Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Har...

Hakikat boş bir kağıttan ibarettir, yanıverir...




* A yerlilere birbiri ardınca bin melekle yardım edici değildi, insan bir kurtçağız, bir böcekti, insan haksızlığı su gibi içmekteydi, haksızın azı dişleri yerli yerindeydi, A'nın karşısında ölüler diyarı çıplaktı, mahşer gününde herkes anadan doğma dirilecekti, ama kimse kimseyi dikizlemeyecekti, işimiz başımızdan aşkın olacaktı, içimdeki ruh beni sıkıyordu, içim açılmamış şarap gibiydi, A sığındığım kayamdı, kalkanımdı, kurtuluşumun kuvvetiydi, yüksek kulemdi, süt gibi döküp peynir gibi mayalamıştı beni, hayatımdan tiksiniyordum, damağımda günahlarım geziniyordu, gıdıklanıyordum, kaybolmuş koyundum, şaşırmıştım yolumu, yaban eşeğinin sıpası gibi doğmuştum, insan ki meşakkatte doğardı, kıvılcımlar yukarı uçar gibi, esvabım tarçın kokardı, sütü sıkarsan yağ, burnunu sıkarsan kan, öfkeni sıkarsan kavga çıkardı, derin uykudayken çıkmıştım içeriden, anam rahminin kapılarını kapatmıştı, gün gelecek, elbet benim de yaralarıma kuru incir basılacaktı, o gün yemekte taze incir vardı:


* Annem besili bir tavuktu. Mutfakta mesai yapa yapa düdüklü tencereye dönmüştü. Gerek sofra ahalisini helme fasulyeler eşliğinde kendinden geçirmek, gerekse beş para etmez meselelerde yerli yersiz gıdaklamak bakımından bir ömre bedeldi. Lakin evin içinde lastik top gibi oradan oraya çarparken ve tüyleri babam vasıtasıyla tek tek yolunurken, öttürdüğü düdüğü kimseler duymazdı.

* Suretimde aile büyüklerinin sağlama yapabilmesini sağlayacak derlitoplu bir kerrat yerine, mührü çoktan vurulmuş bir tasdikname taşıyordum. Onların gözünde ben şerre kadem basmıştım.

* Dışarıda havanın pırıl pırıl parladığı günlerde bile binanın içindeki kesif kasvet varlığını sürdürür, en parlak renkler dahi çok geçmeden pastelleşir, silikleşirdi. Orayı bitirmek demek, ruhu bitirmek demekti...

* Bu ülke, ki Netamiye derler adına, ulu bir ejderhanın mide fesadından doğdu. Biz oradaydık, gördük her şeyi. Kıyametin yarım boy küçüğü bir alamet gündü. Yalan elbet, ulu falan değildi ejderha. Kanatlarından irin saçan, pespaye bir yaratıktı aslında. Hastaydı, uçarken kusuyordu sürekli. Şöyle son bir kez titredi, süzülürken ağzını açtı ve macunumsu fokurdak bir sıvıyı, uzun ince kilimler misali, kadim suyun ortasına seriverdi. Ejderha olgun bir armut gibi yere düşerken, macunkilim de hızla katılaştı, kabarcıklarından dağlar vadiler denizler hasıl oldu, bu ülke böyle vücut buldu.

Üzerinden her daim ekşi kokulu dumanlar tütmesi ondandır.

* Büyük karanlıktan sonraki ol yaradılışa tanıklığımız bizi muteber kıldı mı? Ne gezer! Göz kamaştıran muazzam alemlerin bir toz zerreciğine sığışıp yittiği, cümle ateşli destanların keskin bir ünleme kapılıp gittiği demler gördük de, hiçlikten kurtulamadık. Hiçlik kötü değildi elbet, hayatta bıraktı. Lakin başlarını ağır ağır kaldırıp alemlere korkulu bir huşuyla bakanlara malum olsun ki, göklerin de paryaları vardı.

Alemleri koca bir deftere temize çeken Büyük A'nın, defterin ilk satırına yazdığı ilk kelime, ağır mı ağır bir küfür, zikredilmekten korkulan bir bedduaydı. Meleklerin anlattığına göre Büyük A, "Bundan önceki ilk kelimem dirime övgü oldu da ne oldu? Cümle alemler başıma geçti. Bu kez ilk kelimem insandır," demiş ve kutlu kalemini kızıl çamura batırıp dediğini yazmıştı. Alemlerin lisanında insan "pislik içinde boğulmak" demekti ki, başkasına "insan ol" diyecek kadar gözü karartan ilahi varlık, bin yıllık dilsizliği göze almış demekti.

* Seçenekler arasında katı bir şey bulunmaması hiç hayra alamet değildi. Bilirdik ki, katıya yakın olan güvende olurdu. Lügat-ı alemde, "taşa oturan şapa oturmaz" şeklinde bir deyim bile vardı. Bize bitap bakan meleğe, "Taş yok mu taş?" diye sorup, "Merak etmeyin, katının ömrü kısadır, buharlaşır," yanıtını aldıktan soma, çaresiz, elimizi havaya buladık.

* Lakin biriktirdiğimiz onca hikayeyi Büyük A'dan başkasına anlatamadık, Dilimiz bağlanmıştı zira, ilahi piramidin tüm mahluklarına bahşedilen hikaye anlatma kabiliyeti esirgenmişti bizden. Hacmimize mahkumduk. O yüzden cisme varıp insanların arasına karışamadık. Asırlar süren meşakkatli seyahatlerde, edebi bir suskunluğun, bir yarı görünmezliğin esirleri olarak, kesif bir bulut kafilesi halinde semalarda dolaştık durduk. Tek bir harfe giydirilen o alengirli şapka marifetiyle makul ve meşru kılınan insani günahları kuşbakışı seyredip kahrolduk.

* İnsanın kelimeleri örse yatırıp hakikati yamultma becerisine hayran olmamak elde değildi. İskelet yığınlarının üzerinde hayatı, buzdan soğuk zincirlerin üzerinde hürriyeti en hararetli cümlelerle kutsayan ülkeler kurabiliyorlardı mesela. Açlıktan nefesleri kokarken kurt sütü içtiklerine, mecalsiz kollarını kıpırdatamazlarken demir dağlar deldiklerine, miskin miskin oturup geviş getirirlerken dörtnala bozkırlar geçtiklerine inanabiliyorlardı, zira bizdeki gerçek hikayelerden bihaberlerdi.
Biz ne kadar avaz avaz anlatsak da, sözlerimiz duyulmaz, insani menzile erişmezdi. Halbuki körlere ışık, dilsizlere kelime, sağırlara ses, aksaklara denge, yani cümle bahtsızlara baht biçebilecek nice hikayelerimiz vardı, bizde kaldı.

Bağlanan sadece dilimiz değildi üstelik, biz de birbirimize bağlanmış, adeta yapıştırılmıştık. Çok, lakin tektik. Yalnız, lakin kalabalıktık. Nereden ve ne sebepten üzerimize sıvandığını anlayamadığımız bu lanetli yekparelikten, bu şer kaderden yakınmaya da hakkımız yoktu. Cürmü meçhul köleler, ilahi nizamın hadımları, gökler aleminin paryalarıydık. Milyon asır var ki biz, yani gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutlar, bu azap üzre yaşadık.

* Anlaşılan Tefail, fazla tozdan koku alma melekelerini hepten yitirmişti...

* Bu melek takımı böyleydi işte. Hem gökler katında hem yerler altında her halta musallat olup işleri karıştıran onlardı, lakin bütün kabahati fanilere ve bize yıkıp ortadan toz olan yine onlardı.

* Belki de bizde insanlara karşı muhabbet hasıl eyleyen şey, bizi o sese mahkum eden kara yazımız, tam da o acz halimizdi, kim bilir...

* Kahramanlığın ve dalyanlığın ölüme mani olmadığını biliyorduk artık.

* Savaşlar olmasa iyiyi kötüden, yiğidi ödlekten nasıl ayıracaz...

* Zamanın latif bir rüzgar, hakikatin nazif bir yaprak olduğunu idrak etseydiniz, hem vakit çabuk geçerdi hem de anlattığınız hikaye güzel olurdu...

* Hakikat boş bir kağıttan ibarettir, yanıverir...

* Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biliyordu...

* Büyük A'nın temel prensibiydi: İnsan, manası küfre dahil olsa da, onun eseriydi, insanların hepsi eşitti ve hiçbir insan hor görülemez, hatta hoş bile görülemezdi. “Hoş görmekte bir aşağılama türüdür. İnsanları hoş gören, aynı zamanda hor görüyordur.” diye yazıyordu, ilahi mahluklar için genel kılavuzda...

* İnsanın ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin...

* Mezarın üzerine koyuyorum irice bir taş, elim yüzüm tozlu topraklı beyin, soruyorum küçük Onüç'e, beyin nasıl bir fıskiyedir ki, açıklıklarda fışkırmaz, fışkırır dar mekanlarda.
Dar mekanda savaşılmaz, diyor, savaşta da beyne ihtiyaç olmaz...

* Okumak mağlupların işidir...

* Bir gürültü kusma mesaisi, yolcuların gövdesine dair acımayla öfke arasında gidip gelen hissiyatlarını malum neticeyle buluşturuyor. Tiksinti... Öyle olur, acıdığında öfke de duyarsın, netice
tiksintidir...

* Öyle insanlar var ki, bazı sesleri kilometrelerce uzaktan duyuyor. Nerede bir güvercin uçsa, onun kanat sesini duyan biri var, ölü. Öfkeli bir genç var sonra, nerede silah sıkılsa, kurşun sesini vardığı yere kadar takip ediyor, üzerine bir de oturup ağlıyor, o da ölü.

* Film mi iyidir, kitap mı, diye soruyor Onüç günün birinde.

Boş ver filmi, diyorum, kitap iyidir, tuğla gibi olmadıkça. Herkes kitap okuyabilir mi, diye devam ediyor. Ulu Önder sağolsun.

* Değişik çalışıyor bu yamukların kafası. Yap dediğini yapmıyorlar, yapma dediğini yapıyorlar. Sabahlan mesai, "Çalışmaaa!" komutuyla başlıyor, akşamlan "Herkes iş başınaaa!" komutuyla bitiyor.

Yamuklar bir tuhaf, çok tuhaf. Yamukondokuz, makineden basılı kağıtlar çıktıkça hüngür hüngür ağlıyor. Niye ağladığını sorduğumuzda, boş bir kağıdı gösterip, "Baksana ne kadar beyaz, ne kadar temiz ... Kirlendi işte şimdi," yanıtını veriyor, ama ağlaya ağlaya çalışmaktan geri durmuyor.

Yamukyirmibir "K" harfinden korkuyor. Kağıdın üzerinde ne vakit "K" görse, "Kurt kurt, boz kurt, kaçın, ısıracak!" diye bağırıp ortalığı velveleye veriyor, o öyle bağırınca herkes köşe bucak kaçmaya başlıyor. Çaresiz baskı bölümünden alıp temizliğe veriyoruz onu.

Yamukonyedi'nin durmadan mırıldanması dikkatini çekiyor günün birinde Onüç'ün. Varıp baktığımızda, basılan her satırı ezberleyip tekrarladığını anlıyoruz. Kelime kelime tekrarladığı rekorlar kitabında hatırı sayılır bir yeri fazlasıyla hak ediyor.

* Külden ev yapılmıyo, bi kez yemeye başladıysan, kötek peşinden geliyo...

* Ölüm kolay gitmiyo bi kez uğrayınca...

* Ne zaman yazacağım hakikat kitabını, diyorum, hadi başlayayım artık. Kederle gülüyor Onüç, yazmayı çok mu istiyorsun, diye soruyor. Evet evet, diyorum hevesle, kalan korkularımdan bu sayede kurtulacağım, diyorum, ve artık tamamen unutacağım...

* - Bir tane kitap ne yapabilir ki?

- Devasa camiler inşa eder Numune kardeşim, muazzam kiliseler diker, okyanuslar dolusu kan döker, kan dindirir, milyarlarca hayatı karartır, milyarlarcasını aydınlatır…

* Ne elmalarla ayvalar ne de Otuzbeş'in kurguladığı filmler işe yarıyor. İnsanlar hakikati idrak etmek şöyle dursun, dillerinde binbir yalan hikaye, bellerinde türlü çeşit nafile silah, kitleler halinde kutuplara göç etmeye başlıyor. Fakat buzdağları hızla eridiğinden, karşılarında yutucu sellerden başka bir şey bulamıyorlar, hepsi telef olup gidiyor.

* Büyük A kafaya koydu ... Yeryuvar'ın işi bitti... Azar azar ısıtmak suretiyle tahliye ediyo burayı. .. İklim falan yok artık ... Başka bi gezegene taşınacaklar ve sadece yakınlaştınlmış meleklerle cinlere gitme izni var ... BüyükA orda tamamen farklı bi nizam kuracak diyolar ... Bu kez bitkilere dikmiş gözünü ... En sorunsuz mahluklar onlar, kendi kendilerine çıkarlar, kendi kendilerine ölürler, kimseye zararları dokunmaz, kafa ağrıtmazlar diyesiymiş ...

* Gözyaşlarından Bahtıyok'u göremiyorum, çöküyorum dizlerimin üzerine, ölmek istiyorum, göçmek istiyorum, kaybolmak, buharlaşmak, unutmak istiyorum ...

* Onüç başını yukarı kaldırıyor, "Hadi gelin," diyor usulca, "çok özledik sizi."

O böyle der demez, yukarıdan aşağı çift çift ruhlar inmeye başlıyor.

Palaskalı her Netam'ın yanında, poşulu bir Xırbo var. Onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:

"Niye çift çift iniyo yahu bunlar?"

Tefail yanıtlıyor:

"Onlar kardeştirler, ayrılmazlar ... "

Bu kez Sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:

"Ya ayrılırlarsa?"

Tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.

"Olsun," diyor, "yine de kardeştirler."


Murat Uyurkulak...

Share/Save/Bookmark