Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Sakın Kımıldama...



* Yerde üzerinde tehlikeli çöpler yazan bir kutu var, içimdeki insanı alıyorum ve onun içine atıyorum.

* Gökyüzünde de olsa ayakları hep yerdedir...

* Yürekte sabit korkunçluk, yürek de artık yok. Her şeyi çılgın bir hızla, bir kasırga gibi içine çeken bir delik var...

* Acı ne aldatıcı, nasıl da koşuyor. Sanki bir asit eritici görevini derinde gerçekleştirmiş gibi...

* Ben kendimi asla doğal hissetmedim, olmaya çalıştım, sırıtan çabalardı bunlar, çünkü doğal olmaya çalışmak zaten bir yenilgidir...

* Var olduğumu bilmek, başka bir trenin penceresine dayanmış, camın solgunlaştırdığı bir yolcuymuşum gibi, bana uzaktan bakmak sana yetti.

* Yaşamımın, refahımın, yüreğimin kıvrımlarına tükürdüm... Sonra avuçlarımı birbirine sürttüm, ateş alana kadar...

* Eksikliklerimizi aramak inin kumu kazmaya koyulamazdık elbette. Cesaret artık aramızda oturmuyordu. Cesaret, Angela, yeni aşklara aittir. Eski aşklar hep biraz kalleştir...

* Sadakat olgunluk yılların değeri değil. Sadakatsizlik öyle. Çünkü önlem, idare, ölçülülük ve her tür yaşlılık niteliklerini gerektiriyor... Biz ikimiz birlikte ilk biçimini yitiren, böylece sertliği geçen eski bir palto gibi olmaya başlıyorduk ve paltoyu asıl eşsiz, taklit edilemez yapan kendini bırakması, kumaşın doğal olarak yıpranmasıdır...

* Benden asla iyi teşhisçi olmazdı, önsezili değildim. Etle örülü acı beni ilgilendirmiyordu. Ben açmak, görmek, dokumak, çıkarıp almak istiyordum. Dipte, bir tek orada başarılı olacağımı biliyordum...

* Bir insanın kolları sıkı sıkı topraktadır kızım. Tanrı, eğer varsa, arkamızdadır...

* İnsanların gerçeği çoğu kez gülünçtür...

* Bir suçlu gibi ellerim havada, diye düşünüyorum, henüz gülümseme gücünü kaybetmiş değilim. Sonra sakinlik, çalışma sakinliği. İyotlu çözelti, soğuk neşter, kan. Ellerim dingin, her zamanki gibi dikkatli, her zamankinden daha fazla. Ama benim ellerim değil onlar, bakmakta olduğum bir adamın, artık hayran olmadığım, kusursuz bir profesyonelin elleri. Bir böcek bilimcinin bir böceğe bakacağı gibi kendime bakıyorum. Evet, şimdi ben böceğim, o değil, yalnızca rastlantının sürüklediği, çiğnediğim, emdiğim, soktuğum zavallı bir kadın. Orada aşağıdaki lastik eller benim ellerim değiller, oysa öylesine benim ellerim ki, hayırsever olarak işimi yürüttüğüm dünyada tertemiz kancalar. Elektrikli neşter. Damarlar koterize edilsin.'

* Yalnızca basamaklar, yalnızca bacaklar görünür, yüzler duvarlarla örtülüdür...

* Angela, neden hayat bu kadar aza indirgeniyor? İyilik nerede? Annemin yüreğinin sesi nerede? Sevdiğim tüm yüreklerin sesi nerede? Bir sepet ver kızım, şu anaokuluna götürdüğün sepeti. İçine, karanlıktaki ateş böcekleri gibi, hayatımdan geçen parıltıları koymak istiyorum...

Herkesin ağlamak için birçok nedeni vardır, cenazeler iyi bir fırsattır yalnızca...

* Hayat yumuşaktır çünkü zamanla çözülür ve bize her şey için zaman bırakır...

* Korkularla yaşayamayız, bırakalım da büyüsün... Ve şöyle düşünmekten korkuyordum... Onu bırakalım da ölsün...

* Hayat oldukça yanıltıcı yapışkan bir şerittir, yapıştırıcı dayanacak gibi durur, birçok şey dayanacak gibi gelir. Sonra onu açarsın ve bir yığın şeyin eksik olduğunu görürsün, geriye iki-üç saçmalık kalır...

* Sen de yalnız kalmak istiyorsun, artık seni tanımayı öğrendim. Canının istediğini yapıyorsun, sonra yok oluyorsun, tıpkı sivrisineğin gündüzleri yaptığı gibi, divanının çiçekleri üzerine oturuyorsun ve benim seni fark etmememi diliyorsun yalnızca. Yalnızca şehvet konusunda bir değerinin olduğunu biliyorsun, çekip gitmeden önce kravatımın düğümünü sıkarken çoktan her şeyden tiksinti duyduğumu biliyorsun. Ben orada olduğum sürece kımıldamaya cesaret etmiyorsun, banyoya giderken kıçını göstermeye cesaret etmiyorsun. Belki öldürülmekten korkuyorsun, viyadükten düşen o siyah araba gibi, seni o kuru nehrin kiline fırlatmamdan korkuyorsun. Öfkemin Benin içinde öldüğümde bittiğini ve sonra aslanlığı kalmamış bir aslan olduğumu bilmiyorsun. Ben çekip gittiğimde ne yapıyorsun? Ne bırakıyorum sana? Bu sönük şömineyi, seni gecenin tam ortasında sevmeden inciten ellerimle altüst ettiğim bu odayı. Köpek yanına gelecek, onun tüylerine ihtiyacın olacak, gözlerin başka bir yere sabit bakarken okşayacaksın onu. Nasıl olsa, kör o. Geçmiş hayatından şeyler gelecek aklına, çiviler. Sonra, olan her şeyle yakınlığın geri dönecek, ayağa kalkacaksın, bir şeyleri, devrilmiş bir sandalyeyi düzelteceksin. Artık tişörtünü aşağı çekmene gerek yok, eğilirken kalçanın çıplak kesimini hissediyorsun ama aldırmıyorsun. Bedenin benim gözlerim olmaksızın değeri ne kadar, bir sandalye kadar, bir yorgunluk kadar...

* Akıl küçümserken, beden sevebilir mi?..

* Belki hayatta da, en yoğun ilişkilerde de, kendimi başka türlü göstermiştim... Görüntüyü hazırlamış, sonra alandan ayrılmış ve fotoğrafı çekmiştim...

* Yeni aşklar korkularla doludur, Angela, dünyada bir yerleri yoktur, ilk ya da son durakları yoktur..

* Benim ötemde bir şeyler, yitirdiği bir parçasıyla birleşeceği bir yer arar gibi. Kaçıyor parçaları elimden kaçıyor...

* Onu benden önce kaç erkeğin sevdiğini asla bilemeyeceğim, ama her birinin ona özen göstererek ya da onu yaralayarak, onu biçimlendirdiğini, şimdi olduğu gibi yaptığını biliyorum...

* Kibirli bir doğası var, amaçları, vücut hatları değişiyor. Bana ait değil, asla bana ait olmadı, artık bundan eminim. Birbirimize ait olmak için programlanmadık, birlikte yaşamak için, aynı bideyi paylaşmak için programlanmadık...

* Kötü ot asla ölmez...

* Hayatın gece ısırılması ne korkunç, Angela, uyanıkken bir ısırık, hayaletlerin arasında bir ısırık...

* Bizi tatlı umutlarla aldatanlara karşı acımasız olunur...

* Hiç ilgisiz insanlar, bizi anlatmayı başarırlar...

* Kent geceleyin insanların terk ettiği, boş,ama onların varlığına bulanmış bir dünyadır...

* İnsanlar uykuda birbirlerine benzerler, uyumayan ve uyuyamayacağını bilen için birbirlerine benzerler...

* Ölmek için seçilen alet önemlidir, bir vasiyettir...

* Bir yaranın yanında yürüyoruz, sözcükleri nereye koyduğumuza dikkat etmemiz gerek...

* Bir kürtajdan sonra kadına dokunulmaz, rahat bırakılır...

* Üstünü karıştırmaya devam edersen, denizin dibini nasıl görürsün...

* Görülmeyen ama dinmez bir hareket bizi yıpratır. Kumaşların dokusu gevşer ve kemik tezgahına oturur ve bir gün, kimse seni uyarmadan, babanın yüzünü geçirirsin üzerine. Yalnızca kanının suçu değildir bu. Belki ruhun, tiksinsen de, var olduğunu bildiğin gizli bir isteğin dürtüsünü izlemiştir. Bu değişiklik ömrünün ortasında görülür, sonraki yıllar birkaç yazgısal rötuştan başka bir şey getirmeyecektir.

* Tanrı gülünç bir adam için zahmet etmez...

* Hepimiz Angela, her günkü yaşamı menteşelerinden çıkaracak bir şeyler düşleriz. Divanda oturup yaşamın sana her gün kattığı iyiliklerin arasında düşlersin bunları. Ansızın, gülünç bir isyan duygusuna kapılıp olmayı istediğin adamın kemiğini ararsın. Ama, şansına seni sivri köşelerden ve kendi kendine ara sıra anlattığın saçmalıklardan korumak için üzerine iyice yerleşmiş bir yağ tabakasıyla sarılısındır...

* Mahremiyet zor bir alandır...

* Artık nerede olduğumu anlayamaz haldeyim. Gölgelerden ve yüzüme çarpan ışıltılardan başka bir şey yok...

* Gerçekten karanlık ve su gerçekten çok fazla. Nereye gideceğiz? Hangi yazgı? Hangi oda şimdi bizi barındıracak?..

* Hiçbirimiz yaşamayacağız, ne olursa olsun, bu sirk sona erecek, nesnelerin, karanlıkta arabaların, siste ışıkların, bir cama yansıyan gözlerin bu her yerdeki kıvırmaları bitecek...

* Hayat boş, elden kaçmış kutular deposudur... Kalan şeyiz, yakaladığımız şeyiz...

* Aşk anlatılamaz. Yalnızdır, kendi kendine yanılır ve yorulur...

* Mutluydum, mutlu olduğumuzu asla fark etmeyiz Angela ve neden iyi bir duygunun anlaşılması bizi hep hazırlıksız, kayıtsız bulur, diye kendi kendime sordum. Öyle ki yalnızca mutluluk özlemini ya da sürekli onu beklemeyi biliriz...

* Gitmemiz gerekiyorsa, hayat götürüyor...

* Seni seven insan her zaman vardır, Angela, seni tanımadan önce vardır, senden önce vardır...

* Her aşk öyküsünün, kanıta ihtiyacı vardır..

* Tamam git, Ayrıkotu, yaşamının artık seni yaralamayacağı yere git, köpek yürüyüşünün eğri büğrü yönüne git. Yukarıda gerçekten bir şeyler olduğunu umarım, bir örtü, bir kanat, çünkü hiçliğin kara yanı senin için gerçekten haksızlık olur...

* Ölümün bacakları ne de hızlı Angela, ona düşen her şeye nasıl da çalışkanlıkla sahip çıkıyor...

* Yaşandığı gibi ölünür...

Margaret Mazzantini...

Share/Save/Bookmark

J.J Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Kuramın Değeri...

GİRİŞ

“Her insan bir dünyadır” düşüncesi kabul edildiğinde, “her bilge bir dünyadır” çıkarımının yadsınmaması gerektiği gibi; bu, aynı zamanda bir gerekliliktir de. Her bilge bir “dünya” kabul edildiğinde, her bilgenin oluşturduğu özgün düşüncenin bazı ‘özgü kavramlar’ının bulunacağı doğaldır. Esaslı bilgelerin düşünceleriyle yaşamları arasında bir uzlaşmanın gerekli olduğu, en azından düşünceleriyle yaşamlarının salt bir çelişki ve çatışkı oluşturmaması istemi, bu “düşünce”yi değerlendirme durumunda olanların doğal bir hakkıdır. Çağdaş dünya insanlarının ‘iyi’ ve ‘doğru’ya yaklaşmalarında büyük emeği ve katkısının olduğunda hiç kuşku olmayan Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, yaşamının, düşüncesini evetlediği bir bilge-kişiliktir. Düşünürün oluşturduğu kuram bir bütünsellik görünümü sunduğu gibi, bu özgün düşüncenin kendine özgü bazı temel kavramları da vardır. Dolayısıyla, Rousseau’nun düşüncesini köklü olarak kavrayabilmek için, O’nun kişiliğini de tanımak gerekir.
Belirtilen nedenlerle, bu kısa çalışmada önce yazar üstüne bir kaç söz söylenecek, ardından O’nun toplum sözleşmesi kuramı’nın temeli olan bazı kavramlar ele alınacak ve sonra “toplum sözleşmesi”ne geçilecektir. “Rousseau’nun toplum sözleşmesi düşüncesinin anayasal etkileri” de bunun ardından ele alınarak, filozofun düşünce biçiminin değeri ortaya konmaya çalışılacaktır.

I. ROUSSEAU ÜSTÜNE
Giriş’te de değinildiği gibi, J. J. Rousseau, yaşamıyla düşünceleri arasında bir paralellik olan; yaşamının, düşüncesini evetlediği; düşünceleri, bir “bütün” olarak ele alınmak gereken ve özgün bazı kavramlarla temellenen bir düşünürdür. Romantik ve başkaldırıcı kişiliğiyle “garip bir yaşam süren” düşünür “zaman zaman çelişkilere düşen” gibi görünmekteyse de, bu, aslında bir çelişkiden daha çok, ‘olgunlaşma’ olarak değerlendirilebilir (1). Filozofumuz, düşüncelerinin eksik veya taşkın gördüğü kısımlarını zamanla düzeltmiş, gittikçe yaşam ve düşünceleriyle bir bütünsellik oluşturmuştur. Buna en somut örnek olarak, filozofun mülkiyet’e ilişkin düşünceleri gösterilebilir. Mülkiyeti önceleri doğal bir hak saymayan Rousseau, daha sonraları bu düşüncesini değiştirmiş ve devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla mülkiyeti kabul etmiştir.
Rousseau’nun düşüncesinde duygunun etkinliği büyüktür: O’na göre erdem sade ve doğal ruhlarda bulunur; mutluluğa sade ve masum insanlar ulaşabilir. İlerleyen “Aydınlanma” bütün bunları yok etmiştir; bu akımda erdemin yerine zekâ geçmiş, bilgiçlik erdemden üstün bir değer olmuştur. Çağımızda güvensizlik, kuşku, korku, soğukluk, nefret ve kin ortalığı kaplamıştır (2). Rousseau, karakter ve dehasıyla döneminin temsilcisi, ve hiç kimsenin yapamayacağı bir biçimde zamanındaki ideal gereksinimlerin tercümanı olmuş; taşkın ve tutkun bir üslupla yazdığı bütün eserlerinde, kaybolan ‘doğa hali’nin önemini vurgulamıştır (3). Yazarın düşüncesi sonuçta bir bütün oluşturduğundan, bu düşüncenin, üzerine kurulduğu bazı temel kavramları irdelemek yararlı olacaktır.

II. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMINDA BAZI TEMEL KAVRAMLAR

A. Özgürlük
Rousseau’nun düşüncesinde özgürlüğün büyük önemi vardır. O’na göre, özgürlük varolmanın en büyük ereğidir. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur, falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama bu, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasallaştıran nedir? İşte bu soruya karşılık verebilirim, sanıyorum” (4) tümcesiyle büyük yapıtı “Sosyal Sözleşme”ye başlayan yazar, burada, insanın özgürlüğünü nasıl yitirdiğini tarihsel açıdan ele alır ve sonuçta, getirdiği çözümü sunar. Yazar, doğal hukukun temeli olarak özgürlüğü kabullenir. Ona göre, insan ancak toplum içinde özgür olabilir: Özgür halk itaat eden fakat köle olmayan halktır. Şef vardır ama efendi yoktur, yalnız ve yalnız yasalara uyar ve yasalar sayesinde diğer insanların boyunduruğu altına girmez. O’nca, özgürlükten vazgeçilemez: “Özgürlüğünden vazgeçmek insan olma niteliğinden vazgeçmek demektir; insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. Her şeyden vazgeçen insanın hiç bir zararını karşılama olanağı yoktur. Böyle bir vazgeçme insanın yaratılışıyla uzlaşmaz. İnsanın isteminden her türlü özgürlüğü almak, davranışlarından her türlü ahlak düşüncesini kaldırmak demektir” (5).
Yazar, düşüncesinde bunca önem verdiği özgürlük kavramını kendi gerçek yaşamında da ön plana çıkarmış, garip ve çilekeş bir yaşam sürme pahasına da olsa özgürlüğünden hiç bir zaman ödün vermemiştir (6). Zaten kimsesiz Jean-Jacques’ı ünlü Rousseau yapan ondaki bu özgürlük tutkunluğu değil midir? Yazarın özgürlük düşüncesinin içeriğinde öncelikle, ‘insanın kendini tanıması’ hakikati yer alır. Yazar, “Toplum Sözleşmesi” adlı yapıtının ilk basamağını oluşturan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine konuşma”sına , “insanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanının insan hakkındaki bilgi olduğu” tümcesiyle ve Delphes tapınağındaki “kendini tanı!” tümcesinin, tek başına, ahlakçıların bütün iri kitaplarından çok daha önemli ve güç bir temel kural içerdiğini söyleme cesaretinde bulunarak başlar (7).

B. Eşitlik
Yazara göre, insanlar “doğal yaşama” döneminde eşittiler; bu eşitliği onlara sunan doğaydı. Doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyor bir durumda olduğundan dolayı doğal insan, “bir ağaç altında, bu ağacın meyveleriyle karnını doyuran, yakınındaki bir pınardan suyunu içen ve aynı ağacın altında yatıp uyuyan bir insan” görünümündeydi. Bu insan bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan, başka insanlara gereksinme duymuyordu, dolayısıyla insanlar arasında bir çatışma söz konusu değildi. Doğa herkese yetiyor, bu böyle sürüp gidiyordu.
Ne var ki bu, her zaman böyle sürüp gitmedi. “ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice cinayetlerden, nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” (8). İşte böylece insanlar arasındaki eşitsizliğin ilk tohumu atılmış oluyordu. Rousseau’nun düşüncesini bir bütün olarak ele aldığımızda özgürlükle eşitliğin ‘biri diğerisiz olmayan’ bir bütünlük oluşturduğunu görüyoruz; yani, özgürlüğün olmadığı eşitlik, eşitliğin olmadığı özgürlük esaslılık kazanamaz.

C. Mülkiyet
Yazara göre, doğal yaşama döneminde doğa ve nimetleri o günün bütün insanlarına yetiyor durumda olduğundan dolayı mülkiyet henüz bir “hukuksal hak” olarak ortalıkta yoktu. Ancak zamanla “saf” insanlar bularak çitle çevirdiği belli bir toprak alanını “burası benimdir” iddiasıyla kendine mal eden ilk insan, aynı zamanda mülkiyet olgusunun da ilk temelini atmış bulunuyordu. Toprak bölüşülünce mülkiyet olgusu da genişleyerek gerçekleşmeye ve insanlar arasında bir eşitsizliğin oluşmasına neden oldu. “En güçlüler ya da en zavallılar kendi güçlerini ya da kendi gereksinmelerini başkalarının malı üzerinde bir tür hak, kendilerine göre mülkiyet hakkıyla eşdeğerde bir hak haline getirdikleri için, bozulan eşitliği en korkunç bir kargaşa izlendi. Böylece zenginlerin gaspları, yoksulların haydutluğu, herkesin dizginleri boşanmış tutkuları doğal merhameti ve adaletin henüz zayıf olan sesini boğarak, insanları doyumsuz, cimri, özenişli, kötü kişiler haline getirdi” (9).
Giriş kısmında da değinildiği gibi yazar, önceleri mülkiyeti doğal bir hak saymamasına karşın daha sonra bu düşüncesini değiştirerek, “devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla” mülkiyet hakkını kısmen kabul etmiştir (10).

D. Adalet ve Kanun
Rousseau, her türlü adaletin Tanrıdan geldiğine, adaletin kaynağının yalnız Tanrı olduğuna inanırsa da, insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerine pek inanmak istemez. Ayrıca, adalet ilkeleri doğal yürütme güçleri olmadığından dolayı insanlar arasında etkin değildir; dolayısıyla, adaletin etkinliğini gerçekleştirebilmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir. “Karşılıklılık” ilkesini adalet için bir koşul olarak kabul eden yazar, yasaların objektifliğinin gerekliliğini özellikle vurgular: “Yasaların konusu geneldir dediğim zaman şunu anlıyorum: yasa yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır yoksa özel bir kişiyi ya da özel bir davranışı dikkate almaz” (11). Rousseau’da adalet nesnel bir olgu, kanun ise onun somut bir uygulamasıdır. Yasaların genelliği, yasaların toplumu oluşturan bütün fertler tarafından, yine toplumu oluşturan bütün fertlere uygulanmak üzere çıkarılması gerekliliğini deyimler. Yani, yasaların çıkarılmasında, yöneltilmesinde, kayırmasında ve bağlamasında toplumu oluşturan bütün fertler aynı ve eşit hak ve yükümlüklere sahip kılınmalıdır, aksi durumda yasalar ‘genellik’ niteliklerini yitirmiş olurlar. “Genel irade” toplumu oluşturan bütün fertlerin iradelerinin toplamından oluştuğuna göre, “genellik” niteliğini yitiren yasalar, genel iradeyi değil, olsa olsa özel iradeyi yansıtır; bu durumda ise toplum düzeni bozulmaya doğru gidiyor demektir.

E. Egemenlik ve Genel İrade
Rousseau’nun düşüncesine göre, “Sosyal Sözleşme” oy birliği ile yapılan bir anlaşmadır. Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade, devlette egemenliğin sahibidir. Egemenlik genel iradenin uygulanmasından başka bir şey değildir: dolayısıyla egemenlik başkasına devredilemez ve ayrıca, bölünemez. O’nca, “egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmadığı için hiç bir zaman başkasına geçirilemez; birleşimli-kolektif bir varlık olan egemen varlığı da ancak yine kendisi temsil edebilir; iktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez” (12). Dolayısıyla Rousseau ‘temsili demokrasi’yi kabul etmez. Halk bazı kimseleri görevlendirir ama onlar asla temsilci değildir. Egemenlik bölünmezdir: Demek ki Montesquieu’nün öngördüğü gibi yasama, yürütme ve yargı ayrımı yapılamaz, çünkü bu durumda bir bütünün parçalanması söz konusudur. Egemenliğin en ilginç bir yönü de yanılmazlığıdır: O, her zaman kanun yararını gözetir, doğruya yönelir: Ve kuşkusuz yanılmayan, bölünmeyen, devredilmeyen egemenlik salt olacaktır, etkinliği buna bağlıdır. Eleştirel olarak bakıldığında, Rousseau’nun bu anlayışının tehlikeli sonuçlara yol açabilir nitelikte olduğu ortadadır: Çoğunluğun her zaman haklı ve yaptığı her işin doğru olduğunu ileri sürmek, çoğunluğun baskısını meşrulaştırır. Çünkü haklılık, sayısal bir olgu değildir, hakikat değerine bağlıdır. Hakikat değerini algılamak veya bulgulamaksa, belli toplumsal ve çevresel koşullar içinde oluşan, gerek bireysel gerekse kolektif çabalarla olur (13).
Rousseau düşüncesinde, toplum yaşamında değer ölçüsü “genel irade” olarak kabul edilince, egemenlik de bu genel iradenin somut güç şeklini alması olarak benimsenir: Egemen olan, her zaman bu genel irade olmalıdır.

F. Doğal Yaşam
Rousseau, özgün düşüncesini oluştururken, benzeri diğer düşünürlerde olduğu gibi “doğal yaşama” varsayımından yola çıkmıştır. Doğal yaşama döneminde, o zamanın insanı bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan dolayı diğer insanlara muhtaç değildi. Doğa ve doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyordu, dolayısıyla bu dönemde insanlar arasında her hangi bir çekişme veya çatışma söz konusu olmamaktaydı. Doğal insan her hangi bir kişiye veya nesneye bağlı olmadığından ve düşünme olayıyla da yakından ilgilenmediğinden dolayı, kalbi mutlulukla doluydu. Bu dönemde, doğa herkese yettiğinden, mülkiyet ve insanlar arası ilişkiler gelişken olmadığından dolayı eşitsizlik ve hukuk kuralları yoktu. Doğal insanın ölçüsü kendisiydi ve bağımsızdı. “Ormanlarda avare dolaşan, hiç bir hüneri olmayan, konuşmayı bilmeyen, evi-barkı, savaşları, bağlantıları olmayan, hemcinslerine ya da onlara zarar vermeye hiç gereksinmesi olmayan, hatta onlardan hiç birini tanımayan, çok sayıda tutkusu olmayan, kendi kendine yeten vahşi insan, sadece bu duruma uygun duygulara ve bilgilere sahipti” (14). Ancak her şey böyle sürüp gitmedi. İnsanlar çoğalınca ve toprak bölüşülünce, gittikçe “uygarlık” kökünü kurmaya başladı. Derken, mülkiyet ve bunun doğal sonucu olarak eşitsizlik çıktı ortaya.
Yozlaşmanın başlıca nedenlerinden birisi eşitsizliktir. Eşitsizliği, hak ve haksızlık kavramlarını getiren, ve bencilliği yerleştiren özel mülkiyet olgusu olmuştur. Geriye, doğal duruma dönülemeyeceğine göre, kültürü yeniden doğaya yaklaştırmakla, şimdiye kadar ki gelişmenin olumsuz sonuçları bir yere kadar da olsa giderilebilir. Bunun için de, bir yandan insan tüm yanlarını geliştirecek doğal bir eğitimle yetiştirilmeli; öbür yandan da toplumun, herkesin doğal haklarını güvence altına almış bir biçimi olmalıdır (15).

III. TOPLUM SÖZLEŞMESİ

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” tümcesiyle girer ünlü yapıtı “Toplum Sözleşmesi”ne düşünür. Rousseau’nun düşünceleri bir bütün olarak ele alındığında, bu “zincirler”in, insanlığın gittikçe doğal yaşamdan uzaklaşması ve kendi elleriyle yarattığı nesne ve kuralların kölesi olma durumuna girmesinden kaynaklandığı anlaşılacaktır.
Ünlü düşünür, olguları değerlendirirken bu olguların içinde bulunduğu fizik-fizikötesi ortamı göz önünde bulundurma gerekliliğini hiç bir zaman gözardı etmemiştir. Bu bağlamda örneğin, Aristoteles’in kölelik konusundaki düşüncelerini değerlendirirken, Aristoteles’in haklı olduğunu, ama sonucu neden saydığını; oysa kölelerin zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirdiklerini, köleliklerini sever olduklarını; sonuç olarak, kölelik doğal bir duruma gelmişse bunun doğallığa aykırı bir yaşam biçiminin sonucu olarak gerçekleştiğini belirtir.
O’nca, en güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güç hak yaratmaz; ve, insan ancak haklı güce boyun eğmelidir. Bu mantıksal ve doğal çıkarsamayı yaptıktan sonra, düşünür, ilk çıkış noktası olarak şu tümceyi kurar: “Madem hiç bir insanın, benzeri üstünde doğal bir yetkesi yoktur ve madem kaba güç bir hak yaratmaz, öyleyse insanlar arasında her çeşit haklı yetkenin temeli olarak kala kala yalnız sözleşmeler kalıyor” (16). Dolayısıyla insanlara düzenli ve âdil bir toplum hayatını gerçekleştirebilmeleri için bir tek çıkar yol kalmaktadır ve bu da toplum sözleşmesi’dir. Yazara göre bütün insanların oybirliği ile gerçekleştirilen tek sözleşme ‘toplum sözleşmesi’dir. Öyle ki, bu gerçekleştirildikten sonra artık kimselerin buna karşı koyma güç ve hakları olmayacaktır. “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun” (17). İşte toplum sözleşmesinin çözümünü bulduğu ve sunduğu ana sorun budur. Bu sözleşmeyle toplum üyelerinden her biri, bütün haklarıyla birlikte kendini baştan başa topluma bağlar; bu, aynı zamanda -herkes için geçerli olduğundan- hiç kimseye bağlanmamakla özdeştir. Kısaca, toplum sözleşmesiyle toplumun her ferdi, bütün varlığını genel istemin emrine verir ve her üye bütünün bölünmez bir parçası kabul edilir. Yazar, böylece toplumun bir ‘tüzel kişilik’ edindiğini; kurucuları olan insanların, bu tüzel kişilik içerisinde ‘ortak’ işlevini gerçekleştirdiklerini ve bu kişilerin bir birlik olarak halk, egemen gücün birer üyesi olarak teker teker yurttaş, devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak ta uyruk konumunda olduklarını belirtir.
Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramı aynı zamanda egemenliğin sujesini oluşturan kişilerin ‘çıkar birliği’ olgusunu da kapsar. Toplum sözleşmesine katılan birey, kendisinin bütün yetkilerini bir anlamda topluma aktarmıştır. Bu aktarma toplumu oluşturan bütün bireyler için söz konusu olduğundan dolayı, ortada bir kaybediş olmayacaktır. Birey, bir bütün olarak topluma bağlandığında bir anlamda özgürlüğünü de kazanmaktadır. Ancak bu özgürlük, “doğal insan”daki sınırsız ve bir başıboşluk özgürlüğü olmaktan çok, sosyal ve medeni bir özgürlüktür. Toplumu oluşturan bütün fertler sosyal sözleşmeye katılınca artık kişinin çıkarı toplumun çıkarı, toplumun çıkarı kişinin çıkarı demek olacaktır. Genel istenci saymamaya kalkan kişi, karşısında, onu bu genel istence uymaya zorlayan bütün toplumu bulacaktır. Bu zorlanma, yazara göre, “yalnız özgür olmaya zorlanmaktır” (18). İnsanlar toplum sözleşmesiyle doğal özgürlüklerini ve isteyip elde edebilecekleri şeyler üzerindeki sınırsız haklarını kaybetmelerine karşılık, toplumsal özgürlüğü ve “elindeki şeylerin sahipliğini” kazanmaktadırlar. Peki, temel sözleşme doğal eşitliği ortadan kaldıracak mıdır? “Hayır” diye yanıtlar bunu yazar; aksine, doğanın insanlara sunduğu maddi eşitlik yerine, manevi ve haklı bir eşitlik getirir. İnsanlar hukuk ve sözleşme aracılığıyla eşit olurlar.
Yazara göre, yalnız genel irade (istenç) devletin güçlerini devletin kuruluş amaçlarına, yani, herkesin iyiliğine uygun olarak yönetebilir. Aynı zamanda, genel irade her zaman doğrudur (19) ve kamusal yararlara yöneliktir. Ancak yazar, bundan, halkın kararlarının her zaman aynı doğrultuda olduğu sonucunu çıkarmaz. İnsanlar, her zaman kendi iyiliklerini düşünür olmalarıyla birlikte, bunun ne olduğunu her zaman kestiremezler. Halk hiç bir zaman bozulmaz, ama çoğu kez aldatılabilir. Burada, “halkın çoğu kez aldatılabileceği” üzerinde durmak gerekir. Rousseau’nun düşüncelerinin bir bütün oluşturduğu her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Değer ölçüsü, genel istençtir; genel istenç toplumu oluşturan insanların istencinden oluşur. Doğru ve kamusal yararlara yöneliktir. Ancak bu genel istencin, doğru ve kamusal yararlara yönelik olması için “halkın aydınlatılmış olması” bir koşuldur. Yazar genel istencin doğru ve kamu yararlarına yönelik olduğunu belirtirken, bu koşulu, başka bir deyimle ayrık durumu belirtmeyi ihmal etmemiştir yine de. Ayrıca genel istenç, gerçekten genel olabilmek için, özünde olduğu kadar konusunda da genel olmalı, herkese uygulanmak üzere herkesten çıkmalıdır. Aksi halde, yani, genel istenç herkese uygulanmak üzere, herkesten çıkmadıkça veya kişisel ve belirli bir konuya yönelirse genelliğini yitirecektir. Toplum sözleşmesi, toplumu oluşturan fertler arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve herkesin aynı haklardan yararlanması söz konusu olur. Böylece, genel istencin oluşturulmasında ve yöneltilmesinde, bağlanmasında ve kayırmasında yurttaşlar arasında tam bir eşitlik sağlanmalıdır.
Toplum sözleşmesinin amacı sözleşmeyi yapanların korunmasıdır. Bu koruma genel istencin işlemleri olan yasalar aracılığıyla yapılır. Yasaların konusu ise geneldir: bu, yasaların hiç bir ayrım yapılmaksızın bütün yurttaşlara eşit bir şekilde uygulanması gerekliliğini kapsar: yasalara her kes uymalıdır. Yazara göre hükümet, yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür (20). Ancak, halk, hiç bir zaman kendi yaptığı yasaları uygulamakla görevli olanlara herhangi bir sözleşmeyle bağlı sayılamaz. Yöneticiler egemen varlıktan aldıkları yetkiyi yine onun adına kullanırlar. Halkın genel istenci, yöneticilere tanıdığı bu gücü dilediği şekilde sınırlayabilir, değiştirebilir, hatta dilerse geri alabilir. Kısaca, genel istenç yasaları belirler; yöneticiler yasalar çerçevesinde toplum işlerini yürütür; yurttaş ta aynı zamanda kendi istencini yansıtan bu yönetime uyar. Aksi halde, yani, üstün varlık yönetmeye, yönetici yasalamaya, vatandaş ta buyrukları hiçe saymaya kalkışırsa toplum düzeni bozuluyor demektir (21).
Yazar yönetimlerin bozulmasını da ele alır: Bir devlet içinde değişikliğin temel kaynağı yöneticilerin istencinin genel istenç üzerindeki sürekli baskısıdır. Bu bozulma genellikle iki yoldan olur: Biri, hükümetin sıkışıp daralması, öteki de devletin genişlemesi, çok dağılmasıdır. Hükümetin daralması yönetici sayısının kısılması olmasına karşılık, devletin dağılması yöneticilerin devleti yasalara göre yönetmemesidir.
Yazar, düşüncelerinde özgürlük ve eşitliğe özel bir önem vermiştir. Öyle ki, özgürlükten vazgeçmek insan olmaktan vazgeçmekle özdeşleştirilmiştir. Bu özgürlüğü korumak için öyle bir toplum kurmalı ki, malımızı, canımızı koruyan üstün kuvvet, aynı zamanda toplum dışında tek başımıza yaşadığımız günlerin bağımsızlığını da sağlayabilsin bize (22). Bu da, ancak toplumu oluşturan bütün fertlerin, bütün haklarını topluma aktarmasıyla mümkün olacaktır. Bu durumda, tüm fertler tüm haklarını topluma aktardığından dolayı, toplumu oluşturan bütün insanlar arasında tam bir eşitlik oluşacaktır. Her insan, bütün varlığını topluma aktarınca, aynı zamanda bütünün bölünmez bir parçası olacaktır. Diğer yandan, bütün kişisel hakların bir arada toplanmasıyla bir bütün ortaya çıkacak, bu durumda da bütünün çıkarlarıyla bütünü oluşturan parçalar işlevinde olan bireylerin çıkarları özdeşleşecektir. Topluma saldıran bireye, bireye saldıran topluma saldırmış olacak; toplumun yararı bireyin, bireyin yararı toplumun yararı olmuş olacaktır.
‘Egemenlik’ deyince, anlamını yasada bulan genel yararlanmayı anlar Rousseau (23). Toplumu oluşturan bireylerin teker teker özel istek ve çıkarlarının bir ortak yanı vardır. Bu ortak yanlılık, insan olmaktan kaynaklanır. Özel istek ve çıkarların ortak bir yanı bulununca ve genel istek de bu ortak istek ve çıkarlardan oluşunca, egemenlik artık bu genel isteğin pratiğe geçirilmesi olacaktır. Genel istek fertlerin özel istek ve çıkarlarını yansıttığına göre, genel isteğe karşı koyan bir kimse aynı zamanda kendi özel istek ve çıkarlarına da karşı koymuş olacaktır. Bu durumda bu kişiyi “özgürlüğe zorlamak” topluma tanınmış bir hak ve görev sayılacaktır. Meşruluğunu bu genel istekten alan egemenliğin, kendine özgü bazı özellikleri vardır: ilk olarak, egemenlik “bırakılmaz”dır; halkın varlığı istemin varlığıyla gerçekleştiğine göre, kendi istemini bırakan halk, halk olmaktan çıkar. Zaten yazara göre, milletvekilleri halkın temsilcileri değil görevlileridir, bütün işlemleri halkın onaylamasına bağlıdır; istenç halktan koparılamaz. İkinci olarak, egemenlik “bölünmez”dir; egemenlik genel istekten oluştuğuna göre, genel istek te halkın bütününün isteğini yansıttığına göre, bölünen egemenlik genelliğini yitirecek, özel istek olacaktır. Üçüncü olarak, egemenlik “yanılmaz”dır: Rousseau burada, genel istencin doğrulunu ve şaşmazlığını, ayrıca halkın yararına yönelmişliğini kabul eder; ancak bu, halkın yargılarında yanılmazlığını göstermez, halkın yanılmazlığı onun aydınlanması koşuluyla gerçekleşebilir. Aydınlanmanın gerçekleşebilmesi için ise, her yurttaşa kendi düşüncelerini belirtebilme olanağı sağlanmalıdır. Son olarak, egemenliğin bir diğer özelliği ise onun “salt” oluşudur; ancak egemenliğin salt oluşu ona, halkın çıkar ve istemlerine aykırı işlemlerde bulunma hak ve yetkisini hiç bir zaman veremez. Burada dikkat edilmesi gereken, yazarın bu saltlığı bir kişiye veya sınıfa değil, bütün halkın kendisine tanıması durumudur.
Toplum sözleşmesinin ortaya çıkardığı toplumsal yapı, genel istencin yansıması olan yasalar aracılığıyla olur. Yazar, adaletin tanrıdan geleceğine inanırsa da insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerini de aklı almaz pek. Toplum düzeninde tanrının yerini artık, egemen varlık olan genel istenç almıştır. Bu varlık, kendine amaç olarak toplumun ortak çıkarlarını kabul ettiğine göre, işlemleriyle adaletsizliğin doğmasına yol açmayacaktır. Yasanın ilk özelliği genelliğidir; yasalar bütün insanlar tarafından, bütün insanlara uygulanmak üzere çıkarılmalıdır, aksi halde, yani yasaların bu genellik niteliklerini yitirmesi halinde gerçek anlamda yasadan söz edilemeyecektir. Yasa koyma hak ve yetkisi ise halkın kendisindedir; bir yasa tasarısının toplumca oylanması, bu tasarının genel istence uygunluğunu belirtmek içindir. Yasalardan amaç özgürlüğün ve eşitliğin sağlanmasıdır (24). Ayrıca yazara göre, yasaların bir kutsal yanı da vardır, çünkü tanrının değişmez yasalarına uymak olanağını verirler insana.
Rousseau sonuçta “doğal durum”a artık dönülemeyeceğini de iyice kavramıştır. O’nca, kültür bütün sonuçlarıyla bir olgudur; doğa durumu bir daha geri dönmemek üzere ortadan çekilmiştir. Ancak insanların doğa durumundan çıkmış olmaları, onların bir daha bu doğa durumundaki mutluluğa erişemeyeceklerini göstermez. Doğa durumundan çıkan insanlık, bu hedefe, kültür yaşamını yeniden doğa durumuna yaklaştırmakla ulaşabilir. Şimdiye kadar ki eğitim, insanın kişiliğini hem vücudu hem de ruhu bakımından engellemiştir; yapmacık bir sistemle, doğal hareket gereksinmelerini baskı altında bulundurmakla vücudu yozlaştırmış, otoriteye dayanan bir öğrenme ve tek yanlı teorik bir yetiştirme ile ruhu bozmuştur. Ruh eğitiminin ağırlık merkezi ise, ruhun etkinliklerinin ‘doğal’ temeli olan duygu olmalıdır (25). Yazar, düşüncesinde insanın duygu yönüne gereken önemi vermiş, çağının ve de çağımızın ‘insanın kendisinin yarattığı nesnelerin uydusu olma durumu’nu ayrımsamıştır. Onun isteği, soğuk ve yavan entellektualizm’den kurtulmaktır; bunun da çözümünü, kuru akılcılık yerine canlı duyguyu koymada, duygunun hakkını ve değerini korumada bulur (26).

IV. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMININ ANAYASAL ETKİLERİ

Toplum sözleşmesi, kişisel hakları devlet içinde toplayan ve kuvvetlenmiş olarak geri dağıtan bir prosedürü kapsamaktadır. Bunun sonucu olarak, toplum sözleşmesiyle insanlar, doğa durumundaki eşitlik ve özgürlüklerini korurlar. Burada değişen tek durum, doğa durumunda sınırsız ve başıboş olan özgürlüğün, toplum sözleşmesiyle daha sosyal ve medeni bir niteliğe; doğa durumundaki doğal eşitliğin, toplum sözleşmesiyle hukuksal bir eşitlik niteliğine bürünmesidir. Yani insanlar, doğa durumundan yoksun kalıp toplum sözleşmesi aşamasına girmekle, zararlı değil aksine daha kazançlı bir duruma gelmişlerdir, -doğal olarak- toplum sözleşmesinin işlevini tam anlamıyla gerçekleştirmesi koşuluyla.
Kanun genel istencin açıklanmasından başka bir şey olmadığı için; hiç bir emir, eğer kanuna, kanun demek olan genel istence uygun değil ve ona dayanmıyorsa yasal değildir. Yine yazar için, egemenlik bırakılamayacağı gibi, zaman aşımıyla da düşmez ve bölünemez. Hükümetin veya yürütme erkinin belirli kişi veya organlara bırakılmış olması, egemenliğin halktan alınmış olmasını gerektirmez; halk, yöneticileri her zaman değiştirebilir, yetkilerini sınırlayabilir.
Yazarın bütün bu düşünceleri göz önüne alındığında, Fransız Devriminin bu anlayış üzerine kurulduğu ayrımsanacaktır. Bu dönüşümde Montesquieu’nun ve diğer önlü düşünürlerin etkili olduğu yadsınamazsa da, en çok etkin olanın Rousseau’nun düşünceleri olduğu da bir gerçektir (27). Bu düşünceler, biraz değişime uğramakla birlikte, 1789’da kabul edilen ve zamanla o günün anayasalarının başına konan İnsan Hakları Bildirgesinde bütünleşti. Bazı değişikliklerle Fransa ve Belçika anayasalarına geçen İnsan Hakları Bildirgesinin ilkeleri, bu iki ülkenin anayasalarından bizim anayasamıza da geçti. Dolayısıyla Türk anayasasının tarihsel kaynağını, dahası, modern anayasaların kaynağını bulmak için bu ilkelere kadar inmek gerekir (28). Zaten Fransız İnsan Hakları Bildirisinin, İngiliz ve Amerikan Anayasalarının doğal hukuk düşüncesinin etkisinde kalınarak oluşturuldukları ve Rousseau’nun da doğal hukuk düşüncesinin temsilcisi olduğu göz önüne alınırsa; yazarın, düşünceleriyle Modern Anayasaların oluşumunda ne denli etkin olduğu daha bir anlaşılacaktır. Fransa’da 1793 tarihli Montagnarde Anayasası, Rousseau’nun halk egemenliği düşüncesine dayanılarak kaleme alınmıştı. Bu, bir anlamda “yöneten demokrasi” olarak kabul edilir (29). “Yönetilen demokrasi”lerde temsilciler halk iradesini yansıtanlar değil yaratanlar işlevinde olmalarına karşılık, “yöneten demokrasi”de egemenlik halka aittir ve hiç bir şekilde devredilemez. Anayasanın ve buna bağlı olarak diğer yasaların oluşturulmasında halk, egemenliğini kendisi kullanır. 1793 anayasası Fransa’da hiç uygulanmadıysa da, çok daha sonraları 1945 yılında kurucu mecliste Fransız komünistleri tekrar bu anayasadaki halk egemenliği anlayışını savunmuşlardı (30).
Zamanla halk egemenliği anlayışı, yerini, onun ‘sivri yanlarının yumuşatılmış şekli’ olan Milli Egemenlik anlayışına bırakmıştır. Bu anlayışta artık millet, bölünmez bir bütün olarak kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir varlığa sahiptir. Yani, millet kendisini oluşturan bireylerin toplamı değil, fakat onların iradelerinden ayrı, üstün bir varlıktır. Halk belli bir dönemde yaşamakta olan bireyleri, somut bir varlığı ifade ettiği halde; millet, belli bir dönemde yaşayanları değil, fakat geçmiş ve gelecek nesilleri kapsayan manevi bir varlıktır (31). 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne göre (3.madde) “her egemenliğin özü esas olarak millettedir, hiçbir organ, hiç bir kişi açıkça milletten kaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz”; 3 Eylül 1791 tarihli Fransız Anayasasına göre ise (3.başlık, 1.madde), “egemenlik tektir, bölünemez, devredilemez ve zaman aşımına uğrayamaz, millete aittir, halkın içinden hiçbir bölüm ya da fert bu egemenliğin kullanılmasını kendisine mal edemez”. Milli Egemenlik Teorisi, Fransa’da daha sonraki Anayasalarda-1793 Anayasası dışında- temel bir ilke olarak yer almıştır, ayrıca bu ilke kıta Avrupa anayasalarında da çıkış noktası olmuştur (32).
Türkiye’de de bu anlayışın benimsenmesi ilk olarak 1921 anayasasında kendisini gösterir; buna göre (1.madde) “hakimiyet bilakayd-ü şart milletindir.” Böylece, milli egemenlik düşüncesi anayasa ilkesi haline gelir ve sonraki cumhuriyet dönemi anayasalarında da yer alır. 1921 ve 1924 anayasalarında egemenliğin kullanılmasında tek yetkili organ TBMM olmasına karşılık, 1961 ve 1982 anayasalarında TBMM egemenliği kullanan organlardan sadece birisi haline getirilmiştir (33).

DEĞERLENDİRME

Bu düşünceleriyle Rousseau bütün çağdaş demokrasilerin bir bakıma öncüsü olmuştur. Rousseau, Rönesans’tan beri gelişen Avrupa kültürünü irdelemiş ve bunun olumsuz yanlarını eleştirmiştir. İnsanlık kültürünün göz kamaştıran bir gelişme ve ilerleme içinde bulunduğuna inanan bir çağın ortasında Rousseau; bu kültürün insanı gerçek doğasından soyutladığını, duygunun raftan kaldırılarak bütün değerlerin akla göre biçilmesiyle insanın gittikçe bir mutsuzluk içine itildiğini savunmuştur. Rousseau’nun felsefesi, duyguyu insan yaratılışının temel gerçeği olarak ileri sürmekle, akla büyük inanı ve güveni olan “Aydınlanma”da çok önemli bir değişmenin göstergesi olmuştur. Bu bağlamda, Rousseau’nun Aydınlanma felsefesini sona erdirecek, hiç olmazsa sarsacak anlayışların başlıca kaynaklarından birisi olduğu söylenebilir (34). Zaten yazarın büyüklüğü bir bakıma ondaki bu ‘çağını eleştirmede başarıya ulaşma’ yeteneğinden kaynaklanır. Uygarlık ve teknolojinin ilerleyerek insanın eşitlik ve özgürlüğünün esaslılığının yitirildiği bir çağda, yazar, kültürün doğaya uygunluğu yolunda uğraşlarda bulunmakla ancak çözüme ulaşılabileceğini savunmuştur. Zaten yazar, devletin varlık amaçlarının başında da bu ‘doğallığı gerçekleştirme’ öğesine özellikle değinir.
Rousseau’nun düşüncelerinin uzun süre etkinliğini sürdürmesinin temelinde neden olarak, yazarın özgürlük ve eşitlik düşüncesine verdiği önem yatar. Yazar, insanların en önemli varlıklarının özgürlük olduğunu, özgürlükten caymanın insanlıktan caymakla özdeş olduğunu; özgürlüğü elde etmenin güç olmasına karşılık onu bir kez yitirdikten sonra elde etmenin artık olanaksız olduğunu vurgulamıştır. Diğer yandan yazar, insanlar arasında tam bir eşitliği savunmuş ve sosyal bütünün üstün gücüyle kişilerin özgürlüğünü bir madalyonun iki yüzü olarak görmüştür. Bu açıdan, Rousseau’nun eşitlik ilkesini düşüncesinin temeli yapmasının onu Marxist görüşe yaklaştırdığı ileri sürülmüşse de; Rousseau ‘hukuksal anlamda’ özgürlüğün savunuculuğunu yapmış olmasına karşılık, Marxizm’deki eşitlik anlayışı sosyal ve ekonomik bir eşitliği yansıtır (35).
Sonuç olarak, Rousseau’yu çağının koşullarını ve renkli kişiliğini göz önüne alarak değerlendirmek gerektiği göz ardı edilmemelidir. Aydınlanma çağ öncesinin “devlet benim” anlayışı karşısında halk egemenliğini savunmanın olumlu ve özgürlükçü bir çaba olduğunda hiçbir kuşku olamaz (36).


Doç.Dr.Ahmet Gürbüz

(*)Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı

(1) J. J. Rousseau: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991, s. 3; Niyazi Öktem: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993, s.179.
(2) Friedrich A. Hayek: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995; Macit Gökberk: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980, s.383.
(3) Giorgio Del Vecchio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut Kemal Yetkin), Mârif Vekilliği Yayını,1940, s. 77
(4) J. J. Rousseau : Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990. s.14.
(5) J. J. Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 20.
(6) J. J. Rousseau : İtiraflar, II. Cilt ( çev. Arif Obay), İstanbul, 1991, s. 5.
(7) J. J. Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990, s.79.
(8) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s.135.
(9) Rousseau; İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 135.
(10) Öktem, s. 180.
(11) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 48-49.
(12) Rousseau : Toplum Sözleşmesi., s. 35.
(13) Öktem, s. 181-182.
(14) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 128.
(15) Macit Gökberk : Felsefenin Evrimi, İstanbul, 1979, s. 73.
(16) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 18.
(17) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 25.
(18) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 29.
(19) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 39.
(20) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s, 69.
(21) İlhan Akın: Kamu Hukuku, İstanbul, 1979, s. 168.
(22) Akın, s. 161.
(23) Akın, s. 161.
(24) Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 63.
(25) Gökberk: Felsefe Tarihi, s. 385 .
(26) Gökberk: Felsefe Tarihi. s. 385.
(27) Del Vecchio, s. 80.
(28) Del Vecchio, s. 80.
(29) Erdoğan Teziç: Anayasa Hukuku, Beta basın, yayın, dağıtım A.Ş. yayını, 1 basım, s. 89.
(30) Teziç, s. 89.
(31) Teziç, s. 90.
(32) Teziç, s. 92.
(33) Teziç, s. 92.
(34) Gökberk: Felsefenin Evrimi, s. 774.
(35) Hayek, s.198-199; Ayferi Göze: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, 1986, s.216-217.
(36) Öktem, s. 182.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA

AKIN, İlhan : Kamu Hukuku, İstanbul, 1979.
DEL VECCHİO, Giorgio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut KemalYetkin), Mârif Vekilliği Yayını, 1940.
GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980.
GÖKBERK, Macit: Felsefenin Evrimi, İstanbul, 1979.
GÖZE, Ayferi: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul, 1986.
HAYEK, Friedrich A.: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995.
ÖKTEM, Niyazi: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991; II. Cilt (çev. Arif Orbay), İstanbul, 1991.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990.
ROUSSEAU, Jean-Jacques: Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990.
TEZİÇ, Erdoğan : Anayasa Hukuku: Beta Basım, Yayım, Dağıtım A.Ş. yayını, 1. baskı.

Share/Save/Bookmark

Fareler ve İnsanlar...



"Bizim gibiler, yani çiftliklerde çalışanlar, dünyanın en yalnız adamlarıdır. Aileleri yoktur. Yerleri yurtları yoktur. Bir çiftliğe gidip üç beş kuruş için gece gündüz çalışırlar, sonra şehre inip bütün paralarını çarçur ederler, ertesi gün bir bakmışsın yine bir çiftliği n yolunu tutmuşlar. Böylelerinin hayattan hiçbir beklentileri yoktur."

Bizim gelecek için planlarımız var. Bizim iki çift laf edecek, halimizden anlayan bir dostumuz var. Gidecek başka yeri olmayan, meyhane köşelerinde parasını çarçur eden adamlardan değiliz biz. Onlar kodese düşüp o delikte çürüseler bile kimsenin umurunda olmaz. Ama biz başkayız."

(...)

* Tanıdığın biriyle gezmek yalnız olmaktan çok daha iyi...

" İkinizin birlikte dolaşmanız ne garip," dedi. Bu sözleri soğukkanlı bir tavırla, karşısındakini açılmaya davet eden bir sesle söylemişti.

George savunmaya geçerek, "Nesi garipmiş?" diye sordu.

Bilmem ki. Böyle birlikte dolaşan adama az rastlanır. Ben beraber gezen pek kimseyi görmedim. Gündelikçileri bilirsin, gelirler, bir yatağa yerleşirler, bir ay çalıştıktan sonra da tek başlarına çekip giderler. Kimse kimseyi umursamaz buralarda. Onun gibi bir kaçıkla senin gibi akıllı bir adamın birlikte dolaşması biraz garip."

Lennie kaçık değildir," dedi George. "Kuş beyinlinin tekidir ama deli değildir. Hem benim de o kadar akıllı olduğum söylenemez. Azıcık aklım olsaydı hala elli papelle bir döşek, bir kap da yemek uğruna arpa taşıyor olmazdım. Akıllı bir adam olsaydım, hatta azıcık kafam çalışsaydı başkalarının işini göreceğime kendi toprağımı ekip biçiyor olurdum. Angaryayı biz çekiyoruz, kaymağını başkaları yiyor."

Lennie iyi bir adam dedi Slim. “İnsanın iyi olması için akıllı olması gerekmez. Hatta bazen tam tersi gibi geliyor bana. Akıllı adamların çoğu içten pazarlıklı oluyor.”

“Benim kimsem yok” dedi George. “Tek başına bir çiftlikten öbürüne gezen adamlar gördüm. İyi değil öylesi. Hiç eğlenmiyorlar. Sonunda aksi adamlar olup çıkıyorlar. İşleri güçleri ona buna sataşmak oluyor.”

(...)

" Ansızın susup havayı kokladı, sonra koklamaya devam ederek yerdeki yaşlı köpeğe baktı. "Leş gibi kokuyor bu it. Çıkar şunu buradan Candy! Dünyada en pis kokan şey, yaşlı bir köpektir zaten. Çıkarın şunu dışarı."

Candy yattığı yerde yuvarlanarak yatağının kenarına geldi.

Uzanıp yaşlı köpeği okşadı, özür dilercesine, "Burnumun dibinde olmasına o kadar alıştım ki, koktuğunun farkında değilim," dedi.

"Benim burnumun direği kırılıyor ama," dedi Carlson. "lt oğlu it gittikten sonra bile kokuyor burası." Geniş adımlarla köpeğin yanına gidip baktı. "Dişleri dökülmüş. Romatizmadan kemikleri takırdıyor. Sana bir hayrı olmaz artık Candy. Kendine bile hayrı yok bunun. Neden onu vurmuyorsun?"

~ İhtiyar adam huzursuzca kıpırdandı.. "Neden mi ... Şey ...

Öyle uzun zamandır benimle ki. Daha yavruyken aldım onu. Birlikte koyun sürüleri güderdik." Gururla ekledi, "Şimdi hiç göstermiyor belki ama, gelmiş geçmiş en iyi çoban köpeğiydi.

Candy mutsuzca etrafına bakındı. "Olmaz," dedi usulca.

"Olmaz öyle şey. Ne zamandır benimle."

"Hayvan eziyet çekiyor," diye üsteledi Carlson. "Hem de leş gibi kokuyor. Sen beni dinle. İstersen onu ben vururum. Böylece bu işi sen yapmış olmazsın."

Candy bacaklarını ranzadan sarkıttı. Sinirli hareketlerle yanağındaki kır sakalları kaşıdı. Yumuşak bir sesle, "Çok alıştım ona," dedi. "Elimde büyüdü."

"İyi ama ölmesine izin vermeyerek kötülük ediyorsun ona," dedi CarIson. "Slim'in köpeği yeni yavruladı. Eminim yavrulardan birini sana seve seve verir, öyle değil mi Slim?"

Arabacı sakin bakışlarla köpeği inceliyordu. "Elbette," dedi. "İstersen sana bir yavru verebilirim." Zihnindeki düşüncelerden sıyrılmak ister gibi silkindi. "Carl haklı Candy. Köpeğin kendine bile hayrı kalmamış. Onun gibi yaşlanıp elden ayaktan düşsem ben de biri beni vursun isterdim."

Candy yalvaran gözlerle Slim'e baktı, ne de olsa onun sözü kanun sayılırdı. "Ya canı yanarsa," dedi. "Hem ben ona bakmaktan şikayetçi değilim ki."

Carison, "Dediğim yerden vurursam bir şeycik hissetmez," dedi.

* O köpeği kendim vurmalıydım George. Yabancının birine bırakmamalıydım bu işi...

(...)

Crooks yeniden güldü. "İnsan sana istediğini anlatabilir, kimseye laf taşıyacak halin yok. İki hafta sonra yeterince büyümüş olurlar. Şu George da işini biliyormuş ha. Konuş Allah konuş, nasıl olsa anlamıyorsun." Hevesle Lennie'ye doğru eğildi. "Zenciyim ya, hem de kamburum, onlara göre ne desem boş. Çaktın mı? Neyse, nasıl olsa unutacaksın. Ben çok gördüm sizin gibilerini, adamın biri anlatır da anlatır, öbürü dinlemiş dinlememiş hiç fark etmez. Önemli olan anlatacak birinin olması. Hiç konuşmasan da birlikte oturursun. Anlamış anlamamış fark etmez." Crooks iyice coşmuştu, bir eliyle dizine vurdu. "George sana ipe sapa gelmez şeyler de anlatsa fark etmez. Anlatacak biri var ya, önemli olan o. Bir can yoldaşın varsa gerisi fark etmez. O kadarı yeter adama." Susup bir süre düşüncelere daldı.

"Senin için George var. Geri geleceğini biliyorsun. Ya hiç kimsen olmasaydı. Ya zenci olduğun için seni yatakhaneye almasalardı, onlarla kağıt oynamana izin vermeselerdi. Hoşuna gider miydi? Ya burada oturup kitap okumaktan başka yapacak hiçbir şeyin olmasaydı. Hava kararana kadar at nalı oynayabilirsin tabii, ama hepsi o kadar. Sonra odana tıkıl, oku babam oku. Kitaplar neye yarar ki. İnsana insan gerek, bir can yoldaşı gerek." Sesi ağlamaklı çıkıyordu artık. "İnsan yalnızlıktan kafayı yer. Kim olduğu fark etmez, yeter ki biri olsun," diye haykırdı. "İnsan yalnızlıktan hasta olur be."

Lennie korkuyla tekrarladı, "George geri gelecek. Hatta belki de gelmiştir. Ben gidip bir bakayım."

"Seni korkutmak değildi niyetim," dedi Crooks. "George geri gelecek. Ben kendimden söz ediyordum. Düşünsene, adamın biri geceler boyu tek başına oturuyor burada. Kitap falan okuyor, düşünüyor, öyle şeyler işte. Bazen aklına bir şey geliyor ama doğru mudur, yanlış mıdır soracak kimsesi yok. Ya da bir şey gördüğünü sandı diyelim, sahiden var mı o şey yoksa ona mı öyle geldi bilemiyor. Yanında biri olsa sorarsın, 'Sen de gördün mü?' diye. Tek başına nereden bileceksin. Danışacak kimse yok. Burada bazı şeyler gördüğüm oldu. Sarhoş değildim. Rüya mıydı bilmiyorum. Yanımda biri olsaydı bana rüya gördün derdi, ben de rahat ederdim. Ama bilmiyorum işte."

Candy odaya girdi, çekingenliğini üzerinden atamamıştı. “Güzel bir yerin varmış” dedi. “İnsanın böyle kendine ait bir odası olması ne hoştur kimbilir.”

“Ne demezsin” dedi Crooks. “Hele de pencerenin dibinde bir gübre yığını varsa...”

John Steinbeck...

Share/Save/Bookmark

Acı Çeken Gövde...


İnsan neyi betimlemeğe kalkmamış ki ağrıyı da betimlemeğe girişmiş olmasın? Hastalıkların betimine salt hekimlerin işi diye bakmamış yazarlar var. Onlar için hastalığın betimi, kendi başlarından geçen, kendi yaşantılarının bir bölüğü olan bir duyum-duygu-algı-kavram bileşiğini, karmaşasını söz kalıplarına sokmaktır; kendi sözlerinin, kendi deyişlerinin kalıbına sokmaktır. Öldürücü deyişin gizemini taşıyan ustalıklarıyla hastalığı parafin dolu bir kavanozun içinde saklanan bir vakitlerin canlı dokusu gibi, onu bilmeyenlerin, yaşamayanların ancak seyrine bakıp irkileceği, tiksineceği ya da güçleneceği bir görü haline getirerek hastalıktan öclerini alırlar bir bakıma. Kendisini öldüren hastalığı bile betimleyen yazarlar bu hastalıktan bir değil, iki bakımdan öclerini almışlardır: İlkin insan an'ının, anlığının, dolayısıyla insanın üstünlüğünü, ölüme bile meydan okuyuşunu tanıtlarlar; önce kendi kendilerine, sonra da yazdıklarını okuyacak olanlara. İkinci utkuları da doğrudan doğruya sözle, sözcükle ilişkilidir: Yazdıkça, okundukça, o hastalığın boynuna sarılacak ip yavaş yavaş sıkılacak, son cümlelerde kanının son damlası da aktıktan sonra Fafnin'in, Siegfried'in karşısında bir oyuncak, kocaman da olsa, ne yapılacağı, nereye atılacağı bilinmese de bir oyuncak halinde kalması gibi, canavarın yere yamyassı yapıştığı görülecektir.

Ya da yazar, hastalığın –ister kendi hastalığı olsun, ister yakından izlediği bir hastalık olsun– karşısında üçüncü bir utku kazanmağa bakacaktır: Hastalığı, daha doğrusu betimini, bir yazısının, bir yapıtının bir parçası haline sokacak, ondan yararlanacaktır.

Ama birçok hastalığın bir yanı, bir parçası olan, ya da hastalığın ta kendisi olan ağrılar var.
Hekimlikte, bu ağrıların betimi, neredeyse hiç kimsenin işine yaramayacak kertede öldürülmüş, dondurulmuş basmakalıp sözler, deyimlerle yapılır. Kuşak biçiminde, yüzlerce iğne batar gibi, gönül bulantısıyla birlikte gelen, tokmakla vurulur gibi ağrılardan söz edilir. Bundan önceki cümlede virgüllerle ayırdığım parçaların hepsi bir tek ağrıyı anlatmakta kullanılsa gene iyi. Hiç değilse ağrıların karmaşık nitelikleri bir parça kavranmış olacaktır. Oysa o deyimler belki dört, belki sekiz ayrı hastalığın belirtileri olarak düşünülecek, hangisinin hangi başka belirtilerle bir arada ortaya çıktığına bakılarak bir tanıya varmağa, bir tanıya varmanın yolları öğretilmeğe çalışılacaktır.

Hekimlikte bunlar belirli bir dilin bulmaca terimleridir. Terimleri bir araya getirebilen, bulmacayı çözer. Çözümlerin her yerde, herkesin elinde bir, tutarlı olması için de terimlerin en yalın, en ana çizgilerine indirgenmesi şarttır. Dolayısıyla en ölü, en gerçek dışı çizgilerine. Hekim, imgeleme gücünün yanına uğramadığı, sağlamca bir kişiyse hastasını bir kediyi, bir taşı, bir ağacı anladığından biraz fazla anlayabilecek midir ki?

Aynı ağrıyla, üstelik nedeni iyi bilinen doğum ağrısı gibi bir ağrıyla olağanüstü bir durumda kalmadan karşısına gelen yüzlerce kadından derleyeceği sözlerle, imgelerle, hekim bilgisini biraz daha artırabilir, kitaplara birer ikişer cümle daha eklenebilir. Ne var ki ağrısını anlatmak için alışılagelmiş imgelerin, sözlerin dışında şeyler anlatan kadına –pek olasıdır gibime geliyor– "şair gibi kadın" diyecekler ama doğum ağrısı üzerine yeni bir şey öğrendiklerini düşünmeyeceklerdir çoğu hekimler. Kendi dilleridir onlarca önemli olan. Bu yüzden de onları kim yerebilir?

Ama bir yazarın bir ağrıyı betimlemesi için ne gibi bir sebep düşünebiliriz?

İlkin, kalemini bilemek istediğini düşünelim. Ağrı gibi –şimdilik öyle söyleyelim– "anlatılması güç" bir şeyi anlatabilmeğe çalışmak istiyor diyelim. Güçlük, el uzluğunu artırmak isteyen her zanaatçı için bir meydan okuma yerine geçer. Güçlüğü yenmeği başaran, yenmese bile yenmeğe çalışmış olan kişi büyüdüğünü duyar. Ama zanaat, bilgi ister, görgü ister. Ağrı iyi bilinen, tanınan, çok duyulmuş, çeşitli yönleriyle öğrenilmiş bir ağrı olmalıdır.
Yazarı tedirgin edecek, eline kalemini aldıracak kadar sık duyulan, bilinen bir ağrı, yazarın duyguları dışında bir kalem bileme alıştırmasına konu olmakla yetinemez. Yazar bir bakıma, ağrının "pençesindedir".

Bu imge kimseyi yanıltmasın ama. Ağrıyı duyarken yazmağa kalkışmaz kimse. En yürekli yazar bile ağrının dinmesini, hiç değilse yatışmasını bekler yazıyı aklına getirmek için.

Ağrının özelliklerinden biri de bu olsa gerek: Bütün dikkati, bütün gücü kendi üzerine çekebilmek.

Devamı...
Bilge Karasu/Öteki Metinler...

Share/Save/Bookmark

Yedinci Mühür/The Seventh Seal...


Yönetmen Ingmar Bergman
Yapımcı Allan Ekelund
Senaryo yazarı Ingmar Bergman
Oyuncular Max von Sydow,
Gunnar Björnstrand,
Bengt Ekerot,
Nils Poppe
Görüntü yönetmeni Gunnar Fischer
Kurgu Lennart Wallen
Film müzikleri Gabriel Yared
Yapım yılı, ülkesi 1957, İsveç
Yapım şirketi Svensk Filmindustri
Süre 96 dakika
Dil İsveçce
Diğer adlar Yedinci Mühür (Türkiye)

Orta Çağ'da savaştan bıkmış bir Şovalye, yanında bayraktarı ile Haçlı Seferleri'nden evine döner. Vebanın yol açtığı tahribatı görünce, böylesi bir ızdıraba neden olan Tanrı'dan kuşkulanmaya başlar. Çok geçmeden ölüm onu da ziyaret eder; ancak Şovalye kaderine boyun eğeceğine Ölüm'e meydan okuyarak bir satranç oyununa davet eder. Kaybederse canından olmaya razıdır.

Buna koşut bir öyküde ise, genç, masum ve iyimser bir çift bebekleri ile birlikte küçük bir akrobat grubu ile köy köy dolaşırlar. Yolculukları sırasında, bağnaz dinciler kırbaçlama törenleri düzenler ve Tanrı'nın emirlerini yerine getirmeye kendini memur etmiş umarsız kişiler şeytanın esiri köylüleri yakarken, hastalığa uğramış köylerdeki insanların korku içinde yaşadıklarını görürler. Acı çeken Şovalye bu çiftle karşılaştığı zaman, onların birbiri ile olan aşkıyla rahatlarken, meşum rakibi Ölüm, hepsinin kaderini tayin edecek olan son hamleyi yapmayı bekleyerek, uysal uysal bir kenarda oturmaktadır...

Bergman'ın, Tanrı'nın gövdesiyle bulutlanan bir dünyada insanın yaşamı üzerine varoluşçu eserlerinin ilki olan Yedinci Mühür, yönetmenin çocukluğunun etkisi altında geçirdiği ideallerin baskısını hissettiği bir dönemde yapılmıştı.

Bir rahip oğlu olan Bergman, tıpkı Şovalye gibi, modern dünya topyekün savaşları ve nükleer psikozu ile dini bir başkışı yalanlıyor görünse de, inancın sorunlarından kendini kurtaramıyordu. Seyrek, stilize tematik diyaloğu, ağırbaşlı ses efektleri ve vakur, melankolik müziğiyle Yedinci Mühür, dinsel deneyimin hem daha hafif hem de daha karanlık yanlarının nüfuz ettiği, belki biraz saplantılı, ama yine de çarpıcı bir film olarak varlığını günümüzde de sürdürüyor.

'Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış ortaçağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şovalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferi'nden dönüyor. Orta Çağda insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film, teması hayli basit bir allegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı, ve tek mutlaklık olarak ölüm.' - Ingmar Bergman

Kaynak : Wikipedia

Okuma : Sinefil78
***

*-Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi. Kendimi görüyorum. İçim korku ve tiksintiyle doluyor.
İnsanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarımda ve hayallerimde tutsak kaldım.
-Yine de ölmek istemiyorsun.
-Hayır istiyorum.
-Neyi bekliyorsun?
-Bilgi istiyorum.
-Garanti istiyorsun.
-Her neyse.
-İnsanın duyularıyla Tanrı'yı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaatlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan, inanamayanlar? İçimdeki Tanrı'yı neden öldüremiyorum? O'nu kalbimden atmak istememe rağmen... ...neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor. Neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum?

*-Dinliyor musunuz?
-Dinliyorum.
-Ben bilgi istiyorum! İnanç ya da varsayım değil, bilgi. Tanrı'nın kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. Ama o suskun. Karanlıkta Ona sesleniyorum. Ama sanki hiç kimse yok.
Belki de kimse yoktur. O halde yaşam korkunç bir şey. Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz. Çoğu insan ne ölüm'ü ne de yaşamın hiçliğini düşünür. Ama bir gün hayatın son anlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek. O gün... Korkumuzdan bir imge yaratır ve
sonra o imgeye Tanrı adını veririz.

(...)

- Ölüm'ün dansı.
- O ölüm mü?
- Evet hepsiyle dansediyor.
- Bunları niye çiziyorsun?
- İnsanlara bir gün öleceklerini hatırlatmak için.
- Bu onları mutlu etmez.
- Niye hep mutlu olsunlar ki? Niye biraz da korkmasınlar.
- O zaman resmine kimse bakmaz.
- İnan bana, bakarlar. Bir kafatası, çıplak bir kadından daha ilginçtir.
- Onları korkutursan... ...düşünürler ve... ...düşündükçe... daha da korkarlar. Sonra da rahiplere koşarlar.

* Şu vebalının boynundaki çıbana bak. Bedenin nasıl büzüştüğüne, kollar ve bacakların nasıl düğüm düğüm olduğuna. Çok kötü. Kötü görünüyor! İltihabını akıtmaya çalışıyor. Ellerini kemiriyor, tırnaklarıyla damarlarını koparıyor. Çığlıkları her yerden duyuluyor. Korktun mu?

*Ne yana dönersen dön gerin seni izler. Büyük bir gerçek... Gerin seni izler. Gerin seni izler.

*Yol genişse de kapı dar.

* Ortada gereğinden fazla oyuncu var.

* İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır... ...karanlıktan sıyrılıp hiç
gelmeyen birini sevmek gibi.

* Aşık mısın? Bak yolunu şaşırmış şapşal! Aşk, şehvetin diğer adıdır. Şehvetten başka şehvetten öte... ...bol miktarda aldatmaca... ...yalan, ikiyüzlülük ve kimbilir daha nedir? Yine de acı veriyor.
Aşk en kara salgından daha beterdir. Aşktan ölümse fena olmayabilirdi. Ama aşk acısı neredeyse hep geçer.

(...)
-Ne görüyor? Fikriniz var mı?
-Artık acı çekmiyor.
-Soruma cevap vermediniz. O çocukla kim ilgilenecek? Melekler mi, Tanrı mı, Şeytan mı, yoksa hiçlik mi?
-Evet hiçlik efendim!
-Bu mümkün değil. Gözlerine bakın. Zavallının bilinci bir şeyler algılıyor. Ayın altındaki hiçliği.
-Hayır. Elimiz kolumuz bağlı, onun gördüklerini biz de görüyoruz. Korkularımız aynı. O küçük çocuk...

(...)

Ve Kuzu yedinci mühürü açınca... ...göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandılar. Birinci melek borazanını çaldı. Kanla karışık dolu ve ateş oluştu. Ve yeryüzüne yağdı. Yerin üçte biri yandı......ağaçların üçte biri yandı... ...ve bütün yeşil otlar yandı... Sonra İkinci melek borazanını çaldı. Ve alev alev yanan koca bir dağ denize düştü. Denizin üçte biri kanla doldu. Üçüncü melek borazanını çaldı. Gökten büyük bir yıldız düştü. Meşale gibi yanıyordu... ...ve yıldızın adı Pelin'di.

(...)

Karanlığımızın içinden
size sesleniyoruz Tanrım!
Tanrım bize merhamet eyle.
Bir şey bilmeyen dehşete
düşmüş biçare kullarız.
İçine düştüğünüzü
söylediğiniz o karanlıkta...
...hepimizin karanlığında...
...yakarışlarınızı dinleyecek...
...acılarınızdan etkilenecek
kimseyi bulmayacaksınız.
Göz yaşlarınızı silin,
duygularınızı dizginleyin.
Tanrım bir yerlerde olmalısın.
Bir yerlerde olmalısın.
Bize merhamet et.


Share/Save/Bookmark

Üç Renk Mavi...


Trois Couleurs: Bleu
Tür : Dram
Yönetmen : Krzysztof Kieslowski
Senaryo : Agnieszka Holland , Slavomir Idziak , Krzysztof Kieslowski , Krzysztof Piesiewicz , Edward Zebrowski
Görüntü Yönetmeni : Slawomir Idziak
Müzik : Zbigniew Preisner
Yapım : 1993, Fransa / Polonya / İsviçre , 100 dk.
Oyuncular : Juliette Binoche (Julie) , Benoît Régent (Olivier) , Florence Pernel (Sandrine) , Charlotte Very (Lucille) , Helene Vincent (Gazeteci) , Philippe Volter (Emlakçı) , Claude Duneton (Doktor) , Hugues Quester (Patrice) , Julie Delpy (Dominique)

Ailesini trafik kazasında kaybeden bir kadın; geçmişin bütün hatırlarından ve kendinden kaçmaya çalışarak bir yoksunluk halinde, yaşamla ölüm arasında gelgitlerle serinkanlı bir şekilde nefes almaya çalışır...

Diğer yandan, her şeyi yapabilecek imkanı ve gücü varken hiçbir şeyi yapmak istememesi özgürlüğün tutsaklığı olsa gerek... Görmek istemediği, kabullenemediği, kabul etmediği şeyler... Geçmişine ve hatıralarına sünger çekememek... Belli edilmeyen bir öfke ve kızgınlık... Yaşamdan yoksunluk halinde intikam almaya çalışmak... Nereye kadar peki?.. Elbette ki geçmiş hatıraları ölene kadar... Doğrusu öldürülene kadar... Genellikle süreç bu. Yaşamak için genellikle bir şeylerin bir şekilde ölmesi veya öldürülmesi gerekiyor...

Bu yoksunluk konumuna geçiş, elbette hırsını , intikamını bir şekilde alacak bir şeylerin olmamasından kaynaklanıyordu.. Belki bu konuma geçmeden önce birileri ya da bir şeyler, bir eylem, bir duygu vs. olayı gibi olsaydı hırsını alacak belki çabuk öldürecekti her şeyi... Gireceği yoksunluk hali; belki bir müddet daha sevgisi kalacak, belki yapılan eylem ve duygunun pişmanlığını, ya da vicdani bir şey söz konusu olacak, ama bu yoksunluk hali yaşamaya geçmek istediği anda tek bir celse de sonlandıracaktı...

Her iki durumda da netice ne veya nasıl olursa olsun süreç, ancak ve ancak elde tutulan şey'lerin öldürülmesi ile sonlanıyor...

Üç renk Mavi, beyaz ve kırmızı da renklerin bütün tonu ekranlara yansımakla beraber, tema olarak ilişkilerin şekillenmesi, duygular ve toplumsal izlenimler üzerine ağırlık verilmiş... Üç filmde de sevgi, yoksunluk hali, ahlak ve erdemin izleri görülmekte...

Herüç tiplemede de geri kazanım için cam şişeleri cam kumbaralarına atmaya çalışan yaşlı insan seyir... Hepiniz er ya da geç yaşlanacaksınız... Hayatınızın keyfine mi bakın demek istedindi acaba?

Ayrıca diyebilirim ki; bana Albert Camus’un Düşüş adlı kitabını hatırlattı... Düşüş'te de bir avukat sorgulama yapıyordu. Kırmızıda bir yargıcın sorgulaması karşımıza çıkıyor...

Seyir Aşaması...

- Mari neden ağlıyorsun?
- Çünkü siz ağlamıyorsunuz...
- Her şeyi hatırlıyorum. Nasıl unutabilirim ki?..
-Her şeyi aldı. Sadece yatak kaldı...

-Benim için yaptıklarınıza teşekkür ederim. Ama görüyorsunuz ki, ben de diğer kadınlar gibiyim. Terliyorum, öksürüyorum, çürüklerim var. Beni özlemeyeceksiniz, bunu kesinlikle anlamalısınız... Giderken kapıyı çekmeyi unutmayın...

Bütün her şeyi terk etmeye hazırlanırken, bir arkadaşından avukatlık ile ilgili durumlarda yardım ister... Ne var ki, bu arkadaşı kendisine karşı boş değildir.. Bunun da farkında olduğu için onun duygularını öldürmek ister... Ve genellikle karşındakinin hassas olduğu noktada vurulmaya çalışılır...Ve sevişir onunla... Basit ve herkes gibi olduğunu anlatmaya çalışır...

Peki duygu ölüyor mu?.. Filmin ilerleyen sahnelerinde ölmediğini gösteriyor...

Bilinçli olarak yapılan bir eylem, eğer karşında ki bunun farkındaysa duygunun ölmesi de zor gibi. Niçin ve neden yapıldığı biliniyor. Niyetin sadece ona yönelik olduğu da biliniyor... Sanırım burda ki rahatlama direkt olarak eylemde birebir kendisini seçmiş olması, yaptığının basit de olması karşısındakini incitmiyor... Ne var ki, onu incitmek için koz olarak başka eylemler seçmiş olsaydı, mesala onun karşısında başkasıyla ilişkisi olsaydı veya hakaret ya da yaralayıcı sözler söyleseydi belki onu incitirdi...

Ayrıca burada şöyle bir boşlukta var. Seven adam zaten evliyken onu seviyordu. Ve dahası eşiyle de arkadaştı. Onunla yatarken zaten duygusal olarak bir şey olmadığını da biliyordu ya da en azından her şey bu kadar sıcakken bir hissi olmadığını tahmin ediyordur... Yani demek istiyorum ki, eğer yaralayıcı sözler ya da hakaret söz konusu olmasaydı, bir başka birisiyle ilişkisi onu incitir miydi? Şu sevgiyi anlamak zor. Kaldı ki, bu soru ve cevabı üç renk beyazda karşımıza çıkacak... Ben yine de anlamıyom : )

Ve terk eder orayı...

Kimsenin bilmediği, ve çocuk olmayan bir binaya yerleşerek bütün hatıralardan ve geçmişten uzak bir şekilde yaşamaya başlar... Elbet görünüş itibari ile bu böyle, amaç her şeyi, bütün izleri unutmaktır...

Bir gece kapıda kalır, karşı komşusu ona battaniye verir... Ve bu arada karşı komşusuyla ilişkisi olduğunu öğrenir...

-Gürültü için özür dilerim.Neredeyse bitirdim.
-Hiçbir şey duymadım. Girebilir miyim?. Görünüşe göre geçen hafta dışarda kalmışsınız.
-Evet kocanız bana yorgan verdi. Geceyi merdivende geçirdim
-Bunu imzalamalısınızı istiyorum.
-Neymiş o.
-Herkes imzaladı. Eve erkek alan kadınları bu binada istemiyoruz. Alt kattanızda oturan genç kadın gibi.
-Üzgünüm karışmak istemiyorum
-Ama o bir fahişe
-Beni ilgilendirmiyor...

Senin kocanda bir fahişe demek lazımdı... Belki kocası bile atıp tutuyordur kim bilir :) Bunla ilgili bir ipucu yok... İnsanları yargılarken, genellikle bireyler kendilerine bakmadıkları gibi, karşısındakini de yargılayıp, hüküm giydirmeye çalışırlar... Ne de kolaydır... Yargılayıp, hükmü vermek.. Böylece içlerinde ki, kıskançlığı bitirecekler, tehlikeyi bir nebze yakınlarından uzaklaştıracaklar... Pehh ama sadece yakınlarından...

Ahmet Altan Öteki Kadınlar yazısında, her kadın öteki kadına düşmandır, ve her kadın öteki kadın olmayı çılgınca sever der... Kristal Denizaltı kitabından güzel bir metindir.. Ve Ahmet Altan bunu güzel dile getirmişti...

Diğer yandan barda babasını görünce kötü olan Lusi'ye neden bu işi yapıyorsun dediğinde; çünkü seviyorum herkesin de sevdiğini düşünüyorum...

Bir telefon görüşmesi.
-Bir süredir sizi bulmaya çalışan biri
-Sizinle görüşmem lazım. Bu önemli.
-Hiçbir şey önemli değil.
-Bu bir eşyayla ilgili. Ucunda haç olan küçük bir kolye.
-Bunu unutmuştum
rabanın yakınlarında buldum. Ama saklayamadım. Bu hırsızlık olacaktı. Bana sormak istediğiniz bir şey var mı hemen sonrasında arabaya koştum.
-Hayır
-Özür dilerim. Sizi kolye yüzünden aradım ama aynı zamanda sormak istediğim bir şeyde var.
-Evet
-Kapıyı açtığımda kocanız hala yaşıyordu şöyle dedi tam anlayamadım ama şöyle. Hadi hadi şimdi öksürmeyi deneyin.

Kocam bize bir fıkra anlatıyordu. Sürekli öksüren ve durmaksızın öksüren ve sonunda doktora giden bir kadının fıkrası. Doktor kadını muayene etmiş ve bir hap vermiş. Kadın hapı yutmuş. Kadın peki bu neydi diye sormuş. Doktor bu en güçlü musildir demiş. Kadın öksürüğe karşı musil mi demiş. Evet demiş doktor. Hadi şimdi öksürmeği deneyin... Bizi güldürmüştü. Sonra araba kaymaya başladı. Kocam fıkraların sonunu iki kere tekrarlamaktan hoşlanırdı.
( Gerçekten de, şart kipindeki fiillerde duraksamak kültürünüzü iki kez
kanıtlıyor, çünkü önce bunları tanıyorsunuz, sonra da bunlar sinirlendiriyor sizi.. Alber Camus Fiil çekimleri beyaz da kendini belli edecek. )
-Onu bana geri mi getirdiniz. O artık sizin.

* Daima tutunacak bir şeyler bulmak gerekir...

Oliiver ile diyalog...

Julie.
Sizi her yerde aradım
Ve
İşte buldum
Kimse nerde oturduğumu bilmiyor
Hiç kimse
Birkaç ay uğraştım
Ondan sonrası her şey kolay oldu
Temizlikçim sizi sokakta görmüş
Üç gündür buraya geliyorum
Beni izliyordunuz
Hayır
Sizi özledim
Kaçıyor muydunuz
Benden mi kaçıyorsunuz
Sizi gördüm belki bu bana kısa bir süre için yeter deniyecem

Öldürmenin bin bir çeşit yolu varken, neden sevişti?.. Körükleyen bu muydu acaba adamı?.. Belki de ben her ne kadar anlamasam da sevgidir...

Annesi ile diyalog...

-Bana eşini evini ya da çocuklarını anlatmak ister misin? Belki de kendini.
-Anne kocam ve kızım öldüler. Artık bir evimde yok.
- Evet bana söylemişlerdi
-Eskiden mutluydum ben onları seviyordum onlarda beni. Anne beni dinliyor musun?
-Dinliyorum mari franz
-Artık yapmam gereken tek bir şey olduğunu anladım. Hiçbir şey... Ne mal mülk ne hatıralar ne arkadaş ne aşk.Bunların hepsi bir tuzak...
-Peki yaşamak için paran var mı
-Yeterince var anne.
-Bu önemli her şeyden de vazgeçmemek gerekir
-Küçükken farelerden korkar mıydım?
-Sen hiç korkmazdın korkan juliydi
-Artık ben korkuyorum.

Bu yoksunluk durumu çok fazla sürmeyecek, kocasının sevgilisi olduğunu öğrendiği an da bitecekti. Kocasının vefatıyla yarım kalan besteyi Olivye'nin tamamlamak üzere olduğunu öğrenir. Pek tabi Olivye'nin bunları deşifre etmesi boşa değildi...

-Buna yapmaya hakkınız yok aynı şey olmayacak
-Sadece denemek istedim. Bunun sizi ağlatanın sizi koşturmanın tek yolu olduğunu düşündüm
Sizin istiyorum ya da istemiyorum demenin tek yolu olduğunu
-Hayır bu doğru değil
-Ama bana seçme şansı vermediniz.

Kocasının sevgilisiyle de karşılınca aynı haç kolyeden onda da olduğunu gördü...

-Beni sevip sevmediğini mi öğrenmek istiyorsunuz?
-Evet bunu soracaktım.
-Ama artık önemi kalmadı sizi seviyormuş.

Şu ilişkileri anlamak zor. Olivye istediğini elde etmeye çalıştı. Bunun için Julie'ye yardımcı olarak, istediğine de kavuşacaktı. Peki Julie yoksunluk durumundan çıkarken, ya da Olivye'ye yönlenirken gerçekten onu sevmiş miydi ya da mantık mıydı?

Kocası aynı kişiye iki hediyeyi nasıl aldı peki? Mutlaka bir tarafın ağır gelmesi daha özellikli, ya da eş değer başka bir hediye de bulabilirdi? Ama erkeklerin genel özelliği sanırım bu. Birilerine aşıksa, karşıdaki kişilerin de onun gibi olduğunu sanması. Birbirinden ayırt edememesi.
Filmin müziklerini de es geçmemek lazım...


Closing credits - Zbigniew Preisner (Silesia Phil. Choir)


Share/Save/Bookmark

Üç Renk Beyaz...


Trois Couleurs: Blanc
Tür : Dram
Yönetmen : Krzysztof Kieslowski
Senaryo : Krzysztof Kieslowski , Krzysztof Piesiewicz
Görüntü Yönetmeni : Edward Klosinski
Müzik : Zbigniew Preisner
Yapım : 1994, Fransa / Polonya / İsviçre , 91 dk.
Oyuncular: Zbigniew Zamachowski (Karol Karol) , Julie Delpy (Dominique) , Janusz Gajos (Mikolaj) , Jerzy Stuhr (Jurek) , Aleksander Bardini (Avukat) , Grzegorz Warchol (Şık Adam) , Cezary Harasimowicz (Müfettiş) , Jerzy Nowak (Yaşlı Çiftçi) , Jerzy Trela (Mösyö Bronek)
Üçlemenin ikinci serisi olan Beyaz, konu itibari ile adı daha çok günümüzde sex, ihtiras, entrikalar ve güç istemi adı konulmuş Kırmızı ya yakışıyor...

Polanyalı iş adamı Koral bir yarışmada tanıştığı Dominic ile evlenip Paris'e yerleşmiştir... Evliliğinde temel sorun olarak, kocalık vazifesini (cinsellik olarak) yerine getirmediği gerekçesiyle boşanmışlardır. Aşkın bittiğini kabul etmeyen Koral karısını kazanmak için yollar denediyse de başarılı olamamış, aksine her türlü hakaret, aşağılamaya, maruz kalmıştır. Eşini ve parasını her şeyini kaybeden adam ülkesine sersefil biçimde elinde bir bavulla geri dönmeye çalışırken istasyonda Nikolaj'la tanışır... Nikolaj evli, çoluğu çocuğu olan varlıklı biridir. Ne var ki, mutlu değil, ölmek isteyen biri...

Nikolaj'la Diyalog...

-Birini öldürmen gerekiyor. Çünkü bunu kendi yapmak istemiyor. Yaşamak istemiyor. Bir polonyalı
Sana altı ay yetecek kadar para verecek. Ne dersin ?.
-Yapamam peki neden kendi yapmıyor?
-İstiyor ama yapamıyor. Onu seven bir karısı ve çocukları var. Neler hissedeceklerini bir düşün. Oysa bu şekilde biri onu öldürecek ve her şey bitecek.
-Karısı, parası ve çocukları. Ölmek mi istiyor? Ne diyeceğimi bilmiyorum. Karım beni bir bavulla dışarı attı ama ben burdayım. Onu hala çok seviyorum tüm yaptıklarına rağmen onu hala çok seviyorum. Hem de bilemeyeceğin kadar çok.

Sanırım bu şekilde işliyor, güçlü olan taraf her ne yapılırsa yapılsın seviliyor... Nasıl bir perde çekiliyor da hakaret ve aşağılamalar göz önüne gelmiyor?.. Burada ki istem gerçekten ne istemidir?Sevgi mi? Yoksa sevgi adı altında ele geçirme, hırs, intikam, güç? Kaldı ki, bu diyalogdan sonra telefonla seni seviyorum demek için aradığında, bir başkasıyla sevişmesini dinletti...

Bir ikinci diyalog. Ölmek isteyen adam... Kendini öldürmek istememesin altındaki vicdani rahatsızlıktan kaynaklanan sebep, gerçekten öyle mi? Yoksa bir avuntu mu? Yaşamak isteyip de, bahaneler uydurmak...

Bir bavulla Polonya'ya geri dönen Korel elinde en en son kalan 2 frankı atıp herşey den kurtulmak isterken, birden bunu yapmaz... Yaşama dirimi sanırım gücün para da olduğunu gösterdi ki, film bu seyirde ilerliyor...

Kendine para aracılığı üzerine yasal yollarla yapılmayan bir iş bulan Korel zamanla diğer kişileri aradan çıkaracak, ve paraları hesabına yatıracaktı... Tabii ki riskli bir işti. Patronları ensesinde her an olabilirdi. Bunun üzerine vasiyet bırakır, ölürsem paralar kiliseye diye... Minareyi çalan kılıfını hazırlar deyimi tam da burada yerine oturuyor...

Nikolaj'la Diyalog...

-Network'ta bir adamdan bahsetmiştin hatırladın mı?
-Evet
-Onunla görüşebilir misin. Biri yardım istediğinde ona yardım etmek gerekir. Öyle değil mi?
-Yalnız adam Varşova'ya döndü
-Artık istemiyor mu
-Aksine daha çok istiyor
-ee vazmı geçti
-Hayır işte o benim. Farkeder mi?
-Hayır. Ama sen
-Ben ne. Bugünlerde her şey satılık. Zarf cebimde al onu. Hadi.
-Emin misin?

(bommm)

-Bu boştu ama sonraki dolu. Emin misin, Emin misin?
- Artık değilim
- Bana nedenini söyle Nikolaj. Hepimiz acı çekeriz
-Evet ama ben daha azını istiyorum. Anlaşma geçerli al onu hak ettin.
-Hakettim ama borç olarak alıyorum . Bir içkiye ne dersin?
-Sanki yeniden çocuk oldum
-Bende
- Artık her şey mümkün.

Evet demek bahaneler bir avuntuymuş... Belki de her şeyi kaybetmek hissini yaşamak istedi...

“Bugünler de her şey satılık... “ Bugünlerde de her şey satılık... Değişen pek bir şey yok...

Maddi olarak güçlenen Korel, Nikolaj'la birlikte ortak şirket kurur... Amacı gücünü Dominic üzerinde kullanmaktır... Tekrar telefonla aradığında yüzüne kapanan telefon üzerine intikam planına başlar işlemeye...

İlk önce bütün vasiyeti iptal edip, ölümü üzerine tüm mirası ve malları eski eşi Dominec üzerine bırakır...

Kendini cinayet süsü verip, bu eylemi de Dominic'in üstüne atarak Dominic' e tekrar ulaşmayı planlar. “Bugünler de her şey satın alınabilir...” Bütün hazırlıklar yerine getirildikten sonra cenaze töreni yapılır ve Dominic törene katılır...

Dominic'le diyalog...

- Gelmeni istiyordum. Emin olmak istiyordum. Bir daha sormak istemiyordum. Cenazemde ağladın neden?
-Çünkü ölmüştün
-Elini tutabilir miyim? Lütfen otur. Başımı buraya koyabilir miyim? Uzun zamandır başımı oraya dayamak istiyordum. Telefondakinden daha fazla bağırdın.
-Evet
-Bana bakmayacak mısın

Bugünler de her şey satın alınabilir...

Hapse boylayan Dominic pencereden evlenmek istediğini işaret eder?

Eşi üzerinde istediği gücü elde etmiş, intikamını almıştı. Şimdi ortada Aşk ya da sevgi var mı? Peki maddi olarak her şeye ulaşan ve bi anda özgürlüğü kısıtlanarak kaybeden Dominic'in evlenme isteği masum mudur?

Share/Save/Bookmark

Üç Renk Kırmızı...



Trois Couleurs: Rouge
Yapım :1994, Fransa
Tür : Dram
Yönetmen : Krzysztof Kieslowski
Senaryo :Krzysztof Kieslowski, Krzysztof Piesiewicz
Oyuncular : Juliette Binoche, Julie Delpy, Samuel Le Bihan, Benoît Régent, Zbigniew Zamachowski, Irène Jacob, Jean-Louis Trintignant, Frédérique Feder, Jean-Pierre Lorit
Yapımcı :Marin Karmitz
Görüntü Yönetmeni :Piotr Sobocinski
Müzik :Zbigniew Preisner
Süre :1 saat, 39 dk.
-Neyin doğru olup, neyin doğru olmadığını karar vermek bana namusuzluk gibi geliyor...

Filmin Konusu : İsviçre'nin Cenevre kentini mekan olarak kullanan filmde, üçlemenin diğer iki filmine göre daha rahat izlenen, doğrusal anlatımlı çok sayıda öykü vardır.

Film, Londra ve Cenevre arasında yarı zamanlı model olarak çalışan üniversite öğrencisi Valentine ile uzakta olmasına karşın onu fazlasıyla sahiplenen erkek arkadaşı arasındaki telefon konuşmasıyla başlar. Ardından, Valentine, köpeğini kazada yaraladığı, yalnız yaşayan emekli yargıç Joseph Kern ile tanışır. Filmde daha sonra Valentine ile yargıç arasında gelişen duygusal yakınlığı gösteren telefon konuşmaları izlenir.

Eşzamanlı bir başka öyküde ise, Valentine'nin komşusu hukuk öğrencisi Auguste'nin yaşadıkları anlatılır. Auguste, kız arkadaşı Karin'in ihanetine uğramıştır.

Filmin Çözümlemesi : Filmde bireyler arası ilişkiler incelenmekte, dostluk ve ihanet temaları ele alınmaktadır. Bireylerin birbirini anlamasına, yakınlaşmasına engel olan öğeler mercek altına alınır. Yönetmen, duyguların yeterince ve doğru biçimde aktarılamadığı telefon konuşmalarını filmde bolca kullanır. Pencerelerin ötesinde görülen insanların neler yaşadığına yönelik merak, bir yerdeki sorunlardan kaçarken, öte yandakilere yaklaşarak bir çıkış arayışı filmin örüntüsünü oluşturur.

Film boyunca, telefon sinyallerinde, lokanta sahnesinde, otomobil sahnelerinde, reklam panolarında hep kırmızı renk kullanılmıştır. Fransız bayrağının renklerinden biri olan kırmızının, aynı zamanda insanları birbirine bir şekilde bağlayan sevgiyi simgelediği ve bu nedenlerle filme egemen olduğu söylenebilir.

Kaynak : Wikipedia
Filmin başından beri birbirlerinden haberi olmayan(Valentin ile Aguesti), fakat yanı başında bir çok yerde seyiren ikili batan gemide yüz yüze gelirler... Tesadüfleri aktarmak isteyen film de yine bir tesadüf eseri karşılaşmasını kadere mi bağlanmak istedi acaba? Ama kader denen şeyse bunu nasıl bilebilir... Yoksa yargıcın hislerinin kuvveti miydi bu? Burda fazlasıyla boşluk var... Bazen aradığımız şey, burnumuzun dibindedir ama görmek istemeyiz.. Belki de bu aktarılmak istendi... Gerçi o zaman da tanımak lazım ama...

Filmin sonunda Mavi ve beyaz’ın son halini de ekranlara yansıtıyor... Julie ve Olivye, Dominic ve Korel de batan gemiden sağ olarak çıkanlar arasında... Her ne kadar ben bazı şeyleri kavrayamasam da, aralarında sevgi ya da en azından his denen bir şey var demek... Yoksa aklım hiç kesmiyor...
"Dikkat etmişsinizdir, inancı, tüm hakaretleri bağışlamak olanlar
vardır, bu hakaretleri bağışlarlar ama unutmazlar. Ben hakaretleri bağışlayacak kadar iyi bir yapıda değildim ama sonunda unutuyordum hep... " Albert Camus
"Yaşamak Küçültüyor Bizi..." Ömür Nihan Akçalı

Share/Save/Bookmark