kapılmıştım. Hatta o sonun dehşetinin o an içinde bulunduğum durumdan çok daha berbat bir şey olduğunu da biliyor, ama gene de o sonu sabırla bekleyemiyordum. Her halükarda kalbimdeki damarlardan birinin iflas edeceği, ya da içimde bir şeylerin patlayıp her şeyin sona ereceği yolundaki savımı ne kadar inandırıcı bulsam da, o sonu sabırla bekleyemiyordum. Karanlığın dehşeti öylesine büyüktü ki, kendimi bu dehşetten ilmik ya da kurşunla bir an önce kurtarmak istiyordum; beni en güçlü şekilde intihara doğru sürükleyen şey işte bu histi.

Lev Nikolayeviç Tolstoy/İtiraflarım IV...

Share/Save/Bookmark