Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara

Jurnal I... (Kesitler I)

Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların...



Ne garip bir oyuncak şu insan!... Yürür, konuşur ve acı çeker... 70 kilodur... Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez... Bir nevi ıstırap makinesi... İplerini başkaları çeker... Hantal ve şapşal bir robot... Neye sevinir bilinmez... Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti... Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh... Vücut araba, akıl arabacı... Ama gözleri bağlı arabacının, arabaya hükmeden atlar... Bu da haklı : Var olmak için yok olmak lazım... Parça bütüne kavuşacak ki, hasret dinsin... Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak?.. Ne olacağını bilen var mı?.. Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların...

Satır Arası Cümle Ve Kesitler...

* Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar, kaypak, insicamsız ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi her biri bir tarafa dağılıveren düşünceler...

* Ölüm!.. Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ihale...

* Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar...

* Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi...

* Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekamızın göz bebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur...

* Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...

* Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket, içinde eski hatıralar olduğu için, arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taş bebek gibi atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe...

* Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak...

* Deha, dikenli bir taç yaratmak daima ıstıraplı... Fakat yaratamadan ıstırap çekmek daha dayanılmaz bir çile...

* İnanmayanların inanlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlıkta vardır...

* Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?..

* Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde...

* Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır...

* Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış.

* Ama madem ki yalnız uluları, yalnız mutluları damgalayan parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına layık gördün, seni utandırmayacağım, ya ölüm şarkılarımı boğacak yahut elimden aldığın dünyadan çok daha muhteşem bir kainat yaratacağım. Sana meydan okuyorum Nemesis, senden korkmuyorum ey çılgın bakire!

* Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor. İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak... İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor. Vücudumuzu aşmak, 'ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: işte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları.

* Devam etmek demek yaratmak demektir. Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir...

* Ruhun ölümsüzlüğü bir mitostan ibaret değil...

* Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler;ruhları yoktur, üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır, dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar... Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler... Ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır...

* Neden yalnızlık bizi ürkütüyor? Ürkütüyor çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...

* Felaketlerimizin üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir...

* Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır. Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır. Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim, hem de bir imkandır...

* Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor...

* İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil... Ve dünya insan zekasının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan çok uzak... Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak...

* İnsan kendi varlığını her gün biraz daha az kusursuz bir heykele benzetmek için boşuna gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler kardan bir heykel kadar fani...

* Yarattığınız heykel sizden başka hayranı olmayan bir kukla...

* En küçük dalgınlık, yılların emeğini yok etmeye kafidir...

* İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk...

* Spinoza’nın bir sözü beni sık sık düşündürür: Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi... Fırtınalı bir denizde çalkalanan pusulasız bir gemi, bizden daha hürdür... Riyazet kalesi bir sırça köşk. Hangi limana doğru yöneleceğiz?..

* Tarih, galiplerin yazdığı bir kitap. Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenk...

* Uykusuz bir gece, gazetedeki herhangi bir havadis, bir gıda maddesinin bozukluğu, havanın yağmurlu ve sisli oluşu... Düşüncelerimize istikamet veren, bu kadar çeşitli, kontrol altına alınmaları bu derece imkansız saikler...

* Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek...

* Şuurumuzun önünde geçit resmi yapan konularda Hemoros’un cennetindeki hayaletlere benziyor bazen: Önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar. Kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz...

* Kelimeleri sana veriyorum okuyucu. Onlar yanıp sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu?. Alev var göğüslerinin içlerinde, barut var, göz yaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime Narsis’in kendini seyrettiği dere... Çok bakma içine düşersin!...

* Cümle, bir düşüncenin, doğan, büyüyen bir düşüncenin, dalbudak salan bir düşüncenin fotoğrafı...

* Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek parıltısıdır, yanar söner... Ama her fikir şimşek değildir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış...

* Kendini bir ırmağın sularını bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi?..

* Oyun yazılmış. İte kaka çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz...

* Değer levhasının her gün yazılıp bozulduğu bir çağda hareketlerimizi, yöneltecek kıstas nerede?..

* Yaşamak öldürmek demek, her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz... Ölmek ve öldürmek...

* Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize dokunmadıkça ses gelmiyor oradan...

* İsyan vahim, tevekkül güç... Ama isyansız tarih olmaz...

* Yaratmak, daima bütünün parçalanması...

* Meçhul bir dalga umulmadık kıyılara sürüklüyor kayığımızı...

* Hayatın kanunu değişmek... Zaten zindanında yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın?...

* Sfenks sorularını cevapsız bırakanı parçalar...

* Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir...

* Dilin gelişmesinde rol oynayan iki kuvvet : İhtilalci kuvvet, muhafazakar kuvvet...

* Bu memleketin en büyük faciası, en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dava, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi...

* Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!..

* Aydın gölgesinden korkuyor. Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok...

* İsa’dan Gandi’ye kadar Tanrı’ya nispeti olan her ulu, Tanrı’ların hışmına uğradı. Hazin olan Tanrı’ya nispeti olmadan Tanrı’ların hışmına uğramak...

* Mezar taşlarına konser veren adam, kemanın sesiyle kendinden geçebilir ve taşlar dinlemesini bilmeseler de, susmasını bilirler...

* Mezellet çok sert bir içki, kahramanlar yarattığı gibi veliler de yaratıyor.Ama sızdırıyor da...

* Nereye? Mutlaktan korkuyorsun, bilmediği bir eve girmekten çekinen köpek gibi korkuyorsun. Büyüklere yalnız acılarınla mı benzeyeceksin?

* Eflatun doğru söylüyor: İdeal sitenin çobanı filozof...

* Ölüm bütün eski kinleri, eski ümilyasyonları su yüzüne çıkarıyor...

* İnsan bir zincirin son halkası. Yoktan varolmak, kaderini tuğla tuğla abideleştirmek ancak harikulade mesut tesadüfler sayesinde mümkün...

* İnsanlar seçtikleri rolü, sonuna kadar oynamak zorunda...

* Seyisin şövalyeliğe özenmesi felaketle neticeleniyor...

* Küçük vazifelerden kurtulmak için büyük hayallerin kalesine sığınmak...

* Aydın mükellefiyetin yalnız nimetlerinden faydalanmak istiyor... İyi ama o zaman başkalarını nasıl tenkit edebilir?.. Bir sınıfın veya bir ülkenin çöküşünü bundan daha büyük bir katiyetle haykıran başka hiçbir sentom yok... Korkunç olan düşünürlerin, düşünebilenlerin ihaneti... Kimse kapısının önünü süpürmüyor. Yerini bulmamak mazeret olabilir mi?.. Yerini bulmayan, işgal ettiği yeri nimet ve mesuliyetleriyle başkalarına terk etmelidir... Hep kopuş, hep kaçmak arzusu...

* En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor...

* Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir. Ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. ‘That is the question’ Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da, kendine kıymak değil mi?... Başkaları kim? Bizden birer parça. Her tanıdığımız, varlığımızın bir zeyli. Her ölenle bir parça ben de ölürüm... Her ölüm bir ‘emputation’

* Fırtınaya tutulan, aşılan her gemi limana sığınır. Denize açılmadan fırtınaya tutulan gemi, deniz sütliman, fırtına sahilde geminin içinde...

* Hür olmak. Kendi kendinin ileti olmak; mevcudum çünkü öyle istiyorum diyebilmek, kendi kendinin başlangıcı olmak...

* Kahramanlar, rüyalarımızı yaşadıkları ölçüde enterasandırlar...

* Mathieu için bağlanmak, bağlandığını hissetmek, bağlarını koparamamak, bitmek demek...

* Hiçbir arzu yok içimde. Hiçbir tahassür yok. Gök mavi ve duru. Biraz sisli. Fırtına nasıl ve ne zaman dindi?.. Hatta, dindi mi?. Bilemiyor. Kedi gibi, köpek gibi, ağaç gibi yaşamak. Yaşayamaz ki... Gemiye binmiş bir kere... Daha doğrusu bindirilmiş...

* Düşen tutunacağı dalları seçmez...

* Dalga, şuurun derinliklerinden yükseliyormuş demek... Satıhtaymış. Sert ama sığda. Varlıktan ademe yuvarlanışta, ellerinin ihtiyaçla uzandığı dallardan biri daha kırılmış ne çıkar?.. Gölgeleri dal diye kucaklamaya kalkışmanın akibeti... Gölge... İnsanlar birer gölge, konuşan, gülen, inleyen ve eriyen birer gölge... Toprak nasıl emerse suları, zaman da bu gölgeleri öyle yutuyor...

* Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor?.. Bu bocalayışların hepsi de soyumuza has bir alın yazısı mı?.. Yoksa... Bu ‘yoksa’ öldürüyor... Sürü ile acı çekmek, acı çekmemek gibi bir şey... Sürünün terk ettiği hasta bir koyun olmak güç...

* İnsanların en terbiyesizi, insanlığın en büyük terbiyecisi olmuş...

* Aydın, tazminattan beri batı kapitalizminin şuursuz simyarı.

* Kaçış, daima zelilanedir. Bu kaçış bir kendini arayışta değil, pervanenin ışığa koşması da. Hürriyet, hürriyet... Ne hürriyeti?. Mevcut hürriyetleri kullanıyor musun?...

* Sanatın vazifesi faniyi edebileştirmek, tabiattaki korkunç tahrip dehasıyla göğüs göğüse mücadele etmek değil mi?..

* Her acı ne kadar ferdi, ne derece alelade olursa olsun insanlığın uçsuz bucaksız orkestrasında bir ahenk unsurudur...

* Edebileşmek uçurumların da hakkı...

* Gördüklerimiz sudaki akislerimizdi çok defa...

* Her sanatın amacı bir fetihtir, bir inşadır...

* Bulanık akıyor şuur ırmağı, bulanık... Derinlikleri seçilemiyor. Aksettirdiği, gökte soluk birkaç yıldız. Neden eğilmek istiyorsun hep?.. Kalbini teşrih masasına yatırmaktan bıkmadın mı?

* Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı.

* Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli...

*Will Durant medeniyet iki cümudiye devri arasında bir dinleniş, bir nefes alış diyordu, zelzele devri şöyle bir başını kaldırmaya görsün ne kent kalır, ne köy kalır...

* Nihayet nasıl ve niçin doğduğuna bir türlü akıl erdiremediğimiz insanoğlu, faydasız canlılarla ezilen kainatta açlıktan ölmemek için kendi kendini tahrip eden ve üniversel hezeyana akıl erdirebilen garip mahluk. Boşluklarla imkanlarla dolu bir mültiver...

* Felaket benim planımda izale edilse bile, bu hiçbir meseleyi halletmez...

* İnsanlık Tanrı’dan vazgeçtiği gün, kederinden öldü Tanrı. Onunla beraber insanlıkta öldü...

* Demek aklın sesi rüzgarın uğultusundan daha manasız... Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında boğulmuş asırlardır... Kadeh şakırtıları, halhaller ve heyheyler ve kuyuya doğru ilerleyen kafile... Kör kuyuya...

* Aileyi yönlendiren biyolojik faktörler değil, kültürel faktörlerdir...

* Hayat çoğu defa kılıçla başlayan, satırla biten rengarenk bir rüyaydı...

* Düşüncenin malzemesi dildir...

* Cümleler çok defa düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor...

* Kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim yaparmış...

* Söz zehirli bir kama. Ama kelimeleri gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir...

* Belki öldürdüğün her canlı da ölen kendinsin... Ama bunu ne zaman kavrayacak insan. Ya örs olacaksın, ya çekiç diyor Geothe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi? Aynı varlık, tek varlık. Hakikat bu mu?. Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?...

* Kadın da bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor...

* Mağaradan kaçmak... Fakat nereye?.. Gece karanlık... Ve rüyalarından başka kılavuzun yok...

* Düşüncelerin müphemin duvarlarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuarın ve şükranların...

* Fizyokrasi kelimesi ile toprağı biricik servet kaynağı sayan doktrin arasında bazen bir münasebet kuranlar görülmüş ise de bu sadece hatadır...

* Farkına varmadan yaşıyoruz, tırmanınca da gözlerimiz açılıyor...

* Hepimiz yarı yoldayız... Ama ben kabus içindeyim. Yürüyemiyorum...

* Edebiyat parçanın parçası diyor Geothe...

* Dil iki tarzda kullanılabiliyor. Kelimelerin hedefi ya yeni düşüncelerin, yeni duyguların ifadesi, ya da anlaşılır olmak. Yani ya varlıkların yeni bir cephesini belirtmeye çalışacaksınız, yahut bilinen, kabul edilen mefhumları en rahat, daha doğrusu en rahatsız etmeyici şekilde yorumlayacaksınız. Yazı bütün nüansları yakalamaya, bütün kaprisleri dile getirmeye çalıştı mı anlaşılır olmaktan çıkar bir parça ("ecri-ture artiste"). İkinci temayül de basma kalıba götürür bizi: beylik lâkırdılar, vecizeler, darb-ı meseller.. Bereket ki bu iki kutup arasında kesin bir sınır yok. İki temayül çok defa kucak kucağadır. Yani bunlar ayrı kategoriler değildir...

* Fertlerle gruplar arasında akça gibi tedavül eden yerleşmiş ve muayyen değerler vardır. Kelimeler ve kelime kombinezonları bu değerleri aktarmaya yarar sadece...

* Burjuva kelimeler dünyasındaki ihtilallerden hoşlanmaz...

* Dille beraber edebiyat da öldü... Yani içtimailiğini kaybetti. Ve yeni hiçbir değer getirmedi...

* Hayat yeni biçimler, yeni iddialar peşindedir. Cemiyet istikrardan hoşlanır. Edebiyatı savaş alanı haline getiren bu iki zıt istek...

* Heyecan daima taze, kelime ezelden beri eski. Sanat eserinin hammaddesi, dış dünyadan gelen intibalar. Onları biçime sokmak!..

* Yaratıcılığın, kendine has doğum sancıları, hummaları, ve-citleri var...

* Şuur ummanının derinliklerine yeniden atıyoruz ağımızı. Anı ebedileştirecek büyü-kelime büyücümle bütün hazinelerimizin içinde ya var ya yok. Düşünce ve heyecan spermatikos; kelime rahim...

* ‘Özleştirme’ adı verilen cinnet salgınını mahkum etmiyor bu kalabalık, koşmaktan hoşlanmadığı için yerinde, nereye gidiyorsunuz diye haykırmıyor, koşanı alkışlıyor, bataklığında kalmak istiyor...

* Moreno'ya inanmıyorum. Psikodram hangi ruh düğümünü çözebilmiş? Şuuraltı. Şuuraltı, biyolojiğin saltanat sürdüğü uçurum. Hayatı yaşanılır hale getirmek için, acılarımızın çok reel kaynaklarından uzaklaşıp, meçhuldan hatta belki de muhayyelden medet ummak. Psikanalizde de, psikodramda da şarlatanlığın payı çok büyük. Ödip kompleksi bile nesiller arasındaki anlaşmazlıktan doğmuyor mu?..

* Ancak başkalarının sırtından geçinen, her istedikleri kolayca gerçekleşen mutlularda gelişiyor şuuraltı. Göbeğine bakıp Tanrıyı görmek gibi bir şey bu...

* Düşüncenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek...

* Coğrafyaların fermanlarına ağaç boyun eğer. Kendileri ile beraber yaşayacağı insanları seçmek insanların en tabii hakkı...

Cemil Meriç Jurnal I...

Share/Save/Bookmark

Jurnal I... (Kesitler II)



Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen, kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek... Şuurumuzun önünde resmi geçit yapan konularda önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar, kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz... Halbuki yazar, onları teker teker otopsi masasına yatıran, yahut şuurun adesesiyle konsistansa kavuşturan, evet yahut – ama bunu yalnız dahiler başarabilir...- damarlarına kendi hayatından, hayatiyetinden bir parçasını zerkeden adamdır...

Satır Arası Cümle Ve Kesitler...

* Anlayamadığı bir dil konuşuyorsun. Ve hep beraber yokluğa sürüklenmektesiniz...

* Gitmek kaderin hatalarını tashih etmektir... Kaçmak : Cangıldan şehre, kasırgadan limana...

* Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, kat-ranlaşır, cıvıklaşır. Tedailer zigzag çizer boyuna. Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar. Boşluğun, sersemliğin, biyolojiğin uğultusu...

* Yalnız hayat kendini zekânın zararına da korumak ister. Şuurun kaderi, biyolojiğin umurunda değildir. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Şuurun her isyanı fizik varlığımızın muvazenesini tehlikeye düşürür. Şuuru isyan etmeyecek hale getirmek, maddenin yaşamak için gerçekleştirmek zorunda olduğu bir zaferdir. Cinnet reel'le ideal arasındaki uçuruma atılan bir köprü. Yani maddenin zaferi. Yok olmamak için asılman bir dal...

* Her yazı meçhule atılan bir kement. Her söz bir davet...

* Beşeriyet tarihinde tekâmül çok defa başka sektörlerde hazin gerileyişler bahasına gerçekleşebilir...

* Kısa bir zaman içinde medeniyet yeni sahalar fetheder, sonra durgunluk devresi başlar, uzun bir devre. Ve insanlık yükseliş devresindeki kazançlarını yer...

* Bir medeniyetin entelektüel bakımdan mukavemeti, hatta en verimli toprakların mukavemeti sonsuz değildir. Devamlı savaşlar toprağı da öldürebilir, medeniyeti de yıkabilir...

* Medeniyetler ancak intihar etmek suretiyle ölürler...

* Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa kendi karanlığından kaçmak boşuna...

* Zaman fertler için de milletler için de başka başka değer taşır. Yani istikbali dokuduğumuz bir ipliktir zaman.

* İki tarih var: bütün fetihleri birbiri üstüne yığan, zamandan faydalanan milletlerin tarihi, mirasyedi milletlerin tarihi. Zaman fertler için de milletler için de başka başka değer taşır. Yani istikbali dokuduğumuz bir ipliktir zaman. Ama tarihini itina ile işleyen, nakışlayan, şekillendiren ve zamandan bir çadır, bir halı, bir Mbas dokuyan fertler ve milletler olduğu gibi, makara ile oynayan bir kedi şuursuzluğu ile iplik yumağını arap saçma döndüren kavimler de var. Mirasyedi milletlerin tarihi de büyük faaliyetlere sahne olmuştur. Aradaki fark büyük medeniyetler, biriktiren, yığan medeniyetler, ötekilerde noksan olan bu sentetiklik, her yenilik erir, kaybolur, eski yeniliklere eklenmez...

* Tesadüf tek başına hiçbir netice doğurmaz...

* İcatları bütün olarak ele alırsak, tarihte iki büyük devre dikkatimize çarpar: neolitik ihtilal, sınai ihtilal...

* Kolektif oynayanlar kazanır...

* İnsan mağarasını terketti edeli kaderle boğaz boğazadır. Kaderin ilk tecellileri fırtına, sel, gece ve canavarlar.. İnsan bunları ehlileştirdi. Ehlileştiremediği tek düşman kaldı: kendisi...

* Bir ahtapotun kıskıvrak yakaladığı insan, tercih hakkından mahrumdur. Ya ölecek, ya kurtulacaksın. Sen ne ölmeye razısın, ne kurtulmaya çabalıyorsun.

* Dilini kaybeden millet yaşamak hakkını çoktan kaybetmiştir. Zindanınızın kapıları açık, ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz. Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı. Yalnız sesiniz, yalnız kelime. Uzaklardan gelen ve kime ait olduğu bilinmeyen bir ses. Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler. Hep aynı.

* İhtilalci, dünyayı değiştirmek ister. İsyankâr, -aleyhlerinde atıp tutabilmek için- acısını çektiği yolsuzlukların sürüp gitmesini ister. İsyankârda daima böyle bir kötü niyet, böyle bir suçluluk duygusu vardır. Düzeni yıkmak da istemez, aşmak da. Sadece ayaklanır ona karşı. Saldırışları ne kadar sertse içinde duyduğu karanlık saygı da o mertebe köklü ve kuvvetlidir.

* Hür bir dünya tehlikelerle dolu. Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler.

* İnsan ölüme karşı -değişiklik de bir ölümdür- kendi içinde değişmeyen bir ezeli-yet kurmak istemiş.

* İsyan bir ümit çığlıdır... Ölü isyan etmez...

* Kaymağını almak. Neyin ve nasıl? Ancak imâl ettiğiniz kaymağı alabilirsiniz. Yoksa cümleler raks eder önünüzde, konular gerdan kırar. Sonra sarhoşluğa benzeyen bir baş dönmesiyle tekrar dünyanıza dönersiniz. Bir maskeli balo dönüşü...

* Dostun kötü tarafı benleşmesidir; tükenmesi ve sönük bir yankıya kaybolmasıdır, gölgeleşmesidir...

* Tanrının alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi. Zira takdir de kolalı yaka takan bir sevgidir. Parçanın bütüne hasreti, bütün insanlar tarafından okunmak, yâni onlarla, kâinatla kaynaşmak, beraber yaşamak, tek kalp ol,-mak. İnsan bülbül gibi şakıyamaz. Dinlenmezse susar...

* Tek başıma bırakılmaktan korkuyorum. Bu korkuda bir nevi ihanet var. Açılmayan bir. kitap gibiyim. Küskün ve biçâre...

* Hiçbir yılan ışığa tükürmek ihtiyacı ile kıvranmaz. Hayat önce rüyalarımızla dökülüyor, yaprak yaprak ve dal dal. İnkisarlar arasında sıralama yapmak abes. Veren, mükâfat düşündüğü anda tefecidir. Ama kafasından kopardığı parçanın canavarlaşması hazin...

* Bir ülke mazisinden kopamaz, kopmamalıdır...

* Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi... bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Biz Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla fethedilmez. Bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç!..

* Tecrübe, hangi tecrübe..? Bu adam roman okur, tiyatroya gider ve ufuklar açılır önünde. "Kjşi âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar". Sanatın kanatlandırmadığı hayal, beli kırılmış bir yılan gibi, sürünür sadece...

* Hilkatin büyük hatâsı insan...

* Servet küstah, sefalet tehditkâr...

* İnsan her ülkede hilekâr ve yırtıcı...

* Yaratanın her şeyi güzel yarattığına kurbağalar bile güler. İnsan yarattığı heykeli boyuna düzelten bahtsız bir sanatçı...

* Cemiyet üvey ana olduğu zaman insan kahramanlaşıyor. Yani dâhi iki taşın çarpmasından doğan kıvılcım gibi iki kaderin çatışmasından doğuyor...

* İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü vardır sadece, "on" vardır. Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler...

* Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir. Denizdeki herhangi bir dalgayız. Dalgaların tarihi var mı? Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, ola- i cağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx...
* Tabiat hep aynı tabiat. Ama insan hep aynı insan değil...

* Feyzi-i Hindî en güzelini söylemiş: ‘Yokluk zulmetiyle bağlıysan topraksın, kafanda tanrısal ışık yanıyorsa: arş...’

* Cimri, cemiyet dediğimiz kuklalar yığınını zirveden seyreden bilge. İpler elinde ama bu oyunda aktör de, rejisör de olmak istemiyor...

* Sirse galiba domuzları insanlaştırdın, sadece insanları öfkeden, utançtan öldürmek için ahırların kapısını açtın, bunları tekrar ahıra sok Sirse...

* Onlar sürü yavrum. Zincirlerinden başka kaybedecek neleri var? Karanlıktan geldiler, karanlığa gidiyorlar. Umman-daki dalgalar gibi sayısız. Tarihi yok bu sürünün. Macerası yok. Yıldızlara tırmanan merdivenden habersiz. Yürüyen, esneyen, tepinen ve öğrendiği sesleri tekrarlayan uzviyet. Kafanın vecdinden habersiz. Bu sarhoş karnaval alayını yıldızlar, yüzbinlerce yıldız, kayıtsız bakışlarıyla seyrediyor. Hepsinin hayatı üç kelimenin içinde, hatta bir kelimenin: yaşamadılar. Kaya nasıl beyin olmuş, bilen yok. Yapma çiçek gibi ürpermeyen, kokmayan, yaşamayan milyonlarca, milyarlarca beyin var. Bu kervanın arkasından koşma çocuğum! Onların yöneldiği iklimlerde sam yelleri eser kış yaz. Sarayları çingene çadırından daha sevimsizdir...

* Kalabalığı sevmek, kalabalıkta erimek değil çocuğum, kalabalığı aydınlatmak. Işık olmak için yanmak lâzım. Yıldızlaşmak kolay değil...

* Bergson'u dinleyelim: ‘Madde bölen ve berraklaştıran nesne.. Kendi başına terkedilen bir düşünce, unsurların kucaklaştığı bir yığın, tek unsur mu var içinde, birçok unsurlar mı, bilemeyiz. Bir akış. Her akışta bir karışıklık mevcut. Düşüncenin açık seçik olabilmesi için kelimelere bölünmesi şarttır, kelimeleşmesi şart. Kafamızdan geçenleri aydınlık olarak idrak etmek için onları kağıda dökmekten başka çare yok. İç içe geçen mefhumlar ancak o zaman nizama girer, ayrılır birbirinden. Demek ki madde vaktiyle ilk hayat hamlesinde sarmaş dolaş olan temayülleri, fert fert, daha sonra da kişi kişi ayırır, belirtir, çözer. Madde emeği de kamçılar. Madde olmasa emek de olmazdı. Sadece düşünce olan düşünce, sadece tasarı olan sanat eseri, sadece hayallenen şiir, henüz bir emeğe mal olmaz. Şiirin kelimede gerçekleşmesi, sanat görüşünün heykelleşmesi veya tablolaşması emek ister. Emek güçtür, acıdır, ama yarattığı eser kadar, hatta yarattığı eserden daha değerlidir. Onun sayesinde bizde olandan fazlasını halkedebiliyoruz, kendi varlığımızın fevkine yükselebiliyoruz. Madde olmasa böyle bir emek de mümkün olamazdı. Madde cehdimiz karşısında direnir, madde cehdimiz karşısında boyun eğer., hem bir engel, hem bir alet, hem bir uyarıcı’...

* Hayatın mânâsı ne, niçin yaratıldık? Bu konular üzerinde kafa patlatan filozoflar şu noktaya dikkat etmemişler: hayat, kendisi söylüyor bize niçin yaratıldığımızı, hedefe varıp varmadığımızı açıkça belirtiyor. Mutluluk duyuyorsak vardık hedefe, haz demiyorum. Haz bir tuzak. Canlı varlık hayatını devam ettirsin diye böyle bir oyun icat etmiş, böyle bir yem bulmuş tabiat.. Haz, hayatın hangi yöne atılması gerektiğini bildirmez. Oysa mutluluk daima bir fethin, bir zaferin, bir galibiyetin belirtisidir. Hayat yeni bir başarı sağlamıştır. Her mutlulukta bir zafer havası var. Nerede mutluluk varsa, mutlaka bir ibda (‘creation’) var orada. İbda ne kadar zenginse mutluluk o kadar derin. Çocuğunu seyreden anne, mutluluk duyar; onu et ve ruh olarak yarattığını bildiği için duyar bu mutluluğu... Servet ve itibar mutluluk vermez insana, bir takım hazlar sağlar. Düşüncesine biçim veren sanatçının, yeni bir keşif, yeni bir icat sağlayan bilginin duyduğu mutluluğu düşünelim. Size bu adamların şöhret için çalıştıklarını, duydukları büyük mutluluğun uyandırdıkları hayranlıktan ileri geldiğini söyleyecekler. Büyük hatâ! İnsan başarısından şüphe ettiği ölçüde övülmek ister, pohpohlanmak ister. Gururun temelinde mahviyet vardır. Emin olmak için takdir bekler sanatçı. Vaktinden evvel doğan çocuğu pamuklara sararlar; sanatçı da eserinin hayatiyetinden şüphe ettiği için sıcak bir hayranlıkla sarıp sarmalamak ister onu. Yaşayan, yaşayacak olan bir eser halkettiğine inanan kimse metihleri ne yapsın? Şöhret vız gelir ona. Vız gelir, çünkü tanrısal bir mutluluk duymaktadır. Demek her alanda hayatın gayesi: yaratış. İnsanın kendi kendini yaratması, kendini aşan bir varlık yaratması dünyadaki zenginliklere her an bir yenisini katması...’

* Yeni bir ülke fethedeceksin, ama yalnız kendin için değil...

* Bergson her emek acı, diyor...

* Gerçi hayat, tezatların dil çıkardığı bir sahne. Ama peşimizden gelen bu mahalle çocuğu inanç, büsbütün utandırıcı. Herkesin içinde ensenize şamar indiren acaip bir yoldaş. Ayın her on üçünden felaket beklemek.. Felaket takvimle hareket etmez. Sonra felaket ne?..

* Ne kadar düşmanınız varsa o kadar büyüksünüz, yaşıyorsunuz. Kin sevgiden daha vefalıdır...

* Verite’nin satırlarından taşan ilk hakikat: kalabalığın her ülkede şuursuz ve şirret bir sürü olduğu. Yarım asır önceki Fransa, hakimleri ve mahkumlarıyla bizden çok farklı değil. Sahnede oynanan aynı komedya. Birinin dekoru biraz daha zengin. İnsan küçüklük kompleksinden kurtuluyor...

* İnsan eti para ile satıldığı gün köpek leşi kadar haysiyetsizleşiyor...

* Biterek ölmek güzel şey... Başlamadan ölmek korkunç...

* Kalabalık senfoniden anlamaz. Tarih de kadın gibidir, çığlığa koşar...

* Çığlık herkese hitap eder. Sürüye ve tarihe...

* Yalnız vasiyetnameler adressizdir. Vasiyetnameler ve intihar mektupları...

* Her alev bir avuç kül...

* Dizginleri boyuna gerilen at şahlanır, ama, kanatlanmaz...

* Tecrübe, tecrübe.. Bayağılığa alışmak ve bayağılaşmak...

* İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu...

* Yol, yola çıktıktan sonra belirir. Balta girmemiş bir orman, istikbal. Hangi tarafa sapacaksın?..

* Kalabalık bayılır insan beynine. Hemcinsini bir kaplan açgözlülüğü ile yutmaz. Medenidir kâfir. Beynini yer, kalbini yer. Ama gemideyiz, kaptan asırlardan beri sarhoş, tayfalar amelimanda. Her fırtınada bir parçası kopmuş geminin ve kopuyor. Bu gemiden kaçan kaçana. Sen gemiden kaçmak istemiyorsun...

* Bence insanı insan yapan: feragati, başkalarıyla kaynaşabilmesi, başkaları için yaşayabilmesi. Ve ölebilmesi. Kendini bir dâvaya vermek. Hangi maymun, hangi robot bu imtiyazımıza ortak olabilir? Ve sevmek. Avam için din, kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir...

* Ağaç kökü ile yaşar... İnsan da öyle...

* Tarih inatçı bir katır, kamçısız yürümüyor...

* Tarih gömülmez... Binalarıyla, sokaklarıyla, müzeleriyle, mezarlarıyla yok edilmesi imkansız bir şahittir...

* Cemiyet sanayileştikçe sınıf tezatları keskinliğini kaybeder...

* Arzın kaderini değiştirenler, kendi kaderlerini değiştirmek zorunda olanlardır...

* Yarası olmayan yaşar, yaratmaz...

* İnsan bazen kılıçla yontar hayalindeki dünyayı, bazen kalemle...

* Gerçek aşklar da sessizdir... Doyan konuşmaz... Yattığı kadınlarla övünen, o kadınlarla yatamayanlardır...

* Yaşanan an, bütün olarak yaşanan an, istikbale taşmaz... Başlar ve biter...

* İntibalar sıcak sıcak sunulmazsa tadını kaybediyor...

* En güzel şarkılar en ümitsiz olanları diyor Musset... Yalan... Yeis dilsizdir... Her hıçkırışta bir davet var... Bir davet yani bir ümit...

* Aradığımız... Aradığımızı bir bilsek... Biliyoruz, aradığımız olmayan... Bir veda daima hazindir... Ve mukaddestir... Ölüm gibi... Dönüşü yoksa tabi...

* Bazen bir kuyuya benziyor hayat. Kör, pis, zehirli bir kuyuya... Boğuluyorum... Ölüme koşacak mecalim kalmıyor. Kimseyi görmüyor gözüm... Sevdiklerim yabancılaşıyor...

* Spinoza, her hüzün bir parça fakirleşme, bir parça küçülmedir diyor...

* Aşkın bir oyun olduğunu kabul etmiyorum... Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir... Yeniden doğmak için uyanıştır... Aşkın bütün sırrı iki kelime... Varlığından soyunmak... Aşk için ya hep vardır, ya hiç...

* Seven sitem eder, sevilen siteme katlanır...

* Venüs, kendine ihanet edenleri affetmez...

* İnsanları olduğu gibi kabul etmek. O zaman mağaradan çıkmazdık. Ne peygamberler gelirdi, ne kahramanlar. İnsan yalnız tabiatı değil, insanı da değiştirdiği içindir ki bir tarihi var. Olduğu gibi, yani nasıl? Her insanda en az bir düzine insan var. Uyuyan ve uyandırılmak istenen bir düzine insan. Bunların hangisi biziz? Şartlar o bir düzine insandan birkaçını davet ediyor sahneye. Onları görüyoruz. Asıl insan ram-pın ışıklan altında boy göstermeyendir. İnsanları olduğu gibi kabul etmek. Yani tiyatrodaki aktörü benimsemek. Garip bir davranış...

* Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor Gandi... Kırıyorsa kanun değil, yumruktur...

* İnancı kişiliğidir insanın...

* Bir başkasının uyanıkken gördüğü rüyalardan zevk almak için, bir başkasını çok sevmeliyiz.

* Biz de asıl sürü, asıl sürüngen, asıl kara kalabalık, asıl nasırlaşmış şuur, kemikleşmiş vicdan, asıl araba beygiri, başını sağa sola çevirmekten korkan nasipsizler...

* Her tehlikeden kaçış, her düşünceden kaçış... Bırakıldığı yerde çubuğuna sarılan esrarkeşin tekkesi...

* Şöhretin terkibi de bazı yemeklerinki gibi tiksindirici...

* Zekanın köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskin, kalabalıklar geçemez üzerinden...

* Tehlikeli bir durak tımarhane, birçok yolcular cinnette karar kıldılar, Hölderlin gibi... Comte'u tedirgin etti cinnet, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı durdu cinnetle. Ebediyet hazin bir teselli mükafatı. Ve Rubaçov zindanının duvarında kelimeleşen sesler duydu, uzaktan, çok uzaktan gelen sesler... Cümleler vardır, korkunç bir yer sarsıntısı gibi kıtaları birbirinden ayırır. Kıtaları yani gönülleri. Uçurumlara köprü atan cümleler de vardır... Burada zaman hayretten dona kalmış, yürümüyor. Ve tarih, akmayan bir ırmak kadar şaşırtıcı. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'ı öfke şairleştirmiş. Öfke bir isyandır. Şarkta sokak isyan eder, sokak, yani rakkam, yani ‘abstraction’. Neye isyan? Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret. Görüyorsun ki kesilen bir konuşmayı tekrar başlatmak, mezardakileri diriltmek kadar güç...

* Hint bütün inançlara söz hakkı tanır...

* Tanrıların vayhini mısralaştırmak demek, peygamberliğe özenmek gibi bir şey...

* Baloyu yöneten şeytan değil, cehalet...

* Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçü de mevcuttur...

* Rusya'da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır. Katolik Kilisesi için hürriyet var mıydı? Reform, söz hakkını mantık selabetinden değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusya’da hürriyet yoktur, çünkü hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir, çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor. Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya'da tek içtimai sınıf var. Yani tek hakikat...

* Bizde hürriyet yok. Ne hürriyeti? Fikir var mı ki hürriyeti olsun? Her fikir sahneye çıktığı zaman ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir. Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur. Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti. Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakarlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır...

* Her rüya gerçek bir temele dayanır...

* Tarih, mağaramızın önünden geçen bir tren. Sırtımız dönük kapıya. Duvara katarların dev gölgesi vuruyor. Gölge ve gürültü. Gözleri göbeklerine çivili meczuplar Tanrıyı görüyormuş orada...

* İnsanları sevmek için, onlardan kaçmak demek...

* İnsanlar zaman zaman ilmin ve imanın kaynaklarıyla susuzluklarını giderememişler, karanlık kuyuya eğilmişler, oradan daha taze, daha doyurucu hakikatler fışkırtacaklarına inanmışlar. Ama bugün, bu, bir tecessüsten çok bir ‘angoisse’, medeniyetimizin bir buhranı...

* Karanlıkta satranç oynamak. Ahtapotun tek kolu yok ki, kaçasın... Her adımda ölümlerden ölüm beğenmek...

* Hata etmemek... Ölüler hata etmez. Yaşamak sfenksle aynı odaya hapis olmak gibi bir şey...

* Kader hep oynayamayacağı rolleri yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların...

Cemil Meriç Jurnal 1...


Share/Save/Bookmark

Sefiller...

İnsanlar alçalınca, vahşi hayvandan daha tehlikeli olabiliyor...


İhtiyaçları çok fazlalaşan insanlar kendi öz kaynaklarını sınırlarını zorlamaya itilir ve yollarına çıkan herhangi bir savunmasız kişiden bile irkilir. İş ve ücretler, yiyecek ve ısı, cesaret ve iyi niyet hepsi sahip olamadıkları şeylerdir. Bu karanlık içerisinde erkek, kadın ve çocuğun zayıflığını ele geçirir ve onları utanç verici işlere zorlar. Artık hiçbir dehşet veya korku dışlanmaz. Ümitsizlik, sadece dört duvarın adiliği ve basitliği ile sınırlanmıştır; hepsi kötülük ve suça yönelir... Hepsi sefilleşmiş, bozulmuş birer kötü ve pislik gibi gözükür. Fakat o denli alçalmış kişilerin de daha fazla alçalamayacağı bir çizgi vardır ve bu dönüm noktasında, dış dünya adeta yutar bu zavallı, tahilsiz, kimliksiz insanları... Onlar "Sefiller"dir; toplumdan dışlananlar, yeraltı köpekleri...Victor Hugo

Satır Araları Cümleler...

* Bazı tipler vardır ki, bir taraftan nefret etmeden diğer tarafı sevemezler...

* Dünyada ne fena otlar, ne de fena insanlar vardır... Yalnız, cehaletten gelen fena bir terbiye vardır...

* Eğer ruhlar gözle görülebilseydi, insanlar içinde her türlü hayvana-tilkiden tutun da domuza kadar- huy benzerliği olanlar bulunduğu müşahade edilecekti...

* İnsan cemiyetleri iki tip insanı kabul etmek istemezler: Önce kendisini rahatsız edenleri, sonra kendisinden çok üstün olanları...

* Talihsizlik ve utanç öyle bir haldir ki, insanın elini kolunu bağlar, hareket edemez duruma düşürür...

* Hakiyet kuvvetine sahip olan adama, ne kadar aşağı olursa, hakimiyet tavrı da o derecede şiddetli olur... Bu tavır, yabani hayvanda vahşilik, aşağı sınıfa mensup adamda ise merhametsizlik şeklinde tezahür eder...

* Bir harekete girişilirken niyet önemlidir, netice değil...

* Kötü bir insan, iyi bir muhite düşer, eğitilir ve elinden tutulursa pekala iyi bir insan olabilir... İyi zannettiğimiz bir insan da, kötü bir muhite düşer, ihanet görür, cemiyetin dışına itilir, zulme maruz kalırsa, şartlar onu kötü olmaya itebilir...

* Şok halindeki insan ne yaptığını, ne söylediğini bilemez...

* Bir yerde musibet olduğu zaman, bozuk cemiyetlerde, en evvel zayıflar ezilir...

* İnsanlar alçalınca, vahşi hayvandan daha tehlikeli olabiliyor...

* Kalabalıklar daima tehlikelidir...

* Kaçan adam daima kendisini tehlikede hisseder...

* Herkesin zor durumda imdadına yetişen bir meziyeti mutlaka vardır...

* Ekmeksiz hürriyet, hürriyetsiz ekmek düşünülemez...

* Bazı şeyler vardır ki, kaderin hazin cilveleri sebebiyle, ancak değerleri kaybedildikten sonra anlaşılmaktadır...

* Birini yüceltirken, öbürünü alçaltmak, birini kaldırırken öbürünü yıkmak gerekiyordu...

* Hayatta öyle musibetler vardır ki, zayıfları alçaltır, güçlüleri yükseltir...

* Beklemediği bir anda sefalete düşenlerde, dünyadan ve insanlardan kaçma hali gizlenir...

* Saf kalplilik, bazen farkında olmadan çok ileri gider...


Victor Hugo



Share/Save/Bookmark

Danton...



"Devrim Satürn gibidir; sürekli olarak kendi evlatlarını yer..."*

Yanlış çıkılan bir serüvende doğru ölüm mümkün müdür? «Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz»** saptaması geçerli midir Danton'un sonu için?

Otuz yaşında bir devrimci, otuz beş yaşında giyotinin kestiği başı halka teşhir edilen bir «devrim karşıtı»; Georges Jacques Danton...

Dönem; 1789 Fransız İhtilali sonrası...
Mekan; Paris sokakları, mahkemeleri...

Bir yanda modern insan dediğimiz yalnız, bireyci, kitlelere ve kurumlara inanmayan, nihilist/septik ve nihayet anarşist bir Danton, diğer yanda sözde halka yandaş fakat halktan kopmuş onu idealleri adına «nesneleştirmiş» Robespierre...

Danton iflah olmaz bir hedonist miydi, hazzı kazıdığımızda altından çıkan epiküryen felsefeyi yaşamına şiar edinerek, tüm devrim yolculuğundan dümeni «yoldaşlarından» ayrı yöne kırdığında? Danton ve dostları artık ihtişamlı zevk denizindeler; metresleri, şarapları, yemekleri var, popülerler, halk onlara özeniyor ve halk gibi konuşmayı onlarla şakalaşmayı fahişelerle sohbet etmeyi serserilerle içmeyi seviyorlar; bunu realize etmeleri de yine birey'i ön plana çıkarmakla oluyor.

Dönemin kadını filmde nasıl işlenmiş; ya çocuk doğuran katı ahlakçı ve son derece devrimi algılamaktan uzak bir yüzeysellikle despotik anne/kardeş, ya metres ya da anne babasının karnını doyurmak için fahişelik yapan halktan yoksul 'iyi' kız; başka kadın yok erkeklerin devrim dünyalarında...

Ya Robespierre, eski yoldaş; jakoben ve fakirliği bir erdem gibi taşıyan idealist devrim aşığı, evine gelen misafirine kahve ikram eden ama şeker olmadığını onur kaynağı gibi taşıyan o yoksul adam... O «erdem»e ve bu erdeme ulaşmak uğruna gerekirse zûlm de edilebileceğine inanıyor. Devrimin tamamlanması gereken bir süreç olduğunu ve bu uğurda kimi şiddet yöntemlerini elzem gören bir «tiran» benzeşi, ama tiranlığı reddedecek kadar da «erdem» bağımlısı. Danton'a derin bir sevgi ve saygı besleyen ama ülküsü uğruna dostunu giyotine gönderebilecek kadar da tutkulu bir Cumhuriyetçi.

***

"Dönüşümün kitlelerin gereksiniminden" kaynaklanma mecburiyeti olduğunu belirten Danton'a karşı, eski dost yeni muhalif Robespiere'in "kitlelerin henüz devrimi algılama bilincinde olmadığı" için uygun olanakların sağlanması adına devrim sürecinin devam etmesi gerektiğine ve devrime henüz ayak uyduracak bilinçte olmayan halkın «kötücül önderler»in peşine takılıp devrimi yok etme tehlikesinin ancak erdem yolunda mecburî tavizler verilerek önlenebileceğine dair güçlü ihtirası olan Robespierre; ve iki tarîhi kişiliğin mahremine giren usta yönetmen Wajda. Devrimci yaşam dekorlarıyla burjuva dekorlarının uyuşmazlığı izleyiciye eşit mesafeden verildiği için bir kahraman çıkaramıyor izleyici filmden, soru işaretleri kalıyor usunda...

İlk çarpıcı diyalog:
Robespierre terörden vazgeçmek arzusuyla, «adalet» için her türlü küçülmüşlüğü ve aşağılanmayı kabul ederek Danton'un ayaklarına gider. Robespierre'in "adaleti ilahi bir erdemdir, insan eli ulaşamaz, Devrim Mahkemesi adalet olamaz, sadece ulusun düşmanlarını cezalandıran bir güçtür."


"Danton: Ne istiyorsun?

Robespierre: Açıkça konuşmak istiyorum.

Danton: Hep öyle konuşmamış mıydın?

Robespierre: Georges, Héron'a neden saldırttın?

Danton: Ya sen? Neden matbaacıyı tutuklattın? Ve gazeteyi yasakladın?

Robespierre: Ben hükümeti korumak zorundayım. Ama sen. Seni anlamıyorum. Komplo hazırlığında olduğun söyleniyor Georges.

Danton: Bu doğru değil biliyorsun. Ben bir çocuk kadar masumum.

Robespierre: Seni ortadan kaldırmak isteyen çok sayıda düşman edindim.

Danton: Sen de mi?

Robespierre: Bana saldırmaya son verirsen korkacak bir şey olmayacağına dair sana söz veriyorum.

Danton: Korkacak bir şeylerim mi var?
Benden ne istiyorsun?

Robespierre: Direkt konuşman hoşuma gidiyor.
Bize katıldığını halka açıkça ilan edeceksin Georges.

Danton: İmkansız.

Robespierre: Neden?

Danton: Çünkü hükümeti onaylamıyorum. Buna hakkım var.

Robespierre: Ama bunu ilan etmeye hakkın yok.
Özellikle senin...!

Danton: Önlerinde eğilmemi istiyor olamazsın değil mi?

Robespierre: Hükümetin üstünde olduğunu mu sanıyorsun?

Danton: Birey kitlerin üstündedir.
Komiteleri ikimiz de küçümsüyoruz.
Tek söylediğim bu.
Aramıza girmemeliler Maximilien. Hiçbir komite hiçbir hükümet, kimse! Dikkat et bölünürsek ikimizin de işi bitecek. Bu terör hükümranlığına devam edersen senden yana olamam; kimse de olmayacaktır. Ve bizi destekleyen halk devrimi yok edecektir.

Robespierre: Peki bunda suç kimin?

Danton: Benim değil. Ve kesinlikle senin de değil. Madem suçlu değiliz demek ki eşyanın doğası böyle.

Robespierre: Ama ben eşyanın doğasına hiç inanmadım.

Danton: Ben de öyle. Aslında inançlarımız aynı.

Robespierre: Artık değil. Biz bir devrim yaptık; amaç halka erdem ve eşitlik vermekti.

Danton: Ve sen vaktini çizgiyi aşanları idam etmekle geçiriyorsun. Bunun için mi savaşmıştık?

Robespierre: Ben halkın savunmasını yapıyorum; ve bunu kimse yapmadı.

Danton: Kime karşı?

Robespierre: Devrimin açıkları yüzünden giderek zenginleşen insanlara karşı.
Evet mi hayır mı Georges?

Danton: Maxime, Maxime...! Sen insanların romanlardaki gibi davranmalarını istiyorsun. Ama etten ve kemikten olduğumuzu unutuyorsun. Yükselmek istiyorsun bizi nefes alamayacağımız bir zirveye dek
yükseltmek istiyorsun. Sonuç: Devrimi yalnızlaştırıyorsun. Soğutuyorsun. En ateşli yanlarını bile.

Robespierre: Bana tavsiyen nedir?

Danton: Her şey bizim düzeyimize dönmeli. Şimdi. Hemen.

Robespierre: Devrimci süreci durdurmak devrimin ölümü olur.

Danton: İnsanların istediği huzur içinde yemek ve uyumak. Ekmek yoksa ne yasa vardır ne özgürlük ne de adalet ne de cumhuriyet.
Maxime Komiteler umurumda değil.
Ben sana hayranım.
Seni takip etmeyi çok isterdim ama herhangi bir yerde değil asla...

Robespierre: Benim tek istediğim halkın yüzde seksenine normal yaşam koşulları sunmak.

Danton: Yapma, seni tanıyorum, yapma. Yapma burası mahkeme değil. Tek istediğin bu değil. Aynı adamların hükümette uzun süre kalması iyi değildir.

Robespierre: İktidar mı düşlüyorsun?

Danton: Düşlemiyorum; sahibim.
Tek ve gerçek iktidara; sokaklara!
Çünkü ben sokaktaki adamı anlıyorum o da beni.
Bunu sakın unutma.

Robespierre: Ben unutmuyorum. Ama sen de sakın sokaktaki adamın mutluluğuna engel olacak hiçbir şeyin önünde diz çökmeyeceğimi unutma!

Danton: Sokağı mutlu etmek istiyorsun! Ama halkın ne olduğunu bile bilmiyorsun! Halk hakkında ne biliyorsun? Hiçbir şey! Kendine bir bak! Şarap içmiyorsun saçların pudralı! Kılıcı görsen ödün patlar! Hiçbir kadınla yatmamış gibisin! O halde? Kimin adına konuşuyorsun? İnsanların mutluluğunu istiyorsun ama insan bile değilsin. Sana halkı göstereyim mi? Gel sokaklarda biraz yürüyelim.
(Sakinleşir)
Afedersin.
Ben hep kaba biri oldum.
Ve de sakar.
Dün gece birden uyandım ve kendime ''İkimiz nasıl ayrı düşebiliriz?'' dedim. ''Nasıl iki düşman olabiliriz?''
Bu çok saçma anlamı yok. Bir son vermeli.

Robespierre: O halde söylediğimi yap.

Danton: Neymiş o?

Robespierre: Georges senden istediğimi yap ve bize katıl.

Danton: Düşünmek için taşraya gidip her şeyi en başından gözden geçirdim. Ve şunu söyleyeyim dürüstçe, içtenlikle; giyotinci olmaktansa giyotinde ölmeyi yeğlerim...!

Robespierre: Neden söz ediyorsun, tamamen sarhoş olmuşsun.

Danton: lsrar ediyorsan Maxime. Şu başı görüyor musun? Görüyor musun? Hissediyor musun? Onu kesmesi gerekecek kişi sen olacaksın.

Robespierre: Afedersin. İkimiz de bir hata yaptık.
İyi geceler.

Danton: Her şeyi duyan tanıklarım var.

Robespierre: Evet bu yüzden hiçbir şey söylemedim."

Danton, Robespierre'i halkı araç olarak kullanmakla suçluyor, onun tek ihtirası idealleri. Ve konuşmalarının sonunda Robespiere için "artık avcumda" diyor dostlarına, belagâtının farkında; Robespierre de farkında Danton'dan etkilendiğinin, ruhundaki bu çelişkiyle devrime en ufak bir inançsızlığı yediremiyor, idam kararlarını ivedi onaylaması da bu tereddütü öteleme gayretiyle savaştığı aynı gece gerçekleşiyor..

***
"Adiler" diye alay ediyor Komite'nin kararıyla Danton; yeni bir eylem, halkın gözünü açacak yepyeni bir plan kuruyor aklında, çünkü halka ancak bu sayade "gerçekler"i gösterebilecek, ancak bu sayede "ekmek" isteyen halka "kelle" atan Komiteyi deşifre edebilecek; ölüm eylemi.
"Kanlı ellerin" korunaklığı altında yaşayacak bir bedendense, serin giyotinin belleğini kurtarmasına ve bunu da halkın gözlerini açması adına yapabileceği son devrim eylemi olduğuna inanıyor ve olanağı varken bile engel olmuyor hükümete. Aynı Danton, 1792 10 Ağustos devriminden sonra (21 Ocak 1793'te) kralın ve kraliçenin giyotine gönderenlerdendi. Yanlış yaşam, doğru ölümle mi öpüşüyor giyotini bahane ederek...Bu bir arınma mı?

***

Yargı da filmde kısa ama çarpıcı bir şekilde irdeleniyor; yargı cellat olmayı reddetse de; Robespierre yargının mevcudu korumak için gerekirse cellat olmasını hükmediyor. (Tanıdık geldi mi?)

"Yargıç Fouquier: Ben bir yargıcım. Senin özel celladın değilim.

Robespierre: Sen bir cellatsın...!
Benim hizmetimde değil ama! Halkın hizmetindesin! Sen adaletin istediği yargıçsın. Sana Cumhuriyetimizin düşmanlarını gönderiyoruz! Görevin onları yargılamak değil ortadan kaldırmak!

Yargıç Fouquier: Artık kanun sizinle değil.

Robespierre: Cumhuriyetin çıkarları söz konusu olunca her şeye hakkımız olduğunu unutma. Bir şey daha söylersen Fouquier bu kez sen tutuklanırsın!"

***

Ve nihayet filmdeki en çarpıcı bölümlerden biri Danton'un mahkemedeki son sözleri;

Yargıç Fouquier: Yolsuzlukla ve satılmışlıkla suçlandın.

Danton: Satılmışlık mı? Benim gibi biri satın alınamaz! (Mahkemeyi izleyen halktan kahkahalar, yargıçla alay etmeler...)

Yargıç Fouquier: Duruşmayı ertelemek zorunda kalacağım!

Danton: Bir devrimciden soğuk bir savunma beklemeyin! Tüm gün konuşabilirim!
Haykıracağım!
Ve sesimi duyuracağım!
Fransa!
Sizleri davanın başladığı anda bitmiş olduğuna inandırmak istiyorlar.

Bir insan ne kadar güçlüyse onu o kadar sert ezmeye çalışırlar. Birini yok etmeye karar verdilerse ona tüm suçları yıkarlar. Bu yöntem eskidi anlaşılan modern zamanlar boyunca geliştirmişler.
Hukuku ona hizmet etmek bahanesiyle unutturmak istiyorlar.
İktidarın korkuyla komşu olduğu, inancın kaybolduğu yalanını aşılıyorlar.
Dürüst insanlar politikadan hep rahatsız olmuştur;
Bugün çok daha fazla!
Neden ölmem gerekiyor? Cevap verebilecek tek kişi benim!
Ölmem gerek çünkü samimiyim.
Ölmem gerek çünkü gerçeği söylüyorum.
Ölmem gerek çünkü onları korkutuyorum!
İşte dürüst bir adamın katledilmesi için gerekli üç neden.

Burada beni komploculukla mı suçluyorlar?
Evet onu iyi bilirim.
İşlediğim suç komploydu.
Kalbimin sırrını bizzat kendime karşı komploya kurban verdim.
Barış için komplo kurdum, ateşkes için, yasalara saygı için, halkın huzuru için, mutluluk ve adalet için
komplo kurdum.
Bunlar hata evet evet; çünkü hata gibi gösteriliyorlar.
Ama ne olduklarını biliyorum ve hepsini üstleniyorum.
Ama onları, sadece onları üstüme alıyorum.

Hatalarımdan bir başkası ise popüler ve güçlü biri olmak; oysa uzun ve dingin bir yaşamı sadece sıradanlık ve bayağılık garanti edebilmekte. Hayatta kalmak istiyorsanız sevilmeyeceksiniz. Bu yeni icat ettiğimiz yasalardan biri; şimdiye dek yazılmış tüm yasalardan çok ama çok daha güçlü bir yasa.
Halkın sevdiği güçlü insanlara yazık!
Yaşasın vasatlar; suskunlar, bürolarındaki yalnızlıkta acı çekenler!
Devrim Satürn gibidir; sürekli olarak kendi evlatlarını yer.

Neden hiç bilmediğim bir kadere itilmek zorundayız; kurtarılmak yerine, ölüyoruz?
Bu kan seli nerden gelmektedir; nerede duracak? Tabii bir gün duracaksa?
Devrim fırtınasının frenlenebileceğini sanırdım. Bunun arzu edildiğini sanıyordum. Buna hâlâ da inanıyorum. Soğuk bakışlarınızda gördüğüm şey ölümümün şimdiden yazıldığı; kaçınılmaz olduğu siz bu salona girmeden önce karar verildiği. Merak ediyorum: Acaba yanıldım mı? Hatalı mıydım?
Bazıları neden farklı düşünüyor.
İdeallerine susamışlık hiçbir sınır tanımıyor!
Çevrelerindeki insanları görmüyorlar; sadece spekülatörleri görüyorlar, kötüleri, hainleri!
Devrimin ilkeleri adına bizzat devrimin kendisini unutmuşlar!
Yeni bir diktatörlük kurmuşlar; eskisinden daha vahşi olanı!
Tiranlığa dönmekten korkarken kendileri tiran olmuşlar!
Fouquier kan gerektiğini söylüyordu, halkın kan istediğini.
Yalancı! Yalan yalan.
Kan isteyen halk değil, sensin!
Halkın tek istediği barış içinde yaşamak!
Kendi kana susamışlığını halka mal etmeye hakkın yok!
Halkın tehlikeli tek düşmanı var.
O da hükümetler!"

83 yapımı böyle bir filmde Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda'nın tarihin birincil kişilerinin iç dünyalarına adeta sırdaş bir gözcülükle irdeleyen ustalığından ve Danton rôlunu hakkaniyetle oynayan Gérard Depardieu'dan bahsetmek de başka bir bahara kalsın.

Ve evet var olan hiçbir şey yok olabilemez, olmuyor da, Danton ölümünün bir dönüşüm olacağını bilerek soğuk giyotine çıplak boynunu koyarken son derece bahtiyâr ve huzurlu...

"Bütün iş Danton olabilmekte, yani yürekte..."***

Sonuç, film devrimi irdelerken bir yandan "yüzeyselliğini" politik bir manevra, bir düello olarak vererek, idealist ve hedonist zıtlığını iki karekterde birleştirip anti-devrimci nitelikte bir baş yapıt olabilmeyi başarıyor.

Filmde resimlerden, duvar figürlerinden, hatta mahkeme tutanaklarından ve kara kalem çizgilerinden çıkarılması için bizzat önlem alan ve emirler yağdıran Robespiere, Danton'u adeta tarihten silmek isterken günümüz Paris'inde 89 Devrimcilerinden yalnızca Danton'un anıtı olması tarîhin sert bir tokadı olsa gerek... Yargıcın mahkemenin açılışında sanığa kimsin, kaç yaşındasın, nerede oturuyorsun sorularına verdiği yanıt da, öngörüsünü ironik bir dille ispatlar cinsten:
"Adım Danton, yaşım otuz, yarın tarihin panteonunda**** oturacağım, uzatma, aldığın emri infaz et alçak!"

Not: Maximilien Robespierre, Danton'un idamından üç ay kadar sonra 1794'te idam edildi ve devrim Napolyon'un kollarına, imparatorluğa bırakıldı.
İlk Cumhuriyet de böylece ilk devrim çocuklarını yuttu; bu ne ilk ne de son olacaktı...

*Danton'un mahkemedeki savunmasından.
**Adorno
***Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre'sinden.
****Büyük yararlık göstermiş kimselerin gömüldüğü ulusal anıt. (TDK)

Ömür Nihan Akçalı

Share/Save/Bookmark

Kleopatra'nın Burnu...

Kleopatra'nın Burnu...



Anlayacak mı? Kim neyi? Sen kendini anlıyor musun?... Aç uzviyetinin sesini yükseltmek istedikçe gırtlağına sarıldın. Kalbinin konuşacak hali mi var?..

Kopmaktan korkuyorsun. Yapıştığı kayadan sökülmek istemeyen midyenin korkusu, mahallesinden uzaklaşınca kuyruğunu bacakları arasına alan köpeğin korkusu… Ama yaşamak kopmak demek, doğum da bir kopuş, bir parçalanış… Sanatı da, tarihi de yürüyenler halketti…

Gurbete çıkan adam… Gurbet bazen odası insanın, bazen vücudu, bazen… Nereye?... Kendini bir ırmağın sularına bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi?... Kayığı suya salan kendi iradesi mi zaten?.. Oyun yazılmış. İte kaka çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz. Vazife ahlakı!... Senin kendine karşı hiç vazifen yok mu?.. Bhagavad doğru söylüyor belki. Belki hikmet-i vücudumuz, ezelden beri devam eden bir oyunda bizden bekleneni, kızmadan, sevinmeden yapıp göçmek. Ama bizden beklenen ne?...

Değer levhasının her gün yeniden yazılıp bozulduğu bir çağda hareketlerimizi, yöneltecek kıstas nerede?... Aile?.. Aile var mı?.. Nasıl aile?.. Tesadüfen bir araya gelmiş insanlar topluluğu, bir tren kompartımanında karşılaşmışlar…

Emerson, fikir adamı kendini egoizmle zırhlamalı, diyor. Evet, cemiyet bir sümüklüböcek gibi ezer seni, zırhlı değilsen. Annen ezer, kardeşin ezer, çocuğun ezer… Neden başkalarından farklısın?.. Hem farklı, hem zayıf. İki büyük cinayet… Peki Emerson, bize ‘fikir adamı’ hilati giydirecek hangi makam?.. Raskolnikof faciası, alnını, bir şeyler var içinde diye yumruklayan bir hayalpereste soğuk terler döktürecek kadar korkunç… Elbette yaşamak öldürmek demek her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz… Ölmek ve öldürmek…

Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize dokunmadıkça ses gelmiyor oradan. Halbuki bizden edebiyete kalacak bu çığlık… Sevinç çığlığı, azap çığlığı, merhamet çığlığı…

Zavallı midye!.. Seni kayandan söken iraden mi sanıyorsun?.. İsyan vahim, tevekkül güç… Ama isyansız tarih olmaz, bütün dinler, bütün felsefeler bunu haykırıyor. İblis’in isyanı, Promete’nin isyanı… Neden tevekkül güç?... Ve Allah insanı yarattıktan sonra istirahate çekildi, insana yükledi vazifelerini, hilkatin son şaheseri insana… Yaratmak daima bütünün parçalanması… Tanrı kainatla sınırlandırdı kendini ve her varlıkta bir kere parçalandı. İnsan da öyle…

Nietzsche haklı. Kanla yazılan yazılar yaşıyor. Ne kanı?.. Çocuk kan içinde doğuyor, milletlerin beşiği kan, Kapitol’ün harcında kan. Kalbin kanayacak ki yaratabilesin… Ne Luther bir kavga adamı idi, ne Gandi… Meçhul bir dalga umulmadık kıyılara sürüklüyor kayığımızı…

Sen istiyorsun ki, kucağında yaşadığın dünya hep aynı kalsın, havan aynı, suyun aynı, dekorun aynı… Bu mümkün mü?... Mümkün değil, çünkü hayatın kanunu değişmek. Zaten zindanın da yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın?... Beni bulmamış olsaydın aramazdın diyor Tanrı… Kendini erkeğe teslim eden bir bakirenin korkusu. Meçhul karşısında duyulan ürperti. Ama her meselenin muayyen hal yolları var?... Ve sfenks sorularını cevapsız bırakanları parçalar…


Cemil Meriç Jurnal 12.01.1963

Share/Save/Bookmark

Veba...



Oysa o günle ilgili aklımda tek bir görüntü kaldı, suçlunun görüntüsü. Aslında onun suçlu olduğunu sanıyorum, nedeninin ne olduğu pek önemli değil. Ama kızıl saçlı ve yoksul, otuz yaşlarında ki adamcağız her şeye kabullenmeye öyle kararlı, yaptığından ve kendisine yapılacak olandan öyle içtenlikle korkmuş görünüyordu ki, birkaç dakikanın sonunda artık ondan başka hiçbir şey göremez olmuştum. Çok fazla çiğ bir ışıkla diken diken olmuş bir baykuşa benziyordu. Kravatının düğümü yakasının orta yerinden yana kaymıştı. Tek bir elinin, sağ elinin tırnaklarını kemiriyordu. Uzatmayayım, onun canlı olduğunu anladınız.

Ama ben o ana kadar onu yalnızca o alışılmış suçlu kategorisi çerçevesinde düşündüğümü ansızın fark ediyordum. O sırada babamı unuttuğumu söyleyemem, ama bir şeyler midemi sıkıştırıyor, tutukluya yönelttiğim dikkati yok ediyordu. Neredeyse hiçbir şeyi dinlemiyordum, bu canlı adamı vurmak istediklerini hissediyordum ve dalga gibi olağanüstü bir içgüdü, beraberindeki inatçı bir körleşmeyle beni sarıp sarmalıyordu. Ancak babamın iddianamesiyle kendime geldim.

Kırmızı cüppesinin içinde değişime uğramış, ne o sevecen kişi, ne de o saf adamdı; ağzından yılan gibi durmadan çıkıp duran koca koca tümceleri ağzıyla eziyordu. Ve toplum adına bu adamın ölümünü, hatta kafasının kesilmesini talep etti. Yalnızca şöyle diyordu: Bu baş düşmeli gerçek bu. Ama sonuçta ne fark eder ki? Ve sonuç değişmedi, çünkü o başı elde etti. Yalnızca o işi gerçekleştiren kendisi değildi.
....
........
...............

Her şeyin başlangıcı oldu. Şimdi hızlanacağım. On sekiz yaşımda rahat bir yaşamdan çıkıp yoksulluğu tanıdım. Yaşamımı kazanmak için binlerce iş yaptım. Yararını da görmedim değil. Ama beni asıl ilgilendiren ölüm mahkumiyetiydi. Kızıl baykuşla hesabı kapatmak istiyordum. Sonuçta siyaset yaptım. Öyle denir ya. Bir vebalı olmak istemiyordum hepsi bu. İçinde yaşadığım toplumun ölüme mahkumiyet üzerine kurulu olduğunu biliyordum ve onunla mücadele etmekle cinayetle de mücadele edeceğime inandım. Buna inandım, başkaları da bunu bana söyledi ve son olarak büyük ölçüde bunun doğru olduğunu söylemeliyim. Böylece sevdiğim ve her zaman seveceğim kişilerin yanında yer aldım. Orada uzun süre kaldım ve Avrupa’da mücadelelerine katılmadım ülke yoktur. Geçelim.

Tabii ki bizlerin de fırsat bulunca mahkumiyetleri ağzımıza aldığımızı biliyordum. Ama bu birkaç ölünün kimsenin öldürülmediği bir dünyaya ulaşmak için gerekli olduğu söyleniyordu bana. Bir bakıma bu doğruydu ve her şeyden öte, belki de ben bu tür gerçeklerin içinde yer alacak durumda değildim. Kesin olan, benim tereddüt ettiğimdi. Ama baykuşu düşünüyordum. Bir infaza tanık olduğum (Macaristan’daydı) güne ve çocukken beni saran o baş dönmesinin benim kocaman adam gözlerimi kararttığı güne kadar böyle sürebilirdi bu.

Bir insanın kurşuna dizildiğini hiç gördünüz mü? Hayır tabii, genellikle davetli olmak gerekir ve izleyiciler önceden seçilir. Sonuçta siz resimlerde ve kitaplarda kalmışsınız. Bir bant, bir direk ve uzakta birkaç asker. Hiç öyle değil! Tetikçi birliğinin, tam tersine, mahkumun bir buçuk metre yakınında durduğunu bilir misiniz? Mahkumun iki adım atsa göğsüyle silahlara çarpabileceğini bilir misiniz? Bu kısacık mesafede tetiği çekenlerin kalbe nişan aldığını ve hep birlikte orada bir yumruğun girebileceği büyüklükte bir delik açtıklarını bilir misiniz? Hayır, bunu bilmezsiniz, çünkü bunlar konuşulmayan ayrıntılardır. İnsanların uykusu vebalıların yaşamından daha kutsaldır. İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir. Kötü bir tat bırakırdı böyle bir şey ve tadın yerinde olması için ısrara yer yoktur, herkes bilir bunu. Ama ben, o zamandan bu yana iyi uyuyamadım. Kötü tat ağzımda kaldı ve ısrar etmekten yani düşünmekten vazgeçmedim.

O zaman anladım ki, en azından ben vebayla mücadele ettiğimi sandığım o uzun yıllar boyunca bir vebalı olmaktan öteye gidememişim. O zaman anladım ki, dolaylı yoldan binlerce insanın ölümüne göz yummuşum, hatta o ölümü kaçınılmaz biçimde getiren eylem ve ilkeleri doğru bularak buna kendim yol açmışım. Başkaları bundan rahatsızlık duymuyor gibi ya da en azından asla bu konuyu kendiliğinden açmıyorlardı. Benim boğazım düğüm düğümdü. Ben onların arasındaydım ama yalnızdım. Kaygılarımı dile getirdiğim zamanlarda olan biteni düşünmem gerektiğini bana söylüyorlar ve bir türlü yutamadığım şeyi bana yutturmak için çoğu kez etkileyici nedenler önüme sürüyorlardı. Ama ben karşılık olarak, o büyük vebalıların, kırmızı cüppelilerin de bu gibi durumlar için harika nedenleri olduğunu ve küçük vebalıların sözünü ettiği önemli nedenleri ve gereklilikleri kabul edersem büyük vebalıların nedenlerini reddedemeyeceğimi söylüyordum. Bana diyorlardı ki, kırmızı cüppelilere hak vermenin en iyi yolu mahkumiyetleri onların tekeline bırakmaktır. Ama o zaman ben de diyordum ki, bir kez göz yumuldu mu, vazgeçmek için bir neden kalmaz. Bana öyle geliyor ki, tarih beni haklı çıkardı; bugün kim daha fazla öldürürse o en büyük. Herkes öldürme çılgınlığına kapılmış ve ellerinden başka türlüsü gelmiyor.

Ne olursa olsun benim derdim akıl yürütmek değildi. O kızıl baykuştu, o berbat hikayeydi, o pis vebalı ağızların zincirler içindeki bir adama öleceğini söylediği ve o geceler boyu gözleri açık ölüme gideceği günü neredeyse bir can çekişmesiyle beklerken, ötekilerin onun ölmesi için her şeyi yola koyduğu o pis hikayeydi. Benim derdim o göğüste açılan delikti. O arada ben de en azından kendi adıma, bu iğrenç kasaplık için tek bir neden bile ileri süremeyeceğimi kendi kendime söylüyordum. Evet, daha açık görmeyi beklerken bu inatçı körleşmeyi seçtim.

O zamandan beri değişmedim. Uzun süredir utanıyorum, uzaktan bile olsa, iyi niyetle bile olsa ben de bir katil olmaktan ölesiye utanç duyuyorum. Zamanla başkalarından çok daha iyi olanların bile bugün öldürmekten ya da ölüme göz yummaktan kendilerini alamadıkların görüyorum, çünkü içinde yaşadıkları mantık böyle gerektiriyordu ve ölüme neden olmaksızın şu dünyada tek bir hareket bile yapamıyorduk. Evet, utanç duymaya devam ettim, hepimizin vebanın içinde olduğunu öğrendim ve iç huzurumu yitirdim. Onları anlamaya ve kimsenin can düşmanı olmamaya çalışarak bugün hala onu arıyorum. Artık bir vebalı olmamak için ne yapmak gerektiğini ve huzuru ya da huzur yoksa eğer, iyi bir ölümü umut etmemizi sağlayacak şeyin yalnızca bu olduğunu biliyorum. İşte insanları kurtarmasa da avutabilecek, ya da en azından onlara en az zarar verecek, hatta bazen de iyilik yapabilecek şey bu. İşte bu nedenlerle, uzaktan ya da yakından, haklı ya da haksız nedenlerle insanları öldüren ya da öldürmeyi haklı çıkaran ne varsa hepsini reddetmeye karar verdim.

İşte yine bu nedenle bu salgının bana öğrettiği hiçbir şey yok, onunla sizin yanınızda mücadele etmekten başka. Sağlam bilgilere dayanarak(görüyorsunuz ya Rieux, yaşamla ilgili her şeyi biliyorum) herkesin vebayı kendi içinde taşıdığını çünkü kimsenin, hayır kimsenin bundan kurtuluşu olmadığını biliyorum. Bir dikkatsizlik sırasında başkasının yüzüne doğru soluk vererek ve ona hastalık bulaştırmamak için hep dikkatli olmak gerektiğini de biliyorum. Doğal olan mikroptur. Gerisi sağlık, dürüstlük, saflık; bunlar iradenin hiç susmaması gereken bir iradenin bir sonucudur diyebiliriz. Dürüst insan, kimseye mikrop bulaştırmayan insan, en az dalgınlık yapandır. Ve hiç dalgınlık yapmamak için irade ve çelik gibi gergin olmak gerekir!.. Evet Rieux, bir vebalı olmak yorucudur. Vebalı olmamayı istemek ise daha da yorucudur. İşte bu nedenle herkes yorgun gibi duruyor, çünkü bugün herkes biraz vebalı. Ama işte bu nedenle, artık vebalı olmak istemeyen bazı kişiler sonsuz bir yorgunlukla karşı karşıya ve bundan onları ancak ölüm kurtarabilir.

Bu dünya için hiçbir değerim olmadığını ve öldürmeyi reddettiğim andan başlayarak kendimi belirli bir sürgüne mahkum ettiğimi biliyorum. Tarihi başkaları yapacak. Başkalarını yargılayamayacağımı da biliyorum kesinlikle. Sağduyulu bir katil olmak için gereken bir özellik eksik bende. Bu da bir üstünlük değil. Ama şimdi gerçekte olduğum kişi olmaya razı geliyorum, alçakgönüllülüğü öğrendim. Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar olduğunu ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak gerektiğini söylüyorum yalnızca. Belki size basit gelecektir bu ve ben basit olup olmadığını da bilmiyorum, ama gerçek olduğunu biliyorum. Başımı döndürecek ve başkalarını cinayete razı edecek denli baş döndürmüş öyle çok kanıt duydum ki, insanların tüm mutsuzluğunun açık konuşmamalarından kaynaklandığını anladım. O zaman doğru yolda olmak için açık konuşmak ve açık davranmayı seçtim. Sonuçta felaketlerin ve kurbanların olduğunu söylüyorum, başka da bir şey demiyorum. Eğer bunu söylerken kendim bir felakete dönüşüyorsam, en azından gönül rızamla değildir bu. Masum bir katil olmaya çalışıyorum. Görüyorsunuz ya, büyük bir hırs değil bu.

Tabii ki bir üçüncü kategorinin, gerçek doktorların da olması gerekirdi, ama bunun çok karşılaşılan bir şey olmadığı ve güç bir şey olduğu bir gerçek. İşte bu nedenle, her fırsatta zararı azaltmak amacıyla, kurbanların yanında yer almayı karar verdim. Kurbanların ortasında üçüncü kategoriye, yani huzura nasıl ulaşılır, en azından bunu araştırabiliyorum.

Tarrou sözlerini bitirirken bacağını sallıyor ve ayağıyla hafifçe yere vuruyordu. Bir sessizlikten sonra doktor biraz doğruldu ve Tarrou’nun huzura ulaşmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda bir fikri olup olmadığını sordu.

- Evet anlayışla.

Uzaktan iki ambulans sireni çınladı. Az önce anlaşılmaz olan bağırmalar kent sınırlarında, taşlı tepenin yakınlarında yoğunlaştı. Aynı anda patlamayı andıran bir ses duyuldu. Sonra sessizlik çöktü yine. Rieux fenerin iki kez yanıp sönmesini izledi. Rüzgar artar gibi oldu ve aynı anda denizden gelen bir esinti tuz kokusu getirdi. Şimdi yalıyara çarpan dalgaların sessiz soluk alıp verişleri belirgin bir biçimde duyuluyordu.

- Sonuçta beni ilgilendiren nasıl aziz olunduğu dedi Tarrou doğal bir tavırla.
- Ama siz Tanrı’ya inanmıyorsunuz ki.
- Tabii. Tanrısız bir aziz olunabilir mi, şimdi aklımda ki en somut soru bu...

Birdenbire çığlıkların geldiği yönde büyük bir ışık parladı ve rüzgarın akışıyla anlaşılmaz bir uğultu ikisine doğru yükseldi. Hemen ardından uzakta ışık söndü ve terasların kıyısında bir kızıllık kaldı yalnızca. Rüzgarın bir ara kesilmesiyle belirgin bir biçimde insanların çığlıkları duyuldu, sonra bir yaylım ateşi ve kalabalığın uğultusu. Tarrou ayağa kalkmıştı ve dinliyordu. Artık bir şey duyulmuyordu.

- Yine kapılarda çatışma oldu.
- Artık bitti dedi Rieux.

- Tarrou bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini, her zaman kurbanların olacağını, çünkü düzenin böyle olduğunu mırıldandı.
- Belki de, diye karşılık verdi doktor. Ama biliyorsunuz, azizlerden çok yenilmişlere karşı bir dayanışma duygusu içindeyim. Sanırım yiğitlik ve azizliğe karşı eğilimim yok. Beni ilgilendiren insan olmak.

- Evet ikimiz de aynı şeyin peşindeyiz, ama ben daha az hırslıyım.

Sh. 216...223

Albert Camus


Share/Save/Bookmark

Veba... (Kesitler)

Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez...



Satır Araları Cümle ve Kesitler...

* Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır...

Sh.11

* İnsan alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir...

Sh.13

* Felaketler ortak bir şeydir, ancak başınıza geldiğinde inanmakta güçlük çekilir...

* Bir savaş patladığında insanlar, ‘Uzun sürmez, bu çok aptalca’ derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez...

* Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi...

* Felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak...

Sh. 40

* Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez...

Sh.41

* Dedikoducular her şeyi abartır...

Sh.49

* Önemli olan düşünce biçimin iyi olup olmaması değil, düşündürmesidir...

Sh. 50

* Söz konusu bir şeyin kötü yanını görmek değil, önlem almak...

Sh.51

* Genel sürgünde onlar en fazla sürgün olanlardı, çünkü biz de olduğu gibi zaman onlarda da kendine özgü kaygıyı uyandırsa da, onlar uzamdan kopmuyorlar ve kendi veba sinmiş sığınaklarını, yitirdikleri vatandan ayıran duvarlara sürekli çarpıp duruyorlar.

Sh.70

* Umutsuzlukları onları paniğe kapılmaktan kurtarıyordu, mutsuzlukların iyi bir yanı var...

Sh.72

* Talihsizliğin soyut ve gerçek dışı bir yanı vardı. Ancak soyut olan sizi öldürmeye başlarsa, o zaman soyutluklarla ilgilenmek gerekir.

Sh.83

* Endişeli bir yüreğin en büyük arzusu, sevdiği kişiye sonsuza dek sahip olmak ya da ayrılık zamanı gelip çattığında, bu varlığın ancak buluşma günü gelince son bulacak düşsüz bir uykuya dalmasını sağlayabilmektir...

Sh.101

* Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar biraz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe...

Sh.106

* Tourra’ya, dine göre, bir insanın yaşamının ilk yarısının bir yükseliş, ikinci yarısının da bir iniş olduğunu, iniş dönemindeyse günlerin artık bir insana ait olmadığını, herhangi bir anda elinden alınabileceğini, böylece günlerle pek işi kalmadığını ve belki de en iyisinin pek bir işe girişmemek olduğunu biraz olsun anlatmıştı.

* Ermişlik bir alışkanlıklar bütünüdür...

Sh.107

* Sefaletin ne yetkin bir şey olduğunu kanıtlamadan önce, onu iyileştirmeye çalışır...

Sh.114

* Eğer mutlak bir güçte Tanrı’ ya inansaydı, insanları iyileştirmeyi sürdürmez, bu görevi ona bırakırdı. Ama dünyada kimse, hayır kimse, Tanrı’ya inandığını sanan Panelox bile, böyle bir Tanrı’ya inanmıyordu, çünkü kimse kendini sonuna kadar Tanrı’nın ellerine bırakmıyordu...

Sh.115

* Dünyanın düzeni ölümle sağlandığına göre belki de Tanrı için en iyisi ona inanmamak ve suskun suskun durduğu göğe gözlerimizi çevirmeksizin ölüme karşı tüm gücümüzle savaşmaktır...

Sh.116

* Dünyada ki kötülük neredeyse, her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyette kötülük kadar zarar verebilir...İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir. Şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendini öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her tür sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz...

Sh.119

* Yalnızca sanatçılar bakmayı bilir...

Sh.122

* Dünyada ki tüm ordularda genellikle malzeme eksiğini insanla kapatırlar...

Sh.134

* İnsan acı çekmeyi ya da uzun süre mutlu olmayı beceremiyor...

* Siz bir düşünce uğruna ölümü göze alabilecek güçtesiniz, bu açıkça görülüyor. Ben kahramanlığa inanmam, bunun kolay olduğunu ve ölümle sonuçlandığını bilirim. Beni ilgilendiren insanların yaşaması ve aşktan ölmesi...

Sh.145

* En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı...

Sh.149

* Gerçekten de sefaletin, korkudan baskın çıktığı görüldü...

Sh.156

* Hiçbir şeyin bir felaketten daha az olağanüstü olmamasıdır ve sürelerine bakarsak büyük felaketler tekdüzedir...

Sh.159

* Yurttaşlarımız yola gelmişti, uyum sağlamışlardı, öyle denir ya, çünkü başka türlü yapacak bir şey yoktu. Doğal olarak talihsizlik ve acının getirdiği bir tutum içindeydiler, ama bıçağın sivri ucunu artık hissetmiyorlardı. Kaldı ki, örneğin doktor Rieux talihsizliğin asıl bu olduğunu, umutsuzluğa alışmanın umutsuzluktan beter olduğunu düşünüyordu...

Sh.160

* Şunu belirtmek gerekir, veba sevme gücünü ve hatta dostluk duygusunu herkesin elinden almıştı. Çünkü aşkın biraz olsun geleceğe gereksinimi vardır ve bizler için kısa anlardan başka bir şey yoktu artık...

Sh.161

* Ama insan yalnızca dört saat uyku uyursa duygusal olamaz. Olayları olduğu gibi görür, yani adaletin, o iğrenç ve gülünç adaletin gözüyle görür.

* İnsanların insandan vazgeçmediği nasıl da doğruydu; onun da şu talihsiz insanlar kadar çaresiz olduğu ve yanlarından ayrılırken içini titreten o acıma duygusunu kendisinin de hak ettiği bir gerçekti.

Sh.170


* İşte gerçek tehlike buradaydı. Çünkü vebaya karşı olan bu mücadele onları vebaya karşı daha dirençsiz hale getiriyordu. Sonuçta rastlantıyla oyun oynuyorlardı. Ama rastlantı kimseye ait değildi...

Sh.171

* Başkalarından ayrılmamanın tek yolu her şeyden önce iyi bir bilince sahip olmaktır...

Sh.172

* Tutuklanma bir başlangıçtır, bir son değil...

Sh.174

* İnsanların mutsuzluğunu paylaşmak istiyorsa, artık mutluluğa zaman bulamayacağına dikkat çekti.

Sh.184

* Dünyada hiçbir şey insanın sevdiğinden vazgeçmesine değmez. Oysa nedenini bilmeden ben de bundan vazgeçtim...

Sh.185

* Belki de anlayamadığımız şeyleri sevmeliyiz...

* Sevgi deyince başka bir şey anlıyorum ben. Ve ölünceye kadar çocukların işkenceden geçtiği şu yaratılışı reddedeceğim...

Sh.192

* Ve gerçekte, yeryüzünde bir çocuğun acısından, o acının beraberinde getirdiği nefretten ve bunu açıklamak için aranacak nedenlerden daha önemli hiçbir şey yoktu. Yaşamın geri kalan bölümünde Tanrı bizim için her şeyi kolaylaştırıyordu ve o ana kadar dinin takdir edilecek bir yanı yoktu. Oysa şimdi Tanrı bizi duvarın dibine koyuyordu. Böylece vebanın duvarları dibindeydik ve onların ölümcül gölgesinde bizim yararımıza olanı bulmamız gerekiyordu. Rahip Paneloux kendisinin duvara tırmanmasını sağlayacak kolaylıkları bile reddediyordu. Çocuğu bekleyen güzelliklerin sonsuzluğu onun acısını telafi edecektir, demek onun için kolay olurdu, ama gerçekte bu konu da hiçbir şey bilmiyordu. Bir keyfin sonsuzluğunun insan acısını bir an telafi edebileceğini kim ileri sürebilirdi?. Bu bir Hıristiyan olamazdı; kollarında, bacaklarında ve ruhunda acıyı tanımış bir efendisi olan bir Hıristiyan olamazdı bu kesinlikle. Hayır, çarmıhın simgelediği bu parçalanışa sadık olarak ve bir çocuğun acısıyla yüz yüze kalarak rahip duvarın dibinden ayrılmayacaktı. Ve kendisini o gün dinleyenlere hiç korkmadan şöyle diyecekti: ‘ Kardeşlerim, o an geldi. Ya her şeye inanmalı ya da her şeyi yadsımalı. Ve aranızda kim her şeyi yadsımayı göze alabilir?’

Sh.197

* Tanrı mutlu zamanlarda ruhun huzur içinde ve neşeli olmasını kabul etse de, hatta bunu arzu etse bile, mutsuzluğun en ileri noktasında ruhun da, ılımlılıktan uzaklaşmasını isteyebilirdi. Bugün Tanrı yarattığı insanlara bir iyilikte bulunup onları öyle bir mutsuzluk içine itmişti ki, insanlar en büyük erdem olan, ya her şey ya da hiç ilkesini yeniden keşfetmek ve üstelenmek zorundaydılar.

Sh. 198

* Çocukların acısı bizim acı ekmeğimizdi, ama bu ekmek olmaksızın ruhumuz kendi ruhsal açlığının içinde ölüp gidecekti.

Sh.199

* Tanrı sevgisi zor bir sevgidir.İnsanın kendinden vazgeçmesini ve kendini hor görmesini gerektirir...

Sh.200

* Bir rahip bir doktora danışırsa, çelişki doğar...

* Masumiyetin gözleri oyulunca, Hıristiyan ya inancını yitirmeli ya da gözleri oyulmalı...

Sh.201

* Ama en kötüsü unutuluş olmaları ve bunu bilmeleriydi diye yazıyordu Tarrou. Onları tanıyanlar buradakileri unutmuştu, çünkü başka şeyler düşünüyorlardı ve bu da anlaşılabilir bir şeydi. Onları unutmuşlardı,çünkü onları buradan çıkarmak için girişimlerle ve tasarılarla kendilerini tüketiyorlardı. Çıkış için yollar düşünmekten çıkarılması gereken kişiyi düşünemiyorlardı. Bu da normaldi. Ve son olarak en büyük talihsizliklerde bile olsa, kimsenin kimseyi düşünecek gerçekten hali kalmamıştı. Çünkü birisini gerçekten düşünmek, başka hiçbir şeyle, ne temizlik, ne uçan sinek, ne yemekler, ne kaşıntılar, hiçbir şeyle ilgilenmeden onu her dakika düşünmektir. Ama sinekler ve kaşıntılar hep vardır. İşte bu nedenle yaşamak zordur. Onlar bunu iyi bilirler.

Sh.211

* Basitçe söylemek gerekirse, Rieux, diyebilirim ki ben bu kenti ve salgını tanımadan önce de vebayı çekiyordum. Bu da benim herkes gibi olduğum demektir. Ama bazı insanlar bunu bilmezler, bazıları sonuna kadar bu durumun içindedir, bazıları da bunu bilirler ve bundan kurtulmak isterler. Ben hep bundan kurtulmak istedim...

Sh.215

* İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir.

Sh.218

* Bir dikkatsizlik sırasında başkasının yüzüne doğru soluk vererek ve ona hastalık bulaştırmamak için hep dikkatli olmak gerektiğini de biliyorum. Doğal olan mikroptur. Gerisi sağlık, dürüstlük, saflık; bunlar iradenin hiç susmaması gereken bir iradenin bir sonucudur diyebiliriz. Dürüst insan, kimseye mikrop bulaştırmayan insan, en az dalgınlık yapandır. Ve hiç dalgınlık yapmamak için irade ve çelik gibi gergin olmak gerekir!.. Evet Rieux, bir vebalı olmak yorucudur. Vebalı olmamayı istemek ise daha da yorucudur. İşte bu nedenle herkes yorgun gibi duruyor, çünkü bugün herkes biraz vebalı. Ama işte bu nedenle, artık vebalı olmak istemeyen bazı kişiler sonsuz bir yorgunlukla karşı karşıya ve bundan onları ancak ölüm kurtarabilir.

* Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar olduğunu ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak gerektiğini söylüyorum yalnızca

Sh. 221

* Tanrısız bir aziz olunabilir mi, şimdi aklımda ki en somut soru bu...

Sh. 222

* Tabii ki insan kurbanlar için mücadele etmeli. Ama başka hiçbir şeyden hoşlanmaz hale gelmişse, ne işe yarar mücadelesi?...

Sh.223

* Sevgisiz bir dünyanın ölü bir dünya gibi olduğunu ve bir an gelip insanın hapishanelerden, çalışmadan ve cesaretten usanıp bir varlığın yüzünü ve şefkatle aydınlanmış bir yürek dilediğini biliyordu...

Sh.228

* Her zaman beklenmedik bir durum vardır...

Sh.244

* İnsan her zaman çelik gibi iradeli olamaz, her zaman dimdik duramaz ve sonunda mücadele için örülmüş o güç yumağını coşku içinde çözmek de bir mutluluktur...

Sh.247

* İnsanın veba ve yaşam oyunundan elde edeceği tek şey bilgi ve bellekti...

* Oyunu kazanmak bu idiyse, insanın umuttan yoksun, yalnızca bildiği ve anımsadığı şeyle yaşaması güç olmalıydı. İşte kuşkusuz Tarrou da böyle yaşamıştı ve düşlere kapılmadan sürdürülen bir yaşamın içinde kuruluk adına ne varsa hepsinin bilincindeydi. Umutsuz huzur olmaz ve insanların kimseye mahkum etme hakkı olmadığına inanan ama yine de kimsenin başkalarını mahkum etmekten kendini alıkoyamadığını ve hatta kurbanların bazen cellada dönüştüğünü de bile Torrou ikilem ve çelişkinin içinde yaşamıştı. Asla umut nedir bilmemişti.

Sh.255

* İnsanların umudunun bir karşılık görmesi gerek...

Sh.262

* Suçlu bir insanı düşünmek, ölü birisini düşünmekten daha zordur belki de...

Sh.268

* Her acının ötesinde, onları birbirine bağlayan güçleri ve suçsuzluklarıydı...

Sh.269

Albert Camus

Share/Save/Bookmark

Gecenin Sonuna Yolculuk...

İnsan bir yerde takılıp kaldıkça, nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatırınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar...



Yolculuk etmek, çok işe yarar, düş gücünü çalıştırır...
Gerisi yalnızca düş kırıklığı ve yorgunluktan ibarettir... Bizim yolculuğumuz ise tümüyle düşseldir... Gücünü buradan alır...

Yaşamdan ölüme doğru gider. İnsanlar hayvanlar, kentler nesneler, her şey düşlenmiştir... Bu bir romandır, yalnızca düşsel bir öyküdür. Böyle buyurmuştur Littre* , o ki asla yanılmaz...

Kaldı ki herkes aynı şeyi yapabilir. Gözünü yummak yeterlidir...

Yaşamın öbür tarafındadır bu...

* Emile Littre : Fransız hekim, filozof, dilbilimci ve siyaset adamı. Pozitivizmi dilbilime uygulamıştır, kendi adıyla anılan bir Fransızca Dil Sözlüğü ve Fransızca Dili Tarihi yazmıştır.




Kitapdan Pasajlar...
Bu karanlık omzunuzdan öteye uzandığınızda sizi kolunuzu bile göremeyeceğinizi düşündürecek kadar koyuydu ve benim onun hakkında bildiğim tek şey, ama işte bunu da en ufak bir tereddüte yer bırakmayacak kadar kesin olarak biliyordum. Bu karanlığın feci ve sayısız cinayet istekleri ile dolu olduğuydu…

Sh. 39

Her alanda, asıl yengi unutmaktır... Özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız. Öte yandan unutmamalıyız da, tek bir sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu...

Sh.41

Gerçekten de, ilginç olan ne varsa, hep gizli kapaklı yaşanıyor. İnsanların gerçek tarihleri hakkında hiçbir şey bilinmiyor.

Princhard’dı bu hocanın adı. Şahdamarlarını ciğerlerine ve optik sinirlerini korumak için kim bilir neler kararlaştırmıştı?.. Asıl soru da buydu, biz insanların, tam olarak insan kalabilmemiz ve ayağımızın yere basmaya devam edebilmesi için kendi aramızda sormamız gereken soru buydu. Ama daha oralara varabilmekten çok uzaklardaydık, savaşçı ve akıl dışı basmakalıp şekillerin bekçiliğindeki bir ülkünün içinde sendeleyen, daha şimdiden kapana kısılmış lağım farelerine dönmüş, çıldırmış gibi kendimizi batan gemiden dışarı atmaya çalışıyorduk. Ancak hiçbir bütünsel planımız yoktu, birbirimize hiç güvenimiz yoktu. Savaş sersemi, başka bir tür çılgınlığa dönmüştük korkudan. Savaşın terzi ve düzü…

Sh.83

Bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskocaman haydutları her Allah’ın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik. Kaldı ki biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı, her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır. Buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor. İşledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor. Oysa tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin – ve bildiğiniz gibi, bana tarihi bilmem için para veriliyor.- her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor. Kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnında ki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var. Öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına utanç vesikasıdır. Sonra da yapmış olduğu eylem, topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak’ka dönüşüyor anlıyor musunuz?.. Öyle olursa da, bu işin sonu nereye varır?.. Dolayısıyla dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı bir biçimde uygulanır...

Sh.87

Beni iyi dinleyin sevgili dostum. Toplumumuzun tüm öldürücü ikiyüzlülüklerini ışıldatan bu temel işareti, önemini iyice sindirmeden bir daha asla atlamayın : ‘Çulsuzluğun kaderine, yaşam koşullarına şefkatle eğilmek…’ Sizlere sesleniyorum insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, harca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum. Bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir. Bu kesin bir işarettir… Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar. XIV. Louis hiç olmazsa, zavallı halkı hiç ama hiç takmıyordu, bari o unutulmasın. XV. Louis’ye gelince, o da öyleydi. Halkı kıçının bezi yapıyordu. O zamanlarda yaşam kolay değildi elbette, yoksullar zaten asla iyi koşullarda yaşamadılar, ama hiç olmazsa günümüzün zorbalarının gösterdiği türden bir inat ve hırsla onları delik deşik etmeye çalışılmıyordu. Alttakiler ancak iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler, çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler…

Sh.88

Apar topar siktir olup gitmenin zamanı gelmiş de geçiyordu. Gerisin geriye Fort Gono ya dönmek? Oraya gidip davranışlarımı ve bu maceranın girdisini çıktısını açıklamaya çalışmak? Tereddüt ediyordum. Uzun sürmedi. Hiçbir şey açıklanamaz. Dünyanın tek bildiği şey uyurken bir o yana bir bu yana dönen biri gibi sizi öldürmektir. Dünya uyurken üstünüze abandığında, uyuyan birinin pirelerini ezdiği gibi. Böylesine bir ölüm, pek ahmakça olurdu diye düşündüm, herkes gibi yani. İnsanlara güvenmek demek kendini azıcık öldürmekle eşdeğerdir...

Sh.204

Yaşamı dans ettirecek kadar müzik kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa?... Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir... Bu dünyanın gerçeği ölümdür... Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek... Bense asla kendimi öldüremedim...

Sh.228

Yukarıda bulunduğum yerden, ağzınıza geleni söyleyebilirdiniz onlara. Denedim. Hepsi de midemi bulandırıyordu. Bunları gündüz vakti, yüzlerine karşı söyleyecek cürete sahip değildim, ama bulunduğum yerdeyken korkmama neden yoktu. Onlara ‘imdat! İmdat!’ diye bağırdım. Sırf onlarda en ufak tepki uyandıracak mı diye merak ettiğim için. Umurlarında bile değildi. Önlerine geceyi gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiçbir şey duymuyorlardı. Sallamıyorlardı. Üstelik kent ne kadar büyük ve ne kadar yüksekse o kadar çok pişkinliğe vuruyorlardı. Diyorum size. Denedim. Değmez...

Sh. 237

Yaşamımıza karışmış olan kişilerin bencillikleri, onları şöyle bir düşündüğümüzde, yaşlandığımız zaman, karşı çıkılmaz bir biçimde ortaya çıkıverir, olduğu gibi, yani çelikten, platinden hem de zaman aşımına bile dirençli.

Gençken en su katılmamış kayıtsızlıklar, en sinik öküzlükler için bile, özürlüler icat etmeyi başarırız, yok tutkulu kapristi ya da kim bilir hangi acemi romantizmiydi diyerek. Ancak daha sonra, sırf iyi kötü 37 derece ayakta kalabilmek için dahi yaşam sizden kurnazca hesap, zalimlik, kötülük olarak neler talep edebileceğini gayet açık biçimde ortaya koyduğunda, insan farkına varmaya başlıyor. Her şeyi yerli yerine oturtuyor. Bir geçmişin içerdiği tüm rezillikleri anlayabilmek için sağlam bir zemine gelmiş oluyor. Bunu başarmak için tek yapacak şey insanın kendisini ve aslında ne tür bir süprüntüye dönüştüğünü titizlikle incelemesidir. Artık gizem de kalmadı, avanaklık da. Bu güne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiirini de tüketmiştir. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. İşte yaşam...

Sh.238

Bir yandan yapmacık ve beylik laflarla ahkam keserken öte yandan da üstüme çullandığını hissettiğim fiziksel ve manevi çöküntünün sıtma dışında başka nedenleri olduğunu daha açık bir şekilde ayrımsamaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Söz konusu olan bunun üstüne bir de alışkanlıkların değişmesiydi. Bir kez daha yeni bir ortamda yeni yüzler tanımaya, farklı şekillerle konuşmaya ve yalan söylemeye alışmam gerekiyordu. Tembellik neredeyse yaşam kadar güçlüdür. Oymanız gereken yeni kaba güldürünün sıradanlığı sizi ezer ve sonuçta yeniden başlayabilmek için cesaretten çok alçaklığa gereksinim duyarsınız. Sürgün, yabancılık budur işte. Bir önceki ülkenin alışkanlıkları sizi terk ederken, diğerlerinin, yeni ülkeninkilerin, sizi henüz yeterince sersemletmediği insani zaman örgütündeki o olağanüstü, şuurlu birkaç saat boyunca yaşamın gerçekten olduğu gibi amansız gözlemlenmesi.

Bu anlarda her şey o sefil telaşınıza eklenerek sizi, aciz bir halde, nesneleri, insanları ve geleceği gerçekte oldukları gibi görüp ayırt etmeye zorlar. Yani aslında birer iskelet olarak, hiçlikten ibaret hiçler olarak...

Sh. 242

İnsanın kendine karşı bir seferde çıkarabileceği rezaletin boyutunu deneysel olarak ölçeyim hele!.. Gel gelelim rezaletin ve heyecanın sonu yoktur, açgözlülükle işi nereye kadar vardırmak zorunda kalacağınızı kestiremezsiniz... İnsanların sizden daha neler gizlediklerini de... Daha neler gösterebileceklerini de. Tabii yeterince uzun yaşarsanız. Palavralarını yeterince deşebilirseniz. Her şeyi sil baştan ele almak gerekiyordu.

Sh.307

Bilimsel çılgınlık tüm diğerlerine kıyasla hem daha soğuktur, hem de daha fazla akla dayalıdır ama aynı zamanda aralarında en az tahammül edilebilir olanı da odur. Ne var ki insan belli bir yerde, belli şaklabanlıklar yaparak, kıt kanaat da olsa geçinme konusunda bazı yetenekler edindiyse, ya bu yolda diretmeli ya da bir kobay gibi geberip gitmeye razı olmalıdır. Alışkanlık edinmek cesaret etmekten kolaydır, özellikle de karnını doyurma alışkanlığı söz konusu olduğunda...

Sh.314

Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize... İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yakarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. ‘Çok güzelsiniz, Küçükhanım’ derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. ‘Ne de güzelsiniz küçükhanım!...’
Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de. Gel gelelim herkes gayet iyi bilir değil mi, bunun hiç doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı.

Sh.327

Korkaktı da biliyordum, üstelik doğuştan böyleydi. O da hep birilerin onu gerçekten korumasını umuyordu. Ancak düşünüyordum da, öte yandan gerçekten korkak diye nitelendirebileceğimiz bir insan modeli var mıydı acaba? Sanki her insan için aslında ölümlerden ölüm beğenmek mümkündü, üstelik hemencecik ve dahası dünden razı. Ancak adam gibi ölme fırsatını bulmak da herkese nasip olmuyordu. Yani insanın hoşuna gidecek türden bir ölüm tarzı. O zaman da çaresiz elinden gelen şekilde ölmeye gidiyordu, bir yerlere... İnsan işte yeryüzünde öyle kalakalıyordu, üstelik hıyarın teki olduğu izlenimini yaratarak, herkesi korkak olduğuna inandırarak. Oysa kendisi buna hiç de ikna olmamışken, mesele bu. Korkaklık yalnızca görüntüdedir.

Sh.366

Korku insana evet de demez, hayır da. O, yani korku, her şeyi alır, her aklınızdan geçeni, her ağzınızdan çıkanı.

Böyle durumlarda karanlıkta gözlerini fal taşı gibi açmak bile fayda etmez. Gerçi, zaten görüp göreceğiniz de dehşetten ibarettir ya, daha ötesi yok. Gece her şeyi ele geçirmiştir, hatta bakışları bile. İçinizi boşaltmıştır o. Yine de el ele tutuşmak gerek, yoksa düşersiniz. Gündüzün insanları artık sizi anlayamazlar. O korku tümüyle sizi onlardan ayırmıştır ve bunun yükü altında ezilirsiniz, ta ki her şey şu ya da bu biçimde bitinceye dek, işte ancak ondan sonra o genel geçer adilerin yanına geri dönme hakkınız doğar, yaşamda ya da ölümde..

Sh.379

İnsanların sizi tanımaları, havaya girip size nasıl zarar verebileceklerini bulmaları ne de olsa biraz zaman ister... Henüz size kötülük etmenin en kolay yolunu bulmaya çalıştıkları sürece, biraz nefes almak mümkündür. Ama işte o bağlantı noktasını buldukları an, her gittiğiniz yerde kör tuttuğunu beller. Sonuçta en keyifli dönem, gidilen her yeni yerde henüz bir yabancı olmaya devam ettiğiniz zaman dilimidir. Sonrasında, o aynı hırtlık yeniden başlar. İnsanın doğası budur. İşin püf noktası, o sevgili dostlarımızın sizin zayıf noktanızı iyice bellemelerini gereğinden fazla beklememektir. Tahtakurularını sığınacakları çatlaklarını bulmadan önce ezmek gerek. Öyle değil mi?..

Sh.384

Sefalet ve uzun mesafelerin engeline takılan aşklar, gemicinin aşklarına benzerler, diyecek bir şey yoktur, aksini kanıtlamak olanaksızdır ve dört dörtlüktür. Kaldı ki, sık görüşme fırsatı bulamayınca, pek fazla kavga da edemez insan. Bu da az şey değildir hani. Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa, o kadar mutludur. Bu da doğal ve olması gereken bir şeydir. Hazmedilmesi zor olan gerçektir...

Sh.405

Birkaç içinde oldukça değişebiliyordu odalar, her şey yerli yerinde kalsa bile. Ne kadar eski püskü olsalar da, nesneler yine de artık nasıl oluyorsa, eskiyecek gücü buluyorlardı bir yerlerden. Etrafımızdaki her şey daha şimdiden değişmişti. Eşyalar değildi yer değiştiren elbette, sadece nesnelerin kendileri, derinlemesine. Nesneler sonradan yeniden karşınıza çıktıklarında bambaşka oluyorlardı. Eskisine kıyasla, içimizde daha büyük bir hüzünle, daha yumuşakça, daha derinden işleyebilmek, içimizde günbegün, inceden inceye, tatlı tatlı kalleşçe gelişmekte olan ve karşısında her geçen gün bir öncekinden daha az direnmeye, kendimizi alıştırmaya çalıştığımız o bir tür ölümün içinde eriyebilmek için sanki bir yerlerden güç kazanıyorlardı. Bir zamanlar sıradan, değerli bazen de ürkütücü bir halde bıraktığımız yaşamın ve varlıkların ve onlarla birlikte nesnelerin de, her seferinde biraz daha içimizde yumuşadıklarını, büzüştüklerini görürüz. Bizler keyif peşinde ya da karnımızı doyurma amacıyla kentin içinde koştururken ölüm korkusu işte tüm bunlara kırışıklıklarıyla damgasını vurmuştur bile.

Bu gidişle kala kala yalnızca zararsız, acınası, çaptan düşmüş insanlar ve nesneler kalacaktı geçmişimizin dört bir tarafında. Yalnızca artık sesi soluğu kesilmiş hatalar...

Sh.414

Bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiş. O zamanlar onları anlayacak kadar eğitimli değilmişiz. Oysa merak ediyor insan, hani olur ya, şimdi fikir değiştirmişler midir acep diye? Ama artık iş işten geçmiş. Bitmiş... Kimse onlar hakkında hiçbir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içinde ki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare de kalmıyor. Gerçek yol arkadaşlarımızı yitirmişiz. Üstelik henüz iş işten geçmeden, doğru soruyu, esas soruyu da sormamışız onlara. Onların yanındayken bilememişiz. Yitik insan. Zaten her zaman geç kalmaz mıyız?.. Bütün bunlar artık beş para etmeyen son pişmanlıklardır...

Sh.418

İnsan yalnız yaşadığı andan itibaren kendi geçmiş yaşantısıyla ilgili konuların yükü altında ezilir. Bu yük onu sersemletir. Bundan kurtulmak için de, bunun bir miktarını onu her görmeye gelenin üstüne sıvaştırır, bu da bu sefer onların canını sıkar. Yalnız olmak demek, ölüme yönelik alıştırmalar yapmak demektir...

Sh.420

Gecenin içine gömüldükçe insanın önce ödü kopuyor, ama yine de merakı ağır basıyor. Öyle olunca da derin sulardan bir türlü ayrılamıyor. Gel gelelim eş zamanlı olarak, anlaşılması gereken o kadar çok şey var ki. Yaşam da buna yetmeyecek kadar kısa. Kimseye karşı haksızlık etmek istemeyiz. Vicdan muhasebesi yaparız, bütün bu şeyleri bir seferde yargılamaya tereddüt ederiz ve özellikle de bu tereddütler sırasında ölmekten çekiniriz. Çünkü o zaman boşuna gelmiş oluruz dünyaya. Beterin beteri...

Acele etmeli, kendi ölümünü ıskalamamalı insan. Hastalığı, saatleri ve yılları harcayıp dağıtan sefaleti, koskoca gündüzleri ve haftaları kurşuni bir renge bulayan uykusuzluğu, belki de daha şimdiden özenle ve kanaya kanaya rektumundan yukarı tırmanmanda olan kanseri.

Sh. 422
Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız. Öyle zararsız gibi durur sözcükler. Tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette. Hava cıva, ağızdan çıkan bir takım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen. Onlardan sakınmayız, sözcüklerden. Felaketler de öyle gelir zaten... Öyle sözcükler vardır ki, diğerlerin arasına gizlenmiş taşa benzerler. Onlara öyle özel bir aşinalığınız da yoktur, oysa bir an da sahip olduğunuz hayatı, hem de tümünü birden, allak bullak ederler, hem zayıf yönlerini, hem de güçlü yönlerini... İşte o zaman paniğe kapılırsınız... Çığ düşmüştür tepenize. Duyguların üzerinde sallanırsınız, öylesine idam sehpasında gibi. Bir kargaşadır bu, gelip geçmiştir, dayanamayacağınız kadar güçlü, o kadar şiddetlidir ki bu, sırf duygulardan yola çıkarak böyle bir şeyin olabileceğine asla inanmazdınız...
Sh.536

Louis Ferdinand Celine

Share/Save/Bookmark