Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara

Troya'da Ölüm Vardı...

Satır Arası Kesitler ve Cümleler...

Oda Oda Dünya...

* Ağzımın kenarı bükük... Ama, boşuna arıyorum değişik bir tarafını. Yüzü, sesi, kalbi, eskisi gibi. Kitaplardan bile, bir an olsun uzaklaşmamış olacak. Dalgın, şimdi eskisi kadar dalgın, kapkaranlık kumrallığında.

* Hepimiz gibi kan içinde doğdu. Kan içinde öldü bazıları gibi. Doğumuyla ölümü arasında hemen her yıl dört ay uzanır. Yalıburnu’nda tepeler mavimsi aktır bu dört ay içinde. Önceleri kar vardır, daha sonra papatyalar. Karların erdiğinin, toprağın yeşerdiğinin farkına bile varmazsın. Beyazdır ortalık, beyaz kalır... Bulutlar vardır sonra;altına yatılan, masmavi göğü hep daha uzağa atan, apak bulutlar... İsa’nın kanı boyamadı bunları hiç. İnsan kanı değil o, tanrı kanı; bir yanda akadursun, tepeler apak kalır hep...

* Hava mum kokuyor. Rüzgar, dalga dalga getiriyor alev kokusunu. İstese, fitillerin cızırtısını, dua edenlerin mırıltısını bile duyabileceğim buradan...

Arınıyor, içeride... Dua ediyor. Tanrı havası içinde başı dönmektedir. Senin burada olduğunu bir bilse...

Heyecanlı. Susmak istiyor da susamıyor gibi. Söze başlarken dudakları titriyor. Gözleri, korkmuş hayvanlarınkine dönmüş. Nereye bakacağını kestiremiyormuşçasına, koca koca, kaydırıyor onları bir yandan ötekine. Zayıf yanını göstermek korkusu...

* Toparlandı. Toy keskinliğiyle konuşuyor. Erkek dünyasının katı yalnızlığı, onu büsbütün sarar artık, hem de yakında...

Uzaklaşmak yetmiyor ama. Ayrıldığımı, onlardan başka olduğumu, yalnızca uzaklaştığımı bilmekle anlatmış olmam ki...

Öylesi de yapılabilir demek isterdim ona, yeter ki hayatını bu bilişin içinden yaratıp çıkarsın. Ama anlamak değil, duymak bile istemeyecektir böyle sözleri. Benden de kuşkulanır üstelik. Ona, kendi malı olmayacak her şeyden, kaçınmasını öğreten benden. Hem, ancak kendi yarattığının kendi malı olabileceğini söyleyen gene ben değil miyim? Sustum şimdiye kadar, gene de susmalı.

* Anlayamadıkları bir şey olunca, ağızları durmayan insanlardan korktuğunu, beni yalnız bıraktığını sandım...

* İçeri de o. Mumlar, tütsü, onun için. Isınıyor. Yüzlerce insanın soluğuyla, sıcaklığıyla, mumuyla... Acısını, özlemini duymasam... Olmuyor ki...

Bendim ona, hiçbir düşünce seni ağına düşürmemeli, diyen; yolunu tek başına bul diyen; şimdi de dayanıksızlığının tutsağı değil mi?..

Mumlarının alevi, sönmesine engel olmaları, bekleyişleri... Hiçbir zaman kendimi onlardan biri bilemedim. Onlardan kaçarken, başkasının ağına düşebilirdim. Beni sen korudun. Hiç olmazsa kendi ağıma düştüm... Böyle düşündün sen de değil mi?... Üşüyorum...

* Dalgın yüzü ışık içinde... Ama bundan sonrası bölüm bölümdür onun için. Yabancı odalar tanıyacak. Birine ısınamadan, ötekine geçecek. Ürperip dikeliyor. İleride ki çocuğa bakıyor herhalde. Çocuk sönmüş mumunu, babasınınkinden yakmak için yukarı kaldırıyor. Babası, herhangi birinden, o herhangi biri de mihraptan almıştır ateşini. Kolay, doğru...

Dışarısı soğuk. Ama odamda soğumuştur ya...

Dönenen Bir...

* Öleceğimizi bilmeliydik. Bileti üç saat önce aldım. Durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım. Her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak, sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile, ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek. Dost, ölümdedir. Bileti birkaç saat önce aldım. Ama dünden beri aldığımı söylüyordum. Ölüm gerek bana. Varsınlar evlensinler. Ölümü ararım ben. Ayrılık öncesi aksar her zaman. Boş boş bakılır dolu gözlerin içine.

* Yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık...

* Bahar havasında vagonların penceresi açılır. İçeriye ölüm esiyor. Yenisi, yenilenecek olanı. Baharın mavisinde ölmeliyim...

Zanzalak Ağacı...
Sevda derdi dedikleri
Bir zangalak ağacı kadardır
Zangalak ağaçlarının altında
Siz yoksunuz gölgeniz vardır...
S.N. Şener

Zanzalak ağacını anlatmalı ona,. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış. Rıza gibi anlatmalıyım ona. Isırırmış da tatsızlığını neresine yoracağını bilemezmiş. İnsan kötü oluyor sevdiğinde. Bağlandığımda kan isterim arada. Kan sıcak sıcak aktıkça, ısırıktan akmalı, aktıkça ısırıktan, akıp akıp bağlar. Ölüm, benim ölümüm gerek. Rıza gibi değil. O tatsız yemiş kanı bilmez, tanımaz. Kansız o. Zanzalak ağacının altında siz yoksunuz, gölgeniz var diyordu Saffet. Ölünüz. Ölümüm olsa zangalak ağacından iyisi mi olurdu. Ölümüm olmaz ama. Ölüm vardır. Benim leşim. Rıza sevda olamazdı. Korktu. Evden çıkmalı. Uykusunun içinde de korkar mı? Uykuda dostu dostluğu sevdalığı kalmaz korkmaz öteyi aramaz çekinmez kıskanmaz. Demir uzakta yok annesi gücüyle yapayalnız korktu yıkıldı öldü acımam sevdiğime acımam yıkılan bir o değil ne çıkar yanıp tatlanacak bağrını güneşe açıp kanamalı sevda denen inanamam güç inanmak bu korkak tatsızlığına sevda soğuk kar gibi sevda denen..

Çatal...

I...

* ‘Geceler boyu onu bekledim, biliyor musun?.. Geceler boyu. Seni sevdiği, seninle gezdiği için kıskançlıktan parmaklarımı dişledim durdum. Geceler boyu, uykusunun içinde bile olsa, bana seslenmesini, beni yanına çağırmasını bekledim. Başı ağrıdığı, üşüttüğü, hastalandığı günler, kulağım kirişte, çocukluğunda çağırdığı gibi çağırsın diye bekledim. Bana ihtiyacı olsun diye hastalanmasını istediğim zamanlar bile oldu. Bu aradaki kapının önüne çocuk yatağını o çekti. Bu kapıdan girmeyeyim diye odasına. Üzerinden de atlardım ben. Tek çağırsın o. Ama olmadı. Hiçbir zaman çağırmadı. Geceler içinde yalnız, bekleyip durdum. Yalnızlığım her geçen günle biraz daha artıyordu... Sonra içmeğe başladım.’Acınma. Sesi dileniyordu şimdi. Ama eli hala koluma kenetli. ‘Sürü evden uzaklaştığı zamanlar, serbestim. Bugün gibi...

II

* ‘Bak’ dedi çok sonra. ‘Odamın penceresi karanlık, bütün öteki pencereler aydınlıkken.’ Saçmaladığını düşündüğümü sanmasın diye baktım. Evlerin bütün odalarında ışık vardı; üçüncü katın bir tek penceresi kapkaraydı. Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür... Ay başucuna vurur yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar...’ ‘Odanı görmedim bu zamanlarda’ dedim. ‘doğru, ay ışığında hiç görmedim odanı’ ‘Görmeyeceksin de bundan sonra. Bu geceden sonra ayın düşüşü, yıkımı başlıyor...

* Ölüm içinde ‘gelirim’ dedim. ‘Gelmezsin’ dedi, unutursun beni. Çocukluk arkadaşı bile değiliz. Yan yana büyüdük ama ikimizde yalnız, ikimiz de ayrı. Birlikte oynadık. Birbirimizin içini de biliyoruz... Dışını da belki...

* ‘Geleceğim’ dedim. ‘... gene de ama, gene de gelmeyeceksin, unutacaksın çünkü bunları, bunlar önemli değil, oynadık şimdiye dek. Oyunlarsa unutulur. Geriye ne kalacak ki?.. ‘Suçluydum, her şeyde suçluydum, Suat konuştukça suçluluğum artıyordu. Bağırmak istedim, suçluluğumu herkese duyurmak istedim, istedim, istedim, istedim...

* ‘Göstermelik bir iki balık çekiyor, karanlıkta birbirimizle oynuyorduk, biliyorum...’ ‘Oynamak mı diyorsun’ diyebildim. ‘Tabii oynamaktı o yaptıklarımız. Ben senden, sen benden daha yakın bir kimse bulamadık da ondan birbirimizle oynuyorduk. Bir başkası da olabilirdi, hiçbir şey değişmiş olmazdı gene. Oynadık. Oynamaktan başka bir şey yapamadığımız için. Neden kabul etmek istemiyorsun?..’ Kötülük ediyordu, kötüleşiyordu...

* Büyük bir kaya vardır fenerin dibinde, dibi oyuk gibidir, üstü bir saçak gibi denize uzanır; kayanın dibine yuvarlanarak sokuldum. O da yuvarlandı yanıma geldi. Başlarımız saçağın altındaydı. ‘Söylediklerin...’ dedim. ‘Yersiz lakırdılardı biliyorsun...’

* Ölümsüz olunamayacağını anlamağa başladım. Geride büyük, unutulmayacak bir şey kalıyordu ama... Dün yoktu, yarını bilemezdim, bugün bile yoktu. Katılık vardı yalnız. ‘Ölüm’ dedim, ‘ölüm...’

Nereden de Andım Şimdi...

* Siz kadınlar desin bana, siz kadınlar, sanki ben de öteki kadınlardanmışım gibi, siz kadınlar bir şeye bağlanınca kusurları mil olup gözünüze çekilse gene de görmezsiniz desin, görmezsiniz desin, görmezden gelirsiniz demiyorum görmek istemezsiniz demiyorum görmezsiniz diyorum desin, görmezsiniz körsünüz çünkü desin, ben kusurlarını görmüyormuşum, ben kusurlarını görmüyor muydum sanki, bağrıma taş basıp bir şeycikler demeden günümü zehir gecemi gündüz etmiyor muydum, susuyordum gene, susuyordum da bir şeycikler söylemiyordum, kusurunu görmediğim için mi, görmezden geliyorum tabii, biliyordu üstelik o da, sonra da kalksın görmezden geliyorsunuz demiyorum görmüyorsunuz desin...

* Tanrı dünyayı cezalandırıyor cezalandırmak için şeytanı saldı yeryüzüne...

* Kör gözlere gözlük zaten yaramaz...

* Benden nefret etmediğini görünce sevinçten ne yapacağımı bilmez oldum, körmüşüm meğer, gerçekten körmüşüm görememişim benden nefret etmediğini, hastalık gelecekti ona hastalık gelecekti, ondandı bu halleri, bana döner dönmez kavga etmeğe başlamıştı gene, anacım diyor sonra gene de kavga ediyordu, hastalandı sonra, iyileşti de, ama sonra gene benden ayrıldı, aramıza beş sokak girdi bu kez beş sokak otuzdokuz kapı, geliyor bana ben de ona gidiyorum ama eve dönmek istemiyor, eve gelince zaten odanın kapısına bile yaklaşmıyor, deliliği sanki o odaya kapanmış bekliyormuş gibi onu, korkuyor odadan kapısından bile korkuyor ama ne olursa olsun rahat şimdi., odasına kapanıp yazıyor okuyor, çalışıyor da...

* Şimdi bana gelmek istemiyor, bekliyorum ama, umuyorum, bir gün gelecek, her şeyden usanacak bezecek öyle gelecek bana, bezginlik içinde ama artık hasta olmayacak, tanrım bağışlayacak onu bana, bezginlik içinde gelecek ama kucağım açık, onu nasıl beklediğimi biliyor biliyor biliyor...

* Kıskanıyorsun diyordu o zamanlar, kıskanıyorsun ayıp sana diyordu, oysa kıskandığımı kendime bile açmıyordum o zamanlar, nasıl da söyleyebilmişti o sözleri, siz kadınlar diye, kusurumuz buymuş, evet sevdiğimiz insanın kusuru olmasını istemeyiz, kusuru varsa görmezden geliriz, ama hayır körmüşüz de ondan görmezmişiz, hayır demiştim zaten o gün, bir kadının gözü on erkek gözünden daha iyi görür hakikatleri demiştim, inanmadıydı, anlamadıydı, dinlemiyordu zaten beni o zamanlar, hoş ne zaman dinlemek istedi sanki, hep kendisi konuşuyordu, ben de ağzımı açıp bir şey söylemeye kalktım mı hemen susturmak isterdi, ben de sözümü sakınmazdım tabii, doğruyu söylüyorum da onun için kızıyor susturmaya kalkıyorsun deyince büsbütün köpürür, ağzına geleni söylemeğe başlar ikimizin de günü zehir olurdu onun yüzünden, oysa ne zaman eğriyi söyledim ona ben, ne zaman olmayacak bir şey söyledim, ama hakikatin söylenmesini sevmezdi besbelli, hep yalan söylememi istediler, bütün ömrümce, bütün ömrümce...

* Sanki buna ne diye, bun denli takıldım, bilmem ki aklıma geldi şimdi, siz kadınlar körsünüz bir adamı sevdiniz mi en ufak bir kusurunu bile görmezsiniz de en ufak bir suç işlemeye görsün size karşı, evet öyle demişti, size karşı o zaman gözünüze bir başka perde iner, ağzıyla kuş tutsa da dünyanın en kötü kişisi olur demişti, yalan da değil, bir insan iyiyse iyi, kötüyse de kötüdür, bir insanın kalbini kıran adamdan hayır mı gelir, o benim kalbimi çok kırdı ama oğlum tabii, ne yaparsa hoş göreceğim, ne yaparsa bağışlayacağım, onu gene eskisi gibi seveceğim, hiç yapmasa, işlemese daha iyi olur tabii...

Acı Kök Yağmurun Tadında...

Müşfik...

* Annem bana güvenmedi, biliyorum, biliyordum. Birbirimizi sevdiğimiz için. Ama ben sevdiklerime güvendim. Yanılmışım güvenirken. Güvendiğim için değil, eksik sevdiğim, sevmesini bilmediğim, sevginin kıyısında yaşayan çakıl kişileri denizin parçası sayıp saygıdan fazlasını gösterdiğim, sevgiyi onlara da sıçrattığım için yanılmışım. Bunu düşünürken bile yanışlığa boğuluyorum. İnce hesaba kaçtığım için...

* Bugün çıldırdıktan, sevdikten, yanıp yıkılıp yeniden doğrulduktan, sonunda benim için yürünebilecek, tekliğinde şaşırtacak denli öteki yollara benzeyen tek yolu bulduktan, erincin taşırıcı garipliğinde Yehuda’yı anladıktan sonra her şey kolay geliyor. Bundan sonra güçlüğe rastlamayacağımdan değil, aşkın tüketilmez güçlüğünü bildiğim için kolay geliyor...

Yehuda İsa’yı ele verirken öpmüştü. Hainliğinden değil, İsa’yı sevdiği, kıskandığı, kendi artı onbir kişiyle paylaşmağa yanaşmadığı, onu, kendine aşan, onbir kişiyi de İsayı’da aşan bir düşe bırakmağa razı gelmediği, ele verişinin onu öldüreceğini bildiği için öperek ele vermişti. Öpmekten başka bir şey düşünemediği, ölümün açıldığını bilmediği eşiğinde duran İsa’yı uğurlarken kavurucu sevgisini başka hiçbir şeye güvenemediği, yükleyemediği, kurban edemediği için öpmüştü. Onu ölüme yollamadan çıldırmamak için. Ama öptüğü günün gecesinde gırtlağını soluksuzluğun sonsuzluğuna bağladığı zaman, İsa’nın öleceğinden emindi. Aşkın küçüklüğünden, cılızlığından başka bir köşesine tutunamamış, yakamozunu kendini göksel bir besin bellemişti. Güvenememişti kendisine güvenene, kıskanmıştı onu, ötekinin kıskandığı gibi. Öteki yani.

Rana...

Ben onun her şeyiydim. Biliyordu, biliyordum bildiğini. Yolumuza bir ağustos güneşi gibi kavurucu Müşfik çıkana değin. Değdiğini eriten sıvılar gibi çıktı yolumuza. Rahattık, rahat değildik belki ama o kandırıcı rahatlığımıza inanmanın rahatlığı içinde kaygısızdık. Küçük kaygılarım, kıskançlıklarım ördek tüylerinin üzerinde yuvarlanan boncuk boncuk duru sulardan farksız, süzülüp duruyordu üzerinde. Ben onun her şeyiydim. Gönlünde benden başkasına yer olamazdı...

Müşfik...

Rana gibi. Hala anlayamadım onu. Yahut, anlamaktan ürküyorum. Olanaksızlığı destek edinen bir öykü yağmurun altında da başlasa, bozkır güneşin altında da başlasa, olanaksız temeli, en olmayacak yapıyı en atak çıkıntısında çatlatıverecektir. O atak çıkıntıyı açıklamak için uğraşmaktan ürküyorum. Değmesine değiyor. Tekelci, kıskanç sevgiyi başka bir ucundan çözmeğe çalışmalıyım...

Müşfik...

Soluk soluğa, kestirme olsun diye arsadan geçerken bunlar geldi aklıma. Nasıl da anmışım bugün bilmeden nasıl da hepsi aklıma gelmiş. Birden bir daha Sarıkum’un toprağını buldum arsa toprağında, çatlaktı, otları diplerinden sararmağa başlıyordu. Aydınlık gecenin içinde sarılıklarını seçebiliyordum. Koku salıyorlardı. Kinsiz, kıskançsız bir kokuydu bu. Öfkem ağır ağır söndü. Kıskanmalarıyla kıskançlıklarıyla bana acı verenleri andım. Ona daha temiz gidiyorum böylece. Öfkem söndü. Onlar, eksik kişilerdi. Ben onun yanında daha tam, daha bir bütünlük içinde gideyim, onun eksizliği benim de eksizliğim oluyor...

Müşfik...

Yoruldum.
Yakında dolaşmayacağım geceleri, doktorlara uymağa zorlayacaklar beni (zorlayacakları yok benim kendi korkum zorlayacak biliyorum), karanlıkları zaten çoktan yitirmiştim, uzun bir süre için başkalarının olacak bu karanlıklar. Benim hiçbir payım olmayacak onlarda...
Talha. Talha ne yapıyordur şimdi?

Talha...

Hepsi uyudu. Bir beni uyku tutmadı. Karanlık hala yaşıyor(sayısız ölçüsüz kaynarsıcak bir karanlık dirim) Hepsinin soluğu uykunun örneğine uymuş tıslayıcı bir soluk. Karanlık uğultu dalgalanıyor, soluklara uyup kabarıyor, sönüyor, durmadan yorulmadan (sayısız kaynarsıcak) Bu karanlık ölmedi daha, yaşıyor kalabalığında, bense uyuyamıyorum, ölemiyorum hepsine uyup, Müşfik nerededir şimdi? Saat daha onbir buçuk. Onun yatmasına daha en az iki saat var. Çalışıyor mu? Belki de karanlığı harcamağa uğraşıyordur. Son karanlıklarını...(Sevdiği yitirdiği bulduğu gene yitireceği karanlıklarını bu karanlıkları ben de yitirecekmişim gibi oluyorum) .

Müşfik...

Maviyi sevdiğini daha bilmediğim günlerde onu birdenbire bir resmin derin sarıcı dipsiz mavisine çekinerek benzettim, benzettiğimi söyledim, benzetmedim bu mavi sensin dedim daha doğrusu cevap vermemişti önce sonra konuştu. O mavi ölümü bilemez, yanına gelse bilmeden tiksinir, dirimi durmadan tepirler ölümü ayırır içinden yalnız dirim tohumunu bırakır. Talha bozgunu içinde bile dirimdir...

Talha...

Tanrı’ya sığındık ikimiz de.

Oysa ben de biliyordum o kaçma isteğini o kaçma uzaklaşma bozgununu o mavinin sarıya çöle dönüştüğü yeri zamanı ben de biliyorum ben de bildim uzaklarda iken yahut kendi evimde iken sevdiğim insanların yakınında uzağında örümcek ağına düşmüşlüğü önce sokulup tutmaz hale getirilmişliği sonra emilip boşalmayı ama şimdi unutmak istiyorum bildiklerime kapılıyorum gene ama kurtuluyorum kurtulabiliyorum kapılıyorsam kaçtığım korktuğum için değil, ama zayıf yerlerimi yeniden hatırladığım için. Boş lakırdı bunlar mavi var karşımda pencere var...)
Bilge Karasu
* Not : Acı Kök Yağmurun Tadında bana göre; başlı başına okunması gereken hikaye... Neresinden alıntılama yapacağımı şaşırdım : )

Share/Save/Bookmark