Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Tuzka'nın Hayalinde Bir "An" Deliği...

Sabah, yeryüzü gerinerek uykusundan uyanırken, yapraklardaki çiğ tanelerini silkeler. Ve o çiğ taneleri altında yürüyen birileri hep vardır.
Hüseyin de gerinerek kalkardı yatağından. Uzun parmaklarıyla yüzünü sıvazlar ve çoğunlukla parmaklarını seyrederdi. Karısı uyanmadan, yatak, yatak odası, hiçbir şey uyanmadan önce parmakları ve o vardı. Bir piyanist olmadığı için hiç üzülmedi ya da para sayan bir veznedar. O Hüseyin’di işte, rast gele bir adam.

Sabahın melekleri kapıları günah karasından temizlerken o işine gitmek için evinden çıkmış olurdu. İşim dediği yer, yeryüzüne açılan bir yarıktan ibaretti. Aslına bakarsanız o yarıktan birkaç kilometre aşağıda, Hüseyin, ekmeğine kazma sallıyordu. Kömür karası, günah karası gibidir, yapıştı mı çıkarması çok zor olur. Olsun derdi Hüseyin, karnımız doyuyor, bir de sigara yaktın mı daha ne?

Hüseyin’in büyük hayalleri yoktu, sevdiği Muş tütününden başka tutkuyla istediği bir şey de yoktu. O sapsarı tütünleri tane tane sigara kâğıdına döşer, ıslak dilini, sigaralığın üzerinde kadın teninde gezdirir gibi gezdirerek tütüne kâğıttan bir deri yapardı. Uzun parmaklarının arasına aldığı sigarayı parmak uçlarıyla yoklar pürüzsüzlüğünden emin olurdu; bir kadının bacakları gibi ölçülü ve pürüzsüz. Sonra yutarcasına sigarasını somurur, saniyeler yelkovanın gölgesine varmadan sigarası duman olur yükselirdi.

Yük asansöründe toplandıklarında, neden yıllardır sabah postasında çalıştığını düşündü. Hep karanlıktayım. Karanlıkta hep. Hayatım karanlıkta geçiyor, çocuklarım karanlıkta büyüyor, karımın tenine güneş düştüğü anları hatırlayamıyorum bile, hani güneşte tende toplanan ter ve yağdan ibaret o duru parıltı var ya, hah işte o parıltıyı unuttum ben. Ya başka kadınlar, çocuklar, hayatlar hepsinden her şeyden uzak, yani seçeneklerden uzak. Bu uzaklığa bir fersah daha eklemek ya da eklememek, işte bütün mesele bu... Kendi kendine, yarın gece postasına geçmek için dilekçe vereyim dedi ve içinden kendi sırtını sıvazlama isteği geçti.

Anında aldığı kararlar hoşuna gidiyordu. Ona göre hayat kesin çizgilerle çizilmişti, üzerindeki değişikleri de kesin çizgilerle yapmalıydı insan. Sade hayat böyle olmalıydı. O da kendisi gibi basit, ona göre sade bir hayat istiyordu. Çevresindekiler de onu basitliğinden ötürü sever ve takdir ederdi, belki de basitliğin bayraktarı olarak sadece onlar için yaşardı. Neden yaşadığını bilmiyordu, sadece yaşıyordu işte.

Yalın kat yaşamak, öyle her şeyin üstünden ama içine girmeden yaşamak, belki de sorunu bu idi. Sorun diye bir şey bilmiyordu, ama belki de sorun olmasını istiyordu. Hep aynı kadını öpmek değil, başka kadınları tatmak, belki madende kazınıp duracağına, göğün altındaki zengin bir kişi gibi cildini esmerleştirmesi lazımdı. Yok, ona uymuyordu, onun bunu uyduracak cesareti yoktu. Hayata karşı cesareti yoktu, bir tek elindekileri çevirip çevirip hatmeden vaazcılar gibi, kendi kendine hayatını vaaz edip duruyordu.
Asansör derin karanlığa doğru sonsuzcasına ivmelendi. İçindeki boşluk kendini tekrar etti. Acaba bu hisse hiç alışamayacak mıydı?

Ya postasındaki bu adamlar. Bu adamlardan pek hazzetmediğini düşündü. Basitlikten uzaktılar. Bin bir türlü kurmadan, komplodan, hayalden ibarettiler. Kısa boylu pos bıyıklı olanı, daha o gün madenden kurtulup başka bir şehre yerleşmek için alengirli bir plan yapıyordu. Ya şu her yerini ben basmış, hep çatık kaşlı olan, o da karısından kurtulmak için yapmadığını bırakmıyordu, utanmadan anlatıp duruyordu. Beride duran nedense hep mavi gömlek giyen kazma arkadaşının anlattıklarından gına getirirdiniz. Böyle olacakmış, böyle yapılmalıymış, ülke dediğin iki kuru bağırtıyla yönetilmezmiş. Kendi ailesini yönetmekten aciz adamın tek perdelik drama nutukları, Hüseyin’in havsalasının altını oyuyordu. Bu adamlar Hüseyin’in hayatında ne arıyordu alla sen?

Gece postasında kömür vagonu operatörü olmalıydı. O zaman tek başına ve basitçe çalışırdı. Hem sık sık sigara da içebilirdi, çünkü vagonlar durmadan yüzeyle kuyu arasında iner, çıkardı. O zaman uzun uzun ölçüm yapmadan, kimseden saklanmadan rahatça sarı hatunlarını sarardı. Evet, o ve sarı hatunları. Bunu düşünmek bile, içini alıp, bir meleğin avucuna koymuş gibi hissettirdi.

Avucunu metal çerçeveye dayadı. Diğerlerine kulak verdi. Ne konuşuyorlardı? Hasip, arabasının kırılan aynasından bahsediyordu, babasına bile güvenmek aptallıkmış. Öyle ya, daha parasını bile vermemiş. Doğru dedi Musa, o da kardeşinin üzerine yattığı baba yadigârı bağdan söz açtı, karısından kurtulur kurtulmaz dava açıp alacakmış. Ya öyle dedi Rükneddin, devir değişmişti artık, baksana baştakiler bile sürülerine çaktırmadan azık doldurmaya dalmışken, kime güvenecektiniz ki? Yalnızız dedi Musa, dert dava para, kime ağzını açsan ya alacak ya verecek, e ne yapacaksın sen de arada erimeyeceksin ya. Belki dedi Rükneddin, belki baştakiler böyle olmasa ayaktakiler de kendini düzeltirdi. Ama dedi Hasip, ayaktakiler böyle olmasa zaten o adamcağızlar başlarını kaldırmazlardı. Rükneddin dedi ki, melekler bize ahiret ateşini getirdiğinde, o büyük günde, tanrı biz zavallı kullarına acıyacak mı, tanrı bilecek değil mi içlerindeki iyiliği? Hepimiz kötüyüz dedi Musa, şöyle ya da böyle, kötülük bir kişiden dolayı olmaz onu insanların hepiciği birden çıkarır meydana. İyiler dedi Hasip, iyilerin göz kapaklarına para konalı yıllar oldu, kalmadı azizim kalmadı. Babandan beş kuruş istesen, ona da çok der, kötü derler. Evladın da babasında hakkı yok mu? Boş ver dedi Rükneddin, meleklerin dünyaya indiği saatlerdeyiz şimdi, dua edin bu gün de salimen çıkalım bu delikten, bu delilikten.

Hüseyin düşüneceği zamanlarda yaptığı gibi elini tütün kutusuna attı, sonra yapmaması gerektiğini düşündü, maden kuyusundan aşağı inerken sigara yakmak hiç akıllıca değildi. Artık mecburen kuru kuru düşünecekti.
Melek mi, ne meleği, bulunduğumuz şeytan çukurunda toprak cinlerinden başka bir şey bulunmaz, en tehlikeli olan Tuzka daima orada bir yerde karanlıktan size bakar. Bizim madenciler korkarlar ama yine de melekti, şeytandı diye diye dalarlar madenci uykusuna. Tünelde yapılan iş madencinin uykusudur, toprağın bağrında ekmeğine uyur herkes. Herkes diye içinden geçirdi Hüseyin, herkes ekmeğine çalışmalı, gerisini sormamalı.
Hasip sertçe Hüseyin’in omzuna vurdu “Ha ne dersin Hüseyin, yine Tuzka’yla sessiz muhabbete mi daldın? E olum hiç konuşmuyon, boyuna susuyon. Taş olsa dile gelir be.” Hüseyin sarsılmış gözlerle baktı, kendine çevrili, şimdiden kararmış suratlara. Sadece “Hiçbir şey” dedi. Boş veri omuzlarıyla işaretlediler, zaten asansör dibe varmıştı. Asansörden indiler, taşıma vagonuna atladılar. Yeni tünel şimdilik çok dar olduğundan yalnız dördüncü posta gidiyordu. Dördüncü postada bulunmak düşüncesi Hüseyin’e okul yıllarına gömülemeyen bir şeyi anımsatırdı. Tüm çocuklara kopya veren ateşin bir dördüncü sınıf öğrencisiydi. Öğretmenine fısıldayan bir yalaka arkadaşı yüzünden, hayatının tokadını yedi. O tokat yüzünden okula, uzun süre tek kulağı sağır ve de küskün devam etti. O tokat ki yılların tozunu kaldıracak denli şiddetliydi. O şiddet, gaus hesabı katlanarak hayatının kartlarını yıkıp geçiverdi. Zaten bir daha da okumaya hevesi kabarmadı, işte böyle bu çukura mahkûm kaldı. Olsun iyilik ona kârdı, varsın hayatı bu çukura aksın, ne değişirdi, en fazla bir iki dolma daha fazla yiyip, biraz daha güzel bir kadınla evlenirdi, daha ne olacaktı ki?

Hüseyin parmakları titreyerek sigarasını sardı. Çok üstüne gelmişlerdi. Ölçüm işiyle uğraşamayacak kadar kızgındı. Lanet olsundu, yakacaktı sigarasını. Yaktı, dev bir ışık huzmesi gözünden içeri gidi, iki kulağı birden dördüncü sınıftaki vınlamanın hatıralarıyla beraber onu yere seren ses dalgasına yol verdi.

Hüseyin koyu karanlığa gözlerini açtığında, tünel tavanının üzerlerine çökmüş olduğunu, az da olsa bir boşlukta sıkıştıklarını, son olarak da bu sıkışık yerden çıkılabilecek tek açıklığa en yakın kişi olduğunu gördü. Fakat ayakları fena sıkışmıştı. Donuk ışıklı maden feneri, arkadaşlarının aynı donukluktaki suratlarını aydınlatıyordu. Anladığı kadarıyla hepsi nefes alıyordu. Yani hala hayattaydılar, fakat onlar için umut hayatta değildi. Aslında uyanık tek kişi kendisiydi, oksijen tüpü olan tek kişi de, hayata yakın olan tek kişi de kendisiydi. Yalnız dört değil beş nefes alış duyuyordu. Bu beşinci nefes derin, hırıltılı ve kötü kokan, diğer dördünden hemen ayırt edilen bir nefesti. Berbat nefesin sahibi ses verdi, “Oradasın, işte ben de buradayım”. Hüseyin içinden “Hadi canım,” dedi. Ses “Kaçınılmaz olanı sen çağırdın. Patlak madenlerin baş meleği Tuzka, işte tam karşında,” dedi. Olabilir miydi? Tuzka, bu kadar çabuk, bu kadar gerçek olabilir miydi?

Hüseyin neden olmasın diye düşündü, biraz daha yer olsa iyice şaşıracaktı ama o kadarcık yer bile yoktu. “Senin söylenceden ibaret olduğunu düşünürdüm lakin söylence olmadığın gibi, bir de tam burnumun dibinde lastik gibi kıvrılarak kötü kokulu nefesinle bizi öldürmeye mi çalışıyorsun? Şu dipteki kayaları tek tek çek de, bari normal işkenceyle ölelim. Bu nefesin kokusu, ölümlerin en korkulusu,” dedi Hüseyin. Kendindeki bu hazırcevaplığa şaşırdı, bu kadar mı hazırdı normalin dışındaki hayata, sade hayatının uzaklarına? Huysuzca “Hayır,” dedi Tuzka. Yılan gibi kıvrılarak enkaz zedelerin arasında dolaşmaya başladı, vücudu şekil değiştiriyor, ama her daim iğrenç bir şekle bürünüyordu. En son, yaşlı, yüzü kan benleriyle kaplı bir nine olup, Hüseyin’in gözlerinin içine girecek kadar yaklaştı ona. Tuzka sesini iyice iğneleyici yaparak konuştu.

—Bu güzel maden patlağının müsebbibi olarak, benimle oynamak zorundasın.
—Neden? Hem ben istemeden…
—İstedin! Sarı hatuna sarılmadan evvel ölçüm yapmalıydın. Ama kuralları hiçe sayarak, kendini az sonra duman olacak yalancı bir kadının koynuna bırakıverdin. İşte böyle, kadınlar yatağa girdiğin tek saatli bomba türüdür. Şimdi diğer üç andavalın hayatıyla beraber, kendininkini de bana teslim etmiş oldun.
—Ben sana bir şey vermiş değilim, hem az sonra bizi kurtarırlar nasılsa.
—En uzak tünelde, iki yüz metre boyunca çökmüş kayadan bir engele rağmen, öyle mi? Seni yıllardır izlememiş olsam hayalperest olduğunu düşünürdüm.
—Yine de dar bir çatlak aralığı kalmış, bu çatlağın ana tünele kadar gidiyor olması lazım, geleceklerdir hem de kısa sürede.
—İyi bana inanmamak da bir seçenek, ama hepiniz bu çukurda benim olduğunuzda da, bu kadar kendinden emin konuşabilecek kadar cesaretin olur umarım.
Haklı olabilir miydi? Olabilirdi, bu maden işletmesi kazalarda kaybettiği adam sayısıyla meşhurdu. Bu kötü ün, iş seçiminde aklına gelmiş miydi ya da neyseydi artık. Tüm neyselerini ceplerine tıkıştırıp, Tuzka’yla anlaşmayı denemek en akıllıcası olacaktı. Maden şirketiyle şansını zorlamaktansa, onlar gelinceye kadar onu öldüreceğine emin olduğu bu kötü kokulu nefesten bir an kurtulmuş olmak yeğ tutulurdu. Sadece “Peki, söyle bakalım ne yapmam lazım?” diyebildi.

Şu “ne lazım”, ne kadar kılçıklı bir şeydi, yanındakilerle beraber kendini havaya uçurmuş ve sakince “ne lazım” diye soruyordu. Bu kadar hayata son vermiş sayılabileceği anda kullandığı “ne lazım” kelimesi, “laubaliyim”in ta kendisiydi. Umursamazlığını, bir de pazarlıklara girişerek iyice cilalıyordu. Ya onların aileleri, çevresindeki insanlar, onlar şüpheli olan kurtuluşun aydınlık şafağında onun boğazına sarılmayacaklar mıydı? Sarılacaklardı. Tuzka ağzını şaklatarak cevap verdi.
—E önemli bir şey değil. İçinizden birinin hayatına karşılık diğer üçünüze kurtulma şansı, gerçi kalan iki can borcunuzu sen bizzat kendi elinle daha sonra ödeyeceksin. Patlamanın sebebi sen olduğun gibi, pisliğini temizleme işi de senin. Yani kaderin oyuncağı değil, benim dudaklarımdaki gülüş olacaksın.
—Oldukça anlaşılır.
—Zaten beni anlayanlar sadece madenciler, bir de toprak solucanları. Ah, sosyal çevremi değiştirmeliyim, avam için işleyen yine avamdır, ama yerin yedi kat altında başka hangi şekilde cemiyet hayatına karışılır ki?
—Bir teklifim var. Şayet yukarıda seni aramıza alırsak, belki bizim sebebimize yüksek mevkilerdekilere kadar, insanlarla tanışabilirsin. Tabi hepimizi kurtarmak kaydıyla.
—Benim toprak altı ifriti olduğumdan haberlisin, ancak birinin içinde yukarı çıkabilirim yani masadaki tek akla yakın teklif benimki. Tek şansın da benim sana verdiğim seçenek.
—Seçenek mi, ben çoktandır seçmeyi bıraktım.
—Ya birkaç dakika içinde herkesle beraber öleceksin veya içinizden birini bırakıp, geriye kalanları kurtaracaksın. Benim oyunumu oynayarak yukarıdaki dostların için bir kahraman olacaksın. Buradakileri senin kurtardığını sanacakları şekilde sizi kurtaracağım.
—Ama ya burada bırakacağım suçsuz insana ne olacak? Günaha batmış, kara yüzümle tanrının yüzüne nasıl bakarım? Beni ateşe atıyorsun. Belki de yüzümü sadece tanrıya dönmeli, affedilmek için yakarmalıyım.
—Bu güne kadar senin yüzüne bakmayan tanrıya mı dua edeceksin? Madem kanı kırmızı kullardandın, neden hayatını bu zindanlarda sürüyorsun? Peki ya aranızda kim günahsız, eni sonu burada bırakacağın kişi de boyunca günaha batmış biri olacaktır, siz insanların hepsi cehennem ehlidir. Tanrı bunu kutsal kitabında yazmış, haberin yok mu? Yani sen de, burada kalacak olan da zaten günahkârsınız.
—Hımmm, bu güne kadar sevap tahtası üzerinde çok iyi oynadım, baksana son derece basitim, ne kadar basit o kadar cennete yakın, ama şimdi ne kadar alengirlendirsem hayatı, o kadar da batarım aşağı. Yine de kimse günahsız değil, bu da malum.
—Şiir gibisin. Bari kendi şiirinle avunabiliyor musun?
—İltifat ediyorsun.
—Gelelim oyuna, oyun dediysem de bakma sen, aslında bir kişi burada kalacak, yukarı çıktığın vakit en az iki kişiyi daha bana göndereceksin.
“Madene yani,” dedi Hüseyin, içi ürpermişti. Bu şeytan artığıyla ne tür bir anlaşma yapıyordu böyle? Bu günaha batmış adamlardan ikisi için iki can, üstelik biri de burada kalacak, aslında üçe üç gibi bir şey.

—Tahmin ettiğin gibi üç kişiye karşılık üç kişi, biri peşin ikisi vadeli. Nasıl, yeterince adil sanırım.

Hüseyin, “Adalet buysa, kendi kıçına uygula,” demek isterdi lakin hayatını boğazındaki yutkunma olarak hissetti. Ama nasıl olurdu, bu pek de sevmediği adamlardan ikisi ve kendi hayatına karşılık, en önemlisi suçla ilgisi olmayan üç kişiyi feda edecekti. Daha yaşayacak bir şeyi var mıydı? Varsa bile, hayatındaki sevenleri, daha da önemlisi basit ve güzel hayatından dolayı onu takdir edenleri hayal kırıklığına uğratmayacak mıydı? Belki de kimsenin haberi olmadan bunu başarırdı, lakin kendisinden nasıl kurtulacaktı? Bu güne kadar elini bile sıkmamış vicdanı, kalbini avuçlarına alıp ezik büzük ettiği vakit, buna nasıl katlanacaktı? Anlayacaklardı, onun yaptığını bileceklerdi, basitçe yaşamaya alışmış Hüseyin, çaktırmadan hiçbir şey yapamazdı ki.
Niçin yaşamak istiyorum? Daha fazla tütün? Daha fazla karın tokluğu? Yahut aşk, para, rüya ne için acaba? Belki de bir başka yarındaki, başka bir Hüseyin için. Şansım var mı, ertesi gün var olacak bambaşkalık için şansım var mı? Neden olmasın? Hüseyin, boğazını vicdanından temizleyerek öksürdü ve konuşmaya başladı.
—Peki Tuzka, fakat bunu yaşamayı isteyebilecek arkadaşlarım ve aileleri için yapıyorum. Artık tanrı affetsin, günahlarımın kefareti senindir.
—Ne demezsin. Çocukların, karın hiç önemli değil, değil mi? Ya da sana yalakalanacak mahalle bakkalı, öyle mi? Biliyoruz ki sen bir şey için değil, insanlar için yaşıyorsun. Bir kefaret ödenecekse bu ödemeyi senin ruhunla yaparım şüphen olmasın. Yine de endişe etme, bu günlerde değersiz ruhları tanrı bile almıyor.
—Sen gönder beni, gerisine sonra bakarız, hadi bakalım.

Son kelimesiyle birlikte titreşim ve sıcaklık arttı, gri bir koridora doğru buharlaştılar. Bir hafta sonrasına yürüyeceklerdi. Koridorda Tuzka onunla konuştu, bu koridor kader ve zamanın üst üste bindiği “an” koridorudur dedi, kısaca zaman yolu denir. Şimdi seni ve diğer ikisini bir hafta sonraya yolluyorum. Musa arkada kaldı, ismi kurtarılmış manasında, lakin kendini kurtaramadı.
Nemli koridorun, her yönde sonsuzca yayılmış deliklerle kaplı duvarlarına baka baka bir hafta yürüdükten sonra, düşecekleri deliğin dibine geldiler. Yol boyunca karşılaştıkları yerlerden ve canlılardan dolayı hayrete düşmüşlerdi. Tuzka yol boyu yanlarına uğradı, koridordan avladığı leşleri onlara verdi, delik ülkelerinde sağlam sığınakların yerlerini gösterdi. Şimdi de zamanın üzerine açılmış kader deliklerinden birinden inmelerini emretti. Bedenler sakince yataklarına indi.

Hüseyin gerinerek uyandı, parmaklarına baktı, artık kısalmışlardı. Kalkıp giyindi karısı onu uğurladı, madendeki en afili yük lokomotifi onunkiydi, sarsıla sarsıla yükünü almaya indi. Öğleden sonra inişinde kısa uykusunu çektikten sonra sarı hatun sarmak için elini cebine attı, o an patlama aklına geldi neredeyse aynı anda Tuzka’nın bakışlarını gözlerinin içinde hissetti.
—Merhaba Hüseyin.
—Merhaba baş belası.
—Ödülüm acı bir sözden ibaret olsa da, bir şey değil. Ben acı sözler kitabı kadar ağır karaktere sahip bir varlığım.
—İlk taksitini ödemeye hazırsın artık. İlk taksit Musa’nın güzel karısı. Yalnız onu bana getirmeden onunla sevişmeni istiyorum. Anlaşmamız boyunca benden bir parça hep içinde olacağı için bunu istiyorum. Bir kadınla sevişmeyeli kaç bin yıl oldu biliyor musun?
—Patlamayasın, sen söylemiştin “kadınlar saatli bomba gibidir” diye.
—Evet patlayacağım ama öyle değil. Onun saatini sen durdurmuş olacaksın.
—Bunu yapamam. Yani sevişme kısmını demek istedim, bu kadar iğrenç olamam. Sonra ne der insanlar, tanrı elini üzerimden hiç kaldırmaz.
—Kanını dökerken, o kanla iğrençliği yıkarsın aklından. Çevredekileri boş ver onlar ne bilir ki, bak keyfine. Tanrı’yı da boş ver, senin ona verilmiş sözün, onun da senin üzerinde hakkı yok. En azından anlaşmamızdan beri bu böyle.
—O başka, bu başka.
—Yani şu andan itibaren yukarı çıkmama gerek yok diyorsun.
—Ha ha, dur dostum biraz düşünmeliyim. Neyse beni bekle olur mu?

Sedef zor kadındı, onu elde etmeye çalışırken yaşanan her zorluğu değecek kadar zor bir kadın. Hüseyin önce günlük, sabite bağlanmış yaşantısında değişiklik yapıp onu tavlamak için kendini epeyce zorladı. Hüseyin’in sabitliğinden memnun kişiler şaşırıyorlardı, patlamadan kurtulmuş birinin ölen arkadaşının karısını ziyaretleri anlayış dairesinde karşılanabilirdi, ama haftada dörtten fazla ziyaret biraz mide bulandırıcıydı. Hüseyin de kendini zorluyordu, bir anlık darbeyle bitecek bu iş giderek canını sıkıyordu. Çevresindekilerin manalı bakışları, kızdırıcı laf değdirmeleri derken artık iyice bunalmıştı. Bir iki hafta sonra nereye gitse damgalı ırz düşmanı olarak yüz çevrilir olmuştu. Lanet olsun sana Tuzka. Hüseyin yıllarca çalışarak oluşturduğu sakin tabiatlı “Hüseyin’in”, azgın, utanmaz bir başka adam tarafından sırtından bıçaklanmasını seyrediyordu. Hayatının bardakta eriyen mide ilacından daha hızlı kabararak bardaktan taştığını, huzurunun çoktan gazı kaçmış kola gibi tatsız bir rahatsızlığa dönüştüğünü düşünmeye başladı.
İşin kötüsü Sedef’in diri vücudunun peşinden koşmak yani sadece teni için onu kovalamak giderek hoşuna gitmeye başlamıştı. Sedefin reddedişindeki hiddetli yüz hali, onu mıknatıs gibi çekiyordu. Karısı ve çocukları da ona sevgi yerine bir yığın hınç besliyorlardı. Bir iki hafta sonra, o hınçlar birleşerek karısı ve çocuklarının elinden tutup onlara evlerini terk ettirdi.
Elindeki her şeyi, yani insanları tamamen yitirmeden isteneni yapacaktı. Zorla kadına sahip olup sonra da onu öldürecekti. Zaten öldürdükten sonra bunu yapmış yapmamış ne fark ederdi, Tuzka’nın istediği iki şey de olacaktı işte.
Kararından caymadan, korkaklığı onu döndüğü ilk köşede yakalamadan, koşarak Sedef’in evine gitti. Gece şarkısını mırıldanırken, o hainliğin kızgın ateşinde kendi çıtırtılarını işitiyordu. Kızarak kapıyı açmış olan Sedef’in, üzerine atıldı, kapıyı çarparak kapattı. Kollarında kıvranan kadının hatları ilk defa içini hoplattı. Dokunmak sevmektir sözünü icat etmeliyim diye düşündü. Kadın kıvrandıkça Hüseyin’in içi tuhaflaşıyordu. Onu yatağa attı hemen üzerine çıktı. Sedef tıknefes “dur” dedi. Durdu, “Seninle yatacağım ama bari acı çektirme. İzin ver soyunayım,” dedi. Hüseyin bacaklarıyla sıktığı kadını serbest bıraktı yataktan inmeden soyunmaya başladı. Sevişmeden sonra hemen içmek üzre bir tane sarı hatun sarmaya başlamıştı ki pis bir koku duydu, Tuzka diye düşündü. Başını kaldırdığında Sedef’in yatağın başında sakladığı bıçağı çekerek boğazına salladığını gördü, kan borudan fışkırır gibi fışkırdı, ellerindeki sıcaklık, sırt üstü düştüğünde göz çukurlarını dolduran sıcaklıkla aynıydı.
Kendi kanında boğularak uyandı. Nemli gri koridorda uyanıvermişti. Tuzka az ötede kim bilir nereden bulduğu leşi kızartmakla meşguldü.
—Uyandıysan şundan ye biraz. Beceriksizliğini unutturur. Tabi yas yemeği yerine de geçer. Çünkü Rükneddin de artık benim oldu. Şimdi hala iki borcun var ve ödeme konusunda çok tutuksun.
—Seni üçkâğıtçı hergele, sen tam olarak ana rahimlerine düşmemiş kör bir köpeksin. Anlaşmamızda bu yoktu, biz üç kişi kurtulacaktık. Ben de senin isteğini yapmaya çalışırken buraya düştüm.
—Kaybettin dostum. Üstelik ben de kaybettim. O kadın, kadın kılığındaki efendim. Efendimle bütünleşeceğim anda işi berbat ettin. Daha dikkatli olmalıydın. Hem alenen kadının evine dalıverdin, zaten cinayeti senin işlediğin anlaşılacak ve birkaç güne kadar asılarak yine buraya gelecektin.
—Sen sapık bir ifritsin. Efendin şeytanla bütünleşeceksen direk ona söyle. Beni alet etme. Üstelik ben bir insanım, istencimin koşan atları bir kere yularlarını kırdılar mı, hazza nasıl engel olabilirdim? Beni akıllıca yönlendirmesi gereken sendin. Hani içimde bir parçan vardı?

Hüseyin sırtında korkunç bir acı hissetti, yakan darbe üst üste inmeye başladı. Yerde kıvranıyor daha çok darbeyi zavallıca engellemeye çalışıyordu. En sonunda yakan, kızgın kor darbeleri bitti, fakat yakıcı izleri sivrilerek acı vermeye devam etti.
—Sözlerine dikkat etmen için küçük bir uyarı. Ayrıca faniliğin bittiğinde alacağın büyük hediyenin neye benzediğini öğrenmen için de bir fırsat. Efendimin eli ağırdır.
Korkarak içine kıvrılmaya çalışan Hüseyin duyulur duyulmaz sesler çıkartarak konuştu, sözleri çektiği ıstırabın havada patlayan kısık ve bezgin ses taneleriydi.
—Anladım, peki artık bundan dönemeyeceğime göre oyuna devam. Ölünceye dek seni görmek istemiyorum.
—Üzülme, sadece ölünceye dek.

Yeni gün kaymaklı dondurma görünümünde dağlardan aşağı akmaya başladı. Hüseyin, yorgun yatağından zıplayarak uyandı. Bir yılan lazım dedi, bana elma verecek. Yahut bir buzağı, şöyle altın kaplı, rüzgâr estiğinde önden de arkadan da ötecek. Ya da kafamı boynumdan ayıracak meleklerin pasta bıçağı. Kafasını salladı. Dur bakalım, parmakları ne kadar uzundu böyle, işe gitmeliydi. Karısı onu uğurlamaya çıktığında, gün kapının boyalarını yalamaya başlamıştı bile.
Yıllar yılları döverek kovalamış, o kuzgunsu yıl gelmişti. Hüseyin ve Hasip maden kazasından kurtulduktan sonra ikisi de madenciliği bırakmıştı. Hasip alıp başını gitti, Hüseyin de büyükçe bir bakkal dükkânı kurdu. Hüseyin en son doğan çocuğuna Umut adını koydu, yıllardır Tuzka’yı görmüyordu. Ya unutulmuştu ya da kazanın şiddetiyle gördüğü bir hayalden korkuyordu. Artık değişmişti, insanlar için değil daha çok kendi için yaşıyordu, ismi için. Bir çeşit burjuva kibri edinmişti. Artık çevresinde tüccar ve can yakıcı olarak bilinir olmuştu.
Umut büyüdükçe Hasip’e benzemeye başlamıştı, hemen tıpkı onun boy ve eşkâlini gölgelendiriyor, laflarıyla, kaytarıp kaçmalarıyla onun huylarına akıyordu. Evet, kaderin cilvesi diye düşündü Hüseyin, önündeki koca hesap defterini çevirdi, ailesi ve isminin yaşaması için oldukça sağlam bir gelecek hazırdı. Artık çok sevilmese de paraya duyulan saygıdan dolayı, halktan kendi payını, saygıcığını alıyordu. Kibirlenerek en güvendiği oğlu Umut’la şehir gezintilerine çıkıyor, halkın onu ve geleceğini selamlamalarından, ona olan borçları hatırlanmasın diye ikisine düzdükleri övgü sözlerini dinlemekten, zevk alıyordu.
Günlerden bir gün dükkânın ağır kapılardan kızıl akşamın etekleri içeri girmişken, kötü bir koku duydu. Şüphesiz diye düşündü.
—Evet, şüphesiz Tuzkaaaa, ha haha ha.
—Olamaz, sen… Sen hayaletsin.
—Yapma cancağızım, “Sen de mi Bürütüs?” bıçağıyla bana kesik atma, elbette benim. Geçmişte kalan seyreltik bir anı değilim. Capcanlı, çürük toprak kokulu arkadaşın. Yıllardır senle sarı hatun tüttürüyoruz ya. Hiç mi kibrinin kıvrımlarındaki parmak izlerimi fark etmedin? Seni, yeniden kalıba döktüm.
—Ne istiyorsun, ne!!!
—Immm sadece, Umut’u. Yani umudunu. Hasib’e karşılık onu istiyorum.
—Bu sadece kitaplarda olur.
—Bu klişe, bu kitapta da geçiyor işte.
Hayır vermeyecekti, ama nasıl vermeyecekti ki? Umut’u çok seviyordu, o onundu, ailesinin yaşayan tek umudu. Diğer çocuklarının yanında en akıllısı, takdire şayanı. Eğer Hüseyin’in yaşayan bir ismi olacaksa bunu Umut yapabilirdi, hem yaşlılığın pütürlü yolunu yürürken Umut’a dayanmayı hayal ediyordu, ne de olsa o kendi gençlik yolunda kayarak ilerliyor olacaktı. Hayal diye düşündü, her şey Tuzka’nın kafasındaki bir hayal, ben de onun kuklası.
Kesin bir hayır cevabı verdi ve ummadığı bir hızla Tuzka yok oldu. Gitti diye düşündü, belki de son noktanın hemen berisinde duruyordu.
Tam o noktadan birkaç gün mesafeye açılmıştı ki, değerli varlığı Umut umutsuz bir hastalığa yakalandı. Ondan ayrılmak çok zor görünüyordu, o hayatının amacı gibiydi, varlığının dönen tekerleği. Yine de bir seçenek vardı, kendi hayatı tehlikeye girse de, ona hayat verebileceği bir organ nakli.
Nitekim çekinmeden nakli yaptırdı. Lakin günler takvimden eriyip döküldükçe Hüseyin de erimeye başladı. Umut ise giderek büyücek bir Hasip oluyordu, yavaş yavaş ailenin mallarını satıyor, kardeşlerini ve annesini kendinden uzaklaştırıyordu. Bir gün Hüseyin’i uzak bir şehirdeki izbe bir hastaneye yerleştirdi. Hüseyin ölümün serin kucağına uzanırken, Umut’un çoktan satıp savıp ortadan kaybolduğunu haber almıştı.

Gözleri griliğe batarken, derinden iç çekti. Artık duvarlar, portakal renginde küçük birer kız çocuğu gibi görünüyordu. Hopluyor, zıplıyor etrafında dönüp şarkı söylüyorlardı.
Tuzka’nın maviye çalan gölgesi üzerine düştüğünde, hala oturduğu yerden çocukları seyrediyordu. “Kokun hiç değişmez mi be yaratık,” dedi. İşte o zaman Tuzka’nın özellikle bu kokuyu sevdiğini öğrendi. Ne zamandan beri ilk kez şaşırdı. “Artık Hasip de benim”, dedi, söylediğine göre hiç karlı bir alışveriş olmuyormuş. Durmadan zaten kendinin olan mallar eline geçiyormuş.
Seni, son kez “an” koridorundan yürüteceğim. Bu sefer kendin için bana bir şey göndereceksin. Bu son şans. Tıpkı başlangıçta olduğu gibi, en çok kendin için olacak bu ödemen. Yani başkalarını bahanelerine sos yapamayacaksın.
—Ben hiçbir şey ödemeyeceğim. Ben iyi bir adamdım ve öyle kalacağım, bu ölü olmak şeklinde olsa dahi. Herkes beni severdi yine seveceklerdir.
Herkes dediğin kişiler, işlerine karışmayan “seni” severdi. Sen onlara hiçbir şey olsalar da bir hayatları olacağını düşündürdüğün için seni severlerdi. İnsanlar tek iken iyidirler, ama birleştiklerinde efendim şeytan bile kâğıt kalem alıp karşılarına geçer ve not almaya başlar.
—Hayır asla, insanlar ortak aklın krallığında iyinin takipçileridir.
—Bir an dur ve insan dediğin güruhun kendileri için uyguladıkları kuralları düşün. Sonrada ortak aklın zevzekliğinin, güya peşinden koştuğu iyilik kılığındaki günahları tahayyül et.
—Bu iş giderek ahlak dersine dönüyor.
—Sen de borcundan kaçtıkça, benim cehennemdeki seviyem düşüyor.
—Senin seviyen var mı?
—İçinde boğulabileceğin kadar yüksek! Hadi bakalım yaylan, kendini bana ödemek için az bir vaktin var.

İçinde boğulacağı hayatına atıldığından beri hiçbir sabah uyanmıyordu, çünkü uyumuyordu. Maden patlamasından kurtulan tek kişiydi ve onun sigarasından dolayı patlamanın olduğunu herkes biliyordu. Ona eskisi gibi davranmıyorlardı, kimisi iyi kimisi kötü, ama genel olarak oralı olmayan insanlar arasında kötü bir hayat sürüyordu. Ailesi bile pek önemsemiyordu onu. Evet, bir katilsin ve bunun önemi yok, insanlar alış mıydı? Elinde bir bıçakla değil ama bir sigara dalıyla üç kişiyi öldüren bu adama kimse ses çıkarmıyor muydu? Olur böyle şeyler diyordu çoğunluk, olur böyle şeyler. Hissizliğin sıradağ olup uzadığı günlerin birinde, kötü kokular yayan bir araba, hemen Hüseyin’in sağ tarafında durdu. Hüseyin bezgince kafasını şoför mahalline uzattı “kim” diye sordu. Cevap oldukça sadeydi, “Bakkal Hüseyin”.
Ertesi gün cebinde kırma bıçakla bakkala gitti. En sevdiği bon bon şekerlerinden aldı, onu her şeye rağmen dikkate alan tek insanla, yani bakkal Hüseyin’le birkaç lafın belini kırdı, sonra eyvallah edip kırlara doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra etrafını pis kokular sarmaya başladığında cebindeki bıçağı çıkardı, sivriliği parmağıyla kontrol etti. Tam istediği gibiydi, insan güruhu kadar keskin ve kesip atıcı.
Eli titremeden bıçağı boğazına çekti, gözleri onu kendilerinden kesip atanların üzerine kapandı. Umutsuzluğunun içinden boş bir çuval gibi gri koridora düştü.
—Hoş geldin âdemoğlu, bedbaht adamlar diyarına çok çabuk geldin. Oysaki ben senden, bir cesetle beraber selamını yollayacağın bir cinayet bekliyordum.
—Adam dediğin seninle konuşmaz. Hadi bakalım düş önüme, beni aldığın yere geri götür. Seninle oynamak ateşle oynamaktan daha da yakıcı.
—İnsan dediğin bu kadar mı hiçliğine düşkün olur?
—Ben bir hiçim sense hiçin olmadığı an, yani hiçin düşünülmediği karanlık noktasın.
—İyi düşün sana verdiğim şansı diğerlerine verip, senin de piyangodan faydalanacağını sanma.
—Ben sanrılarımla dövüldüm, artık sanmak değil ölmek taraftarıyım.

Birkaç haftalık geriye yürüyüşle ilk çıktığı deliğin başına geldiler. Hüseyin, Tuzka’nın yüzüne bile bakmadan kendini aşağıya bıraktı.

Toz duman tam olarak çökmemişti, üşüyecek kadar bile yer yoktu. Üşümeyi boş vermeliydi, en yakınındaki arkadaşı Musa idi, onu hiddetlice sarsmaya başladı.
Musa zorla gözlerini açtı, ne oldu sorusunu düşünüp cevabını hissetti, Hüseyin ona bir şeyi ittiriyordu. Oksijen tüpü diye düşündü, kaslarını yırtarcasına zorlayıp tüpün ağızlığını aldı, bir nefes çekti, aldığı ilk nefes kadar iç açıcı geldi bu nefes. Hüseyin’e baktı, ölecekti kuşkusuz ama neden onu uyandırıp kendini bırakıyordu, sigarayı yakan kişi olduğu için mi, yoksa onun kahramanlığını anlatıp suçunu unutturacağını düşündüğü için mi? Yo yanılıyordu, o kahraman olmayacaktı, her yerde ona çamur atacaktı. Hele şu karısından bir kurtulsun, gezdiği her meyhanede, her kahvede bunları tane tane anlatacaktı.

Ve anlattı da. Peki diyorlardı Hüseyin hergelesi ölmeden önce bir şey dedi mi? Evet diyordu ve anlamadığı şu beş kelimeyi sıralıyordu.
“Sen, benim insanlara gönderdiğim selamımsın.”

Share/Save/Bookmark