Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Göçmüş Kediler Bahçesi Kesitler...

Avcının avına duyması gereken saygı, hanidir unutuldu. Av, avcıya boyun eğer ya da eğmez; ama saygısızca davranır mı?...

Satır Arası Kesitler ve Cümleler...

İncitme Beni...

* Herkesin, kim bilir belki de ancak "çoğu insanın" demeli ya, giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada, insanların arkalarını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile, kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede soyunmaktan başka şey dilemeyen bir adamın masalı bu...

* İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura, öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya, soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde, bu son adımı atmağı değer bellediğinde ölmesini bilir... Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılırda, sırası geldi diyerek, olmayacak bir yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız...

* Öteki hayvanlarda büyüyordu. Sayıları azalıyor da olsa, insanlardan çaldıkları yiyecek payı artıyordu bu büyümeleriyle. Bir tohumdan daha bol, daha güçlü tohum almak, alabilmek için ter döktükçe bu emeklerin gitgide büyüyen bir payını böceklere, kemelere kaptırmak, ağır gelmeye başlamıştı insanlara...

* Yavaş yavaş alışıyordu aşağıların yaşayışına; inanamadıklarının gerçekliğini görüyor, kendilerini dağlarından indirmiş dev hayvan masallarına nasıl inanabildiklerine şaşıyordu...
Tohumları, bitkileri korumak için her yıl insanlar yeni yollar arayıp buluyor, gitgide büyüyen masraflara katlanıyorlardı. Bulunan her yeni yolun ardından, böceklerin, kemelerin de yeni bir yol arayıp bulduğunu, kısa bir bozgun döneminden sonra bunların daha da güçlenerek, verdikleri zararı artırdıklarını yılgıyla görüyor, izliyordu insanlar...

* İnsanlarla köpekler birbirine iyice benzer hale geliyor, arabalar da aldırışsız, hızla sürdürüyordu korkunç, önemli yarışlarını...

* Bir öğretmen için deprem, bir gerçeklik taşımıyordu. Ama yeni gelenlerin çoğunda, öbür adalardan gelirken oranın eski depremlerinin korkusunu da içlerinde getirdikleri için olacak, bu adalıların sürdürmeğe çalıştığı tehlike duygusunun kolaylıkla yerleştiğini görüyor, biraz şaşırıyor, amabu şaşkınlığını belli etmemeğe de çalışıyordu...

* Adalılar için şöyleydi durum : Bir gün yeniden deprem olur, kıyılar bir daha parçalanıp ufalanıp denize dökülürse, kıyıda oturanların bir bölüğü belki kurtulurdu ama tersaneler, iskeleler, fırınlar gider; canlarını, evlerini kurtarmış tepeliler gene de aç kalır, açık kalırdı. Kıyılılarsa, bir depremde biz de gideriz, fırınlarımız, gemilerimiz de, diye düşünür, iş yerlerinin yukarılara taşınması yolunda -pek arada bir de olsa- yapılan önerilere kulak tıkarlardı...

* Varlığının artışı büsbütün hızlanıyor gibiydi. Anlamıyordu bunu. Bu artan varlığı eritmek için düşünebildiği yolların hepsi onu büsbütün güç duruma düşürecekti. Ya bir şeyler alacak, yükünü arttıracak, kendi deyimiyle, giyinecekti soyunacak yerde; ya da bu bir şeyleri almakla herkesin dikkatini çekecekti...

* Yabancılara başlangıçta uygulanan, sonradan yumuşutulan o katı kuralların dışında kalmıştı adam bugüne dek. Böyle bir düzen kurmuş muydu gerçekten, yoksa kurduğunu sanmakla mı kalmıştı?..

* Tarih duracağı yerden sonrasını söze aktarılacakları güne hazırlanmak istiyordu...

* Büyüyen topraklar, komşuların aç gözlülüğünü kışkırtabilirdi; artanı yitirmek korkusu, korkuların en büyüğü olarak beliriyordu sözlerinde. Yıllarca eksilmeye karşı önlem tasarlayıp durarak yaşadıkları için bundan daha doğal bir sonuç beklenemeyeceğini söyleyenler çıktı...

* Çılgınlığı, ilk olarak, bu adanın atalar düzeni kalıpları içerisinde görüyordu, görebiliyordu...

* Olmayacağı umuduyla yaşadıkları, yüzyıllardır olmamasına bakarak belki de, içlerinden, kimseciklere söylemeğe kendilerinde yürek bile bulamadan, olmayacağına artık yavaş yavaş inanır oldukları (daha doğrusu, olacağına artık pek inanmadıkları) parçalanmanın, ufalmanın tam tersi. Korktuklarının başlarına gelemeyeceğine yavaş yavaş kanıkmağa başladıkları bir sırada (ne var ki, böyle bir kanıkmanın ancak şimdi farkına varabiliyorlardı.) uslarının köşesinden geçirmedikleri bir şeyle karşılaşıyorlardı. Çifte düş kırıklığı gibi bir şey...

* Yığılan topraklar yüzünden, çevrelerini isteseler de göremiyorlardı artık...

* Sessiz filmleri anımsıyordu. Bir daha. Gençliğinde kaçırmadığı sessiz film toplu gösterilerini. Musikinin, olsa olsa, insanları sağır olmadıkları yolunda uyarmakla yetindiği gösterileri... Kayalık yıkılırken kulaklarına hiçbir ses gelmemişti ya, herhangi bir sartıntıda duymamışlardı... Neden sonra haberleri olmuştu olaydan. Burada ki göçük de -ister istemez sessiz olacaktı ya- sarsıntısız olmuştu anlaşılan...

* Kaygı, korku çeşidinden bir duyguya kapılıp kapılmayacağını düşünebilecek ölçüde yorgundu hala.

Alsemender...

* Yalan kötüydü. Yalan söylenemezdi. Kırdığını, yırttığını gizlemeden söylemeğe alıştıra alıştıra büyütüldü ama, her düşündüğünü söylemenin, açığa vurmanın da yakışık almayacağını öğretmeye çalıştılardı bu arada...Söylenecek doğrularla, söylenmeyecek doğrularınsınırını genç yaşında sezmeğe başladığıydı denebilir; ne var ki, yaşı ilerledikçe, bu sınırı sezmekle kalınamayacağını öğrendikçe, bir gün kesin bir sınır çizebileceği umudunu da iyice yitirdi...

*Kavramlar arasında köşe kapmaca oynar gibiydi. Bir kavram, bir başka kavrama atıyordu onu; bir bilim, ötekine...

* Öyküler kurmağa herkes meraklıydı galiba. Eskiler de, yeniler de. İnsanlar tutup bu öykülere inanırlardı da, karşılarında olup bitene, ya da söylenene, inanmak istemezlerdi; öyle görünse de, işin aslının başka türlü, çok başka türlü olduğunu ileri sürer, karşılarındaki adam ya da nesne, kurdukları öyküdeki adama, nesneye uymayınca, öykü değil, adam -ya da nesne- yalan söylüyor oluyordu gözlerinde. Herkes öyleydi galiba. Ya da genellikle herkes. Ne de olsa genelliklenin gizemli gücüne sığınmak vardı...

* Belli bir biçimde ekilip yetiştirilen, belli biçimde kurutulup dövülerek başka yaprak tozlarıyla karıştırıldıktan sonra çeşitli kaşıntılara karşı kullanılan soğan, her yerde vardı da, çiçek, geçmişten taşıyıp getirdiği bir düşmanlık yükü altında, neredeyse-neredeyse-unutulmuş, bilinmez, görülmedik bir şey haline gelmişti...

* Kumluk, ıssız deniz kıyılarında, hayvanların, insanların çiğnemediği kumlar arasında ak, - ya da sarımtırak ak- renkte, parlak, iri, kadeh biçimli çiçekler açan, adına da nedense alsemender denmiş bir bitkiydi bu. Çiçeğin çok güzel kokulu olduğunu, ama koparılır koparılmaz pörsüyüp dağıldığını belirten kitap, soğanının kurutulup belli bir takım başka yaprak kurularıyla birlikte dövülünce kaşıntılı hastalıklarda pek yararlı olduğunu söylüyor, ancak bir şey ekliyordu bu bilgilere: Yetiştiği yerin özelliğinden, denizin tuzu ya da toprağının çiğnenmemişliğinden olacak, bu bitkinin yapraklarının bir önemli niteliği vardı. Çiçeği taşıyan uzun sapın dibinde bitip yukarı doğru kama gibi uzayan iki yaprağın ikisini de çiğneyenlerin hepsi çıldırmıştı...

* Doğruluk, insanların gözünde başlıyordu...

Bir Başka Tepe...

* Düzlüğün kimi yeri sazlıktı ya, o sazlıkların altı ne tam karaydı ne tam su. Sazlıklara dalmadan dolaşmak yok muydu peki? Yol uzardı ama daha sağlam olurdu yürümesi herhalde... Vardır elbet. Zaten dalınmazdı, sazlıkların çevresinden dolaşılırdı ama yürümesi daha sağlam olmazdı gene de. Çünkü yer yer, o kurumuş, çatlamış görünen dümdüz toprağa bastığın an kendini diz boyu çamurun içinde bulurdun. Basacağın yeri öğrenisiye, sağlam toprağı tanır olasıya, akşam olurdu. Geceleri garip garip hayvanlar çıkardı sazlıklardan. Kimi yırtıcı, kimi ezip çiğneyici. Kimi sürüngen, kimi sarılgan. Her yanın apaçık, düzlüğün orta yerinde sabahı etsen bile, hayvanlardan, böceklerden biri olsun sana dokunmasa bile, sabah yerinden kalkıp yürüyecek halin olmazdı. Gecenin yaşı, sazlıklar içinde çürüyen dirimin karanlıkta ağan ağusu seni taştan beter ederdi.

Diyelim ki kalktın yürüdün. Bir gece daha, iki, üç gece daha geçirebilir miydin böyle, bir yerlere varmadan?

İlk geceden sonra geri dönenlerdi bunları söyleyenler...

Hep de insanın etine, kemiğine yönelecek tehlikelerin sözünü ederler, korkular gibi, umutsuzluklar, kaygılar gibi, insanın beynini, gönlünü kemirecek tehlikeleri, sözleri arasındaki suskunlara özenle yerleştirirlerdi. Hepsi yürekliydi ya, etin kemiğin dayanıksızlığı yıldırıyordu onları. O yüreklilik de, nedense, suskularda sezdirilmeğe çalışılırken, yitiverirdi ortadan...

* Çıkışın, tırmanışın güçlüğünden değil, doğrudan doğruya çıkışın kendisinden ötürü. Sabahı akşamı yok bu çıkışın, saatlere bölünmez bir devim olacak bu...

* Kişinin hastalıklarla uğraşması, dışarıdan sızmış bir düşmana kafa tutmasıdır. Yüreğinin bozulması ise, kişiyi kendi kendiyle karşı karşıya getiriyor olsa gerek. Kişi yenmeğe değil, aşmağa bakar o engeli, yaşamak için. Hayvanın direnişiyle insanın direnişi özdeşleşiyor o zaman. Yürek böyle bir savaştayken çıkrık olmağı kabul etmek iç karartısı, yüz kızartıcı bir şey...

* Biraz artık, biraz eksik üzerine kurulmuş bütün ince ayrımlar da önemini yitirir bundan sonra. Yaşamın artığından eksikliğinden çok, çeşitleri var. Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?..

* Garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? Bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kağıt, bir paçavra, biraz toz, birkaç hiç... Bir araya gelir bunlar, adı bir yaşam olur...

Masalın da Yırtılıverdiği Yer...

1b.

Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son yıllarda. Yaşadıkları anın iyice farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabildiğidir.) o işe sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa üşenmeden, gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar...

Bizlerse uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, yazgımız adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini, yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörcük birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilebilecek tek kişi –kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık.) ‘Farketmiyoruz’ dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeyi örneğin... Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlaklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda, ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da gelip desteklik, yastıklık edebileceğini....

Ama kedi sever gibi sevmeliyiz sevdiklerimizi...


***

Kedi sever gibi sevmeliyiz sevdiklerimizi. Oysa, bu yanlış tutumumun farkına vardıktan sonra da bir daha, bir daha, ‘kedi sevisi’ dediğim şeyi yaşamağa kalkıştım. Kişi çok şeyi anlayabiliyor da, bir anlamda, öğrenmiyor. Ya da, anladığına uygun bir eyleme davranmayı öğrenmiyor. Kendisine, birbirine benzer hatalar işleten, gerilerden, çok çok gerilerden getirdiği bir anıklıktır, bir karardır, bir yazgıdır. Başarı diye bir şeyin sözü, olsa olsa bu anıklığın, bu karar ya da yazgının çerçevesini parçalamakla edilebilir. Kendimi kaç kez suçüstü yakalayıverdim bu kedi sevilerinden birine usul usul kayarken. Oysa herkesinde, ne gönül kandırıcı açıklamalarla, bu durumda başka bir şey yapılamayacağını gösterebilirdim kendime de, herkese de... Kişioğlu ne de meraklıdır kolay olana...

***


Kedi sevmek, kedinin kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. O umursumaz bağımsızlığı, sırası gelince, kendi de göstermek olanağını – çocukça bir hastalık duygusuyla- elinde tutmak demektir. Kedi, kendi canı istediği zaman sokulur size; canı istemiyorsa, çağrılarınızı karşılıksız bırakır. Üç beş okşayışla mırıltılar, gırıltılar başlar, bunlar gitgide yükselir; bir birliktelik kurulmuştur. Ya siz, bir kımıltınızla, onun rahatını bozduğunuz için, ya da o, uyarım doygunluğuna erdiği için, bu birliktelik bir anda çatışma halini alabilir. Kedinin nankörlüğü denen, denegelen, kedinin bu bencilliğidir; insanca davranış kurallarından esinlenerek hayvana yakıştırdığımız bir bencillik... On sekizinde bir delikanlının gücüne erişmiş altı aylık bir bebekle oynamağa kalksaydık, sonuç daha başka olmazdı ki...

Elbette, bu bencillik karşısında büyük sabır göstermek, büyük sevgi göstermek gönlümüzü okşar. Kedi verdiği azrak mutlulukların ne ölçüde bilincindedir, bilemem ama, biz bu mutlulukların azraklığı ölçüsünde kölesi oluveririz onun. (Kediyi, neredeyse işkence ederek sevenler de vardır, onları unutuyor değilim. Ama kendi gücüne gönlünü kandırmak için hayvanın – ya da insanın- canını yakanlar dışında en sert kedi sever bile bu köleliği bilir.) Sonra, günü gelir, bir sokulganlık karşısında, bir naz, bir cilve karşısında, kendi usancımızı ya da ilgisizliğimizi- kedilere öykünerek- gösteriveririz. Kedi şaşırır. Oyunun kuralı, baştan kabul edilegelmiş kuralı, kedinin kedi, insanın da insan olması değil miydi?..

***

İş buna gelip dayanıyor : Bir kediyi sevmişiz de, kedinin bencilliği karşısına kendi üstünlüğümüzün tanrılara yakışır hoşgörüsü, bağışlayıcılığı, yargılayıcılığı ile çıkarız. Aşılmaz, ötesine geçilmesi düşünülemeyecek büyüklüğümüz, her kusuru bağışlarken, o kusurları işleyeni de bir yandan ezer. Ama, bu yükseklik, hiçbir şeyin sarsamayacağı bu tanrısal gönül yüceliği, gördüğü, görebileceği sevginin bir kırıntısından bile yoksun kalmak kaygısı içinde –başta, sevdiklerininki olmak üzere- herkesin (kırıcı da olsa) her yaptığına eyvallah diyen, kimseyi gücendirmemek, kırmamak, kendinden uzaklaştırmamak karabasanı içinde kıvranan, kendini herkesin en altında gören kişinin zırhı olamaz mı?.. Öyle düşünülürse, çok şey anlaşılır hale gelir : Bu sevgi türü bir eşitsizliğe dayatılmıştır; bir temel eşitsizliğe... Oysa sevgiyi hep eşitlik terimleri içerisinde düşünür, tasarlar, düşleriz. Bencil, tekelci duygularla bu eşitsizliği biz altüst ettiğimiz zaman bile karşımızdakinin her hatasını bu eşitliği bozan bir davranış diye görüp mutsuzluklara düşmez miyiz? Haksızlığa bozulmak, temelde, eşitliğe inanmak değil mi?...

***
Belki de en mutlu masal, birbirlerine saygı duymuş, birbirlerini sevmekte gerçek eşitlik tansığına ulaşmış – ya da ulaşmağa çalışmış- sevgililerin masalı; bir araya gelmeleri için, ölmeleri, gömülmeleri gerekmiş de olsa. Öğrenilecek başlıca erdem, belki de bu eşitliktir...

***
1a.

* Sözcük ardına sözcük dizerek (bir imge daha) ya da yerleştirerek (bir imge daha) örneği olmayan bir kumaşı dokumak, eğlenceli bir iş değil her zaman. Hele temelleriyle, sonuçlarıyla bir akıl yürütme, bir düşünce ortaya koymak için çalışılmıyorsa...

* Önemli olan eğitim : Kalıba girerken kuralları, yasaları öğrenirken, kendi olmayı da öğrenmek, öğrenebilmek...

* Büyük işler de, küçük işler gibi, her gün eklenen bir taşla örülür; ölüm de, her gün örseleniveren bir taş kıyıcığıyla gün gün ardına dokunur; ölümün büyüklüğü de, küçüğü de...

* Avcının avına duyması gereken saygı, hanidir unutuldu. Av, avcıya boyun eğer ya da eğmez; ama saygısızca davranır mı?...

* Duvarları da kullanarak çizdiğimiz kimi çerçevenin sürekliliğinin güvencesi nedir ki?..

* Masallar, alışagelmiş bir düzen içinde
(gerçekte, her gün yinelenip durduğumuz birkaç devinime bile alışık olduğumuz söylenemez ya, bir takım temel olguların –kabaca da olsa- yineleneceğini düşünüle gelmenin yaşamı kolaylaştırır gibi olmasından başka bir dayanağı yoktur bu alışa gelmişin...)
alışagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın
(yaşamın inişli yokuşlu akıp gittiğini imgesine gereğinden çok bel bağlarız, unutmamalı)
alışa gelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzen, bu alışılmışlık dokusunun yırtılıvermesinden ortaya çıkmıştır hep.

Bilgiyi ne için kullandığını unutanlar, güçsüzlüğünü güç sananlar, sevgiyi baltayanlar bu dokuyu yırtarken,

Korku, ördüğümüz duvarların iki yanında da, dura durur...

***
2a.

* Oysa adam, eşitsizliğin iki kutbu arasında yaşamını tüketirken, seslerden kurduğu dünya, eşitliği gerçekleştiriyordu kendince...

* İnsan elinden çıkma yapıtların öğeleri arasında, yetkinliğin ölçüsü olacak bir denge gözetilmesi, öteden beri sürdürülmüş bir kaygıdır...

* Mutluluk diye geldiğimizin çiğnemekten ya da çiğnenmekten haz duyma anlamına gelmesi gerekmediğini öğrenmek nasıl da güç geliyor bir çoğumuza!..

***
2c.

Bir soyluyu ancak bir soylu öldürebilir...

***
4.

Korku, örtmeğe en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeğe en çok uğraştığımız kokumuzdur...


Bilge Karasu

Share/Save/Bookmark