Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara

Boşluğun Yelpazesi…

Filancayı şu hedefin peşinde, filancayı başka bir hedefin peşinde gördüm…İnsanları, birbirini tutmayan konularla büyülenmiş, her biri aşağılık ve tanımlanamaz olan tasarı ve düşlerin sihrine kapılmış gördüm… İsraf edilen onca ateşliğin nedenlerine akıl erdirmek için her durumu tek tek incelerken, her hareket ve çabanın anlamsızlığını anladım… İnsanı yaşatan hatalardan etkilenmeyen tek bir hayatvar mıdır?... Kökleri küçük düşürücü olmayan, sebepleri icat edilmiş olmayan, arzularla ortaya çıkmış mitoslara sahip olmayan tek bir berrak ve şeffaf hayat var mıdır?... Her tür yararlılıktan arınmış fiil nerededir?... Akkorluktan tiksinen güneşte mi?... İmansız bir evrendeki melekte mi?... Yoksa ölümsüzlüğe terk edilmiş bir dünyada ki aylak solucanda mı?...

Kendimi bütün insanlara karşı savunmak, çılgınlıklarına tepki göstermek ve bunun kaynağını ortaya çıkarmak istedim; dinledim ve gördüm… Ve korktum : Aynı sebeplerle ya da herhangi bir sebeple hareket etmekten, aynı hayaletlerle ya da tamamen başka bir hayalete inanmaktan, aynı sarhoşluklara ya da tamamen başka bir sarhoşluğa gömülmekten korktum… Son olarak da ortaklaşa hayal kurmaktan ve son nefesimi bir vecd kalabalığı içine vermekten korktum… Bir varlıktan ayrılırken bir yanılgının daha elimden çıktığını,onda bıraktığım yanılsamayla yoksullaştığımı biliyordum… Ateşli sözleri, kendisi için mutlak benim içinse gülünç olan kaçınılmaz bir gerçeğin mahpusu olduğunu açığa çıkarıyordu… Onun saçmalığıyla temas ettiğimde, kendiminkinden sıyrılıyordum… Aldanma hissine kapılmadan ve yüzü kızarmadan kime katılınabilir?... Ancak her fiil için gerekli akılsızlığı tamamen bilinçli olarak alışkanlık haline getiren ve kendini kaptırdığı kurguyu hiçbir düşle güzelleştirmeyen kişi haklı çıkarılabilir, tıpkı ancak inançsızca ölen ve işin aslını sezdiği ölçüde kendini feda etmeye hazır bir kahramana hayranlık duyabileceği gibi… Aşıklara gelince, yüz buruşturmalarının ortasında, kafalarından ölümün önsezisi geçmeseydi çekilmez olurlardı… Sırrımızı –yanılsamamızı- mezara götürdüğümüzü, soluğumuzu canlandıran esrarengiz hatayı atlatamadığımızı, hazların ve hakikatlerin hükümsüzlük açısından denk oldukları kestirilemediği için fahişelerle kuşkucular ışında herkesin yalana battığını düşünmek insanın aklını karıştırır…

İnsanların var olmak ve harekete geçmek için sarıldıkları nedenleri, kendimde ortadan kaldırmak istedim… Sözle anlatılmayacak kadar normal bir hale gelmek istedim… Şimdi de sersemlemiş bir halde, budalalarla aynı düzeyde ve onlar kadar boşum…

E.M.Cioran

Share/Save/Bookmark

Tuzka'nın Hayalinde Bir "An" Deliği...

Sabah, yeryüzü gerinerek uykusundan uyanırken, yapraklardaki çiğ tanelerini silkeler. Ve o çiğ taneleri altında yürüyen birileri hep vardır.
Hüseyin de gerinerek kalkardı yatağından. Uzun parmaklarıyla yüzünü sıvazlar ve çoğunlukla parmaklarını seyrederdi. Karısı uyanmadan, yatak, yatak odası, hiçbir şey uyanmadan önce parmakları ve o vardı. Bir piyanist olmadığı için hiç üzülmedi ya da para sayan bir veznedar. O Hüseyin’di işte, rast gele bir adam.

Sabahın melekleri kapıları günah karasından temizlerken o işine gitmek için evinden çıkmış olurdu. İşim dediği yer, yeryüzüne açılan bir yarıktan ibaretti. Aslına bakarsanız o yarıktan birkaç kilometre aşağıda, Hüseyin, ekmeğine kazma sallıyordu. Kömür karası, günah karası gibidir, yapıştı mı çıkarması çok zor olur. Olsun derdi Hüseyin, karnımız doyuyor, bir de sigara yaktın mı daha ne?

Hüseyin’in büyük hayalleri yoktu, sevdiği Muş tütününden başka tutkuyla istediği bir şey de yoktu. O sapsarı tütünleri tane tane sigara kâğıdına döşer, ıslak dilini, sigaralığın üzerinde kadın teninde gezdirir gibi gezdirerek tütüne kâğıttan bir deri yapardı. Uzun parmaklarının arasına aldığı sigarayı parmak uçlarıyla yoklar pürüzsüzlüğünden emin olurdu; bir kadının bacakları gibi ölçülü ve pürüzsüz. Sonra yutarcasına sigarasını somurur, saniyeler yelkovanın gölgesine varmadan sigarası duman olur yükselirdi.

Yük asansöründe toplandıklarında, neden yıllardır sabah postasında çalıştığını düşündü. Hep karanlıktayım. Karanlıkta hep. Hayatım karanlıkta geçiyor, çocuklarım karanlıkta büyüyor, karımın tenine güneş düştüğü anları hatırlayamıyorum bile, hani güneşte tende toplanan ter ve yağdan ibaret o duru parıltı var ya, hah işte o parıltıyı unuttum ben. Ya başka kadınlar, çocuklar, hayatlar hepsinden her şeyden uzak, yani seçeneklerden uzak. Bu uzaklığa bir fersah daha eklemek ya da eklememek, işte bütün mesele bu... Kendi kendine, yarın gece postasına geçmek için dilekçe vereyim dedi ve içinden kendi sırtını sıvazlama isteği geçti.

Anında aldığı kararlar hoşuna gidiyordu. Ona göre hayat kesin çizgilerle çizilmişti, üzerindeki değişikleri de kesin çizgilerle yapmalıydı insan. Sade hayat böyle olmalıydı. O da kendisi gibi basit, ona göre sade bir hayat istiyordu. Çevresindekiler de onu basitliğinden ötürü sever ve takdir ederdi, belki de basitliğin bayraktarı olarak sadece onlar için yaşardı. Neden yaşadığını bilmiyordu, sadece yaşıyordu işte.

Yalın kat yaşamak, öyle her şeyin üstünden ama içine girmeden yaşamak, belki de sorunu bu idi. Sorun diye bir şey bilmiyordu, ama belki de sorun olmasını istiyordu. Hep aynı kadını öpmek değil, başka kadınları tatmak, belki madende kazınıp duracağına, göğün altındaki zengin bir kişi gibi cildini esmerleştirmesi lazımdı. Yok, ona uymuyordu, onun bunu uyduracak cesareti yoktu. Hayata karşı cesareti yoktu, bir tek elindekileri çevirip çevirip hatmeden vaazcılar gibi, kendi kendine hayatını vaaz edip duruyordu.
Asansör derin karanlığa doğru sonsuzcasına ivmelendi. İçindeki boşluk kendini tekrar etti. Acaba bu hisse hiç alışamayacak mıydı?

Ya postasındaki bu adamlar. Bu adamlardan pek hazzetmediğini düşündü. Basitlikten uzaktılar. Bin bir türlü kurmadan, komplodan, hayalden ibarettiler. Kısa boylu pos bıyıklı olanı, daha o gün madenden kurtulup başka bir şehre yerleşmek için alengirli bir plan yapıyordu. Ya şu her yerini ben basmış, hep çatık kaşlı olan, o da karısından kurtulmak için yapmadığını bırakmıyordu, utanmadan anlatıp duruyordu. Beride duran nedense hep mavi gömlek giyen kazma arkadaşının anlattıklarından gına getirirdiniz. Böyle olacakmış, böyle yapılmalıymış, ülke dediğin iki kuru bağırtıyla yönetilmezmiş. Kendi ailesini yönetmekten aciz adamın tek perdelik drama nutukları, Hüseyin’in havsalasının altını oyuyordu. Bu adamlar Hüseyin’in hayatında ne arıyordu alla sen?

Gece postasında kömür vagonu operatörü olmalıydı. O zaman tek başına ve basitçe çalışırdı. Hem sık sık sigara da içebilirdi, çünkü vagonlar durmadan yüzeyle kuyu arasında iner, çıkardı. O zaman uzun uzun ölçüm yapmadan, kimseden saklanmadan rahatça sarı hatunlarını sarardı. Evet, o ve sarı hatunları. Bunu düşünmek bile, içini alıp, bir meleğin avucuna koymuş gibi hissettirdi.

Avucunu metal çerçeveye dayadı. Diğerlerine kulak verdi. Ne konuşuyorlardı? Hasip, arabasının kırılan aynasından bahsediyordu, babasına bile güvenmek aptallıkmış. Öyle ya, daha parasını bile vermemiş. Doğru dedi Musa, o da kardeşinin üzerine yattığı baba yadigârı bağdan söz açtı, karısından kurtulur kurtulmaz dava açıp alacakmış. Ya öyle dedi Rükneddin, devir değişmişti artık, baksana baştakiler bile sürülerine çaktırmadan azık doldurmaya dalmışken, kime güvenecektiniz ki? Yalnızız dedi Musa, dert dava para, kime ağzını açsan ya alacak ya verecek, e ne yapacaksın sen de arada erimeyeceksin ya. Belki dedi Rükneddin, belki baştakiler böyle olmasa ayaktakiler de kendini düzeltirdi. Ama dedi Hasip, ayaktakiler böyle olmasa zaten o adamcağızlar başlarını kaldırmazlardı. Rükneddin dedi ki, melekler bize ahiret ateşini getirdiğinde, o büyük günde, tanrı biz zavallı kullarına acıyacak mı, tanrı bilecek değil mi içlerindeki iyiliği? Hepimiz kötüyüz dedi Musa, şöyle ya da böyle, kötülük bir kişiden dolayı olmaz onu insanların hepiciği birden çıkarır meydana. İyiler dedi Hasip, iyilerin göz kapaklarına para konalı yıllar oldu, kalmadı azizim kalmadı. Babandan beş kuruş istesen, ona da çok der, kötü derler. Evladın da babasında hakkı yok mu? Boş ver dedi Rükneddin, meleklerin dünyaya indiği saatlerdeyiz şimdi, dua edin bu gün de salimen çıkalım bu delikten, bu delilikten.

Hüseyin düşüneceği zamanlarda yaptığı gibi elini tütün kutusuna attı, sonra yapmaması gerektiğini düşündü, maden kuyusundan aşağı inerken sigara yakmak hiç akıllıca değildi. Artık mecburen kuru kuru düşünecekti.
Melek mi, ne meleği, bulunduğumuz şeytan çukurunda toprak cinlerinden başka bir şey bulunmaz, en tehlikeli olan Tuzka daima orada bir yerde karanlıktan size bakar. Bizim madenciler korkarlar ama yine de melekti, şeytandı diye diye dalarlar madenci uykusuna. Tünelde yapılan iş madencinin uykusudur, toprağın bağrında ekmeğine uyur herkes. Herkes diye içinden geçirdi Hüseyin, herkes ekmeğine çalışmalı, gerisini sormamalı.
Hasip sertçe Hüseyin’in omzuna vurdu “Ha ne dersin Hüseyin, yine Tuzka’yla sessiz muhabbete mi daldın? E olum hiç konuşmuyon, boyuna susuyon. Taş olsa dile gelir be.” Hüseyin sarsılmış gözlerle baktı, kendine çevrili, şimdiden kararmış suratlara. Sadece “Hiçbir şey” dedi. Boş veri omuzlarıyla işaretlediler, zaten asansör dibe varmıştı. Asansörden indiler, taşıma vagonuna atladılar. Yeni tünel şimdilik çok dar olduğundan yalnız dördüncü posta gidiyordu. Dördüncü postada bulunmak düşüncesi Hüseyin’e okul yıllarına gömülemeyen bir şeyi anımsatırdı. Tüm çocuklara kopya veren ateşin bir dördüncü sınıf öğrencisiydi. Öğretmenine fısıldayan bir yalaka arkadaşı yüzünden, hayatının tokadını yedi. O tokat yüzünden okula, uzun süre tek kulağı sağır ve de küskün devam etti. O tokat ki yılların tozunu kaldıracak denli şiddetliydi. O şiddet, gaus hesabı katlanarak hayatının kartlarını yıkıp geçiverdi. Zaten bir daha da okumaya hevesi kabarmadı, işte böyle bu çukura mahkûm kaldı. Olsun iyilik ona kârdı, varsın hayatı bu çukura aksın, ne değişirdi, en fazla bir iki dolma daha fazla yiyip, biraz daha güzel bir kadınla evlenirdi, daha ne olacaktı ki?

Hüseyin parmakları titreyerek sigarasını sardı. Çok üstüne gelmişlerdi. Ölçüm işiyle uğraşamayacak kadar kızgındı. Lanet olsundu, yakacaktı sigarasını. Yaktı, dev bir ışık huzmesi gözünden içeri gidi, iki kulağı birden dördüncü sınıftaki vınlamanın hatıralarıyla beraber onu yere seren ses dalgasına yol verdi.

Hüseyin koyu karanlığa gözlerini açtığında, tünel tavanının üzerlerine çökmüş olduğunu, az da olsa bir boşlukta sıkıştıklarını, son olarak da bu sıkışık yerden çıkılabilecek tek açıklığa en yakın kişi olduğunu gördü. Fakat ayakları fena sıkışmıştı. Donuk ışıklı maden feneri, arkadaşlarının aynı donukluktaki suratlarını aydınlatıyordu. Anladığı kadarıyla hepsi nefes alıyordu. Yani hala hayattaydılar, fakat onlar için umut hayatta değildi. Aslında uyanık tek kişi kendisiydi, oksijen tüpü olan tek kişi de, hayata yakın olan tek kişi de kendisiydi. Yalnız dört değil beş nefes alış duyuyordu. Bu beşinci nefes derin, hırıltılı ve kötü kokan, diğer dördünden hemen ayırt edilen bir nefesti. Berbat nefesin sahibi ses verdi, “Oradasın, işte ben de buradayım”. Hüseyin içinden “Hadi canım,” dedi. Ses “Kaçınılmaz olanı sen çağırdın. Patlak madenlerin baş meleği Tuzka, işte tam karşında,” dedi. Olabilir miydi? Tuzka, bu kadar çabuk, bu kadar gerçek olabilir miydi?

Hüseyin neden olmasın diye düşündü, biraz daha yer olsa iyice şaşıracaktı ama o kadarcık yer bile yoktu. “Senin söylenceden ibaret olduğunu düşünürdüm lakin söylence olmadığın gibi, bir de tam burnumun dibinde lastik gibi kıvrılarak kötü kokulu nefesinle bizi öldürmeye mi çalışıyorsun? Şu dipteki kayaları tek tek çek de, bari normal işkenceyle ölelim. Bu nefesin kokusu, ölümlerin en korkulusu,” dedi Hüseyin. Kendindeki bu hazırcevaplığa şaşırdı, bu kadar mı hazırdı normalin dışındaki hayata, sade hayatının uzaklarına? Huysuzca “Hayır,” dedi Tuzka. Yılan gibi kıvrılarak enkaz zedelerin arasında dolaşmaya başladı, vücudu şekil değiştiriyor, ama her daim iğrenç bir şekle bürünüyordu. En son, yaşlı, yüzü kan benleriyle kaplı bir nine olup, Hüseyin’in gözlerinin içine girecek kadar yaklaştı ona. Tuzka sesini iyice iğneleyici yaparak konuştu.

—Bu güzel maden patlağının müsebbibi olarak, benimle oynamak zorundasın.
—Neden? Hem ben istemeden…
—İstedin! Sarı hatuna sarılmadan evvel ölçüm yapmalıydın. Ama kuralları hiçe sayarak, kendini az sonra duman olacak yalancı bir kadının koynuna bırakıverdin. İşte böyle, kadınlar yatağa girdiğin tek saatli bomba türüdür. Şimdi diğer üç andavalın hayatıyla beraber, kendininkini de bana teslim etmiş oldun.
—Ben sana bir şey vermiş değilim, hem az sonra bizi kurtarırlar nasılsa.
—En uzak tünelde, iki yüz metre boyunca çökmüş kayadan bir engele rağmen, öyle mi? Seni yıllardır izlememiş olsam hayalperest olduğunu düşünürdüm.
—Yine de dar bir çatlak aralığı kalmış, bu çatlağın ana tünele kadar gidiyor olması lazım, geleceklerdir hem de kısa sürede.
—İyi bana inanmamak da bir seçenek, ama hepiniz bu çukurda benim olduğunuzda da, bu kadar kendinden emin konuşabilecek kadar cesaretin olur umarım.
Haklı olabilir miydi? Olabilirdi, bu maden işletmesi kazalarda kaybettiği adam sayısıyla meşhurdu. Bu kötü ün, iş seçiminde aklına gelmiş miydi ya da neyseydi artık. Tüm neyselerini ceplerine tıkıştırıp, Tuzka’yla anlaşmayı denemek en akıllıcası olacaktı. Maden şirketiyle şansını zorlamaktansa, onlar gelinceye kadar onu öldüreceğine emin olduğu bu kötü kokulu nefesten bir an kurtulmuş olmak yeğ tutulurdu. Sadece “Peki, söyle bakalım ne yapmam lazım?” diyebildi.

Şu “ne lazım”, ne kadar kılçıklı bir şeydi, yanındakilerle beraber kendini havaya uçurmuş ve sakince “ne lazım” diye soruyordu. Bu kadar hayata son vermiş sayılabileceği anda kullandığı “ne lazım” kelimesi, “laubaliyim”in ta kendisiydi. Umursamazlığını, bir de pazarlıklara girişerek iyice cilalıyordu. Ya onların aileleri, çevresindeki insanlar, onlar şüpheli olan kurtuluşun aydınlık şafağında onun boğazına sarılmayacaklar mıydı? Sarılacaklardı. Tuzka ağzını şaklatarak cevap verdi.
—E önemli bir şey değil. İçinizden birinin hayatına karşılık diğer üçünüze kurtulma şansı, gerçi kalan iki can borcunuzu sen bizzat kendi elinle daha sonra ödeyeceksin. Patlamanın sebebi sen olduğun gibi, pisliğini temizleme işi de senin. Yani kaderin oyuncağı değil, benim dudaklarımdaki gülüş olacaksın.
—Oldukça anlaşılır.
—Zaten beni anlayanlar sadece madenciler, bir de toprak solucanları. Ah, sosyal çevremi değiştirmeliyim, avam için işleyen yine avamdır, ama yerin yedi kat altında başka hangi şekilde cemiyet hayatına karışılır ki?
—Bir teklifim var. Şayet yukarıda seni aramıza alırsak, belki bizim sebebimize yüksek mevkilerdekilere kadar, insanlarla tanışabilirsin. Tabi hepimizi kurtarmak kaydıyla.
—Benim toprak altı ifriti olduğumdan haberlisin, ancak birinin içinde yukarı çıkabilirim yani masadaki tek akla yakın teklif benimki. Tek şansın da benim sana verdiğim seçenek.
—Seçenek mi, ben çoktandır seçmeyi bıraktım.
—Ya birkaç dakika içinde herkesle beraber öleceksin veya içinizden birini bırakıp, geriye kalanları kurtaracaksın. Benim oyunumu oynayarak yukarıdaki dostların için bir kahraman olacaksın. Buradakileri senin kurtardığını sanacakları şekilde sizi kurtaracağım.
—Ama ya burada bırakacağım suçsuz insana ne olacak? Günaha batmış, kara yüzümle tanrının yüzüne nasıl bakarım? Beni ateşe atıyorsun. Belki de yüzümü sadece tanrıya dönmeli, affedilmek için yakarmalıyım.
—Bu güne kadar senin yüzüne bakmayan tanrıya mı dua edeceksin? Madem kanı kırmızı kullardandın, neden hayatını bu zindanlarda sürüyorsun? Peki ya aranızda kim günahsız, eni sonu burada bırakacağın kişi de boyunca günaha batmış biri olacaktır, siz insanların hepsi cehennem ehlidir. Tanrı bunu kutsal kitabında yazmış, haberin yok mu? Yani sen de, burada kalacak olan da zaten günahkârsınız.
—Hımmm, bu güne kadar sevap tahtası üzerinde çok iyi oynadım, baksana son derece basitim, ne kadar basit o kadar cennete yakın, ama şimdi ne kadar alengirlendirsem hayatı, o kadar da batarım aşağı. Yine de kimse günahsız değil, bu da malum.
—Şiir gibisin. Bari kendi şiirinle avunabiliyor musun?
—İltifat ediyorsun.
—Gelelim oyuna, oyun dediysem de bakma sen, aslında bir kişi burada kalacak, yukarı çıktığın vakit en az iki kişiyi daha bana göndereceksin.
“Madene yani,” dedi Hüseyin, içi ürpermişti. Bu şeytan artığıyla ne tür bir anlaşma yapıyordu böyle? Bu günaha batmış adamlardan ikisi için iki can, üstelik biri de burada kalacak, aslında üçe üç gibi bir şey.

—Tahmin ettiğin gibi üç kişiye karşılık üç kişi, biri peşin ikisi vadeli. Nasıl, yeterince adil sanırım.

Hüseyin, “Adalet buysa, kendi kıçına uygula,” demek isterdi lakin hayatını boğazındaki yutkunma olarak hissetti. Ama nasıl olurdu, bu pek de sevmediği adamlardan ikisi ve kendi hayatına karşılık, en önemlisi suçla ilgisi olmayan üç kişiyi feda edecekti. Daha yaşayacak bir şeyi var mıydı? Varsa bile, hayatındaki sevenleri, daha da önemlisi basit ve güzel hayatından dolayı onu takdir edenleri hayal kırıklığına uğratmayacak mıydı? Belki de kimsenin haberi olmadan bunu başarırdı, lakin kendisinden nasıl kurtulacaktı? Bu güne kadar elini bile sıkmamış vicdanı, kalbini avuçlarına alıp ezik büzük ettiği vakit, buna nasıl katlanacaktı? Anlayacaklardı, onun yaptığını bileceklerdi, basitçe yaşamaya alışmış Hüseyin, çaktırmadan hiçbir şey yapamazdı ki.
Niçin yaşamak istiyorum? Daha fazla tütün? Daha fazla karın tokluğu? Yahut aşk, para, rüya ne için acaba? Belki de bir başka yarındaki, başka bir Hüseyin için. Şansım var mı, ertesi gün var olacak bambaşkalık için şansım var mı? Neden olmasın? Hüseyin, boğazını vicdanından temizleyerek öksürdü ve konuşmaya başladı.
—Peki Tuzka, fakat bunu yaşamayı isteyebilecek arkadaşlarım ve aileleri için yapıyorum. Artık tanrı affetsin, günahlarımın kefareti senindir.
—Ne demezsin. Çocukların, karın hiç önemli değil, değil mi? Ya da sana yalakalanacak mahalle bakkalı, öyle mi? Biliyoruz ki sen bir şey için değil, insanlar için yaşıyorsun. Bir kefaret ödenecekse bu ödemeyi senin ruhunla yaparım şüphen olmasın. Yine de endişe etme, bu günlerde değersiz ruhları tanrı bile almıyor.
—Sen gönder beni, gerisine sonra bakarız, hadi bakalım.

Son kelimesiyle birlikte titreşim ve sıcaklık arttı, gri bir koridora doğru buharlaştılar. Bir hafta sonrasına yürüyeceklerdi. Koridorda Tuzka onunla konuştu, bu koridor kader ve zamanın üst üste bindiği “an” koridorudur dedi, kısaca zaman yolu denir. Şimdi seni ve diğer ikisini bir hafta sonraya yolluyorum. Musa arkada kaldı, ismi kurtarılmış manasında, lakin kendini kurtaramadı.
Nemli koridorun, her yönde sonsuzca yayılmış deliklerle kaplı duvarlarına baka baka bir hafta yürüdükten sonra, düşecekleri deliğin dibine geldiler. Yol boyunca karşılaştıkları yerlerden ve canlılardan dolayı hayrete düşmüşlerdi. Tuzka yol boyu yanlarına uğradı, koridordan avladığı leşleri onlara verdi, delik ülkelerinde sağlam sığınakların yerlerini gösterdi. Şimdi de zamanın üzerine açılmış kader deliklerinden birinden inmelerini emretti. Bedenler sakince yataklarına indi.

Hüseyin gerinerek uyandı, parmaklarına baktı, artık kısalmışlardı. Kalkıp giyindi karısı onu uğurladı, madendeki en afili yük lokomotifi onunkiydi, sarsıla sarsıla yükünü almaya indi. Öğleden sonra inişinde kısa uykusunu çektikten sonra sarı hatun sarmak için elini cebine attı, o an patlama aklına geldi neredeyse aynı anda Tuzka’nın bakışlarını gözlerinin içinde hissetti.
—Merhaba Hüseyin.
—Merhaba baş belası.
—Ödülüm acı bir sözden ibaret olsa da, bir şey değil. Ben acı sözler kitabı kadar ağır karaktere sahip bir varlığım.
—İlk taksitini ödemeye hazırsın artık. İlk taksit Musa’nın güzel karısı. Yalnız onu bana getirmeden onunla sevişmeni istiyorum. Anlaşmamız boyunca benden bir parça hep içinde olacağı için bunu istiyorum. Bir kadınla sevişmeyeli kaç bin yıl oldu biliyor musun?
—Patlamayasın, sen söylemiştin “kadınlar saatli bomba gibidir” diye.
—Evet patlayacağım ama öyle değil. Onun saatini sen durdurmuş olacaksın.
—Bunu yapamam. Yani sevişme kısmını demek istedim, bu kadar iğrenç olamam. Sonra ne der insanlar, tanrı elini üzerimden hiç kaldırmaz.
—Kanını dökerken, o kanla iğrençliği yıkarsın aklından. Çevredekileri boş ver onlar ne bilir ki, bak keyfine. Tanrı’yı da boş ver, senin ona verilmiş sözün, onun da senin üzerinde hakkı yok. En azından anlaşmamızdan beri bu böyle.
—O başka, bu başka.
—Yani şu andan itibaren yukarı çıkmama gerek yok diyorsun.
—Ha ha, dur dostum biraz düşünmeliyim. Neyse beni bekle olur mu?

Sedef zor kadındı, onu elde etmeye çalışırken yaşanan her zorluğu değecek kadar zor bir kadın. Hüseyin önce günlük, sabite bağlanmış yaşantısında değişiklik yapıp onu tavlamak için kendini epeyce zorladı. Hüseyin’in sabitliğinden memnun kişiler şaşırıyorlardı, patlamadan kurtulmuş birinin ölen arkadaşının karısını ziyaretleri anlayış dairesinde karşılanabilirdi, ama haftada dörtten fazla ziyaret biraz mide bulandırıcıydı. Hüseyin de kendini zorluyordu, bir anlık darbeyle bitecek bu iş giderek canını sıkıyordu. Çevresindekilerin manalı bakışları, kızdırıcı laf değdirmeleri derken artık iyice bunalmıştı. Bir iki hafta sonra nereye gitse damgalı ırz düşmanı olarak yüz çevrilir olmuştu. Lanet olsun sana Tuzka. Hüseyin yıllarca çalışarak oluşturduğu sakin tabiatlı “Hüseyin’in”, azgın, utanmaz bir başka adam tarafından sırtından bıçaklanmasını seyrediyordu. Hayatının bardakta eriyen mide ilacından daha hızlı kabararak bardaktan taştığını, huzurunun çoktan gazı kaçmış kola gibi tatsız bir rahatsızlığa dönüştüğünü düşünmeye başladı.
İşin kötüsü Sedef’in diri vücudunun peşinden koşmak yani sadece teni için onu kovalamak giderek hoşuna gitmeye başlamıştı. Sedefin reddedişindeki hiddetli yüz hali, onu mıknatıs gibi çekiyordu. Karısı ve çocukları da ona sevgi yerine bir yığın hınç besliyorlardı. Bir iki hafta sonra, o hınçlar birleşerek karısı ve çocuklarının elinden tutup onlara evlerini terk ettirdi.
Elindeki her şeyi, yani insanları tamamen yitirmeden isteneni yapacaktı. Zorla kadına sahip olup sonra da onu öldürecekti. Zaten öldürdükten sonra bunu yapmış yapmamış ne fark ederdi, Tuzka’nın istediği iki şey de olacaktı işte.
Kararından caymadan, korkaklığı onu döndüğü ilk köşede yakalamadan, koşarak Sedef’in evine gitti. Gece şarkısını mırıldanırken, o hainliğin kızgın ateşinde kendi çıtırtılarını işitiyordu. Kızarak kapıyı açmış olan Sedef’in, üzerine atıldı, kapıyı çarparak kapattı. Kollarında kıvranan kadının hatları ilk defa içini hoplattı. Dokunmak sevmektir sözünü icat etmeliyim diye düşündü. Kadın kıvrandıkça Hüseyin’in içi tuhaflaşıyordu. Onu yatağa attı hemen üzerine çıktı. Sedef tıknefes “dur” dedi. Durdu, “Seninle yatacağım ama bari acı çektirme. İzin ver soyunayım,” dedi. Hüseyin bacaklarıyla sıktığı kadını serbest bıraktı yataktan inmeden soyunmaya başladı. Sevişmeden sonra hemen içmek üzre bir tane sarı hatun sarmaya başlamıştı ki pis bir koku duydu, Tuzka diye düşündü. Başını kaldırdığında Sedef’in yatağın başında sakladığı bıçağı çekerek boğazına salladığını gördü, kan borudan fışkırır gibi fışkırdı, ellerindeki sıcaklık, sırt üstü düştüğünde göz çukurlarını dolduran sıcaklıkla aynıydı.
Kendi kanında boğularak uyandı. Nemli gri koridorda uyanıvermişti. Tuzka az ötede kim bilir nereden bulduğu leşi kızartmakla meşguldü.
—Uyandıysan şundan ye biraz. Beceriksizliğini unutturur. Tabi yas yemeği yerine de geçer. Çünkü Rükneddin de artık benim oldu. Şimdi hala iki borcun var ve ödeme konusunda çok tutuksun.
—Seni üçkâğıtçı hergele, sen tam olarak ana rahimlerine düşmemiş kör bir köpeksin. Anlaşmamızda bu yoktu, biz üç kişi kurtulacaktık. Ben de senin isteğini yapmaya çalışırken buraya düştüm.
—Kaybettin dostum. Üstelik ben de kaybettim. O kadın, kadın kılığındaki efendim. Efendimle bütünleşeceğim anda işi berbat ettin. Daha dikkatli olmalıydın. Hem alenen kadının evine dalıverdin, zaten cinayeti senin işlediğin anlaşılacak ve birkaç güne kadar asılarak yine buraya gelecektin.
—Sen sapık bir ifritsin. Efendin şeytanla bütünleşeceksen direk ona söyle. Beni alet etme. Üstelik ben bir insanım, istencimin koşan atları bir kere yularlarını kırdılar mı, hazza nasıl engel olabilirdim? Beni akıllıca yönlendirmesi gereken sendin. Hani içimde bir parçan vardı?

Hüseyin sırtında korkunç bir acı hissetti, yakan darbe üst üste inmeye başladı. Yerde kıvranıyor daha çok darbeyi zavallıca engellemeye çalışıyordu. En sonunda yakan, kızgın kor darbeleri bitti, fakat yakıcı izleri sivrilerek acı vermeye devam etti.
—Sözlerine dikkat etmen için küçük bir uyarı. Ayrıca faniliğin bittiğinde alacağın büyük hediyenin neye benzediğini öğrenmen için de bir fırsat. Efendimin eli ağırdır.
Korkarak içine kıvrılmaya çalışan Hüseyin duyulur duyulmaz sesler çıkartarak konuştu, sözleri çektiği ıstırabın havada patlayan kısık ve bezgin ses taneleriydi.
—Anladım, peki artık bundan dönemeyeceğime göre oyuna devam. Ölünceye dek seni görmek istemiyorum.
—Üzülme, sadece ölünceye dek.

Yeni gün kaymaklı dondurma görünümünde dağlardan aşağı akmaya başladı. Hüseyin, yorgun yatağından zıplayarak uyandı. Bir yılan lazım dedi, bana elma verecek. Yahut bir buzağı, şöyle altın kaplı, rüzgâr estiğinde önden de arkadan da ötecek. Ya da kafamı boynumdan ayıracak meleklerin pasta bıçağı. Kafasını salladı. Dur bakalım, parmakları ne kadar uzundu böyle, işe gitmeliydi. Karısı onu uğurlamaya çıktığında, gün kapının boyalarını yalamaya başlamıştı bile.
Yıllar yılları döverek kovalamış, o kuzgunsu yıl gelmişti. Hüseyin ve Hasip maden kazasından kurtulduktan sonra ikisi de madenciliği bırakmıştı. Hasip alıp başını gitti, Hüseyin de büyükçe bir bakkal dükkânı kurdu. Hüseyin en son doğan çocuğuna Umut adını koydu, yıllardır Tuzka’yı görmüyordu. Ya unutulmuştu ya da kazanın şiddetiyle gördüğü bir hayalden korkuyordu. Artık değişmişti, insanlar için değil daha çok kendi için yaşıyordu, ismi için. Bir çeşit burjuva kibri edinmişti. Artık çevresinde tüccar ve can yakıcı olarak bilinir olmuştu.
Umut büyüdükçe Hasip’e benzemeye başlamıştı, hemen tıpkı onun boy ve eşkâlini gölgelendiriyor, laflarıyla, kaytarıp kaçmalarıyla onun huylarına akıyordu. Evet, kaderin cilvesi diye düşündü Hüseyin, önündeki koca hesap defterini çevirdi, ailesi ve isminin yaşaması için oldukça sağlam bir gelecek hazırdı. Artık çok sevilmese de paraya duyulan saygıdan dolayı, halktan kendi payını, saygıcığını alıyordu. Kibirlenerek en güvendiği oğlu Umut’la şehir gezintilerine çıkıyor, halkın onu ve geleceğini selamlamalarından, ona olan borçları hatırlanmasın diye ikisine düzdükleri övgü sözlerini dinlemekten, zevk alıyordu.
Günlerden bir gün dükkânın ağır kapılardan kızıl akşamın etekleri içeri girmişken, kötü bir koku duydu. Şüphesiz diye düşündü.
—Evet, şüphesiz Tuzkaaaa, ha haha ha.
—Olamaz, sen… Sen hayaletsin.
—Yapma cancağızım, “Sen de mi Bürütüs?” bıçağıyla bana kesik atma, elbette benim. Geçmişte kalan seyreltik bir anı değilim. Capcanlı, çürük toprak kokulu arkadaşın. Yıllardır senle sarı hatun tüttürüyoruz ya. Hiç mi kibrinin kıvrımlarındaki parmak izlerimi fark etmedin? Seni, yeniden kalıba döktüm.
—Ne istiyorsun, ne!!!
—Immm sadece, Umut’u. Yani umudunu. Hasib’e karşılık onu istiyorum.
—Bu sadece kitaplarda olur.
—Bu klişe, bu kitapta da geçiyor işte.
Hayır vermeyecekti, ama nasıl vermeyecekti ki? Umut’u çok seviyordu, o onundu, ailesinin yaşayan tek umudu. Diğer çocuklarının yanında en akıllısı, takdire şayanı. Eğer Hüseyin’in yaşayan bir ismi olacaksa bunu Umut yapabilirdi, hem yaşlılığın pütürlü yolunu yürürken Umut’a dayanmayı hayal ediyordu, ne de olsa o kendi gençlik yolunda kayarak ilerliyor olacaktı. Hayal diye düşündü, her şey Tuzka’nın kafasındaki bir hayal, ben de onun kuklası.
Kesin bir hayır cevabı verdi ve ummadığı bir hızla Tuzka yok oldu. Gitti diye düşündü, belki de son noktanın hemen berisinde duruyordu.
Tam o noktadan birkaç gün mesafeye açılmıştı ki, değerli varlığı Umut umutsuz bir hastalığa yakalandı. Ondan ayrılmak çok zor görünüyordu, o hayatının amacı gibiydi, varlığının dönen tekerleği. Yine de bir seçenek vardı, kendi hayatı tehlikeye girse de, ona hayat verebileceği bir organ nakli.
Nitekim çekinmeden nakli yaptırdı. Lakin günler takvimden eriyip döküldükçe Hüseyin de erimeye başladı. Umut ise giderek büyücek bir Hasip oluyordu, yavaş yavaş ailenin mallarını satıyor, kardeşlerini ve annesini kendinden uzaklaştırıyordu. Bir gün Hüseyin’i uzak bir şehirdeki izbe bir hastaneye yerleştirdi. Hüseyin ölümün serin kucağına uzanırken, Umut’un çoktan satıp savıp ortadan kaybolduğunu haber almıştı.

Gözleri griliğe batarken, derinden iç çekti. Artık duvarlar, portakal renginde küçük birer kız çocuğu gibi görünüyordu. Hopluyor, zıplıyor etrafında dönüp şarkı söylüyorlardı.
Tuzka’nın maviye çalan gölgesi üzerine düştüğünde, hala oturduğu yerden çocukları seyrediyordu. “Kokun hiç değişmez mi be yaratık,” dedi. İşte o zaman Tuzka’nın özellikle bu kokuyu sevdiğini öğrendi. Ne zamandan beri ilk kez şaşırdı. “Artık Hasip de benim”, dedi, söylediğine göre hiç karlı bir alışveriş olmuyormuş. Durmadan zaten kendinin olan mallar eline geçiyormuş.
Seni, son kez “an” koridorundan yürüteceğim. Bu sefer kendin için bana bir şey göndereceksin. Bu son şans. Tıpkı başlangıçta olduğu gibi, en çok kendin için olacak bu ödemen. Yani başkalarını bahanelerine sos yapamayacaksın.
—Ben hiçbir şey ödemeyeceğim. Ben iyi bir adamdım ve öyle kalacağım, bu ölü olmak şeklinde olsa dahi. Herkes beni severdi yine seveceklerdir.
Herkes dediğin kişiler, işlerine karışmayan “seni” severdi. Sen onlara hiçbir şey olsalar da bir hayatları olacağını düşündürdüğün için seni severlerdi. İnsanlar tek iken iyidirler, ama birleştiklerinde efendim şeytan bile kâğıt kalem alıp karşılarına geçer ve not almaya başlar.
—Hayır asla, insanlar ortak aklın krallığında iyinin takipçileridir.
—Bir an dur ve insan dediğin güruhun kendileri için uyguladıkları kuralları düşün. Sonrada ortak aklın zevzekliğinin, güya peşinden koştuğu iyilik kılığındaki günahları tahayyül et.
—Bu iş giderek ahlak dersine dönüyor.
—Sen de borcundan kaçtıkça, benim cehennemdeki seviyem düşüyor.
—Senin seviyen var mı?
—İçinde boğulabileceğin kadar yüksek! Hadi bakalım yaylan, kendini bana ödemek için az bir vaktin var.

İçinde boğulacağı hayatına atıldığından beri hiçbir sabah uyanmıyordu, çünkü uyumuyordu. Maden patlamasından kurtulan tek kişiydi ve onun sigarasından dolayı patlamanın olduğunu herkes biliyordu. Ona eskisi gibi davranmıyorlardı, kimisi iyi kimisi kötü, ama genel olarak oralı olmayan insanlar arasında kötü bir hayat sürüyordu. Ailesi bile pek önemsemiyordu onu. Evet, bir katilsin ve bunun önemi yok, insanlar alış mıydı? Elinde bir bıçakla değil ama bir sigara dalıyla üç kişiyi öldüren bu adama kimse ses çıkarmıyor muydu? Olur böyle şeyler diyordu çoğunluk, olur böyle şeyler. Hissizliğin sıradağ olup uzadığı günlerin birinde, kötü kokular yayan bir araba, hemen Hüseyin’in sağ tarafında durdu. Hüseyin bezgince kafasını şoför mahalline uzattı “kim” diye sordu. Cevap oldukça sadeydi, “Bakkal Hüseyin”.
Ertesi gün cebinde kırma bıçakla bakkala gitti. En sevdiği bon bon şekerlerinden aldı, onu her şeye rağmen dikkate alan tek insanla, yani bakkal Hüseyin’le birkaç lafın belini kırdı, sonra eyvallah edip kırlara doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra etrafını pis kokular sarmaya başladığında cebindeki bıçağı çıkardı, sivriliği parmağıyla kontrol etti. Tam istediği gibiydi, insan güruhu kadar keskin ve kesip atıcı.
Eli titremeden bıçağı boğazına çekti, gözleri onu kendilerinden kesip atanların üzerine kapandı. Umutsuzluğunun içinden boş bir çuval gibi gri koridora düştü.
—Hoş geldin âdemoğlu, bedbaht adamlar diyarına çok çabuk geldin. Oysaki ben senden, bir cesetle beraber selamını yollayacağın bir cinayet bekliyordum.
—Adam dediğin seninle konuşmaz. Hadi bakalım düş önüme, beni aldığın yere geri götür. Seninle oynamak ateşle oynamaktan daha da yakıcı.
—İnsan dediğin bu kadar mı hiçliğine düşkün olur?
—Ben bir hiçim sense hiçin olmadığı an, yani hiçin düşünülmediği karanlık noktasın.
—İyi düşün sana verdiğim şansı diğerlerine verip, senin de piyangodan faydalanacağını sanma.
—Ben sanrılarımla dövüldüm, artık sanmak değil ölmek taraftarıyım.

Birkaç haftalık geriye yürüyüşle ilk çıktığı deliğin başına geldiler. Hüseyin, Tuzka’nın yüzüne bile bakmadan kendini aşağıya bıraktı.

Toz duman tam olarak çökmemişti, üşüyecek kadar bile yer yoktu. Üşümeyi boş vermeliydi, en yakınındaki arkadaşı Musa idi, onu hiddetlice sarsmaya başladı.
Musa zorla gözlerini açtı, ne oldu sorusunu düşünüp cevabını hissetti, Hüseyin ona bir şeyi ittiriyordu. Oksijen tüpü diye düşündü, kaslarını yırtarcasına zorlayıp tüpün ağızlığını aldı, bir nefes çekti, aldığı ilk nefes kadar iç açıcı geldi bu nefes. Hüseyin’e baktı, ölecekti kuşkusuz ama neden onu uyandırıp kendini bırakıyordu, sigarayı yakan kişi olduğu için mi, yoksa onun kahramanlığını anlatıp suçunu unutturacağını düşündüğü için mi? Yo yanılıyordu, o kahraman olmayacaktı, her yerde ona çamur atacaktı. Hele şu karısından bir kurtulsun, gezdiği her meyhanede, her kahvede bunları tane tane anlatacaktı.

Ve anlattı da. Peki diyorlardı Hüseyin hergelesi ölmeden önce bir şey dedi mi? Evet diyordu ve anlamadığı şu beş kelimeyi sıralıyordu.
“Sen, benim insanlara gönderdiğim selamımsın.”

Share/Save/Bookmark

Sokrates'in Savunması Platon (İÖ 399)

Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar. Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim.

Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bile bile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü?hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum. Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz?ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum? Lütfen tarzıma aldırmayın, iyi olabilir ya da olmayabilir; ama yalnızca sözlerimin haklı olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Çünkü yargıcın erdemi budur, tıpkı konuşmacının erdeminin gerçeği söylemek olması gibi.
Benim için doğru olan şey ilkin bana yöneltilen ilk yalancı suçlamalara ve beni ilk suçlayanlara karşı savunma yapmaktır, ve ardından daha sonraki suçlamalara ve suçlayıcılara geçeceğim. Bu ayrımı yapıyorum çünkü sizden önce birçokları tarafından yıllarca yalan yanlış suçlandım; ve bunlardan Anitus ve arkadaşlarından olduğundan daha çok korkarım, üstelik onların da kendi yollarında oldukça tehlikeli olmalarına karşın. Ama sizleri daha birer çocukken yakalayıp kafalarınızı bana karşı doğru olmayan suçlamalarla dolduran ötekiler çok daha tehlikelidir. Bunlar bir Sokrates'ten, yukarıda gökyüzündeki şeyler hakkında kafasını yorup aşağıda yeraltındaki şeyleri araştıran, zayıf uslamlamayı kuvvetliye çeviren bir bilge insandan söz ettiler. Beni korkutan suçlayıcılar bu masalı yayanlardır, Atinalılar; çünkü onları dinleyenler böyle şeyleri araştıranların tanrılara tapınmaya bile inanmadıklarını sanırlar. Dahası, bunlar sayıca kalabalıktır, ve bana karşı suçlamaları eskilere gider, ve üstelik bu suçlamaları onlara en kolay inanabileceğiniz çağda yaptılar?çocukluğunuzda, ya da belki de gençliğinizde; ve yargı gıyaben verildi, çünkü beni savunacak kimse yoktu. Ve tüm bunların içinde en usdışı olanı suçlayıcılarımın pekçoğunu tanımamam ve adlarını bile bilmememdir?tek bir durum, bir güldürü ozanının2 durumu dışında. Kıskançlık ve çekememezlikten sizi bana karşı döndürmüş olanların tümü?ki bunlardan bir bölümü yalnızca başkalarından duyup inandıklarını yinelemişlerdir?, tüm bu insanlar uğraşılması en güç olanlardır; çünkü onları buraya getirtemem ve yakından sorgulayamam; bu yüzden kendimi savunmak için bir bakıma gölgelerle savaşmak ve yanıtlayacak kimse yokken sorgulamak zorundayım. O zaman lütfen, söylediğim gibi, karşıtlarımın iki sınıfa düştüğünü anımsayın; birinciler suçlamalarını şimdi getirmiş olan yeniler, ötekiler çok önceden getirmiş olan eskiler. Ve umarım kendimi ilkin ikincilere karşı savunmamın yerinde olduğunu kabul edeceksiniz, çünkü bunların suçlamalarını yenilerden çok daha önce ve çok daha büyük bir şiddetle yaptıklarını duydunuz. Evet, şimdi savunmamı yapmalıyım, Atinalılar, ve böylesine uzun bir zamandır kafalarınıza yerleştirilen bu iftirayı elimdeki bu kısa sürede gidermeye çalışmalıyım. Aslında eğer benim için olduğu gibi sizler için de iyi olacaksa bunu başarabilmeyi ve savunmamda başarılı olmayı isterim. Ama sanırım bu güç olacak, ve görevin doğasının ne olduğunu çok iyi anlıyorum. Ne olursa olsun Tanrının istediği olacaktır, ve şimdi yasaya boyun eğmeli ve savunmamı yapmalıyım.

Şimdi baştan alarak bana yöneltilen iftiraya yol açan ve gerçekte bana karşı bu davayı açarken Meletos'un inandığı suçlamanın ne olduğunu soracağım. Evet, suçlamacılar beni suçlamak için neler dediler? Onları sanki savcılarımmış gibi görelim, ve yeminli bildirimlerini ben okuyayım: ''Sokrates herkesin işine burnunu sokan bir suçludur, yerin altındaki ve gökteki şeyleri araştırır, zayıf uslamlamaları güçlü kılar ve yukarıda sözü edilen öğretileri başkalarına öğretir.'' Suçlamaların doğası böyle birşeydir, ve bunları Aristofanes'in komedisinde kendiniz gördünüz. Bir Sokrates sunar ki, ortalarda dolanıp havada yürüdüğünü söyler ve haklarında az ya da çok hiçbirşey bilmediğim konular üzerine bir yığın saçma sapan sözler eder. Eğer [fizikle ilgili] bu konularda bilgili olanlar varsa sanmasınlar ki bunu söylerken bu tür bilgiyi küçümsüyorum. Eğer Meletos bana karşı böylesine ciddi bir suçlama getirecek olsaydı, bu beni gerçekten çok üzerdi! Ama, ey Atinalılar, işin aslı bu [tür fiziksel] konularla hiçbir ilgimin olmadığıdır. Burada bulunanların pek çoğu bunun doğruluğuna tanıktır, ve onlara, beni söyleşilerimde dinlemiş olan pekçoğunuza sesleniyorum. Anlatın o zaman; şimdi birbirinize aranızdan birinin beni bu tür konular üzerine ister uzun uzadıya olsun isterse kısaca birşeyler söylerken duyup duymadığını söyleyin. Yanıtlarını duyuyorsunuz. Ve bundan kalabalığın hakkımda söylediği başka şeylerin de doğru olmadığını anlayacaksınız.

Ama gerçekte bunların hiç birinin doğru olmaması gibi, eğer birinden benim insanları eğittiğimi ve karşılığında para aldığımı duymuşsanız, bu da doğru değildir. Gene de, eğer biri gerçekten de insanları eğitebilirse bence bu iyi birşeydir. İşte Leontiumlu Gorgias, Keoslu Prodikus, ve Elisli Hippias. Bu insanların her biri herhangi bir kente gidebilir ve gençleri onlara karşılıksız öğretim verebilecek olan kendi yurttaşlarını bırakıp kendilerine katılmaya, bunun için para ödemeye, ve bunun üstüne bir de minnettar kalmaya inandırabilirler.

Aslında bu sıralar burada bir başka bilge, Atina'da kaldığını öğrendiğim Parioslu biri var, ve onu duymam şöyle oldu. Bir gün Sofistlere dünyalar denli para ödemiş biriyle, Hipponikus'un oğlu Kallias ile karşılaştım ve iki oğlu olduğunu bilerek şunları sordum: ''Kallias,'' dedim, ''eğer iki oğlun iki tay ya da iki buzağı olmuş olsalardı, onlara bir bakıcı bulmamız güç olmazdı. Onlara bir at yetiştirici, ya da belki de bir çiftçi tutardık ve onları kendilerine özgü üstün yanlarında güzelce ve eksiksizce yetiştirirdi. Ama insan olduklarına göre, onları kimin yetiştirmesi gerektiğini düşünüyorsun? Kim bir insanın ve bir yurttaşın erdemlerini bilir? Bu konuda düşünmüş olmalısın, çünkü oğulların var. Böyle biri var mı yok mu?'' ''Var,'' dedi. ''Kimdir o,'' dedim, ''ve nereden gelir ve öğrettikleri için ücreti nedir?'' '' Evenos'' dedi, ''Parios'tan, sevgili Sokrates, ve beş mina.'' Ve Evenos mutlu biri olmalı, dedim kendi kendime, eğer gerçekten de bu bilgelik ondaysa ve böyle alçakgönüllü bir ücretle öğretiyorsa. Eğer aynı şey bende olsaydı, en azından burnu büyük ve kendini beğenmiş biri olurdum; ama işin gerçeği benim bu tür bir bilgimin olmadığıdır, ey Atinalılar.

O zaman, Atinalılar, belki de aranızdan biri çıkıp bana şunu söyleyebilir; ''Evet, Sokrates, ama sana karşı getirilen bu suçlamaların kaynağı nedir? Yapmakta olduğun tuhaf birşey olmalı. Eğer başkaları gibi olmuş olsaydın, hakkında tüm söylentiler ve konuşmalar hiçbir zaman doğmazdı. O zaman nedir bunların nedeni, söyle ki hakkında yanlış bir yargıda bulunmayalım.'' Bu bana bütünüyle haklı görünüyor, ve bana böyle yanlış bir ün kazandırmış olanın ne olduğunu açıklamaya çalışacağım. Lütfen kulak verin. Ve belki de kimilerinize şaka yapıyor gibi görünsem de hiç kuşkunuz olmasın sizlere bütün gerçeği anlatacağım.

Atinalılar, bu ünü bana kazandıran yalnızca bir tür bilgelikten başkası değildir. Ne tür bir bilgelik diye sorarsanız, yanıtım bunun belki de insan bilgeliği olduğudur, çünkü gerçekten de bu düzeye dek bilge olduğuma inanıyorum. Buna karşı sözünü ettiğim kimselerin insan-üstü bir bilgelikleri olabilir; ama bunu nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum, çünkü bende böyle bir şey yok; ve kim bunu bildiğimi söylerse yalan söylüyor ve bana karşı önyargı yaratmak için konuşuyor olacaktır. Ve lütfen burada sözümü kesmeyin Atinalılar, üstelik size övünüyor gibi görünsem bile; çünkü söyleyecek olduklarım benim kendi sözlerim değildir. Size güvenilmeye değer bulacağınız bir tanığın sözlerini aktaracağım. Bilgeliğim için?eğer buna bilgelik diyecekseniz?, ve doğası için, sizlere tanık olarak Delfi Tanrıçasını6 göstereceğim. Kairefon'u tanımış olmalısınız. Çocukluğumdan bu yana arkadaşım oldu ve ayrıca sizin demokratik partinizin de bir dostudur, çünkü yakınlarda sizlerle birlikte sürgüne gitti ve sizlerle birlikte geri döndü. Nasıl bir insan olduğunu, yaptığı herşeyde nasıl atılgan olduğunu hiç kuşkusuz bilirsiniz. Evet, bir keresinde Delfi'ye gitti ve yürekli bir biçimde biliciye?, lütfen, sizden bunları söylerken sözümü kesmemenizi istemiştim?, benden daha bilge birinin olup olmadığını sordu. Pütia Rahibesi daha bilge hiç kimsenin olmadığı yanıtını verdi. Kairefon'un kendisi öldü; ama kardeşi burada mahkemededir ve söylediklerimin gerçekliğini doğrulayacaktır.

Bundan niçin söz ediyorum? Çünkü sizlere bana karşı bu iftiranın nereden doğduğunu söyleyeceğim. Yanıtı duyduğum zaman, kendi kendime şöyle düşündüm: ''Tanrı ne demek istemiş olabilir acaba? Ve nedir bu bilmecenin yorumu? Çünkü büyük ya da küçük hiçbir bilgeliğimin olmadığını biliyorum. Öyleyse insanların en bilgesi olduğumu söylerken ne demek istemiş olabilir? Hiç kuşkusuz yalan söylüyor olamaz, çünkü bir tanrıdır; bu doğasına aykırı olurdu.'' Uzun bir süre ne demek istediğini düşünüp durdum ve sonunda soruyu bir denemeden geçirecek şu yöntemi buldum. Düşündüm ki eğer kendimden daha bilge birini bulabilirsem, rahibeye elimde onu çürüten bir kanıtla gidebilir ve ona ''İşte benden daha bilge bir insan, ama sen benim en bilge olduğumu söylemiştin'' diyebilirdim. Buna göre bilgeliği ile ünlü birine gittim ve onu gözledim?adından söz etmem gereksiz; yoklamak üzere kendisini seçtiğim insan, Atinalılar, devlet adamlarımızdan7 biriydi; kendisiyle konuşmaya başladıktan sonra aslında bilge olmadığını düşünmeden edemedim, üstelik hem başka birçoklarına hem de özellikle kendisine bilge olarak görünmesine karşın; ve sonra ona bilge olduğunu düşündüğünü, ama gerçekte olmadığını açıklamaya çalıştım. Sonuç benden nefret etmesi ve düşmanlığının orada olan ve beni dinleyen birçokları tarafından paylaşılması oldu. Böylece oradan bu adamdan daha bilge olduğumu düşünerek ayrıldım. Kendime, aslında dedim, ikimizden hiçbirinin güzel ve doğru herhangi birşey bildiğini sanmıyorum, ama o bilmezken bildiğini düşünüyor, ben bilmiyorum ve bildiğimi de düşünmüyorum. Böylece ondan salt şu küçücük noktada, bilmediğimi bildiğimi düşünmememde biraz üstün gibi göründüm. Ondan sonra bilgelik konusunda ünü ondan daha büyük bir başkasını denedim, ve aynı şeyler tam olarak bir kez daha doğru çıktı. Bunun üzerine onun ve yanısıra başka birçoklarının da düşmanlığını kazandım.

Bundan sonra birbiri ardına başkalarına gittim, ve düşmanlık yarattığımı görerek bundan üzüldüm ve korktum. Ama gene de tanrının işine herşeyden daha fazla önem vermek zorunda olduğumu düşündüm. Böylece kendime Bilicinin ne demek istediğini anlamak için birşeyler bilmekle ünlü herkese gitmeliyim dedim. Ve yemin ederim Atinalılar, Köpeğin adına ,? çünkü sizlere gerçeği söylemeliyim?görevimin sonuçları şunlardı: En ünlülerin en yetersiz kafalılar olduklarını buldum, ve daha az saygı gören başkaları ise gerçekte daha bilge ve daha iyi idiler. Size sonunda yalnızca Bilicinin çürütülemez olduğunu tanıtlamakla sonuçlanan dolaşmalarımın ve, deyim yerindeyse, ''Herkülvari'' çabalarımın öyküsünü anlatacağım. Politikacılardan sonra ozanlara gittim?trajik, ditirambik, ve her türden. Ve orada, dedim kendime, kendini hemen ele verecek ve onlardan daha bilgisiz olduğunu göreceksin. Böylece kendi yazıları arasında en inceden inceye işlenmiş pasajlardan kimilerini aldım ve birşeyler öğrenme umudu içinde onlara anlamlarının ne olduğunu sordum. İnanır mısınız, neredeyse gerçeği söylemeye utanıyorum! Ama söylemeliyim. Şiirleri üzerine kendi yaptıkları konuşmalardan daha iyisini yapamayacak tek bir insan bile yoktur. O zaman ozanların şiirlerini bilgelikle değil ama doğal olarak ve bir tür esinle yazdıklarını öğrendim?tıpkı pekçok güzel şey söyleyen, ama söylediklerinden hiçbirşey anlamayan falcılar ya da biliciler gibi. Ozanlar da bana aşağı yukarı aynı durumda göründüler; ve açıkça anladım ki, şiirlerinin gücüne dayanarak, hiç de öyle olmamalarına karşın, kendilerinin başka şeylerde de insanların en bilgeleri olduklarına inanıyorlardı. Böylece beni politikacılara üstün kılan aynı nedenle onlardan da üstün olduğumu düşünerek ayrıldım.

Sonunda el sanatçılarına gittim, çünkü diyebilirim ki hiçbirşey bilmediğimin bilincindeydim, ve onların pekçok güzel şey bildiklerini bulacağımdan emindim. Ve bunda aldanmadım, çünkü benim bilmediğim pekçok şeyi biliyorlardı, ve bu yolda hiç kuşkusuz benden daha bilgeydiler. Ama, Atinalılar, iyi zanaatçıların bile ozanlarla aynı yanılgıya düştüklerini gözledim; iyi ustalar oldukları için başka çok önemli konuları da bildiklerini düşünüyorlar ve bu eksiklik bilgeliklerini gölgeliyordu. Ve böylece kendime bilici adına şunu sordum: Ne bilgileri ne de bilgisizlikleri bende olmaksızın olduğum gibi olmayı mı isterdim, yoksa her ikisinde de onlar gibi mi? Ve kendime ve biliciye benim için olduğum gibi olmanın en iyisi olduğu yanıtını verdim.

Böylece Atinalılar, bu sorgulamalar beni en kötü ve en tehlikeli türden düşmanlar kazanmaya götürdü, ve o günden bu yana sayısız iftiraya uğradım. Bana bilge denir, çünkü beni dinleyenler her zaman başkalarında eksik olduğunu bulduğum bilgeliğin bende olduğunu sanırlar. Ama gerçek şudur ki, Atinalılar, yalnızca Tanrı bilgedir, ve bu yanıtıyla demek istediği insanların bilgeliğinin değerinin ya çok az ya da bir hiç olduğudur. Ve öyle görünüyor ki gerçekte bunu özellikle Sokrates için söylemez, ama yalnızca sanki şunu söyleyecekmiş gibi benim adımı bir örnek olarak kullanır: ''Aranızdan en bilgesi, ey insanlar, Sokrates gibi gerçekte bilgeliğinin hiçbir değerinin olmadığını bilendir.'' Ve böylece şimdi bugün bile Tanrının isteği üzerine yeryüzünde dolaşmayı sürdürür, ve ister yurttaş isterse yabancı biri olsun bilge görünen herkesin bilgeliğini araştırıp sorgularım; ve ne zaman öyle olmadığını bulsam, Biliciyi doğrulamak için ona bilge olmadığını gösteririm. Ve bu uğraş yüzünden devletin ilgiye değer sorunlarını izleyecek ya da kendi sorunlarıma ayıracak zaman bulamam, ve Tanrıya hizmetimden ötürü tam bir yoksulluk içinde yaşarım.

Ve bunlara ek olarak, en varsıl sınıflardan yapacak pek bir işi olmayan gençler kendiliklerinden yanıma gelirler; insanların sorgulanmasını dinlemek hoşlarına gider; sık sık bana öykünerek başkalarını sorgulamaya girişirler; ve sonra çabucak çok az şey bilirken ya da hiçbirşey bilmezken birşey bildiklerini düşünen çok sayıda insan bulurlar. Bu yüzden sonuçta onlar tarafından sorgulananlar kendilerine kızmak yerine bana kızarlar ve ''Bu rezil Sokrates,'' derler, ''gençleri yozlaştırıyor!'' Ve biri onlara ''ne yaparak ya da neyi öğreterek?'' diye sorduğunda, ne söyleyeceklerini bilemediklerinden verecekleri hiçbir yanıt yoktur; ama bir çıkmaza düşmüş görünmesinler diye tüm felsefecilere karşı yöneltilen el altındaki suçlamaları yinelerler?''bulutların üstündeki ve yerin altındaki şeyler'' ve ''tanrılara inanmamak'' ve ''zayıf uslamlamayı kuvvetli uslamlamaya çevirmek'' gibi. Çünkü gerçeği söylemek, biliyor görünürken hiçbirşey bilmediklerinin ortaya çıkarıldığını kabul etmek hoşlarına gitmez. Ve böylece kendi ünlerine düşkün, enerjik ve kalabalık oldukları ve hakkımda bir savaş düzeni içinde inandırıcı bir dille konuştukları için, hem çok önceden beri hem de şimdi kulaklarınızı gürültülü ve amansız iftiralarıyla doldurdular. Ve üç suçlayıcımın, Meletos ve Anitus ve Likon'un üzerime atılmalarının nedeni budur; Meletos benimle ozanlar yüzünden çekişti; Anitos el-sanatçıları ve devlet adamları adına, ve Likon söylevciler adına. Öyle ki, başında söylediğim gibi, böylesine büyütüldükten sonra bu iftirayı kısa bir zamanda tümüyle silmeyi bekleyemem. Gerçeklik, ve tüm gerçeklik budur, ey Atinalılar, ve sizlerden küçük ya da büyük hiçbir şeyi saklamadan, hiçbir şeyi örtmeden konuştum. Ve gene de çok iyi biliyorum ki konuşmadaki tam bu açıklık ve yalınlığım benden nefret etmelerinin nedenidir; ve bu bile gerçeği söylediğimin bir kanıtı değil de nedir? Bana karşı iftira bu yüzden doğmuştur, nedeni budur, ve ister şimdi ister daha sonra araştırın böyle olduğunu bulacaksınız.

Savunmamda suçlayıcılarımdan ilk kümeye karşı yeterince konuştum; şimdi ikinci kümeye dönüyorum. Bunların başında?kendi sözleriyle?o iyi insan ve yurtsever Meletos gelir. Bunlara karşı da bir savunma yapmaya çalışmam gerek, ve bırakalım kendi suçlamaları okunsun: Şuna benzer birşeydir: Der ki Sokrates suçludur, çünkü gençliği yozlaştırır ve devletin inandığı tanrılara değil, ama bunların yerine başka tinsel varlıklara inanır. Suçlama böyledir; ve şimdi tek tek her noktasını inceleyelim. Gençleri yozlaştıran bir suçlu olduğumu söyler; ama ben diyorum ki, ey Atinalılar, Meletos bir suçludur, çünkü ciddi şeyleri hafife alır ve gerçekte hiçbir zaman en küçük bir ilgisinin bile olmadığı sorunlarda sözde bir ciddiyet ve göstermelik bir kaygı ile insanları mahkemeye getirmek için sınırsız bir istek duyar. Bunun böyle olduğunu size tanıtlamaya çalışacağım.

Buraya gel Meletos, ve yanıtla: Genç kuşağın olanaklı olduğu ölçüde daha iyi olmasının çok önemli olduğunu düşünmez misin?

Evet, düşünürüm.

Öyleyse yargıçlara söyle, onları daha iyi yapan kimdir; çünkü onları yozlaştıranı bulabilmek için böylesine sıkıntıya girdiğine ve beni bu mahkemenin önüne getirip suçladığına göre, bunu biliyor olmalısın. Konuş o zaman, ve yargıçlara onları daha iyi yapanın kim olduğunu söyle. Görüyorsun Meletos, sesin çıkmıyor ve söyleyecek hiçbirşeyin yok. Ama bu çok utandırıcı değil mi, ve söylediğim gibi senin soruna hiçbir ilginin olmadığının çok önemli bir kanıtı değil mi? Konuş dostum, ve onları daha iyi yapanın kim olduğunu söyle.

Yasalar.

Ama dostum, demek istediğime yanıt bu değil. Bunları, yasaları herkesten önce bilenin, bu insanın kim olduğunu soruyorum.

Mahkemede bulunan bu yargıçlar, Sokrates.

Ne demek istiyorsun, Meletos, onların gençliği yetiştirip daha iyi yapabileceklerini mi?

Elbette.

Tümü mü, yoksa başkaları değil de yalnızca bir bölümü mü?

Tümü.

Tanrıça Here adına, bu iyi bir haber! Demek ki onları geliştiren çok sayıda insan var. Ve bizi burada dinleyenler için ne diyeceksin; onlar da gençleri eğitip geliştirirler mi?

Evet.

Ve senatörler? Evet, senatörler de.

Ama Meletos kuşkusuz meclis üyeleri onları yozlaştırmazlar değil mi?yoksa onlar da mı geliştirirler?

Onlar da geliştirirler.

O zaman öyle görünüyor ki her Atinalı, benden başka hepsi onları geliştirir ve yükseltir, ve onları yalnızca ben yozlaştırırım. İleri sürdüğün bu mu?

Evet, demek istediğim tam olarak bu.

Eğer haklıysan çok talihsizim. Peki, şimdi sana başka bir soru sorayım: Atlar konusunda ne düşünürsün? Dünyadaki herkes onlara karşı doğru davranırken yalnızca tek bir insan mı onlara zarar verir? İşin doğrusu tam tersi değil midir? Tek bir insan onlara iyilik yapabilir, ya da hiç olmazsa çok az insan bunu yapabilir: At yetiştiricileri. Ve onlarla ilgilenen başkaları ise tersine onlara zarar vermezler mi? Atlar için ve başka her hayvan için doğru olan bu değil midir, Meletos? Hiç kuşkusuz budur; sen ve Anitus evet deseniz de demeseniz de. Gençler, eğer onları yozlaştıran yalnızca bir kişi olsaydı, ve dünyanın geri kalanı onları geliştiriyor olsaydı, aslında çok mutlu olurlardı. Ama sen, Meletos, gençler üzerine hiçbir zaman düşünmemiş olduğunu yeterince gösterdin: Kaygısızlığın, bana karşı suçlamalar olarak yönelttiğin şeyler konusunda senin kendinin kaygı duymadığın ortada.

Şimdi sana bir başka sorum daha var, Meletos?Tanrı adına dinle: Hangisi daha iyidir, kötü yurttaşlar arasında yaşamak mı, yoksa iyiler arasında mı? Yanıtla, dostum. Soruda hiçbir güçlük yok. İyiler komşularına her zaman iyilik, ve kötüler her zaman kötülük yapmazlar mı?

Elbette.

Ve kendisi ile birlikte yaşayan birinden iyilik değil de kötülük görmeyi isteyen biri var mıdır? Yanıtla, sevgili dostum, yasa yanıtlamanı buyuruyor. Kötülük görmeyi isteyen biri var mıdır?

Elbette yoktur.

Pekala. Beni burada gençleri yozlaştırmak ve bozmakla suçlarken, onları bilerek mi yoksa bilmeden mi yozlaştırdığımı ileri sürüyorsun?

Bilerek olduğunu söylüyorum.

Ama tam şimdi iyilerin komşularına iyilik, ve kötülerinse kötülük yaptığını kabul etmiştin. Şimdi, bu senin üstün bilgeliğinin yaşamda böyle erkenden kabul ettiği bir gerçek, ve ben, bu yaşımda, öylesine karanlık ve bilgisizlik içindeyim ki, eğer kendisiyle birlikte yaşamam gereken bir insanı yozlaştırılacak olursam, ondan pekala zarar görebileceğimi bilmem; ve gene de onu yozlaştırır, ve üstelik, dediğin gibi, bunu bile bile yaparım. Sana inanmıyorum, Meletos, ne de sanırım dünyada başka herhangi bir insanı inandırman olanaklı. Ama ya onları yozlaştırmıyorum, ya da onları bilmeden yozlaştırıyorum; ve her iki durumda da yalan söylüyorsun. Eğer bunu amaçlamadan yapıyorsam, yasa böyle kasıtsız yanlışlıklar yapanları mahkeme karşısına çıkarmaz: Tersine, yasaya göre beni özel olarak karşına alman ve uyarıp öğüt vermen gerekirdi; çünkü açıktır ki eğer doğru öğütler almış olsaydım, kasıtsız olarak yapmakta olduğuma son verirdim. Ama senin bana söyleyecek hiçbirşeyin yoktu ve beni bilgilendirmekten kaçındın. Bunu yapmadın ve şimdi beni bir öğretim yeri değil ama bir cezalandırma yeri olan bu mahkemeye getirdin.

Dediğim gibi, Atinalılar, Meletos'un sorun hakkında az ya da çok kaygı duymamış olduğu şimdi yeterince açık. Ama gene de, Meletos, gençleri nasıl yozlaştırdığımı ileri sürüyorsun, bunu bilmek isterim. Savcandan çıkardığım gibi, sanırım onlara devletin inandığı tanrılara değil, ama onların yerine daha başka tinsel varlıklara inanmayı öğrettiğimi söylemek istiyorsun. Gençleri onlara bunları öğreterek yozlaştırdığımı söylemiyor musun?.

Evet, kesinlikle bunu diyorum.

O zaman Meletos, kendileri hakkında konuştuğumuz tanrılar adına, bana ve mahkemeye ne demek istediğini biraz daha açık olarak söyle! Çünkü ne dediğini anlayamıyorum. Başka insanlara kimi tanrıları tanımaları gerektiğini öğrettiğimi ve dolayısıyla tanrılara inandığımı ve tam bir tanrısız olmadığımı mı ileri sürüyorsun?ki bu anlamda bir suçlu olmam söz konusu olmayacaktır? Ya da yalnızca bunların kentin tanıdığı aynı tanrılar olmadığını mı demek istiyorsun?ki o zaman suçlama onların başka tanrılar olmalarıyla ilgili olacaktır. Yoksa doğrudan doğruya benim hiçbir tanrıya inanmadığımı ve başka insanlara bunu öğrettiğimi mi demek istiyorsun?

İkincisini, hiçbir tanrıya inanmadığını söylemek istiyorum.

Ne olağanüstü bir bildirim! Niçin böyle düşünüyorsun, Meletos? Başka insanlar gibi güneşin ya da ayın bile tanrı olduklarına inanmadığımı mı söylüyorsun?

Sizi temin ederim ki, yargıçlar, inanmaz: Çünkü güneşin bir taş, ayın toprak olduğunu söyler.

Aanxagoras'ı suçladığını mı düşünüyorsun, sevgili Meletos? Ve yargıçların Klazomenealı Anaxagoras'ın kitaplarının böyle öğretilerle dolu olduğunu bilmeyecek denli bilgisiz olduklarını mı sanıyor, onları bu denli mi küçümsüyorsun? Ve böylece gençlere onların güya Sokrates tarafından öğretildiğini söylüyorsun, üstelik orkestrada sık sık bunlar üzerine gösteriler varken (ki giriş olsa olsa bir drahmadır), ve paralarını ödeyip bu olağanüstü görüşlerin kendisinin olduğunu söyleyen Sokrates'e gülebileceklerken. Ve böylece, Meletos, gerçekten de hiçbir tanrıya inanmadığımı mı düşünüyorsun?

Zeus adına yemin ederim ki kesinlikle hiç birine inanmıyorsun.

Hiç kimse sana inanmayacak, Meletos, ve hiç kuşkum yok ki kendin de inanmıyorsun. Meletos'un patavatsız bir kabadayı olduğunu ve bu savcayı arsız bir delikanlılık ruhuyla yazmış olduğunu düşünmeden edemiyorum, Atinalılar. Beni denemek için bir bilmece yazmış gibi görünüyor. Bakalım bilge Sokrates benim alaycı çelişkimi anlayacak mı, yoksa onu ve geri kalanları aldatabilecek miyim? Çünkü savcasında bana açıkça kendisi ile çelişiyor gibi görünüyor: Sokrates tanrılara inanmamakla, ve gene de inanmakla suçludur. Ama bu hiç kuşkusuz dürüst bir insanın yapacağı bir suçlama değildir.

Sizlerin, ey Atinalılar, onun tutarsızlığı olarak gördüğüm şeyi irdelemede bana katılmanızı isterim; ve sen Meletos, şimdi yanıtla bizi. Ve dinleyicilere eğer alışıldık yolumda konuşacak olursam gürültü yapmamaları konusundaki isteğimi anımsatmalıyım.

Herhangi bir insan olmuş mudur ki, Meletos, insanların yaptıkları şeylerin olduğuna inansın da insanların olduğuna inanmasın? Yanıtlamasını istiyorum, ey Atinalılar, her zaman bir kesinti yaratmaya çalışmasını değil. Hiç süvariliğe inanıp ta atlara inanmayan, ya da flüt çalmaya inanıp ta flüt çalanlara inanmayan biri olmuş mudur? Hayır, dostum; kendin yanıtlamayı reddettiğine göre sana ve mahkemeye yanıtı ben vereceğim. Bunlara inanan tek bir insan olmamıştır. Ama lütfen şimdi şu soruyu yanıtla: Tinsel ve tanrısal şeylerin olduğuna inanan, ama tinlere inanmayan biri olabilir mi?

Olamaz.

Mahkemenin yardımıyla alınan bu yanıt için çok teşekkürler. Ama o zaman savcanda tinsel varlıklara inandığıma ve başkalarına onlara inanmayı öğrettiğime yemin ediyorsun?ve eski ya da yeni olmalarının hiçbir önemi yok; ne olursa olsun tinsel varlıklara inanıyorum, ve yeminli bildiriminde bunu söylüyor ve doğruluyorsun; ve gene de, eğer tinsel varlıklara inanıyorsam, tinlere ya da yarı-tanrılara inanmanın önüne nasıl geçebilirim; onlara inanmam gerekmez mi? Hiç kuşkusuz evet, ve dolayısıyla suskunluğunun onay demek olduğunu kabul edebilirim. Ama tinler ya da yarı-tanrılar nedir? Tanrılar ya da Tanrıların oğulları değil mi?

Hiç kuşkusuz.

Ama bu senin söylediğin benim gülünç bir bilmece dediğim şeyin ta kendisidir: Yarı-tanrılar ya da tinler Tanrılardır; ve ilkin Tanrılara inanmadığımı söylüyorsun; sonra yine Tanrılara inandığımı, çünkü yarı-tanrılara inanıyorum. Öte yandan eğer yarı-tanrılar tanrıların söylendiği gibi perilerden ya da başka analardan yasal olmayan oğulları iseler, eğer tanrıların oğulları iseler, o zaman tanrıların oğullarının olduğuna ama tanrıların olmadığına hangi insanoğlu inanacaktır? Benzer olarak, katırların varoluşunu ileri sürebilir, ve atların ve eşeklerin varoluşunu yadsıyabilirsin. Böyle saçmalıklar, Meletos, ancak senin tarafından beni yargılatmak için uydurulabilirdi. Bunu savcanda belirttin, çünkü beni suçlamak için işe yarar hiçbirşeyin yoktu. Ama bir parça bile olsa anlama yetisi olan hiç kimseyi tanrısal ve insanüstü şeylere inanabilen aynı insanın gene de tanrıların, yarı-tanrıların ve kahramanların olduğuna inanmadığına kandıramayacaksın.

Bana Meletos'un suçlamasına göre bir suçlu olmadığımı yeterince gösterdim gibi geliyor, Atinalılar, ve daha öte bir savunma gereksiz olacaktır; ama önceden söylediklerimin gerçek olduğunu ve yarattığım düşmanlıkların ne denli çok olduklarını oldukça iyi biliyorum. Eğer yokedilirsem beni yokeden bu olacaktır. Meletos değil, ne de Anitus, ama insanların büyük bir bölümünün haseti ve çekiştirmesi; bir olgu ki pekçok iyi insanın ölümüne neden oldu, ve büyük bir olasılıkla daha pekçoklarının ölümüne neden olacaktır; onların sonuncusu olmam gibi bir tehlike söz konusu değil.

Biri çıkıp dese ki, Seni zamansız bir sona götürebilecek bir yaşam yolunu izlemekten utanmıyor musun, Sokrates? Ona haklı olarak şu güzel yanıtı verirdim: Bunda yanılıyorsun dostum: İçinde bir dürüstlük kıvılcımı olan bir insanın ölme ya da yaşama şansını hesaplamakla uğraşmaması gerekir: Hesaplaması gereken biricik şey bir şeyi yaparken doğru mu yoksa eğri mi, iyi bir insan olarak mı yoksa kötü bir insan olarak mı davrandığıdır. Sana kalırsa onursuzluk karşısında tehlikeyi bütünüyle küçümseyerek Truva'da düşen kahramanlar, ve hepsinden önce Thetis'in oğlu, [Aşilles] birer zavallı olacaktır; o ki Hektor'u öldürme isteğiyle yanıp tutuşurken tanrıça annesi ona eğer dostu Patroklus'un öldürülmesinin öcünü alır ve Hektor'u öldürürse, ''Hektor'dan sonra Yazgı seni bekliyor'' sözlerinde kendisinin öleceğini bildirdiği zaman, bu uyarıyı dinledikten sonra tehlike ve ölümü bütünüyle küçümsedi, ve onlardan korkmak yerine onursuzluk içinde yaşamaktan ve dostunun öcünü alamamaktan korktu. ''Bundan sonra hemen ölebilirim,'' diye yanıtladı, ''yeter ki düşmanımdan öcümü alayım. Burada gemilerin yanında gülünç bir yaratık ve toprağa bir yük olarak kalmak istemiyorum.'' Aşilles ölümü ve tehlikeyi hiç düşünmüş müydü? Çünkü kişinin yeri neresi olursa olsun, ister kendi seçtiği olsun isterse bir komutanı tarafından gösterilen yer olsun, tehlike saati geldiğinde orada kalmalı, onursuzluk dışında ne ölümü ne de başka herhangi birşeyi düşünmelidir. Ve bütün bunlar, Atinalılar, hiç kuşkusuz doğrudur.

Potidaea'da ve Amfipolis ve Delium'da komuta etmek üzere seçtiğiniz generaller bana buyurduklarında, yerleştirildiğim yerde başka herkes gibi ölümle yüz yüze kalan ben, eğer şimdi, Tanrının bana felsefeci yaşamını sürdürme, kendimi ve başka insanları araştırma görevini yerine getirmemi buyurduğunu düşünür ve inanırken, ölüm korkusundan ya da başka herhangi bir korkudan yerimi terkedecek olsaydım, davranışım gerçekten de tuhaf olmaz mıydı, ey Atinalılar? Eğer ölümden korktuğum için Biliciye boyun eğmeseydim bu gerçekten de tuhaf olurdu ve tanrılara inanmamanın ve bilge değilken bilge olduğumu düşünmenin hesabını vermek için haklı olarak mahkeme önüne çıkarılabilirdim. Çünkü ölümden korkmak aslında yalnızca bilgelik taslamaktır, gerçek bilgelik değil, çünkü bilmediğini bildiğini düşünmektir; hiç kimse insanların korkularında en büyük kötülük olarak gördükleri şeyin en büyük iyilik olup olmadığını bilmez. Bu bilgisizlik utanç verici bir bilgisizlik, bilmediğini biliyor gibi görünen kibir değil midir? Ve yalnızca bu bakımdan genel olarak insanlardan ayrı olduğuma inanıyorum, ve belki de birşeyde onlardan daha bilge olduğumu ileri süreceksem, bu aşağıdaki dünya konusunda yalnızca çok az şey bilirken bildiğimi düşünmediğim olgusudur; ama ister Tanrı ister insan olsun benden daha iyi birine haksızlık yapmanın ve boyuneğmemenin kötü ve onursuz birşey olduğunu biliyorum, ve kötü olduğunu bildiğim kötü şeyler karşısında olanaklı bir iyiden hiçbir zaman korkmayacak ya da kaçınmayacağım. Bu yüzden, eğer şimdi beni bırakırsanız, ve sizlere suçlandığıma göre ölümle cezalandırılmam gerektiğini, yoksa mahkemeye bütünüyle gereksiz olarak çıkarılmış olacağımı söyleyen Anitos'u, eğer şimdi kaçacak olursam çocuklarınızın sözlerimi dinlemekle bütünüyle yozlaşacaklarını söyleyen bu adamı dinlemeyi reddederseniz, ve eğer bana bu kez, Sokrates, Anitos'a aldırmayıp seni bırakacağız, ama tek bir koşul üzerine, bundan böyle bu yolda araştırmaya ve felsefe yapmaya son vereceksin, ve eğer bir kez daha bunları yaparken yakalanırsan öleceksin derseniz, eğer beni bırakma koşulunuz bu olursa, yanıtım şu olacaktır: Ey Atinalılar, sizleri sayıyor ve seviyorum, ama sizlere olmaktan çok Tanrıya boyun eğecek ve yaşamım ve gücüm sürdükçe hiçbir zaman düşünmeye ve sizleri zorlamaya son vermeyeceğim, karşılaştığım herkese gerçeği gösterecek ve ona kendime özgü konuşma yolumda şunları söyleyeceğim: Sen, dostum,?büyük ve güçlü ve bilge Atina kentinin bir yurttaşı?en büyük parayı, en büyük onuru, en büyük şanı kazanmak için sınırsız bir kaygı göstermekten, ve hiçbir zaman saymadığın ve özen göstermediğin bilgelik ve gerçeklik ve ruhunun en büyük gelişimi konusunda böylesine az kaygılanmaktan utanmıyor musun? Ve eğer tartıştığım kişi ''Evet, ama kaygı duyuyorum'' derse, o zaman hemen gitmesine izin vermeyecek ve onu inceden inceye sorgulamaya ve sınamaya geçecek, ve eğer kendisinde hiçbir erdemin olmadığını, ama yalnızca olduğunu söylediğini bulursam, en değerli olanı değersizleştirdiği ve bayağı şeylere aşırı değer verdiği için onu kınayacağım. Ve yaşlı ya da genç, yurttaş ya da yabancı karşılaştığım herkese aynı sözleri yineleyeceğim, ama özellikle sizlere, yurttaşlarım, çünkü sizler bana daha yakınsınız. Çünkü bu bana Tanrının buyruğudur; ve inanıyorum ki kentte benim Tanrıya hizmetimden daha büyük hiçbir iyilik olmamıştır. Çünkü yapmaya çalıştığım tek şey yaşlı ya da genç tümünüzü de ilkin bedenleriniz ya da paralarınız için değil, ama herşeyin üstünde ruhunuz için ve onu olanaklı en iyi ruh yapmak için kaygı duymaya inandırmaktır. Sizlere varsıllığın erdem getirmediğini, ama erdemin hem bireyi hem de devleti varsıllık ve başka her türlü iyiliğe ulaştırdığını söylüyorum. Öğrettiklerim bunlardır, ve eğer gençliği yozlaştıran öğreti buysa, zararlı bir insanım. Ama eğer biri öğretimin bu olmadığını söylüyorsa, söylediği saçmadır. Bu yüzden, Atinalılar, ister Anitus'u dinleyin ister dinlemeyin, ister beni bırakın ister bırakmayın, ama ne yaparsanız yapın birçok kez ölmem gerekse bile yolumu hiçbir zaman değiştirmeyecek olduğumu anlayın.
Sözümü kesmeyin Atinalılar, dinleyin; beni sonuna dek dinleyeceğiniz konusunda anlaşmıştık. Söyleyeceğim birşey daha var ki, belki de bağırışlara yol açacak; ama beni dinlemenin sizler için iyi olacağına inanıyorum, ve bu yüzden lütfen gürültüyü kesmenizi istiyorum. Bilmenizi istiyorum ki, eğer ben dediğim gibi biriysem ve siz beni öldürürseniz, beni incittiğinizden çok kendinizi inciteceksiniz. Beni hiçbirşey incitmeyecek?ne Meletos ne de Anitus bunu yapabilir; bunu yapamazlar çünkü inanıyorum ki Tanrı yasası kötü bir insanın kendinden daha iyi birini incitmesine izin vermez. Anitus'un belki de onu öldürebileceğini, ya da sürgüne gönderebileceğini, ya da yurttaşlık haklarından yoksun bırakabileceğini yadsımıyorum; ve böylelikle o ve başkaları ona çok büyük bir kötülük yaptıklarını sanabilirler; ama ben aynı görüşte değilim. Çünkü şimdi yapmakta olduğu kötülüğün, haksız olarak bir başkasının yaşamını alma kötülüğünün çok daha büyük olduğuna inanıyorum.


Ve şimdi, Atinalılar, savunmamı çoğunuzun sanabileceği gibi kendi adıma değil, ama sizin adınıza yapacağım, öyle ki sizlere tanrı armağanı olan beni mahkum ederek bir yanlışlık yapmayasınız. Çünkü eğer beni öldürürseniz, gerçi bunu söylemek tuhaf olsa da, tanrı tarafından devletin başına sarılmış benim gibi bir başkasını daha kolay kolay bulamayacaksınız; devlet büyük ve soylu bir at gibidir ki, tam bu büyüklüğünden ötürü devimlerinde ağırdır ve onu irkitecek atsineği gibi birşeye gereksinir. Ben Tanrının devletin başına sardığı o atsineğiyim, ve gün boyunca ve her yerde sürekli olarak üzerinize yapışır, sizi uyandırır, inandırır, ve kınarım. Benim gibi bir başkasını kolay kolay bulamazsınız, ve bu yüzden sizlere beni sakınmanızı salık veririm. Uykudan birden uyandırılan biri gibi canınızın sıkıldığını duyabilir, ve Anitus'un öğütlediği gibi kolayca beni bir vuruşta ezebileceğinizi düşünebilirsiniz; ama o zaman yaşamlarınızın geri kalanı boyunca uyuyacaksınız, ta ki Tanrı sizlerden kaygılanarak bir başka atsineği gönderinceye dek. Size sizin için Tanrının armağanı olduğumu söylediğim zaman, bu ödevin tanıtı şöyledir: Eğer başka insanlar gibi olmuş olsaydım, tüm kaygılarımı gözardı etmemem ya da bütün bu yıllar boyunca sizin çıkarlarınızı gözetirken kendiminkilerin gözardı edilişini dayançla seyretmemem gerekirdi; sizlere tek tek bir baba ya da büyük kardeş gibi gelip erdem için özen göstermenizi öğütlememem gerekirdi; böyle davranış insan doğasına aykırıdır. Eğer herhangi birşey kazanmış olsaydım, ya da eğer öğütlerim karşılığını vermiş olsaydı, bunları yapmamda bir anlam olurdu; ama, kendinizin de görebildiğiniz gibi, suçlayıcılarım yüzleri kızarmadan bana başka her türlü suçu yüklemelerine karşın herhangi bir kimseden ödemede bulunmasını beklediğimi ya da bunu istediğimi söyleyemezler; bunun için hiçbir tanıkları yoktur. Ve söylediğimin gerçekliği için yeterince güçlü bir tanığım var?yoksulluğum.

Kimileri niçin ortalarda dolaşıp kişisel öğütler verdiğimi ve başkalarının kaygıları ile oyalandığımı, ama kamu toplantılarınıza katılıp devlete önerilerde bulunmadığımı merak edebilir. Size nedenini söyleyeceğim. Bana gelen ve Meletos'un savcasında alay konusu yaptığı tanrısal ve tinsel bir sesten çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde söz ettiğimi duymuşsunuzdur. Bana ilkin çocukluğumda gelmeye başlayan bu ses ne zaman gelse beni yapmayı düşündüğüm şeyde durdurur, ama hiçbir zaman birşey yapmamı buyurmaz. Politikayla uğraşmamın önüne geçen şey budur. Ve sanırım haklı olarak. Çünkü hiç kuşkum yok ki, ey Atinalılar, eğer geçmişte politik işlerle uğraşmış olsaydım, çoktan yokolmuş olurdum, ve ne sizlere ne de kendime bir yararım olurdu. Ve size gerçeği söylememden rahatsız olmayın; çünkü gerçek şudur ki, size ya da başka herhangi bir kümeye karşı çıkıp bir devlette yapılan yasasız ve haksız işlere karşı dürüst olarak çabalayan hiçbir insan yaşamını kurtaramayacaktır; hak için döğüşecek olan, eğer kısa bir zaman için bile yaşayacaksa, kamusal bir kişi değil ama bağımsız bir birey olmalıdır.

Size dediklerimin inandırıcı kanıtını verebilirim, yalnızca sözlerde değil, ama çok daha fazla değer verdiğiniz şeyde?eylemlerde. Yalnızca başıma gelen birkaç şeyi anlatmama izin verin, ve hiçbir zaman ölüm korkusundan haksızlığa boyun eğmediğimi, ve boyun eğmektense hemen ölmeye hazır olduğumu göreceksiniz. Size mahkemelerden belki de çok ilginç olmayan ama gene de gerçek olan bir öykü anlatacağım. Yaptığım biricik devlet görevi, Atinalılar, senatörlüktü. Antiokhis soyu, ki benim soyumdur, Arginusae savaşından sonra düşenlerin bedenlerini toplamayan generallerin mahkemesinde başkanlığı üstlenmişti; ve onları, daha sonra hepinizin yasadışı olduğunu kabul ettiğiniz bir yolda toplu olarak yargılamayı önermiştiniz; ama o zaman başkanlar arasında bu yasadışı tutuma karşı çıkan yalnızca ben oldum ve oyumu size karşı kullandım; ve konuşmacılar beni suçlayıp hemen orada tutuklamakla tehdit ettikleri ve sizler bağırarak bunu yapmaları gerektiğini söylediğiniz zaman, hapis ya da ölüm korkusuyla haksızlığınıza katılmaktansa benden yana olan yasa ve türe adına riski göze almaya karar verdim. Bu demokrasi günlerinde oldu. Ama Otuzlar oligarşisi erke geldiği zaman, bana ve rotundadaki başka dört kişiye daha haber salarak ölümle cezalandırmayı düşündükleri Salamisli Leon'u Salamis'ten getirmemizi buyurdular. Bu her zaman suçlarına olabildiğince çok sayıda insanı karıştırabilme amacıyla verdikleri buyruk türünün bir örneğiydi; ve o zaman, eğer anlatımı kullanmama izin verilirse, ölüme aldırmadığımı, ve büyük ve biricik kaygımın haklı olmayan ya da kutsal olmayan hiçbirşey yapmamak olduğunu sözde değil ama eylemde gösterdim. Çünkü o ezici erkin güçlü kolu korkutarak bana haksız hiçbirşey yaptıramazdı; ve rotundadan çıktığımız zaman öteki dördü Leon'u tutuklamak için Salamis'e giderken ben sessizce eve gittim. Eğer Otuzların erki kısa bir süre sonra devrilmemiş olsaydı bu yüzden yaşamımı yitirebilirdim. Ve pekçok insan sözlerime tanıklık edecektir.

Şimdi eğer kamu yaşamına katılmış olsaydım ve iyi bir insan olarak her zaman doğruyu ileri sürmüş ve herşeyden önce yapmam gerektiği gibi haklı olanı savunmuş olsaydım, gerçekten de tüm bu yıllar boyunca sağ kalabilir miydim sizce? Gerçekten de hayır, Atinalılar, ne ben ne de bir başkası. Ama ister kamusal isterse kişisel olsunlar tüm eylemlerimde her zaman aynı kaldım, ve ne iftiracılarımın izleyicilerim olarak adlandırdıkları kimselere, ne de başkalarına karşı bir uyuşumculuk tutumuna girmedim. Herhangi bir düzenli öğrencim de olmuş değildir. Ama eğer ister genç ister yaşlı olsun herhangi biri görevimi yaparken gelip beni dinleyecek olursa, dışlanmaz. Ne de yalnızca ödemede bulunanlarla söyleşide bulunmam diye birşey söz konusudur; tersine, ister varsıl ister yoksul olsun herkes bana soru sorabilir ya da yanıt verebilir ve sözlerimi dinleyebilir; ve sonunda ister kötü ister iyi bir insan olsun, her iki durumda da bunun sorumluluğu haklı olarak bana yüklenemez; çünkü hiçbir zaman herhangi birşey öğretmedim ve öğretmeyi ileri sürmedim. Ve eğer biri benden kişisel olarak tüm dünyanın işitmemiş olduğu herhangi birşeyi öğrendiğini ya da işittiğini söyleyecek olursa, söylediğinin doğru olmadığından kuşkunuz olmasın.

Ama bana ''Niçin kimi insanlar zamanlarının çoğunu seninle birlikte geçirmekten hoşlanıyorlar?'' diye sorulacaktır. Size daha şimdiden bu konudaki bütün gerçeği söyledim, Atinalılar: bilge olduklarını düşünen ama öyle olmayanları nasıl sorguya çektiğimi dinlemeyi severler; bunda eğlenceli bir yan vardır. Dediğim gibi Tanrı bana insanları sorguya çekme görevini verdi; ve bunu yapmam biliciler ve düşler tarafından, ve tanrısal gücün istencinin herhangi birine anıştırıldığı her yolda imlendi. Bu, Atinalılar, hem doğrudur hem de kolayca sınanabilirdir. Eğer gençleri yozlaştırıyorsam ya da yozlaştırmakta idiysem, aralarından şimdi büyümüş ve gençlik günlerinde onlara kötü öğütler vermiş olduğumu anlamış olanlar suçlayıcılar olarak ortaya çıkmalı ve öçlerini almalıdırlar; ya da eğer kendileri gelmeyi istemiyorlarsa, akrabalarından, arkadaşlarından, babalarından, kardeşlerinden ya da başka yakınlarından birileri ailelerinin benden hangi kötülüğü gördüğünü söylemelidir. Bunun zamanı şimdidir. Onlardan pekçoğunu mahkemede görüyorum. İşte benimle aynı yaşta ve aynı mahalleden olan Kriton; ve ayrıca oğlu Kritobulus'u da görüyorum. İşte yine Aeskhines'in babası Sphettuslu Lisanias?o da burada; ve ayrıca Epigenes'in babası olan Kephisuslu Antifon; ve tanıdığım pekçoklarının kardeşleri. Theosdotides'in oğlu Nikostratus, ve Theodotus'un kardeşi (şimdi Theodotus'un kendisi öldüğüne göre ne olursa olsun onun konuşmasının önüne geçemeyecektir); ve orada Demodokus'un oğlu ve Theages'in kardeşi olan Paralus; ve Ariston'un oğlu Adeimantus ve kardeşi Platon; ve Apollodorus'un kardeşi Aentodorus'u da görüyorum. Başka birçoklarından da söz edebilirdim, ki bunlardan kimilerini konuşması sırasında Meletos'un tanık olarak göstermesi gerekirdi; ve eğer unutmuşsa gene de gösterebilir, ona yerimi bırakacağım. Ve eğer böyle bir kanıtı varsa, hiç durmasın söylesin. Hayır, Atinalılar, gerçek bunun tam tersidir. Çünkü onların tümü de?Meletos'un ve Anitus'un deyimiyle?yozlaştırıcıdan yana, en değerli ve en yakın akrabalarını incitenden yana tanıklık etmeye hazırdır; yalnızca yozlaştırılan gençlik değil?çünkü beni desteklemeleri için bir güdü olabilir?, ama yozlaştırılmamış yaşlı akrabaları da. Niçin tanıklıkları ile beni desteklesinler? Bunun nedeni gerçeklik ve doğruluk uğruna olmanın dışında, benim gerçeği söylediğimi ve Meletos'un yalancı olduğunu bilmelerinin dışında başka birşey olabilir mi?

Evet Atinalılar, savunmam için söyleyebileceğimin tümü bu ve buna benzer şeyler. Gene de bir söz daha ekleyebilirim. Belki de aranızdakilerden biri kendisinin benzer bir durumda, ya da üstelik daha da az dramatik bir durumda, yargıçlara nasıl yaşlı gözlerle yalvarıp ricalarda bulunduğunu, nasıl duygulandırıcı bir tavırla çocuklarını ve onların yanısıra daha birçok akrabasını ve dostunu mahkemeye gösterdiğini anımsadığında, benim büyük bir olasılıkla yaşamım tehlikedeyken böyle şeylerden hiç birini yapmayacağımı gördüğünde bana gücenebilir. Zıtlığı gören biri belki de bana karşı dönebilir ve bu noktada benden hoşlanmayarak öfke ile bana karşı oy verebilir. Şimdi, eğer aranızda böyle bir insan varsa,?lütfen dikkat edin, var demiyorum?, ona haklı olarak şu yanıtı veriyorum: Dostum, ben bir insanım, ve başka insanlar gibi etten ve kemikten bir yaratığım, Homer'in dediği gibi, ''tahtadan ya da taştan'' değil ama insan ana babadan doğdum ve sonuç olarak akrabalarım var; ve evet Atinalılar, bir ailem, üç oğlum var, biri hemen hemen yetişkin, ve öteki ikisi henüz genç; ve gene de sizlerden bir bağışlama dilenmek için onlardan hiç birini buraya getirmeyeceğim. Ve niçin mi getirmeyeceğim? Herhangi bir dikbaşlılıktan ya da sizlere saygısızlıktan değil. Ölümden korkup korkmadığımın bu konuyla hiç ilgisi yok. Ama, kamu oyuna duyduğum saygı yüzünden böyle bir davranış bana benim kendim için, sizler için ve bütün devlet için utandırıcı görünüyor. Benim yaşıma ulaşan ve hak etmiş olsun ya da olmasın bir bilgenin ününü taşıyan biri için bu yöntemleri kullanmak doğru olmaz. Çünkü ne olursa olsun dünya Sokrates'in herhangi bir yolda başka insanların çoğundan üstün olduğuna karar vermiştir. Ve eğer aranızda bilgelik ve yüreklilikte ve herhangi bir başka erdemde daha üstün olduğu söylenenler böyle yaparak kendilerini bayağılaştıracak olurlarsa, davranışları nasıl utandırıcı olur! Mahkum edildiklerinde çok tuhaf davranışlar gösteren birçok ünlü insan gördüm; eğer ölecek olurlarsa başlarına korkunç birşey geleceğini, ve eğer yaşamalarına bir izin verecek olursanız ölümsüz olacaklarını sanıyor gibi göründüler; ve bana kalırsa böyle şeyler kentimizin onurunu düşürür, ve yolu buraya düşecek bir yabancıya Atina'nın en seçkin erkeklerinin, onlara Atinalıların kendileri tarafından onur ve yetki verilmesine karşın, kadınlardan daha iyi olmadığını düşündürür. Ve diyorum ki aramızda bir saygınlığı olanlar tarafından bu tür şeylerin yapılmaması gerekir; ve eğer yaparlarsa, onlara izin vermemeniz gerekir; tersine, acıklı bir sahne yaratan ve kenti gülünç düşüren insanı mahkum etmeye sessizce davranan birinden daha hazır olduğunuzu göstermelisiniz. Ama saygınlık sorununu bir yana atarsak, bir yargıcı bilgilendirmek ve inandırmak yerine ondan bir iyilik istemede, ve böylece bir bağışlanma elde etmede sanırım yanlış birşey vardır. Çünkü onun ödevi bir türe armağanı sunmak değil, ama yargıda bulunmaktır; ve kendi keyfine göre değil ama yasalara göre yargıda bulunacağına yemin etmiştir; ve ne biz sizi bu yemini bozma alışkanlığında yüreklendirmeli, ne de siz kendinize bu alışkanlığa kapılma iznini vermelisiniz, bu sizin de bizim de inancımıza aykırıdır. O zaman benden onursuz ve yanlış ve inancıma aykırı gördüğüm şeyleri yapmamı istemeyin, özellikle şimdi, Meletos'un savcası üzerine dinsizlikle suçlanmakta olduğum sırada. Çünkü, Atinalılar, eğer sizi dileklerin gücüyle inandırırsam ve yeminlerinizi çiğnemeye zorlarsam, o zaman size hiçbir tanrının olmadığını öğretiyor, ve kendi savunmamda gerçekte kendimi onlara inanmamakla suçluyor olacağım. Ama durum böyle değildir ve bunu yapmanın çok uzağındayım. Çünkü tanrıların varlığına inanıyor, ve suçlayıcılarımdan herhangi birinin onlara inandığından çok daha yüksek bir anlamda inanıyorum. Ve davamı sizin için ve benim için en iyi yolda belirlemeniz üzere sizlere ve Tanrıya bırakıyorum.

[Mahkeme oylama yapar ve Sokrates'i suçlu bulur.
Suçlayan oyların sayısı 281, aklayanlarınki 220'dir.
Sokrates bunun üzerine ceza konusunda konuşur.]

Oylarınızla beni mahkum ettiniz, Atinalılar; ve eğer buna bir içerleme göstermiyorsam bunun nedenleri var. En başta bunu bekliyordum, ve beni asıl şaşırtan yalnızca oyların böyle yakın olması oldu; çünkü bana karşı olan çoğunluğun çok daha büyük olacağını düşünüyordum; ama şimdi, eğer otuz oy daha öte yana geçmiş olsaydı, aklanmış olacaktım. Üstelik şimdi bile Meletos'un suçlamasından kurtulmuş olduğumu düşünüyorum. Dahası, Anitus ve Likon'un yardımı olmasaydı, yasanın gerektirdiği gibi oyların beşte birini alamayacak olduğu açıktır, ki bu durumda kendisi bin drahmalık cezaya çarptırılacaktı.

Şimdi ceza olarak ölümü öneriyorsunuz. Kendi payıma ben ne önermeliyim, Atinalılar? Açıktır ki hakkım olanı. Ve hakkım nedir? Bütün yaşamım boyunca boş durmaya hiçbir anlam vermemiş olduğum için, ama insanların çoğunun kaygılandığı şeyleri, para kazanmayı, ev geçindirmeyi ve askeri görevleri, kamu toplantılarında konuşmayı, memurlukları, komploları, partileri gözardı ettiğim için katlanmam ya da ödemem gereken asıl karşılık nedir? Gerçekte bir politikacı olarak yaşamak için gereğinden öte dürüst olduğumu düşünerek, size ya da kendime hiçbir yararımın olamayacağı yerlere gitmedim; ama her birinize kişisel olarak en büyük iyilikte bulunabileceğim her yere gittim, ve aranızda herkesi kendisine bakması gerektiğine, kişisel çıkarların peşine düşmeden önce erdem ve bilgeliği araması gerektiğine, devletin çıkarlarıyla kaygılanmadan önce devletin kendisi ile kaygılanması gerektiğine inandırmaya, tüm eylemlerinde uyması gereken düzenin bu olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu yolda davrandığım için neyi hak ediyorum? Hiç kuşkusuz iyi bir şey, ey Atinalılar, eğer gerçekte ne olması gerektiğinin hesabını yapacak olursam; ve bu ödül ona uygun düşecek birşey de olmalıdır. Size iyilik eden ve boş zamanı sizleri bilgilendirebilmek için isteyen yoksul birine uygun bir ödül ne olacaktır? Belediye binasında konuklanmasından daha uygun bir ödül olamaz, sevgili Atinalılar?bir ödül ki, onu Olimpia'da at ya da araba yarışını kazanan yurttaştan çok daha fazla hak etmiştir. Çünkü o size mutluluğun yalnızca görünüşünü verir, ama ben ise kendisini; çünkü yoksulluk içinde olan o değil ama benim. Ve eğer cezayı haklı olarak hesaplayacak olursam, karşılık budur: Belediye binasında konuklanmalıyım.

Belki de şimdi söylediklerimle size meydan okuduğumu düşünüyorsunuz, tıpkı daha önce gözyaşları ve dualar konusunda söylediklerimde olduğu gibi. Ama bu doğru değil. Dahaçok hiçbir zaman bile bile birine kötülük yapmamış olduğuma inandığım için böyle konuşuyorum, üstelik zaman çok kısa olduğu için sizi inandıramamış olsam bile. Eğer başka kentlerde olduğu gibi Atina'da da bir ölüm cezasına bir günde karar verilmemesi konusunda bir yasa olsaydı, o zaman inanıyorum ki sizleri inandırabilirdim. Ama büyük iftiraları bir anda çürütemem; ve, hiçbir zaman bir başkasına haksızlık yapmadığıma inandığım için, hiç kuşkusuz kendime de haksızlık yapmayacağım. Kendime herhangi bir kötülüğü hakettiğimi söylemeyeceğim, ya da herhangi bir ceza önermeyeceğim. Niçin önereyim? Meletos'un önerdiği ölüm cezasından korktuğum için mi? Ölümün iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorsam, niçin kötü olduğunu çok iyi bildiğim bir cezayı önereyim? Hapis mi diyeyim? Günlerimi niçin hapiste geçireyim, ve orası için herhangi bir zamanda seçilen memurların?Onbirlerin?kölesi olayım? Bir para cezası, ve ödeyinceye dek bir hapis cezası mı olsun? Karşıçıkış aynıdır. Hapiste yatmam gerekecek çünkü ödeyecek hiç param yok. Ve eğer sürgün dersem (ve belki de benim için bu cezayı kabul edeceksiniz), eğer söylemlerime ve sözlerime benim yurttaşlarım olan sizler dayanamaz ve onları daha fazla istemeyecek denli ağır ve uğursuz bulurken, başkalarının bana dayanabileceğini bekleyecek denli usdışı isem, gerçekten de gözüm yaşam sevgisi tarafından köreltilmiş olmalıdır. Hayır, Atinalılar, gerçekten de bu olacak birşey değil. Ve benim yaşımda kentten kente dolaşarak, sürekli olarak sürgün yerimi değiştirerek, ve her zaman kovularak nasıl bir yaşam sürerdim? Çünkü bütünüyle eminim ki nereye gidersem gideyim, orada da burada olduğu gibi genç insanlar başıma üşüşecekler; ve eğer onları uzaklaştıracak olursam, onların isteği üzerine büyükleri beni kovacak; ve eğer gelmelerine izin verirsem, onlar uğruna babaları ve dostları beni kovacak.

Biri diyecektir: Evet, Sokrates, ama bizden ayrıldıktan sonra dilini tutamaz mısın, yabancı bir kente gidersin, ve kimsenin işine karışmazsın? Şimdi size bunu nasıl yanıtladığımı anlatmak benim için gerçekten de güç. Çünkü size dersem ki dediğiniz gibi yapmak Tanrıya boyun eğmemek olacaktır, ve dolayısıyla dilimi tutmam olanaklı değildir, ciddi olduğuma inanmayacaksınız; ve eğer yine erdem konusunda ve benim kendimi ve başkalarını sorguladığımı duyduğunuz başka şeyler konusunda gündelik söylem insan için en iyi olan şeydir, ve sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmezdir dersem, bana inanmanız daha da güç olacaktır. Gene de doğru olanı söylüyorum, üstelik sizi buna inandırmak benim için güç olsa da. Bundan başka, bir ceza çekmeyi hak ettiğimi düşünmeye hiç alışmadım. Eğer param olsaydı, ödemek zorunda olduğumun tümünü bir ceza olarak ödemeyi önerirdim, çünkü bundan hiçbir zarar görmezdim. Ama hiç param yok, ve dolayısıyla sizden cezayı olanaklarımla orantılı kılmanızı istemek zorundayım. Evet, belki de bir minaya gücüm yeter, ve bu yüzden o cezayı öneriyorum; Platon, Krito, Kritobulus ve Appolondorus, buradaki dostlarım, beni otuz mina demeye zorluyorlar, kefillerim olacaklar. O zaman ceza otuz mina olsun; bu insanlar sizin için kefil olarak yeterli olacaktır.



[Mahkeme bir oylama daha yapar ve Sokrates'i ölüme mahkum eder.]

Kenti karalayanların size verecekleri kötü adı işitmek için çok beklemeniz gerekmeyecek, ey Atinalılar; Sokrates'i, bir bilgeyi öldürdünüz diyecekler; ve sizi kınamak istediklerinde bana bilge diyecekler, üstelik bilge olmasam bile. Eğer biraz beklemiş olsaydınız, isteğinizi doğanın süreci karşılamış olacaktı. Çünkü görebileceğiniz gibi yaşım çok ilerledi, ve ölüm beni çok uzakta beklemiyor. Şimdi hepinize değil, ama yalnızca beni ölüme mahkum edenlere söylüyorum. Ve onlara diyecek bir başka şeyim daha var: Belki de bağışlanmamı sağlayacak türde sözler söylemediğim için mahkum olduğumu düşünüyorsunuz, demek istiyorum ki, aklanmak için gereken herşeyi yapmayı ve söylemeyi uygun bulmamış olduğum için. Hiç de değil; mahkum olmama götüren eksiklik hiç kuşkusuz sözcüklerin eksikliği değildi. Bu işitmeyi en çok istediğiniz türden konuşmayı yaptıracak utanmazlığın ya da yüzsüzlüğün ya da eğilimin olmamasıydı?ağlamak ve inlemek ve yakarmak, ve başkalarından işitmeye alıştığınız ama ileri sürdüğüm gibi bana yakışmayacak başka pekçok şeyi yapmak. O sırada tehlikeye karşın özgür bir insana yaraşmayacak hiçbirşey yapmamam gerektiğini düşündüm; ve şimdi de savunma biçemimden hiçbir pişmanlık duymuyorum; sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim. Çünkü savaşta olduğu gibi yasa karşısında da benim ya da herhangi bir insanın ölümden kaçmanın her yoluna başvurmaması gerekir. Savaşta sık sık olduğu gibi, bir insan silahlarını fırlatıp onu kovalayanların önünde diz çöktüğünde hiç kuşkusuz ölümden kurtulabilir; ve başka tehlikelerde de, eğer bir insan herşeyi söylemeye ve yapmaya istekli ise, ölümden kaçmanın başka yolları vardır. Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar. Ve yaşlı ve yavaş olduğum için daha yavaş koşucu beni yakaladı; ama suçlayıcılarımın uyanık ve çevik olmalarına karşın, hızlı koşucu tarafından, haksızlık tarafından yakalandılar. Ve şimdi sizin tarafınızdan mahkum edilmiş olarak ölüm cezasını çekmek üzere ayrılıyorum,?onlar da gerçeklik tarafından mahkum edilmiş olarak kendi yollarına gidiyorlar?kötülük ve yanlışlık cezasını çekmek üzere; ve ödülüme sarılmalıyım, onlar da kendilerininkine. Sanırım bu tür şeyler yazgı olarak görülebilirler?ve sanırım iyidirler.

Ve şimdi, beni mahkum eden insanlar, sizlere seve seve bir bilici gibi konuşacağım; çünkü ölmek üzereyim, ve ölüm saatinde insanlara peygamberlik gücü bağışlanır. Ve katillerim olan sizlere önceden bildiriyorum ki, benim ayrılmamdan hemen sonra bana verdiğiniz cezadan çok daha ağırı hiç kuşkusuz sizleri bekliyor olacaktır. Sizi suçlayandan kaçabilmek ve yaşamlarınızın bir hesabını vermemek için beni öldürdünüz. Ama sonuç beklediğiniz gibi değil, bütünüyle başka türlü çıkacaktır. Çünkü şimdikilerden daha çok suçlayıcınız olacak; şimdiye dek onları durduruyordum; ve daha genç oldukları için üzerinize daha sert gelecekler, ve onlara daha çok içerleyeceksiniz. Eğer insanları öldürerek birinin kötü yaşamlarınızı kınamasının önüne geçebileceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz; bu kaçış yolu ne olanaklı ne de onurludur; en kolay ve en soylu kurtuluş yolu başkalarını ortadan kaldırmaktan değil ama kendini geliştirmekten geçer. Ayrılmadan önce beni mahkum etmiş olan yargıçlara söyleyeceğim öngörü bu.

Beni aklamak için oy veren dostlara gelince, memurlar işleriyle uğraşırken, ve ben ölmem gereken yere gitmeden önce, sizlere burada yer alan bu olay konusunda birşeyler söylemek istiyorum. O zaman biraz daha kalın, çünkü zaman varken pekala biraz daha konuşabiliriz. Benim dostlarımsınız, ve size başıma gelen bu olayın anlamını göstermeyi isterdim. Ey yargıçlarım?çünkü size gerçekten yargıçlarım diyebilirim?sizlere harika bir olaydan söz etmek istiyorum. Şimdiye dek kaynağı içimdeki bilici olan tanrısal yeti, belki herhangi bir sorunda bir dil sürçmesi ya da herhangi bir yanlışlık yapabilirim diye, sürekli olarak önemsiz şeylerde bile bana karşı çıkma alışkanlığındaydı; ve şimdi gördüğünüz gibi en son ve en büyük kötülük olarak düşünülebilecek olan ve genellikle öyle olduğuna inanılan şey başıma geldi. Ama tanrısal işaret ne sabah evden ayrılırken, ne mahkemenin yolundayken, ne de konuşurken söyleyecek olduğum hiçbir şey için hiçbir karşıtlık belirtisi göstermedi; ve sık sık bir konuşmanın ortasında durdurulmuş olmama karşın, şimdi önümdeki sorun konusunda bilici söylediğim ya da yaptığım hiçbirşeyde bana karşı çıkmadı. Bu suskunluğun nedeni olarak düşünebileceğim nedir? Size söyleyeyim. Bu başıma gelenin iyi bir şey olduğunun, ve ölümün kötü birşey olduğunu düşünenlerin yanılmakta olduklarının bir belirtisidir. Çünkü iyi bir şey yapmak üzere olmasaydım, alışıldık uyarı bana karşı çıkardı hiç kuşkusuz.

Bir başka yolda düşünürsek ölümün bir iyilik olduğunu ummak için çok büyük bir neden olduğunu göreceğiz; çünkü ölüm şu iki şeyden biri olmalıdır: ya bir hiçlik ve hiçbir şey duymama durumudur, ya da, dedikleri gibi, ruhun bir değişimi ve bu dünyadan bir başkasına bir göçüdür. Şimdi, eğer hiçbir şey duyulmadığını, ama düşlerin bile rahatsız etmediği birinin uykusu gibi bir uyku olduğunu düşünüyorsanız, ölüm anlatılamayacak denli büyük bir kazanç olacaktır. Çünkü eğer bir insan uykusunun düşler tarafından bile rahatsız edilmemiş olduğu geceyi seçecek olsaydı, ve bunu yaşamının öteki günleri ve geceleri ile karşılaştırıp sonra bize yaşamı boyunca bu geceden daha iyi ve daha hoş kaç gün ve kaç gece geçirdiğini söyleyecek olsaydı, sanırım herhangi bir insan?sıradan bir insan değil ama giderek büyük kral bile?ötekilerle karşılaştırıldığında böyle günlerin ya da gecelerin sayılarının çok büyük olmadığını bulurdu. Şimdi eğer ölüm böyle bir doğadaysa, o zaman ölmek kazançtır; çünkü bengilik o zaman yalnızca tek bir gecedir. Ama eğer ölüm bir başka yere yolculuk ise, ve orada, dedikleri gibi, ölüler kalıyorsa, bundan daha büyük ne olabilir, ey dostlarım ve yargıçlarım? Eğer gerçekten de biri aşağıdaki dünyaya varırsa, ve bu dünyadaki türe öğretmenlerinden kurtulup orada yargıda bulundukları söylenen gerçek yargıçları bulursa?Minos ve Rhadamanthus ve Aeakus ve Triptolemus, ve Tanrının kendi yaşamlarında dürüst olmuş olan başka oğulları?, o zaman yolculuk onu yapmaya değerdir. Orfeus ve Musaeu ile, Hesiod ve Homer ile konuşabilmek için insan neler vermezdi? Hayır, eğer bu doğruysa, birçok kez ölmeyi kabul ederim. Ben kendim de orada Palamedes ile, Telamon'un oğlu Ajax ile, ve haksız bir yargı yoluyla ölmüş başka birçok eski kahraman ile karşılaşıp konuşmayı harika birşey olarak kabul ediyorum; ve sanırım yaşadıklarımı onların yaşadıkları ile karşılaştırmak çok büyük bir haz verecektir. Herşeyden önce, o zaman gerçek ve yanlış bilgi üzerine araştırmamı sürdürebileceğim; bu dünyada olduğu gibi sonrakinde de; ve kimin bilge olduğunu, ve kimin bilgelik tasladığını ve öyle olmadığını bulacağım. Büyük Truva seferinin önderini sorgulayabilmek için, ey yargıçlar, bir insan neler vermez; ya da Odisseus'u ve Sisifos'u, ya da sayısız başka erkek ve kadını! Onlarla söyleşide ve onlara sorular sormada nasıl sonsuz bir haz olacaktır! Bir başka dünyada, ne olursa olsun, bir insanı sorular sorduğu için öldürmezler. Çünkü bizlerden daha mutlu olmanın yanısıra, eğer söylenen doğruysa, ölümsüz olacaklardır.
Bu yüzden, ey yargıçlar, ölüm karşısında umutsuz olmayın, ve pekinlikle bilin ki, ister bu yaşamda olsun isterse ölümden sonra, iyi bir insanın başına hiçbir kötülük gelemez. O ve onun olan hiçbirşey Tanrılar tarafından gözardı edilmez; ne de benim yaklaşan sonum yalnızca bir şans sonucunda olmuştur. Ama açıkça görüyorum ki benim için en iyisi şimdi ölmek ve sorunlardan kurtulmak olacak. Bu yüzden bilici hiçbir belirti vermedi. Bu nedenle de beni mahkum edenlere ya da suçlayanlara kızgın değilim; bana hiçbir kötülük yapmış değiller, gerçi beni mahkum etmedeki amaçları bana bir iyilik yapmak değil ama beni yaralamak olmuş olsa da; ve bunun için onları biraz kınayabilirim. Gene de onlardan bana bir iyilikte bulunmalarını isteyeceğim. Oğullarım büyüdükleri zaman, ey dostlarım, eğer varsıllık konusunda ya da başka herhangi birşey konusunda erdem için olduğundan daha fazla kaygı gösterirlerse, ya da eğer gerçekte birer hiçken birşeymiş gibi davranırlarsa, sizden onları cezalandırmanızı, benim sizlere sıkıntı verdiğim gibi onlara sıkıntı vermenizi isteyeceğim; o zaman uğruna kaygı duymaları gereken şeyle kaygı duymadıkları için, gerçekte bir hiçken birşey olduklarını düşündükleri için, benim sizleri azarladığım gibi siz de onları azarlayın. Eğer bunu yaparsanız, hem ben hem de oğullarım sizden hakça davranış görmüş olacağız.

Ayrılma saati geldi, ve kendi yollarımıza gidiyoruz?ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir.

Deniz Canefe

Share/Save/Bookmark

Kılıç...

Zaman zaman bilincinin derinliklerine atmıştı. Gereksiz görmüş ,önemsememişti. Başka anlarda dünyanın ona kattıklarından arındırmayı denemişti. Etkilenimler ,önemsemeler kendinde taşıdığıyla karışmasın istemiş, onu kendi yalın ,olduğu gibi olan halinde yakalamaya çalışmıştı.
Bazan ikna olmasada,kendinde taşıdığı ona ait olan bir kılıç vardı. Bazan onu görüyor,aşkın durumlarda kullanıyordu. Bütün bunlar zihninin içindeydi.neyi yaptığını nedeniyle bilmek. Somut dünyasında karşılıklarını bularak değerlendirmek , yapması onun için zor olan nenler değildi.
Kılıçtan hareketle kendini biçimlendirmek,farkına varmamış gibi olduğu,duruş takındığı bir çok kaçış denemesine rağmen ,ayırdın da olduğu bir olguydu.
Doğru soruyu sormak gerekiyordu ; kılıç neydi? İçerimleri nelerdi? Bir araç ; neyin aracı? Bir gösterge. Bir biçim verme gücü. Dünyada her zaman savaş vardı.. savaşın varolduğu düzlemde kendi doğanı,inançlarını ,doğrularını,amaçlarını,ilkelerini korumak ve onlara uygun düzlemi var etmek-varolma hakkı- için engelleyicileri ortadan kaldırmak gerekiyordu
En barışçıl dönemde bile üzerinizde görünür biçimde duran ya da nerde olduğunu sizin bildiğiniz, gerekli olan anda kullanabileceğiniz kılıç.
Onun kılıcı düzdü,hiçbir biçimde eğik değil. Samuray kılıçlarından da genişti.
Savaş değişimin ,gelişim yönünde kaçınılmaz olduğu dönemlerde ,farklı paradigma örneklerinin aynı zaman ve mekana düşmelerinin doğurgusuydu bir anlamında.. Yeninin varolabilmesi,şimdiye katılması,yaşanan anı oluşturması,yaşanıyor olması için yasanın,değerin sunulumu ve sürecin farkında olunumu önemliydi.
Değişime direncin temel nedeni o ana kadar ki bütünlükte oluşmuş olan halin ölümüydü.
O hale genel bilinçten hareketle ,bilim,siyaset,ekonomi,entellektüel ...bilinci denir. Bu bilinçlerin üzerine kurulu olanların değişim karşısında yitirecekleri nen iktidarlarıdır. Bu ölüm gerçekleşmesin-ölmeme istemi- diye yeninin doğumunu öldürmek,olabildiğince geciktirmek acımasız bir savaştır.
Kaçınılmazı var eden varolan bütünlüğü kendilerinden hareketle insanlığa yetmez bulan,hayal güçleri sağlam bilgilerle aydınlanmış,deneyimci,sınayıcı bilinçlerdi. Söylenen her yeni ,eskiyi yok etmeyip,onun üstüne yeni bir basamak oluştursada ,uzmanlara açık bir davettir.
Kılıcı bir gün karanlık bölgeden çıkardığında aydınlığa ,şu soruyu sordu. Kılıç yeterlimidir aydınlığa? Hayır yetmiyordu.Koruyor muydu? yanıt yine hayırdı. Kılıcın sınırı vardı,sınırsızlığı kendi içinde taşısa da ; bunu zamanla anlayacaktı.
Yürüyüşlerinde üzerine gelen okların engelleyicisi kılıç olabilirimiydi? Evet mümkün. Yalnız okları gözlemlemek,onları bekler halde olmak ,bedenine ulaşmadan durdurmak . Bu neredeyse adım atmayı bile olanaksız kılıyordu .
Önce kalkanı düşündü. Denedi de . Oklar yukarıdan da düşüyordu ve hep yürüdüğü yönden gelirlerdi. Büyük bir kalkan ,kaplumbağa gibi içine gömülü bir yürüyüş. Çekilmez bir yürüyüş olurdu. Özgürlüğünü güvenlik adına bağlamak,kabul edilir gibi olan değildi.
Oklar ve mızraklar hangi birisini nasıl engelleyecekti. Mesele oklarda değildi ,yaydaydı,yayı gerende. Onu ortadan kaldırmak gerekiyordu. Okları engelleyerek ,savaş kazanılmaz ,yürüyüş güvenilir olmazdı.

Share/Save/Bookmark