Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Veba...



Oysa o günle ilgili aklımda tek bir görüntü kaldı, suçlunun görüntüsü. Aslında onun suçlu olduğunu sanıyorum, nedeninin ne olduğu pek önemli değil. Ama kızıl saçlı ve yoksul, otuz yaşlarında ki adamcağız her şeye kabullenmeye öyle kararlı, yaptığından ve kendisine yapılacak olandan öyle içtenlikle korkmuş görünüyordu ki, birkaç dakikanın sonunda artık ondan başka hiçbir şey göremez olmuştum. Çok fazla çiğ bir ışıkla diken diken olmuş bir baykuşa benziyordu. Kravatının düğümü yakasının orta yerinden yana kaymıştı. Tek bir elinin, sağ elinin tırnaklarını kemiriyordu. Uzatmayayım, onun canlı olduğunu anladınız.

Ama ben o ana kadar onu yalnızca o alışılmış suçlu kategorisi çerçevesinde düşündüğümü ansızın fark ediyordum. O sırada babamı unuttuğumu söyleyemem, ama bir şeyler midemi sıkıştırıyor, tutukluya yönelttiğim dikkati yok ediyordu. Neredeyse hiçbir şeyi dinlemiyordum, bu canlı adamı vurmak istediklerini hissediyordum ve dalga gibi olağanüstü bir içgüdü, beraberindeki inatçı bir körleşmeyle beni sarıp sarmalıyordu. Ancak babamın iddianamesiyle kendime geldim.

Kırmızı cüppesinin içinde değişime uğramış, ne o sevecen kişi, ne de o saf adamdı; ağzından yılan gibi durmadan çıkıp duran koca koca tümceleri ağzıyla eziyordu. Ve toplum adına bu adamın ölümünü, hatta kafasının kesilmesini talep etti. Yalnızca şöyle diyordu: Bu baş düşmeli gerçek bu. Ama sonuçta ne fark eder ki? Ve sonuç değişmedi, çünkü o başı elde etti. Yalnızca o işi gerçekleştiren kendisi değildi.
....
........
...............

Her şeyin başlangıcı oldu. Şimdi hızlanacağım. On sekiz yaşımda rahat bir yaşamdan çıkıp yoksulluğu tanıdım. Yaşamımı kazanmak için binlerce iş yaptım. Yararını da görmedim değil. Ama beni asıl ilgilendiren ölüm mahkumiyetiydi. Kızıl baykuşla hesabı kapatmak istiyordum. Sonuçta siyaset yaptım. Öyle denir ya. Bir vebalı olmak istemiyordum hepsi bu. İçinde yaşadığım toplumun ölüme mahkumiyet üzerine kurulu olduğunu biliyordum ve onunla mücadele etmekle cinayetle de mücadele edeceğime inandım. Buna inandım, başkaları da bunu bana söyledi ve son olarak büyük ölçüde bunun doğru olduğunu söylemeliyim. Böylece sevdiğim ve her zaman seveceğim kişilerin yanında yer aldım. Orada uzun süre kaldım ve Avrupa’da mücadelelerine katılmadım ülke yoktur. Geçelim.

Tabii ki bizlerin de fırsat bulunca mahkumiyetleri ağzımıza aldığımızı biliyordum. Ama bu birkaç ölünün kimsenin öldürülmediği bir dünyaya ulaşmak için gerekli olduğu söyleniyordu bana. Bir bakıma bu doğruydu ve her şeyden öte, belki de ben bu tür gerçeklerin içinde yer alacak durumda değildim. Kesin olan, benim tereddüt ettiğimdi. Ama baykuşu düşünüyordum. Bir infaza tanık olduğum (Macaristan’daydı) güne ve çocukken beni saran o baş dönmesinin benim kocaman adam gözlerimi kararttığı güne kadar böyle sürebilirdi bu.

Bir insanın kurşuna dizildiğini hiç gördünüz mü? Hayır tabii, genellikle davetli olmak gerekir ve izleyiciler önceden seçilir. Sonuçta siz resimlerde ve kitaplarda kalmışsınız. Bir bant, bir direk ve uzakta birkaç asker. Hiç öyle değil! Tetikçi birliğinin, tam tersine, mahkumun bir buçuk metre yakınında durduğunu bilir misiniz? Mahkumun iki adım atsa göğsüyle silahlara çarpabileceğini bilir misiniz? Bu kısacık mesafede tetiği çekenlerin kalbe nişan aldığını ve hep birlikte orada bir yumruğun girebileceği büyüklükte bir delik açtıklarını bilir misiniz? Hayır, bunu bilmezsiniz, çünkü bunlar konuşulmayan ayrıntılardır. İnsanların uykusu vebalıların yaşamından daha kutsaldır. İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir. Kötü bir tat bırakırdı böyle bir şey ve tadın yerinde olması için ısrara yer yoktur, herkes bilir bunu. Ama ben, o zamandan bu yana iyi uyuyamadım. Kötü tat ağzımda kaldı ve ısrar etmekten yani düşünmekten vazgeçmedim.

O zaman anladım ki, en azından ben vebayla mücadele ettiğimi sandığım o uzun yıllar boyunca bir vebalı olmaktan öteye gidememişim. O zaman anladım ki, dolaylı yoldan binlerce insanın ölümüne göz yummuşum, hatta o ölümü kaçınılmaz biçimde getiren eylem ve ilkeleri doğru bularak buna kendim yol açmışım. Başkaları bundan rahatsızlık duymuyor gibi ya da en azından asla bu konuyu kendiliğinden açmıyorlardı. Benim boğazım düğüm düğümdü. Ben onların arasındaydım ama yalnızdım. Kaygılarımı dile getirdiğim zamanlarda olan biteni düşünmem gerektiğini bana söylüyorlar ve bir türlü yutamadığım şeyi bana yutturmak için çoğu kez etkileyici nedenler önüme sürüyorlardı. Ama ben karşılık olarak, o büyük vebalıların, kırmızı cüppelilerin de bu gibi durumlar için harika nedenleri olduğunu ve küçük vebalıların sözünü ettiği önemli nedenleri ve gereklilikleri kabul edersem büyük vebalıların nedenlerini reddedemeyeceğimi söylüyordum. Bana diyorlardı ki, kırmızı cüppelilere hak vermenin en iyi yolu mahkumiyetleri onların tekeline bırakmaktır. Ama o zaman ben de diyordum ki, bir kez göz yumuldu mu, vazgeçmek için bir neden kalmaz. Bana öyle geliyor ki, tarih beni haklı çıkardı; bugün kim daha fazla öldürürse o en büyük. Herkes öldürme çılgınlığına kapılmış ve ellerinden başka türlüsü gelmiyor.

Ne olursa olsun benim derdim akıl yürütmek değildi. O kızıl baykuştu, o berbat hikayeydi, o pis vebalı ağızların zincirler içindeki bir adama öleceğini söylediği ve o geceler boyu gözleri açık ölüme gideceği günü neredeyse bir can çekişmesiyle beklerken, ötekilerin onun ölmesi için her şeyi yola koyduğu o pis hikayeydi. Benim derdim o göğüste açılan delikti. O arada ben de en azından kendi adıma, bu iğrenç kasaplık için tek bir neden bile ileri süremeyeceğimi kendi kendime söylüyordum. Evet, daha açık görmeyi beklerken bu inatçı körleşmeyi seçtim.

O zamandan beri değişmedim. Uzun süredir utanıyorum, uzaktan bile olsa, iyi niyetle bile olsa ben de bir katil olmaktan ölesiye utanç duyuyorum. Zamanla başkalarından çok daha iyi olanların bile bugün öldürmekten ya da ölüme göz yummaktan kendilerini alamadıkların görüyorum, çünkü içinde yaşadıkları mantık böyle gerektiriyordu ve ölüme neden olmaksızın şu dünyada tek bir hareket bile yapamıyorduk. Evet, utanç duymaya devam ettim, hepimizin vebanın içinde olduğunu öğrendim ve iç huzurumu yitirdim. Onları anlamaya ve kimsenin can düşmanı olmamaya çalışarak bugün hala onu arıyorum. Artık bir vebalı olmamak için ne yapmak gerektiğini ve huzuru ya da huzur yoksa eğer, iyi bir ölümü umut etmemizi sağlayacak şeyin yalnızca bu olduğunu biliyorum. İşte insanları kurtarmasa da avutabilecek, ya da en azından onlara en az zarar verecek, hatta bazen de iyilik yapabilecek şey bu. İşte bu nedenlerle, uzaktan ya da yakından, haklı ya da haksız nedenlerle insanları öldüren ya da öldürmeyi haklı çıkaran ne varsa hepsini reddetmeye karar verdim.

İşte yine bu nedenle bu salgının bana öğrettiği hiçbir şey yok, onunla sizin yanınızda mücadele etmekten başka. Sağlam bilgilere dayanarak(görüyorsunuz ya Rieux, yaşamla ilgili her şeyi biliyorum) herkesin vebayı kendi içinde taşıdığını çünkü kimsenin, hayır kimsenin bundan kurtuluşu olmadığını biliyorum. Bir dikkatsizlik sırasında başkasının yüzüne doğru soluk vererek ve ona hastalık bulaştırmamak için hep dikkatli olmak gerektiğini de biliyorum. Doğal olan mikroptur. Gerisi sağlık, dürüstlük, saflık; bunlar iradenin hiç susmaması gereken bir iradenin bir sonucudur diyebiliriz. Dürüst insan, kimseye mikrop bulaştırmayan insan, en az dalgınlık yapandır. Ve hiç dalgınlık yapmamak için irade ve çelik gibi gergin olmak gerekir!.. Evet Rieux, bir vebalı olmak yorucudur. Vebalı olmamayı istemek ise daha da yorucudur. İşte bu nedenle herkes yorgun gibi duruyor, çünkü bugün herkes biraz vebalı. Ama işte bu nedenle, artık vebalı olmak istemeyen bazı kişiler sonsuz bir yorgunlukla karşı karşıya ve bundan onları ancak ölüm kurtarabilir.

Bu dünya için hiçbir değerim olmadığını ve öldürmeyi reddettiğim andan başlayarak kendimi belirli bir sürgüne mahkum ettiğimi biliyorum. Tarihi başkaları yapacak. Başkalarını yargılayamayacağımı da biliyorum kesinlikle. Sağduyulu bir katil olmak için gereken bir özellik eksik bende. Bu da bir üstünlük değil. Ama şimdi gerçekte olduğum kişi olmaya razı geliyorum, alçakgönüllülüğü öğrendim. Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar olduğunu ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak gerektiğini söylüyorum yalnızca. Belki size basit gelecektir bu ve ben basit olup olmadığını da bilmiyorum, ama gerçek olduğunu biliyorum. Başımı döndürecek ve başkalarını cinayete razı edecek denli baş döndürmüş öyle çok kanıt duydum ki, insanların tüm mutsuzluğunun açık konuşmamalarından kaynaklandığını anladım. O zaman doğru yolda olmak için açık konuşmak ve açık davranmayı seçtim. Sonuçta felaketlerin ve kurbanların olduğunu söylüyorum, başka da bir şey demiyorum. Eğer bunu söylerken kendim bir felakete dönüşüyorsam, en azından gönül rızamla değildir bu. Masum bir katil olmaya çalışıyorum. Görüyorsunuz ya, büyük bir hırs değil bu.

Tabii ki bir üçüncü kategorinin, gerçek doktorların da olması gerekirdi, ama bunun çok karşılaşılan bir şey olmadığı ve güç bir şey olduğu bir gerçek. İşte bu nedenle, her fırsatta zararı azaltmak amacıyla, kurbanların yanında yer almayı karar verdim. Kurbanların ortasında üçüncü kategoriye, yani huzura nasıl ulaşılır, en azından bunu araştırabiliyorum.

Tarrou sözlerini bitirirken bacağını sallıyor ve ayağıyla hafifçe yere vuruyordu. Bir sessizlikten sonra doktor biraz doğruldu ve Tarrou’nun huzura ulaşmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda bir fikri olup olmadığını sordu.

- Evet anlayışla.

Uzaktan iki ambulans sireni çınladı. Az önce anlaşılmaz olan bağırmalar kent sınırlarında, taşlı tepenin yakınlarında yoğunlaştı. Aynı anda patlamayı andıran bir ses duyuldu. Sonra sessizlik çöktü yine. Rieux fenerin iki kez yanıp sönmesini izledi. Rüzgar artar gibi oldu ve aynı anda denizden gelen bir esinti tuz kokusu getirdi. Şimdi yalıyara çarpan dalgaların sessiz soluk alıp verişleri belirgin bir biçimde duyuluyordu.

- Sonuçta beni ilgilendiren nasıl aziz olunduğu dedi Tarrou doğal bir tavırla.
- Ama siz Tanrı’ya inanmıyorsunuz ki.
- Tabii. Tanrısız bir aziz olunabilir mi, şimdi aklımda ki en somut soru bu...

Birdenbire çığlıkların geldiği yönde büyük bir ışık parladı ve rüzgarın akışıyla anlaşılmaz bir uğultu ikisine doğru yükseldi. Hemen ardından uzakta ışık söndü ve terasların kıyısında bir kızıllık kaldı yalnızca. Rüzgarın bir ara kesilmesiyle belirgin bir biçimde insanların çığlıkları duyuldu, sonra bir yaylım ateşi ve kalabalığın uğultusu. Tarrou ayağa kalkmıştı ve dinliyordu. Artık bir şey duyulmuyordu.

- Yine kapılarda çatışma oldu.
- Artık bitti dedi Rieux.

- Tarrou bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini, her zaman kurbanların olacağını, çünkü düzenin böyle olduğunu mırıldandı.
- Belki de, diye karşılık verdi doktor. Ama biliyorsunuz, azizlerden çok yenilmişlere karşı bir dayanışma duygusu içindeyim. Sanırım yiğitlik ve azizliğe karşı eğilimim yok. Beni ilgilendiren insan olmak.

- Evet ikimiz de aynı şeyin peşindeyiz, ama ben daha az hırslıyım.

Sh. 216...223

Albert Camus


Share/Save/Bookmark